Bir doktrincinin beyhude çabaları veya Habermas’ın gayretkeşliği üzerine

Habermas’ın tezleriyle ilgili tartışmamıza kaldığımız yerden devam edelim…

ÜÇÜNCÜ SAHTE YEM
Habermas, “küreselleşme” olgusu nedeniyle, yeni bir dünya ekonomisiyle –”global iktisat”la– yüz yüze olduğumuzu iddia etmektedir. Şöyle demektedir:
“Milletler-arası ticaretin, bilhassa sanayi malları ticaretinin muhtelif pazarlarda daha geniş coğrafyalara yayılması ve yoğunluk kazanması ile milli ekonomiler dünya ekonomisinin birer şubesi durumuna gelmişlerdir.”
“.. dünya ekonomisini hala bir ‘milletler-arası’ mübadele sistemi olarak nitelemek artık mümkün olmamaktadır. Zira bu sistemde milli devletler, sistemin önemli aktörleri olarak, kendi ekonomilerine dayanmak suretiyle dış-ticaret münasebetleri üzerinden birbirleriyle rekabet ve mücadele etmektedirler. ..  iktisadi küreselleşme ise, … ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemine işaret etmektedir.”
“Uzağı görebilen bazı iktisatçılar daha 20 yıl önceden bunu fark etmişler, ‘milletler-arası’ iktisadın malum biçimleriyle, global iktisadın yeni biçimlerini tefrik* etmişlerdir.”
Habermas’ın bu saptamalarında tersyüz edilmiş birkaç nokta var. Ama daha ileride yeniden dönmek üzere, şu genel gerçekliği belirtip geçelim: Bugünkü kapitalist dünya ekonomisinin; ulaşmış olduğu “entegrasyon” düzeyi, içiçe geçme, karşılıklı bağımlılık vb. bakımlardan, daha önceki dönemlerine göre, çok daha ileri bir noktada olduğu tartışmasızdır. Ama göreceğiz ki, bugün önemli olan, kapitalizmin bu genel tarihsel eğilimini tek yanlı saptamak değil, tersine, onun çelişik karakterini ortaya koymak ve bu çelişkili ikili karakterinden doğru sonuçlar çıkarmaktır. Ama anlaşılan o ki, sistemler arası rekabetten çıkagelen tekelci kapitalizm, kendi özüne rücu edip tipikleştikçe, onda “yeni mahiyet”ler keşfetmek başlı başına bir maharet sayılmaktadır…
Habermas, sanki farklı nitelikte bir durumdan söz ediyormuş gibi, “milli ekonomiler”in “dünya ekonomisinin birer şubesi durumuna” geldiğinden ya da daha önceki sayfalarda olduğu gibi, “dünya iktisadı ve dünya toplumunun karşılıklı bağımlılık ilişkileri”nden  vb. söz etmektedir. Zaten bu “yeni durum” nedeniyle de, olaylara “‘milletler-arası münasebetler’ meselesi olarak değil de bir dünya-içişleri politikası meselesi olarak bakmayı sağlayacak” bir “perspektif değişimini” talep etmektedir. Avrupa Birliği’ni (AB) de, bu değişimin gerekli kıldığı yanıtı bir yerde içerdiğini düşündüğü için hararetle savunmaktadır. Yani onun, “yeni mahiyet”te bir kapitalizmle karşı karşıya olduğumuzdan şüphesi yoktur.
Oysa Habermas’ın dünya iktisadıyla ilgili sözünü ettiği durum, sözünü ettiği anlamda, yeni değildir. Anlaşılan, burjuva gazetelerinin ‘Marx-Engels sanki küreselleşmeyi tarif ediyorlar’ spotlarıyla Komünist Manifesto’dan yaptıkları alıntılar, Habermas’ın “dikkatinden kaçmış”tır. Manifesto’nun bütünü bir tarafa, gazetelerin bu tarihi eserden yaptıkları şu alıntıları okuyalım sadece: “Yeryuvarlağının bütününe el atan” burjuvazinin; “dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini kozmopolitleştirdiği”, “ulusal zemini sanayinin ayağının altından çekiverdiği”ni ve yeni sanayilerin “o eski ulusal sanayileri bir kenara ittiği”, “yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de, en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderilebilecek ihtiyaçlar aldığı”; “eski yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine de, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı”nın geçmekte olduğu, üstelik bunun “yalnız maddi üretimde değil, manevi üretimde de” böyle olduğu vb.. Bu alıntılar, onun bahsettiği anlamda yeni bir durumun söz konusu olmadığını ortaya koymuyor mu?
Manifesto’yu geçelim; bir filozof olarak, “Alman İdeolojisi”ni mutlaka okumuştur. Orada, Marx ve Engels’in yaptığı şu saptamalar da mı dikkatini çekmemiş: “Büyük sanayinin”; “modern dünya pazarını oluşturduğu”nu, “rekabeti evrenselleştirdiği”ni ve bu “evrensel rekabet ile tüm bireyleri, enerjilerini son sınırına kadar ortaya koymaya zorladığı”nı; “tek tek ulusların ezeli içine kapalılığın”, gelişen kapitalist üretim tarzı, ilişkisi ve bunun “çeşitli uluslar arasında beraberinde getirdiği işbölümüyle yıkıldığı” ve bu kapalılığın bu şekilde yıkılması oranında “tarihin dünya tarihi haline geldiği”ni; ya da büyük sanayinin; “her uygar ulus ve bireyi gereksinimlerini tatmin etmede bütün dünyaya bağımlı hale getirdiği ve tek tek ulusların o güne kadarki doğal içe kapanıklıklarını yıktığı ölçüde dünya tarihini yarattığını”…
Örnekler çoğaltılabilir. Ancak şurası açık olsa gerek: Tek tek milli ekonomileri ve ulusları birbiriyle içiçe geçiren, çok yönlü bir bağımlılık içine sokan kapitalist bir dünya pazarını oluşturmak, baştan itibaren kapitalizmin misyonuydu. Marx’ın bundan yaklaşık 150 yıl önce belirttiği gibi, “dünya pazarı yaratma eğilimi, sermaye kavramının içinde verili olarak doğrudan vardır.”  Dünya pazarı, “kapitalist üretimin temeli ve hayati ögesi”dir.  Dahası, “kapitalist üretim sisteminin tarihsel görevi”; “yeni üretim tarzının” (sosyalizmin) “maddi temelleri olarak”, “üretici güçlerin gelişmesini ve dünya pazarının kurulmasını” belirli bir “yetkinlik derecesine” kadar yükseltmektir.
Ve bilindiği gibi, kapitalizmin tekelci aşamasına geçmesiyle birlikte; yani kapitalizme has olan değişim ve büyük üretimdeki artış eğiliminin devasa tekelleri ve mali sermayeyi ortaya çıkarmasıyla birlikte, bu kapitalist dünya pazarı, kapitalist bir dünya ekonomisi sistemi haline gelmiştir. 19. yüzyılın son çeyreği ile 20. yüzyılın başında yaşanan bu gelişmeyle, tek tek ülke ekonomileri, artık, bu dünya ekonomisinin birer halkaları haline gelmiştir. Lenin “Emperyalizm” adlı eserinde, bankaların yeni rollerini açıklarken, bu gelişmeyi de şu sözleriyle belirtmiş olur: “Mevcut tüm sermayeyi ve bütün parasal girdileri merkezileştiren ve sağa sola saçılmış binlerce ekonomik girişimi tek bir ulusal kapitalist ekonomiye ve sonuç olarak kapitalist dünya ekonomisine dönüştüren, bütün ülkeyi kaplayan kanallardan oluşan sık bir ağın ne kadar hızlı doğduğunu görüyoruz.”
Aynı şekilde, Habermas, “küreselleşme” tariflerinde, “şebeke (network) kavramı”nı “anahtar kavram” olarak öne çıkartmaktadır, ancak mali sermaye çağında, bu tür “şebekeler”, “ağlar” onun belirttiği “mahiyet”te yeni değildir. Belki bugünkü “elektronik şebeke”ler yoktu geçtiğimiz yüzyılın başlarında, ki o da bugünkü şekliyle; zira telegraf iletişimi vardı.
Öte yandan tekelci kapitalizmin; ileri kapitalist ülkelerde derinlemesine gelişmesinin (kuşkusuz bugün dünden daha fazla) sekteye uğrayıp, geri ve gelişmekte olan ülkelerde genişlemesine gelişmesinin (şüphesiz bugün dünden daha yaygın ve derin) hızlanması özelliği de, “küreselleşme”nin “yeni mahiyeti” değildir. Öyle olsaydı, Lenin şu saptamayı yapamazdı: “Eskiden sömürgeler ile Avrupa halkları … arasındaki iktisadi fark, sömürgelerin meta değişimine katılmakla birlikte henüz kapitalist üretime katılmamış olmalarıydı. Emperyalizm bütün bunları değiştirdi. Emperyalizmin bellibaşlı niteliği, sermaye ihracıdır. Kapitalist üretim, .. sömürgelerde, gittikçe artan bir hızla kök salmaktadır.”
Uzatmanın bir gereği yok. Fakat şu açık olsa gerek, Habermas’ın dünya iktisadıyla ilgili, “küreselleşme”ye atfettiği pek çok şey, zaten kapitalizm ve onun en yüksek aşaması olarak emperyalizme dair özellik ve eğilimlerdir ve bu nitelikleri itibarıyle, yeni bir “mahiyet”i teşkil etmemektedirler.
Fakat Habermas, buna rağmen, “‘milletler-arası’ iktisadın malum biçimleriyle, global iktisadın yeni biçimleri” arasında “yeni mahiyet”ler saptıyor. “Ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemine işaret” eden bu temelli değişimi nerede görüyor? Örneğin “milli devletler”in, artık “kendi ekonomilerine dayanmak suretiyle dış-ticaret münasebetleri üzerinden birbirleriyle rekabet ve mücadele” etmemelerinde. Yani, bugünkü rekabet ve mücadele “dış-ticaret münasebetleri üzerinden” olmuyor diyor. Çünkü bu mücadele ve rekabet, “küreselleşme”yle birlikte yeni bir çerçeve kazanmış olup “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi” içinde cereyan ediyor diyor.
Onun anladığı anlamdaki “‘milletler-arası’ mübadele sistemi”nde de, milli devletlerin, salt dış-ticaret münasebetleriyle rekabet ve mücadelelerini sınırlamadıkları gerçeğini bir tarafa bırakalım. Şüphesiz, “milli devletler”in (ileri kapitalist ülkelerin devletlerini kastediyoruz) “birbirleriyle rekabet ve mücadele”leri, bugün, bir önceki döneme göre; yani sistemler arası rekabetin sürdüğü koşullara göre, çok daha geniş bir alanda ve biçimlerle cereyan etmektedir. Bu anlamıyla, bugünkü dönemle bir önceki dönem arasında önemli bir farklılık vardır diyebiliriz. Fakat, tekelci kapitalizmin tipikleşmesine işaret eden bu olgulardan, yani emperyalist devletler ve uluslararası tekellerin rekabet ve mücadelelerinin alan ve biçimlerinde genişleme, zenginleşme ve keskinleşmeden “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi” sonucu nasıl çıkmaktadır ki?
Habermas’ın, “küreselleşmenin eriştiği yeni mahiyet”in “olgu”ları olarak sözünü ettiği şeyler , bir önceki döneme göre bir farklılığa işaret etmekle birlikte, tekelci kapitalizmin özellikleri ve eğilimleri bakımından niteliksel bir değişikliği ifade etmemektedirler. Bunun kanıtlanması basittir, çünkü başta Lenin olmak üzere, bugünkü “küreselleşme süreci”ni yaşamayan Marksistler, Habermas’ın belirttiği “yeni mahiyet”ler üzerinde birçok kez durmuş ve bu olguları tahlil etmişlerdir. Örneğin Lenin, mali sermayeden söz ederken, şu vasıflarından bahseder: “…oldukça hareketli ve esnek, ulusal olduğu gibi uluslararası ölçekte oldukça içiçe geçmiş, oldukça gayri şahsi ve doğrudan üretimden kopmuş, kolay yoğunlaşabilen ve oldukça da yoğunlaşmış bulunan”.  Aynı şekilde; uluslararası tekellerin kendi ana ülkelerindeki üretimle yetinmeyip hasmının pazarında mevzilenmesi; mali-sermaye gruplarının karşılıklı olarak uluslararası planda belli başlı büyük şirket ve bankaların tahvil ve hisse senetlerini ellerinde tutmaları, bir emperyalist ülke bankasının başka ülkelerdeki bankaların füzyonunu örgütlemesi, mali sermaye grupları arasındaki içiçe geçmenin tek tek kapitalist ülkelerdeki tekellerin, şirketlerin “ulusal saflığı”nı bozmaları vb. vb. – Lenin’in emperyalizm üzerine kitabına ve defterlerine bakan herkes, belirtilen nitelikte çok sayıda örnekle karşılaşabilir.
Ancak bütün bunlara rağmen, yani mali sermayenin tabiatı gereği kozmopolit karakterli olmasına ve kapitalizmin “birleşik bir dünya ekonomisini bir bütün olarak yaratma eğilimine” (Lenin)  karşın; “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi”, “ulus-aşırı sermaye”, “ulus-aşırı şirketler” vb.’den söz etmek, bugün gerçekte cereyan eden süreci tahrif etmektir. Bu tür tanımlamalar iki açıdan yanlıştırlar: 1. Kapitalist dünya ekonomisinin bugünkü gerçekliğini tersyüz etmektedirler. 2. İçerdiği karşıtından arındırmak suretiyle, kapitalizmin bir bütün oluşturma eğiliminin çelişik ikili karakterini inkar etmektedirler. Böylelikle, bu eğilim; bazı sorunlara (Habermas’ta olduğu gibi, söz gelimi “içtimai sorunlara”!) yol açan, ama “normatif açıdan tatmin edici” bir politikayla aşılabilecek, yani çelişkileri, kapitalist üretim ilişkilerinin sınırları içinde çözülebilecek bir eğilime dönüştürülmektedir.
“Ulus-aşırı” sermaye/şirket kavramıyla esas olarak kastedilen nedir? Belirli ülkede ana karargahı olmayan, belirli bir devlet sınırlarında mevzilenmeyen ve belirli devleti olmayan, her ülke ve devlete karşı aynı mesafede veya yakınlıkta bulunan ve nihayet kendi devletine de gereksinim duymayan bir sermaye. Bu durumda, bu tür bir sermayenin varlığı, ister istemez; belirli çekirdek şirketleri bulunmayan, belirli mali sermaye grupları olmayan ve dolayısıyla uluslararası sermayeler arasında politik bir ayrım yapma konumu kalmayan devletleri varsayar. Yani sermayenin devletlerden, devletlerin de sermayeden azade oldukları bir durum! (Teorik olarak; “‘ulus-aşırı’lık, genel olarak devletlerden değil, milli devletten azade olmak demektir” şeklinde bir itirazda bulunabilir. Ancak bu anlamsız olur; zira günümüz dünyasında, bütün devletler, milli devletler olarak örgütlenmiş bulunmaktadırlar. AB dahi hâlâ milli devletlerden meydana gelmektedir. Yani bu verili koşullarda, milli devletten azade olmak, fiilen devletten azade olmaktır; veya tersinden, devletten azade olmamak milli devletten azade olmamaktır.)
Peki, ister “ulusal”, ister “ulus-aşırı” olsun; sermayenin belirli sahipleri olduğu, bunların da belirli sermaye gruplarını meydana getirdikleri ve aralarında azami kârlar etmek amacıyla kıyasıya rekabet ettikleri bir durum söz konusu mu değil mi? Tartışmasız ki, söz konusu; aksi durumda “uluslararası rekabet”ten söz edilemezdi. Demek oluyor ki, neye dayanarak ve hangi “münasebetler üzerinden birbirleriyle rekabet ve mücadele” ederlerse etsinler, bir tarafta hâlâ “milli devletler” var; diğer tarafta ister “ulusal”, isterse “ulus-aşırı” olsun dünya pazarlarında egemen olmak ve azami kârlar elde etmek uğruna birbirleriyle keskin bir rekabet ve mücadele içerisinde olan belirli sermaye grupları var.
O halde; kapitalist devletler ile sermaye gruplarını birbirinden ayırdığımız, ancak kapitalist ilişkiler ve üretim tarzının egemenliğini varsaydığımız bu farazi koşullarda bile, “milli devletler” ile, sözüm ona “ulus-aşırı” sermayenin birbirine kayıtsız kalabileceğini düşünebilir miyiz? Düşünemeyiz, çünkü kutsal amaçları olmayan bu sermaye; iktidar, devasa toplumsal kaynak, ordu, eğitilmiş emek-gücü, hazır pazar vb. vb. şeyleri sunan devletlere karşı kayıtsız kalamaz. Tersinden; birbirleriyle rekabet ve mücadele eden bu devletler de, ekonomik güç, muazzam birikim, sanayi, iş sahası vb. şeyleri sunan sermayeye karşı kayıtsız kalamaz. Başka bir ifadeyle, belirli devletler, belirli sermaye gruplarına ve belirli sermaye grupları da, belirli devletlere yaslanmak ve sonuçta içiçe geçmek zorunda kalır. Demek oluyor ki, nesnel gerçeklikle hiçbir ilgisi olmayan bir “ulus-aşırı” sermaye/şirketi varsaydığımızda dahi, kapitalist ilişkiler ve üretim tarzının varlığı koşullarında, bu “aşırı”lığın aşırıya gidemeyeceğini, sermayenin, sermaye olarak niteliğinden kaynaklı sınırlı amaç ve güdüleri gereği, eski pozisyonuna yeniden ve yeniden geri düşeceğini görmekteyiz.
Mesele şudur ki, kapitalizmin “birleşik bir dünya ekonomisini bir bütün olarak yaratma eğilimi”nin de gerçek engeli, sermayenin kendisidir. Zira, kapitalist üretim tarzı, “maddi üretim güçlerinin gelişmesi ve uygun bir dünya piyasası yaratılmasının tarihsel bir aracı olup, aynı zamanda da, bu tarihsel görevi ile, buna uygun düşen kendi toplumsal üretim ilişkileri arasında sürekli bir çatışmadır”.
Fakat bu teorik açıklamaları bir tarafa bırakıp, bugünkü kapitalist dünyanın sunduğu somut olgulara baktığımızda da, sonuç değişmemektedir. Şu somut veriler, “ulus-aşırı sermaye” vb. tespitlerinin burjuva ideologlarının bir uydurması olduğunu ortaya koymaktadır:
– Bir “dünya tekeli” olduğu tartışmasız olan General Motors’un 2004 yılı verilerine baktığımızda; çalıştırdığı işçi sayısı, sattığı otomobil ve ettiği kâr bakımından, büyük oranda Kuzey Amerika’da yoğunlaşıp  mevzilendiğini görürüz. Örneğin, GM’un Kuzey Amerika’daki otomobil sürümü 5,5 milyon iken, Avrupa’da 1,7 milyon, Asya-Pasifik bölgesinde 900 bin ve Güney Amerika, Afrika ve Ortadoğu’da toplam 800 yüz bindir “sadece”. Çalıştırdığı işçi sayısı da, aynı sıralamaya göre şöyledir: 181 bin, 61 bin, 20 bin ve 29 bin. Keza yaptığı kâr da (aynı sıralamaya göre): 1,6 milyar dolar, 976 milyon dolar, 729 milyon dolar ve 85 milyon dolar.
– Uluslararası tekeller, yani Habermas vb.’lerin sözünü ettikleri “ulus-aşırı şirketler”, 90’lı yılların sonlarında, cirolarının yaklaşık yüzde 70’ini ana ülkelerinde (“kendi ulus devleti sınırlarında”) yapmaktaydılar. ABD’li tekellerin dünya cirolarının yüzde 80’i, NAFTA’da yoğunlaşmaktaydı.
– ABD’li tekellerin yatırımlarında –90’lı yılların ortalarında– yurtdışındaki şirketlerine düşen pay, yüzde 24’e (cirodaki payları yüzde 30 iken) gerilemişti. Yani yatırımların dörtte üçünden fazlası, ana şirket için (ülke içinde) harcanmıştır. Araştırma-geliştirme (AR-GE) için ayrılan bütçeden yurtdışındaki şubelere düşen pay, ancak yüzde 12 olmuştur. Aynı şekilde, “teknoloji ticareti”nde (lisans, patent vb.) çoğunluk tekel-içinde cereyan etmekte, diğer önemli bir kısmı da, “ulusal rengini” değiştirmemektedir.
– “Dünya çapında, sermaye mülkiyetinin eşit şekilde iki OECD ülkesinde bulunduğu bir şirket işlemi, sermaye yoğunlaşması veya füzyonu hemen hemen hiç yoktur.” Hele ki, “sermaye mülkiyetinin eşit şekilde Üçlüler’in (NAFTA, AB ve Japonya) çeşitli merkezlerinde tutulduğu hiçbir füzyon örneği yoktur”. (“Ulus-aşırı şirket”in parlak bir örneği olarak gösterilen DaimlerChrysler füzyonunda da farklı olmamıştır: Daimler hissedarları, yeni şirket DaimlerChrysler’in hisselerinin yüzde 54’nü ele geçirmişlerdir!) “Bugüne kadar eşit mülkiyet dağılımının şart koşulduğu ulus-ötesi birleşmelerin hemen hemen hepsi başarısızlıkla noktalanmıştır.”
Son bir örnek de “bankalar dünyası”ndan verelim. Burada iki çarpıcı oluguyu görüyoruz. Birincisi, sınai şirketlerde çok uluslu tekellerle karşılaşılabilirken, banka sektöründe, esasında da dünyanın en büyük 20 bankası arasında, bu tür bir çok ulusluluğa rastlanılmamaktadır. “Füzyon ateşi” kitabının yazarı Wolf’un da belirttiği gibi, burada hiç değişmeyen bir şey varsa, o da, milliyetidir: “Banka sermayesi milli kimliklidir”.  (Elbette bu, esas olarak emperyalist ülkeler için geçerlidir! Diğer ülkelerde, söz gelimi Doğu Avrupa ülkelerinde, tam tersi bir tabloyu görmekteyiz: Estonya’nın banka sektörünün % 99’u yabancı bankaların elindedir; Çek Cumhuriyeti ve Slovakya’da % 95’i, Hırvatistan’da % 91’i, Litvanya’da % 88’i, Bulgaristan’da % 82’si, Bosna’da % 75’i, Polonya’da % 72’si, Letonya’da % 53 ve Romanya’da % 50’si Batılı bankaların elindedir!)  İkincisi ise, banka sektöründeki muazzam bir sermaye yoğunlaşması ve merkezileşmesinin baş döndürücü bir hızla ilerlemesidir. Örneğin ABD’de, 1993-1999 yılları arasında, değeri 500 milyon doların üzerinde olan banka birleşmelerinin sayısı, yıllara göre şöyledir: 1993: 12; 1994: 9; 1995: 55; 1996: 35; 1997: 120; 1998: 284 ve 1999: 79.  Bu rakamların ne denli yoğun bir sermaye merkezileşmesine işaret ettiği ortada olsa gerek!
Fakat buradaki boğuşma, ve bunun sürat ve boyutlarındaki çarpıcılık, ABD’yle sınırlı bir olgu değildir. Bir de, bu sürecin uluslararası boyutlarına bakalım: Wolf kitabında, 1999 yılında, dünyanın en büyük 20 bankasını, toplam bilançolarına göre sıralayan bir tablo aktarıyor. Bu tabloya göre, bilanço toplamı 842 milyar dolar ile Alman Deutsche Bank birinci; 730 milyar dolar ile Japon Bank of Tokyo-Mits. ikinci; 700 milyar dolar ile Fransız BNP Paribas üçüncü; 633 milyar dolar ile ABD’li Bank of America dördüncü; 612 milyar dolar ile İsviçreli UBS beşinci; 568 milyar dolar ile İngiliz HSBC altıncı ve yine aynı miktar ile Japon Fuji Bank yedinci.
24 Ocak 2005 tarihli Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung’da, aynı kıstaslar ile oluşturulmuş bir başka tablo yayınlandı. Aradan sadece 5 yıl geçmişti: Bu tabloya göre, Wolf’un tablosunda ikinci, yedinci ve sekizinci sırayı oluşturan Japon bankaları birleşmiş ve Sumitomo Mitsui Financial/UFJ Holdings adını alarak birinci sıraya oturmuşlardı. Toplam bilançosu ise, 1 trilyon 637,1 milyar dolar olmuştu! Yani 5 yıl öncesinin dünya birincisinin bilanço toplamı neredeyse ikiye katlanmıştı! Eskinin dünya birincisi Deutsche Bank ise, bilanço toplamını 965,6 milyara çıkarmasına karşın, altıncı sıraya düşmüştü! 1999 sıralamasında salt dördüncü ve on yedinci sırada kaydedilen ABD bankalarının yerine, 5 yıl sonra, Citigroup adıyla başka bir ABD’li banka geçmiş, o da 1 trilyon 264 milyar dolar bilanço toplamıyla ikinci sıraya oturmuştu! Bilmiyoruz, bu çarpıcı olgular ve gelişmeleri; dünya iktisadındaki “bugünkü rejimin” ve daha önemlisi, burjuva demokrasisinin geleceği bakımından ayrıca yorumlamanın bir gereği var mı?

DÖRDÜNCÜ SAHTE YEM
“Ulus-aşırı dünya-iktisat-sistemine” gelecek olursak. Evet, diyebiliriz ki, oldukça “garip” bir “dünya iktisadı”yla karşı karşıyayız: Örneğin Almanya peş peşe dünyanın “ihracat şampiyonu” oluyor. Ama aynı Almanya’da, ekonomik büyüme oranları durgunluk sınırlarında seyrediyor; işsizlik 7 milyona ulaşmış bulunuyor! Veya ABD’nin ticaret açığı rekor üstüne rekor kırıyor. Ama aynı ABD ekonomisi, ileri kapitalist ülkeler arasında, % 4,2 ile (2004) en yüksek büyüme oranlarını kaydediyor! Ya da “sınırların”, “denetimin”, “himayeciliğin” kalktığı “küresel bir iktisattan” söz edilirken; “bölgesel”, “yerel” ekonomik yapılanmalara gidiliyor; “yerelleşme”, yeni bir “dünya parası”nı (Avro) ortaya çıkarıyor!
Kısacası; “küreselleşme”, “yerelleşme”yi doğuruyor. Büyümesi durgunluk sınırındaki bir ekonomiyle “ihracat şampiyonu” olunuyor. Rekor ticaret açığı olan bir ülke ekonomisi, görece en yüksek büyümeyi kaydediyor…
Elbette, bu “gariplikler” açıklanamaz değildir. Ama, açıklanamaz olmaları durumunda dahi, en azından şu uyarıcı özelliği vardır: Yüzeyde görünenlerle, gerçekte olanlar arasında şu veya bu düzeyde bir farklılık olmalıdır. Hiç olmazsa bu durum, yanılsamalara karşı dikkatli olmayı gerektirmektedir.
Fakat Habermas, ya gördüklerine inanıyor ya da inandıklarını görüyor! O, uluslararası planda “global player”lerin var olmasını ve bunların küre çapında üretim ve yatırımlarını gerçekleştirebilmesini –ki bunun yeni olmadığını gördük–, bir “global iktisadın yeni biçimleri” olarak değerlendiriyor. Başka bir deyişle, o bu durumu, yani genelde üretimin uluslararasılaşmasını, özelde işletme (tekel) içi işbölümünün uluslararasılaşmasını ve bunun doğal olarak beraberinde getirdiği ticari ilişkileri, aynı zamanda yeni bir dünya iktisadının, yani “ulus-aşırı bir dünya-iktisad-sistemi”nin göstergeleri olarak yorumluyor. Ona göre, böylelikle, “milletler-arası iktisad”, “ulus-aşırı dünya iktisadı”na dönüşmüş oluyor! Öyle ki, “ulus-aşırı dünya-iktisat-sistemi” postulatı, onu, şu tezi bile ileri sürmeye götürüyor: “Milli devletin elindeki imkanlar gittikçe azalmaktadır. Milli Devletin elindeki imkanlardan iki tanesi tamamen elenmiş durumdadır. Bunlar: Himayecilik ve talebe yönelik bir iktisat politikasına geri dönüştür.” Himayeciliğin masrafları, “bugünkü dünya ekonomisinin şartları altında kabul edilemez boyutlara ulaşacaktır”.
Ancak, görmüştük ki, sermaye ve şirketlerin “ulus-aşırılığı” bir yanılsamadan ibaret. Uluslararası şirketlerde hisselerin dağılımı eşit değil, tersine; belirli ülkelerin çekirdek şirketleri, her zaman, asıl söz sahibi olmalarını veya kalmalarını sağlayan hisse paylarını ellerinde tutmaktadırlar. Gelgelelim; “ulus-aşırı” sermaye ve şirketlerin olmadığı koşullarda, “ulus-aşırı” dünya iktisadı da olamaz!
Öyleyse, Habermas’ı “ulus-aşırı bir dünya-iktisadı-sistemi” sonucuna götüren olgu ve belirtilerdeki (üretimin uluslararasılaşma boyutlarındaki büyüme, uluslararası iş bölümünün derinleşmesi vb.) artış ve yaygınlık neyin göstergesidir? Bu olgu ve belirtiler; İkinci Dünya Savaşı sonrası kapitalist dünya ekonomisindeki çeşitli faktörlerin etkide bulunması sonucu , 70’li yılların ortalarından itibaren, başta ABD’de ortaya çıkıp gelişmeye başlamasına karşın; bugünkü yaygınlık ve düzeyine, esasta, kapitalist dünyanın, sistemler arası rekabetin noktalanması sonrası şekillenen ekonomik ve politik koşulları ve ilişkileriyle birlikte kavuşmuştur.
Bu koşulları ve ilişkileri karakterize eden neydi? 1. “Sosyalist kamp”ın dağılması (1989/91 dönemeci, öncelikle emek-sermaye ve ileri ve geri kapitalist ülkeler arası ilişkileri değiştirmiş; zincirlerinden boşanmış bir emperyalizme yol vermiştir); 2. Bu çöküşü, zayıflamakta olan lider konumunu tahkim etmek ve genişletmek üzere bir fırsat olarak değerlendiren tek “süper gücün” –ABD’nin– iktisadi, politik ve askeri olarak taaruza geçişi (bu husus, emperyalist devletler arası ilişkilerin o zamana kadarki çerçevesini değiştirmiş; “kamp disiplini” ortadan kalkıp, aralarındaki rekabet ve mücadelenin önü açılmıştır); 3. 1989/91 öncesinde, Batının kapitalist dünya pazarıyla ilişkisi olan, ama büyük oranda özerk bir konumu bulunan Doğu Avrupa, Rusya, Kafkaslar ve Orta Asya, her şeyiyle –devasa pazarı, eğitilmiş emek-gücü ve başta enerji olmak üzere, zengin hammadde kaynaklarıyla– kapitalist dünya pazarına entegre olmuş; artık tüm dünyayı kapsayan kapitalist dünya ekonomisi, kelimenin tam anlamıyla, tek bir dünya pazarına kavuşmuştur. (Bu temelli değişimin Çin’in de pozisyonunu değiştirdiği, Çin’in sermaye birikimini hızlandırmak için tedrici açılma politikasını da hızlandırmakla yüz yüze kaldığı ortada olsa gerek. Bugün Çin kapitalist dünya ekonomisinin “atölyesi”dir!)
“Küreselleşme süreci”, burada, şimdi diğer bir yüzüyle karşımıza çıkıyor: Eğer “küreselleşme”nin ekonomik niteliği, dünya ekonomisi ve pazarlarına hükmetme uğruna bir yeniden paylaşım kavgasıysa, onun bu niteliğinin politikaya çıkardığı görev ne olabilir? Besbelli ki, en başta; ulusal ve uluslararası planda bu amacın önünde engel oluşturan tüm sosyal, hukuki, kültürel, politik ve ideolojik engellerin ortadan kaldırılması. Biliyoruz ki, kapitalizmin tarihinde “serbest ticaret”in bayraktarlığını yapanlar, hep ekonomisi en güçlü olanlar olmuştur. 19. yüzyılda İngiltere, 20. yüzyılda da ABD, ekonomide “serbest ticareti”, politikada da kozmopolitizmi yerine göre propaganda etmişlerdir. Açık bir kapışmaya gücü yeten, yani sopası büyük olan, dar alanı değil, meydanı tercih etmiştir. (Elbette, “serbest ticareti” arı ve mutlak bir ilke olarak algılamamak gerekir. Özellikle de tekellerin egemen olduğu bir çağda.) 
Öyleyse yukarıda belirtilen  koşullarda, dünyanın tek “süper gücü” ABD’nin “küreselleşme” teori ve yaygaralarıyla “neoliberalizm”i, “serbest ticaret”i ve kozmopolitizmi dayatmasından daha “doğal” bir şey olabilir mi? Bu koşullarda, örneğin Alman sermayesi, neden altyapısı müsait ve eğitimli bir işçiler ordusuna sahip, üstelik en düşük ücretleri  dayatabileceği Doğu Avrupa’ya hücum etmesin ki? Yeltsin Rusya’sı, hammadde fışkıran Kafkaslar ve Orta Asya ne güne duruyor? Bu iktisadi ve politik koşullarda, ABD, Alman veya İngiliz sermayesi, neden geri ve gelişmekte olan ülkelere istediği koşulları dayatmasın? Tüm dünya ellerinin altındadır artık! ABD’nin başlattığı ve dayattığı; “henüz erken” deme şansı olmayan rakiplerinin de iştirak ettiği “küreselleşme” parolasıyla sürdürülen kıyasıya bir rekabet, kıyasıya bir mücadele; herkesin kendi cebine çalıştığı bir durum; gücü gücü yetene! 
Demek oluyor ki, sermaye hareketi ve yatırımları bakımından, “küreselleşme”, dünyanın en büyük devletlerinin, dünyanın bütününe dönük zımni bir anlaşması anlamına da gelmektedir. Gerçekte ve esasında, birbirleriyle rekabet ve mücadele edenler, ileri kapitalist ülkelerdir. Ve buradaki işbölümü bellidir: Geri ve gelişmekte olan ülkeler; pazar, hammadde, ucuz emek-gücü bakımından vazgeçilmez derecede önemli olduklarından; bunları değerlendirmek, ve bu değerlendirmenin önünde engel oluşturabilecek bütün sınırlama ve engellerin ortadan kaldırılması konusunda, bütün emperyalist devletler arasında somut bir iş ve fikir birliği bulunmaktadır.
Bu, bir çıkar birliğidir: zira özellikle buraların açık tutulması; büyük devlet ve tekellerinin birbirleriyle mücadelelerinin, birbirlerini alt etmelerinin, birbirlerinin merkezlerinde mevzilenebilmelerinin ve hatta bu mevzilenmelerinin yüksek bedellerini telafi etmelerinin de zorunlu bir gereğidir. Geçen yazımızda da belirttiğimiz gibi, ticaretin ve büyük oranda füzyonlardan meydan gelen doğrudan yatırımların büyük çoğunluğu, Üçlüler’de yoğunlaşmaktadır. Japonya, örneğin ABD’de yatırım yaptığında, bir yandan oradaki pazardan pay kapmak, ama öte yandan da ABD tekellerinin ülke içinde tekel fiyatıyla satış yapabilmelerini engellemek istemektedir. ABD’de, “damping fiyatları” uyguluyor kampanyalarıyla teşhir edilmeye çalışılan Japon tekellerinin bu mevzilenmeleri, elbette maliyeti yüksek mevzilenmelerdir. Bunun faturasını, salt Japon işçileri değil, onlardan daha fazla, Güney Doğu Asya ile Çin işçi ve emekçileri ödemektedir. Aynı şey, tersinden, ABD ve diğer emperyalist ülke tekelleri için söylenebilir.
Başka bir deyişle, bugünkü dünya “iktisadı rejimi”; teknolojinin veya kapitalizmin niteliksel bir değişiminin sonucu değil, tersine belirtilen iktisadi ve politik koşulların olanaklı kıldığı emperyalist bir dayatmadır esas olarak. Elbette ki, “dünya iktisadındaki bu rejim” oldukça grift ilişkilere, içiçe geçmelere ve karşılıklı bağımlılıkların artmasına yol açmaktadır. Ama bu gerçeklikten, “ulus-aşırı bir dünya-iktisat-sistemi” postulatına varmak demek, olgu ve olaylara pek yüzeysel bakmak demektir.
Oysa, burada da madalyonun bir diğer yüzü vardır. Ve buraya bakıldığında, diğer yüzündekinden çok daha farklı bir tabloyla karşılaştığımızı görebiliriz. Örneğin, ABD ile Çin arasındaki ekonomik ilişkileri ele alalım. Bu iki ülke arasında sıkı bir ekonomik ilişkinin olduğu bilinmektedir. Çin’in meta ihracının yöneldiği ana ülke ABD’dir (Çin, ABD’ye, 2004 yılında, toplam 169 milyar dolar değerinde meta ihraç etmiştir. 87,4 milyar dolar ile ikinci sırada, Japonya’ya yaptığı ihraç gelmektedir. Örneğin Almanya’ya yaptığı ihracatsa, sadece 31,9 milyar doları bulmaktadır.).  Çin’in ABD’deki doğrudan yatırımları çok cılızdır (her ne kadar, son dönemlerde yoğun bir şirket satın alma girişimlerinde bulunmuş olsa da). Tersinden ise, ABD’nin Çin’deki doğrudan yatırımları oldukça çoktur. Motorola, General Motors, Anheuser-Busch gibi büyük ABD tekelleri, Çin’in en önemli “işverenleri” arasında sayılmaktadır. Örneğin ABD’nin en büyük tekellerinden (çalıştırdığı işçi sayısı bakımından en büyüğü olan) Wal-Mart’ın toptancılarının yüzde 80’i, toplam 5 bin firma, Çin’dedir.
Kısacası, bir yandan Çin’den ABD pazarına ucuz mal akarken (yatırım bankası Morgan Stanley’in hesaplamalarına göre, ABD’li tüketici, bu ithalat sayesinde, son on yılda 600 milyar dolar “tasarruf” etmiştir), ABD’li tekeller, Çin’deki ucuz emek-gücünü sömürerek “tasarruf” etmektedirler (Çin’den ucuz ithal edilen ürünlerin, aynı zamanda, ABD’deki emek-gücünün değerinin yeniden üretimi masraflarını düşürmesi suretiyle, gerekli emek-zamanını ABD’li tekeller için kısaltması da işin cabasıdır!).
Diğer ileri kapitalist ülkeler gibi, bu büyük ve hızlı gelişen pazarda pay kapmak için büyük bir çaba sergileyen ve bu ülkedeki doğrudan yatırımlarını artıran ABD, kağıt üstünde Çin ile ticaretinde “zararlı” görünüyor; zira Çin’e 34,7 milyar dolar olan ihracatı, 169 milyar dolar olan ithalatının fersah fersah altında kaldığından, dış ticarette “açık” veriyor. Ancak bu arada, ABD’li tekellerin, başta Meksika ve Çin olmak üzere, dış ülkelerdeki fabrikalarında ucuza üretip ABD’ye geri ihraç ettiği ürünlerin, Meksika, Çin veya başka bir ülkenin ABD’ye ihracı olarak kayda geçtiği hasıraltı ediliyor.
Bu, şu demektir ki; ABD’li tekeller, ülke içindeki kitlesel ve standart üretimi yurtdışına kaydırıyorlar; böylelikle, bir yandan ülkedeki iş sahalarını yok ediyorlar (bkz. dipnota) , öte yandan ise ülke içindeki işçiler arası rekabeti uluslararasılaştırıyorlar; ABD’li işçiyi Meksika’daki işçiyle ücret rekabetine sokarak, “ücret dampingi”ni dayatıyorlar. Aynı anda ise, “ticaret açığı” yaygaralarıyla daha fazla sübvansiyon talep ettikleri gibi, stratejik konumlarına göre, “yabancı şirketlere” karşı kampanya örgütlüyorlar! (Bu belirttiklerimiz genel hatlarıyla tüm emperyalist ülkeler için geçerlidir.)
Çin, ABD’ye meta ihraç ediyor ama, bedeliyle ediyor; düşük fiyatla yaptığı ticaretten kayıpları oluyor. Çin, gerek bu ihracattan doğan nispi kayıpları telafi edebilmek ve gerekse genel olarak ihracatını teşvik edebilmek için, ihracattan elde ettiği dövizin bir kısmıyla ABD’de devlet tahvilleri satın alıyor (para birimi Yuan’ın kurunu dolara bağlaması ise, aldığı ayrı bir tedbir). Çin’in toplam döviz rezervinin  önemli bir kısmı, ABD devlet tahvillerine yatırılmış bulunmaktadır. ABD ise, bu yoldan, başka giderlerini karşılamasının yanı sıra, genel ticaret açığını finanse etmektedir. Dolara talep oldukça ve çıkardığı devlet tahvilleri karşısında borç aldıkça “işler tıkırında” ABD için. Ancak ABD açısından, dolardan kaçış veya borçlanma olanağını tehlikeye düşürecek bir ekonomik/politik sarsıntı, başta pek hassas dengelere dayanan mali sistemi için bir yıkımdır. Açıktır ki, doların değer yitirmesi ve/veya ABD’nin çıkardığı tahvillerle aldığı borçları ödeme sorunu yaşaması, Çin’e de bir darbe olur. Görüldüğü üzere, ABD ile Çin ekonomisi arasında karşılıklı bir şartlanma, bağlılık durumu oluşmuştur.
Ancak bu grift durum, geçtiğimiz Haziran ayında şu olayın yaşanmasını engellememiştir: Çin devletine ait enerji şirketi CNOOC, ABD’nin dokuzuncu büyük enerji tekeli Unocal’ı satın almak istedi. Çin şirketi, Unocal için, ABD’nin petrol devi Chevron’dan 1,5 milyar dolar daha yüksek bir fiyat teklif etmesine karşın, “ulus-aşırı dünya ikstisadı”nın “en olağan” sayılabilecek bu satış işlemi gerçekleşmedi. Daha doğrusu, gerçekleştirilmedi! ABD’de, Çin’e karşı, bir iki hafta içerisinde çok yönlü bir karşı kampanya başlatıldı: Çin, elini ABD petrolüne uzatmaya yeltenmişti! Hemen ABD Kongresi’nde özel oturumlar yapıldı, uzmanlar çağrıldı (CIA’nin eski şefi J. Woolsey, burada, “bir uzman” olarak şu değerlendirmeyi yaptı: “Çin bu stratejisiyle, enerji piyasalarında egemenliği ele geçirmek ve aynı zamanda Batı Pasifik’te stratejik bir üstünlük sağlamak istiyor”!), öte yandan Temsilciler Meclisi’nde milletvekillerinin yaklaşık yüzde 90’nın “hayır” oyu verdiği oylamalara gidildi, yasa yoluyla bu satışın engellenmesi ihtimali tartışıldı, kamuoyunda anketler örgütlendi vb. vb.. Bu gelişmeler üzerine, Çin şirketi teklifini geri çekti!
Benzer birçok başka örnek daha verilebilir şüphesiz… Ancak bu örneğimizle de görmekteyiz ki, “global iktisat”ta, himayeciliğin “milli devletin” elinden çıkan bir imkan olarak “elenmiş durumda” olması şöyle dursun; (ve ayrıca çelik, tarım, teknoloji vb. ürünleriyle ilgili basında karşılaştığımız gündelik himayecilik uygulamaları ve tehditleri de bir tarafa); genel bir “liberalizm” ve “serbest rekabet” görüntüsünün gerisinde, ekonomilerin belli başlı sanayi kollarını, stratejik kısımlarını kapsayan çok yönlü bir himayeci sistem söz konusu. Bu sistemde; başta enerji olmak üzere, çeşitli stratejik hammaddeler, çekirdek şirketler, askeri-sınai kompleksler ve mali kaynaklar çok sıkı bir koruma altındadır.
Sonuç olarak, şu açıklığa kavuşmuştur ki, bugünkü “dünya iktisadındaki rejim”; sermaye, mal ve hizmetlerin ülkeler ve kıtalar arasındaki hareketinin, belki de tekelci kapitalizm tarihinin en “rahat”, en “serbest” gerçekleştiği bir “rejim”dir. Bu “rahat”lığın, bu “serbest”liğin, ülkelere, bölgelere göre çok göreceli ve çok eşitsiz olduğunu yok saysak bile; bu; “ulus-aşırı”, yani emperyalist devletleri aşmış, karşıt eğilimleri koşullayan çelişkilerinden arındırılmış, tek eğilimli bir gidiş, süreç değildir asla.
Evet, bir yandan içiçe geçme, entegrasyon süreci; ama bu, asla salt sarmal bir daire şeklinde daha da derinleşme değil, tersine; yoğunlaşma ve sıkışmalarla; patlamalı bir desentegrasyona gebe olarak, karşıt bir süreci kaçınılmaz olarak tetikleyecek olgu ve faktörleri biriktirerek, artırarak ilerlemektedir! Çünkü çıkarlar zıttır, yer alış amaçları birbirleriyle karşıtlık içinde, birbirini dışlar biçimde; öyle bir “rejim” ki, aktörlerinden birinin yükselişi, diğerinin leşi üzerinde olmakta, birinin ayakta kalması diğerinin tasfiyesini zorunlu kılarak işlemektedir!
“Ulus-aşırı sermaye”, “ulus-aşırı şirketler” ve “ulus-aşırı dünya-iktisat sistemi” gibi tanımlama ve kavramlaştırmalar, Habermas ve onun gibilerinin hayal ürünleridir. İnsanlık açısından büyük belalar içeren bir süreci bir “ilerleme” olarak gösterdiği için de, son derece tehlikelidirler.

BEŞİNCİ SAHTE YEM
Habermas’ın, tek çözüm yolu olarak favorize ettiği AB alternatifine varmak için kullandığı son “sahte yem”i, “milli devletler”le ilgili çizdiği “içler acısı” tablodan oluşmaktadır. “Milli devletler” sorunu , onun için; salt ekonomik-sosyal boyutuyla değil, aynı zamanda, “milli-devlet ile demokrasi”  bir “bütünlük arz” ettikleri ve bugün tam da bu “beraberlik” bir “tazyik altına” girmiş olduğu için, burjuva demokrasisinin geleceği açısından da özel bir önem taşıyor.
Ona göre, devletler, her ne kadar “hâlâ siyaset sahnesinin en mühim kolektif aktörleri konumunda” olsalar da, olup bitenler, “devletler sisteminin varlık şartlarını menfi şekilde etkilemektedir.” Yazımızın girişinde yaptığımız alıntılarda da aktarıldığı gibi, o; “dünya iktisadı ve dünya toplumunun karşılıklı bağımlılık ilişkileri içinde gittikçe sıkışıp kalan devletin artık özerkliğini, aksiyon kabiliyetini ve demokratik özünü yitirmeye” başladığını düşünmektedir.  “Artık devletler ve milletler-arası münasebetlerin esas yapısını, küresel münasebetler oluşturmaktadır. Geçmişte milli iktisatlar, devlet sınırları içinde yer alırken, şimdi artık devletler pazarların içine yerleştirilmiş durumdadır.”
Görüldüğü gibi, Habermas, “milli devlet”in yapısal bir sorunla yüz yüze kaldığını düşünüyor. “Dünya iktisadında ve dünya toplumunda meydana gelen konteks değişiklikleri” sonucunda, milli devlet, mevcut örgütlenme biçimiyle, “randıman gücünün sınırına” gelmekte; “küreselleşme süreci” ve “milli-aşırı dünya-iktisat-sistemi” karşısında yetersiz kalmaktadır. Öyle ki, “milli devlet” “iktidar kaybı” yaşamaktadır!
Emperyalist devletler ve “iktidar kaybı” mı?! Evet, örneğin şöyle: “Özerklik kaybı” yaşayan devlet; “kendi vatandaşlarını, kökü kendi sınırları dışında olan ve diğer aktörler tarafından alınmış kararların doğurduğu neticeler ile bu tip süreçlerin doğurduğu tesirler silsilesine karşı kendi başına” koruyamamaktadır. (örneğin: “çevre kirliliği, organize suçlar, yüksek teknolojinin doğurduğu güvenlik riskleri, silah kaçakçılığı, salgın hastalıklar gibi”!)
“.. mağdurları olanlar, bu uygulamaların karara alınmasına iştirak edememektedirler”! Söz gelimi, “komşu ülkede inşa edilen ve yerel güvenlik standartlarına uymayan bir atom reaktörünün taşıdığı riskleri” düşünün diyor! Politik etkinlik alanlarını, mesela AB gibi, “daha büyük siyasi birimlere ve milletler-üstü rejimlere” geçmek suretiyle genişletebilsek, “bu uygulamaların karar alınmasına iştirak” edebiliriz diyor. Kuşkusuz, “komşu ülkede”ki “atom reaktörünün taşıdğı risk” sorunu, aynı “siyasi birim”de yer alınarak çözülebilir; diyelim ki, AB, falanca fonundan bu ülkenin bu ihtiyaçlarını karşılayabilir. Ama “mağduru” olup da “karar alınmasına iştirak” edemediğimiz o kadar ekonomik, sosyal, ekolojik, askeri, kriminal sorun var ki! Yani, aynı “siyasi birim”de yer alma; bu birim içinde herkesin fiilen aynı politik güce ve eşitliğe sahip olduğunu varsaysak dahi; a.) ülkeler arası eşitsizlikleri ve b.) sorunların kökeninde yatan ekonomik, politik, sosyal vb. neden ve çelişkileri ortadan kaldırmamaktadır.
AB üyeliği (politik “eşitlik”), ekonomik eşitsizliği ortadan kaldırmıyor. Kanıtı da bizzat AB’nin kendi gerçekliğidir! Tersini iddia etmek, Alman sermayesinin, Polonya işçilerinin Alman işçileriyle aynı ücret ve yaşam standardına sahip olmasını istediğini iddia etmektir ki, bu, Polonya ekonomisinin bütün “cazibesini” yok etmek demektir!
Tabii, burada soyut bir tartışma sürdürmekteyiz. Gerçek hayatta, emperyalist devletler bu işi, hiç de “özerklik kaybı” yaşamadan binbir yoldan “çözüyor”lar. Üstelik, İran gibi komşu olmayan ülkelerde bile ve üstelik “yerel güvenlik standartlarına uyma” sorunu olmamasına karşın! Bu tür hususların “özerklik kaybı”yla bir ilgisinin olmadığı, tersine, ülkeler arası ekonomik eşitsizlik, devletler arası da güç farklılığıyla ilgili olduğu ortadadır.
Eşitsizlik; eşit olmayanları var sayar; öte yandan ama, daha ileri ve daha geri olanlar birbirini koşullar. Devletler arası güç ve güçsüzlüğün birbirini koşulladığı gibi. Böyle olmasaydı, söz gelimi “çevre kirliliği” konusunda ABD, Kyoto Antlaşması’nı kaale almamaya yeltenemezdi. Üstelik de bu kabadayı tutumunu, şu “küreselleşmiş” ve “ulus-aşırı”laşmış dünyamızın gözünün içine baka baka “ABD’nin milli çıkarlarıyla” gerekçelendiremezdi!
Demek ki, kapitalist dünyanın halihazırdaki gerçeklikleri ve somut güç ilişkileri koşullarında, Habermas’ın “mağdurları olanlar”ın, “bu uygulamaların karara alınmasına iştirak” etmesi talebi, şu veya bu emperyalist devletin şu veya bu ülkede doğrudan söz sahibi olmasıyla sonuçlanacak bir taleptir. Niyetini tartışmıyoruz, ama önerilerinin somut dünyadaki anlamını vurguluyoruz. Belirtelim ki, aynı argümanları, “milli devletin” “aksiyon kabiliyetini ve demokratik özünü yitirmesi” konularında da ileri sürebiliriz. Ama buradaki yanlışlıklar üzerinde durmak yerine, onun tahlilindeki temel hata üzerinde durmamız daha doğru ve zaman kazandırıcı olacaktır.
Habermas, emperyalist devletlerin “milli devletler” olarak biçimlenişinin yetersizliğini yapısal bir sorun olarak ele almakla, salt aysbergin ucuna baktığını ortaya koymuş oluyor. Oysa asıl sorun, devletin yapılanmasının “milli” oluşunun kimin için ve neden sorun olduğudur. Habermas, aslında bir doğruya işaret ediyor. “Milli devlet”; hem dünya ekonomisi gerçekliğine ve hem de tekelci kapitalizmin “bir dünya sistemi” (Lenin) oluşu gerçekliğine uymuyor. Burjuvazi, “milli devleti” yarattı, ama aynı burjuvazi dünya pazarını ve “dünya sistemi”ni de yarattı. İkisi ise birbirine uymuyor!
Evet; “milli devlet”, milliyetle çoktan alakası kesilen tekeller ile mali sermayeye dar gelmektedir. (Bu arada belirtelim: Lenin, çeşitli ülke mali sermayelerini birbirinden ayırdederken, ayrımı, “ulusal” kavramdan ziyade, “devletler olarak” ayrılmışlığını vurgulayarak yapar!) Ama bu; ne Habermas’ın yaptığı gibi “küreselleşme olgusu” sonucu devletlerin “pazarların içine yerleştirilmesi”nden ileri gelmektedir, ne de yeni bir durumdur (örneğin Bolşevikler, Birinci Dünya Savaşı’yla ilgili açıklamalarında, emperyalist ülkelerde “ulusal devletlerin ayakbağı haline gelmesi”nden söz ederler.) .
Habermas, doğru bir şekilde, buradaki “tazyik”i görüyor, ama heyhat, salt bu “tazyik”i görüyor! Yaklaşımındaki bu sınırlılık, tahlilindeki doğru ögeyi, bir yanlış sonucun ögesine dönüştürüyor.
Mesele şudur ki, milli devletin yetersiz kalıp aşılması ihtiyacının da, ama hâlâ ihtiyaç oluşunun da nedeni, uzlaşmaz bir çelişkiyle malul olan sermayenin kendisidir. Yani şu temel sorun, burada yatmaktadır: Sermaye birikiminin dünya pazarı üzerinden uluslararası ölçekte gerçekleşmesi niteliğiyle, tekil sermaye gruplarının kendi politik egemenlik araçlarına (ulusal devlet) gereksinim duyması zorunluluğu arasındaki çelişki… Sermayenin “dünya iktisadı” ve “küreselleşmiş bir dünya” karşısındaki konumu, üretici güçler karşısındaki konumuyla aynıdır. Üretici güçleri geliştirir, ancak bu üretici güçlerin dayattığı üretim ilişkilerine yol vermez. Aynı şekilde, dünya pazarı ve ekonomisini yaratır, ancak bu dünya pazarı ve ekonomisine tekabül edecek uluslararası/evrensel politik yapı ve ilişkilerinin oluşmasına engel oluşturur… Zira araçları ile amaçları devamlı çatışma içerisindedir.
İşte, ekonominin “küreselleşmesi”yle politikanın “küreselleşmesi” arasında asimetrik bir ilişkinin ortaya çıkmasına neden olan, sermayenin kendi doğasından kaynaklanan bu çelişkisidir. Habermas sadece bu asimetriyi görüyor! Ve bu konudaki bütün tahliliyle bize sadece şunu söylemiş oluyor: ‘Ekonomi küreselleşiyor, ama devletlerimiz ulusal yapılarda kalarak işlevsizleşiyor. Eh, küreselleşmeyi devlete uyduramayacağımıza göre, devleti küreselleşmenin yapısına uyduralım!’…
Habermas, sermayenin belirtilen açmazının neden olduğu sorunlar ile devletin “iktidarı” sorununu birbirine karıştırıyor. Emperyalist devletler, onun iddia ettiği gibi, bir iktidar sorunu yaşamamaktadırlar. “Küresel iktisadın” sorunları karşısında acizlik de göstermiyorlar. Sadece bir hafta boyunca günlük gazete takip eden her insan, bu tür bir acizliğin olmadığını gösteren sayısız örneklerle karşılaşır. Daha bu satırları kaleme alırken, basında çıkan şu haberleri okuyabiliyoruz: “Fransa’nın başbakanı Dominique de Villepin, ABD’li bilgisayar üreticisi Hewlett-Packard (HP)’dan Fransız devletinden aldığı sübvansiyonları geri talep etti.” HP, “ekonomik durumunun iyi olmasına karşın, dünya çapında 14 bin 500 işçiye çıkış vereceğini açklamıştı.” Fransa’da da 1240 işçiye çıkış verileceği için, de Villepin verilen sübvansiyonu geri istedi. Ona göre, “iktisadi yurtseverlik; ayakları yere basmadan bir ‘dünya galaksisi’nde yaşayan bir uluslararası tekel şefi tasavvurundan daha modern”dir! Zira: “ABD ve Japonya’da birçok şirket yöneticisinin masasında kendi ulusal bayrakları durmakta. ABD’de modern görülen bir fikrin Fransa’da neden zamanı geçmiş sayılacağını anlamıyorum” dedi.  Yine yakın zamanda basında çıkan başka bir örnek: Almanya ve Rusya, Rusya’nın Doğu Denizi’ne açılan limanı Wyborg’dan Almanya’nın Greifswald kentine uzanacak 1200 kilometrelik bir doğal gaz boru hattının inşası konusunda anlaştı. Schröder ve Putin’in imzaladığı bu “yüzyılın projesine” en çok tepki Doğu Avrupa’dan –Polonya ve Ukrayna– geldi. Bu ülkelerden geçen bir doğal gaz boru hattı bulunmakta ve Rus doğal gazı da buradan Almanya’ya ulaşmaktaydı zaten. 2010 yılında tamamlanması beklenen yeni boru hattıyla, mevcut boru hattının transit ülkeleri olan Ukrayna, Beyaz Rusya ve Polonya sadece ekonomik zarar görmeyecek, aynı zamanda stratejik bir mevzilerini yitireceklerdir. Polonya gazetesi Wprost, “Putin-Schröder Paktı”ndan söz ederken, Amerikan internet yayın organı Stratfor şu yorumda bulundu: “Bu projede ne para ve ne de kâr söz konusu; bu projede söz konusu olan jeopolitik stratejidir”!
Daha güncel bir örnek olarak, geçtiğimiz günlerde basında çıkan şu haber verilebilir: Alman lüks otomobil üreticisi Porsche, ülkenin en büyük otomobil üreticisi VW’nin hisselerinin yüzde 20’sini alacağını açıkladı. Porsche’yi VW’nin en büyük tekil hissadarı haline getirecek bu girişiminin, VW’nin ABD’li yatırım şirketleri tarafından ele geçirilmesini engellemek üzere yapıldığı, başta Porsche’nin açıklamasında olmak üzere, basında çıkan yorumlarda da dile getirildi. Yani, VW’nin yabancı şirketlerce ele geçirilmesini engelleyen Almanya’daki özel “VW yasası”nın, önümüzdeki dönemde, sürmekte olan mahkeme kararlarıyla değiştirilmesi ihtimalinin kesinleşmesi üzerine, VW tekeli, Alman devleti (Aşağı Saksonya Eyaleti % 18,2 hisse payıyla VW’nin en büyük hissedarıdır) ve sermayesi işbirliğiyle, “küresel piyasaların” aç göz “yatırımcıları”nın pençelerinden kurtarılıyor! “Küresel piyasalar” karşısında “iktidar kaybı” olan “milli devlet”ler, yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi hareket edebilir mi?
Sonuç olarak, şunu vurgulamak gerekir ki, burjuvazi; kendisinin kozmopolitliği ile devletinin mevcut yapılanması arasındaki çelişkinin doğurduğu sorunlara (başta demokrasi ve meşruiyet sorunlarına) oldukça pragmatist yaklaşıyor. Burjuvazi açısından, bu konuda üzerinde ahkam kesilebilecek, ah vah denilebilecek sorunlar vardır (bu gibi işleri Habermas gibi demokratlara bırakıyor), bir de ama, hiçbir savsaklamayı, ertelemeyi veya lakaytlığı kaldırmayan sorunlar vardır. Devletinden özellikle mali sermayeyi, çekirdek şirketleri, askeri-sınai kompleksi  ve stratejik çıkarları göz bebeği gibi korumasını bekler ve canlı hayatın sayısız örneklerinin de ortaya koyduğu gibi, ne AB üyeliğini, ne de “küreselleşme” masallarını takan devlet de devletliğini yapar!
Kaldı ki, Habermas’ın kendisinin yaptığı tespitler de bu dediğimizi doğrulamaktadır. Bir taraftan diyor ki:
– “Düzenleme işlevlerinde”, “devletin gücünde bir azalma meydana gelirken, klasik nizamın tesisi ve devlet hizmetlerinde bilhassa mülkiyet haklarının ve rekabet şartlarının emniyet altına alınması meselesinde böyle bir azalma görülmemektedir.”
– “Milli hükümetler”, “birbirleriyle maliyetleri düşürsün diye düzenleme işlevini terketmek (deregulation) yarışına batmış durumdalar.”
Yani, emperyalist devletler; “klasik nizamın tesisi”nde, “bilhassa mülkiyet haklarının ve rekabet şartlarının emniyet altına alınması”nda ve kendi sermayesinin “rekabet gücünün artırılması” için kendi işçi ve emekçilerin ümüğünün sıkılmasında her hangi bir “işlevsel”lik sorunu, her hangi bir “iktidar kaybı” problemi yaşamamaktadırlar. Demek ki, “milletler-arası mevzi-rekabeti”nde bulunan bu “milli devlet”, sermayesinin bir dediğini iki etmemektedir!
Böyleyse eğer, ki öyledir, o zaman Habermas’ın diğer taraftan yaptığı şu saptamalarının –nedenlerini neye bağladığından bağımsız olarak– anlamı nedir:
– “Milli devletlerin”, “kendi ‘iktisadi mevzilerinin’ milletler-arası rekabet gücünü arttırabilmelerinin yegane yolu, uhdesinde bulunan düzenleme gücünü kendi kendine sınırlamaktan geçmekte.”
– “Milli-devlet”; “vergi toplamak, büyümeyi teşvik etmek … gücünü … yitirmektedir.”
– “Milli Devletin”, “talebe yönelik bir iktisat politikasına geri dönüş” imkanı “tamamen elenmiş durumdadır.” “İstihdam programları”, “bütçelerin borçlanma sınırına” takılmaktadır.
– “.. seyyar hale gelen sermaye”, “ülkelerin vergi dairelerinin denetiminden kurtulabilmekte.”
Fakat, sermayesinin bir dediğini iki etmeyen bir devletin tam da yukardaki konularda “güç yitimi”yle, “denetim” sorunlarıyla, “imkansız”lıklarla karşı karşıya kalması son derece doğal değil mi? Tersinden de sorabiliriz: “Milletler-arası mevzi-rekabeti”nde sermayenin tam emrine girmiş devlet ve hükümetler, neden kendi sermayelerini zayıflatacak, onlara yük olacak adımlar atsın ki?
Demek ki, “milli devletler”in gerçekten bir “iktidar kaybı” var, ama kendi mali sermayeleri, kendi çekirdek şirketleri karşısında! (Mali sermaye bugün devleti tam emrinin altına almıştır.) İşçi ve emekçiler, ezilen halklar ve rakipleri karşısında ise, bu devletler; pek güçlü, pek işlevsel, pek iktidarlıdırlar! Gelgelelim, devleti nötr gören bir anlayışa sahip birinin, bu tür ters orantılıkları “küresel münasebetler”de araması garipsenemez elbette…

VE “HAKİKAT BALIĞI”NDAN GERİYE KALAN…

Açıktır ki, Habermas, “neoliberal” zihniyetin egemen olduğu bir Avrupa Birliği’ni savunmuyor. Onun hareket noktası şu: pazarlar, siyaseti boyunduruğuna almış, küresel iktisat da milli devleti randıman gücünün sınırına getirmiştir. Dolayısıyla anahtar sorun; siyasetin pazarlara yetişmesi ve yeniden müdahale edebilecek bir güce kavuşmasıdır. Ancak, “küresel ekonomi, müdahaleci devletin müdahale alanının dışına” çıktığından ve küresel pazarlar, milli iktisadın işlevsel bütünlüğünü yıktığından, milli devlet sınırları içinde sosyal devlet politikaları izlemenin olanağı da artık kalmamıştır.  İşte AB; milli devletin ötesinde, ve milli-devletin yitirdiği işlevleri ikame edebilecek niteliklere sahip daha büyük siyasi bir birim, bir “milletler-üstü rejim” örneği olarak, bunun bir olanağıdır. Bununla birlikte, AB, salt bir ortak pazar olarak kalırsa; bugünkü halinde olduğu gibi “kıta alanı içinde pazarlar üzerinden yatay bağlantılar tesis edebilmiş, lakin dikey düzlemde ise zayıf bir siyasi düzenleme görüntüsü”nde  kalırsa, Habermas’ın ona yüklediği misyonu yerine getiremez!
AB’nin pek çok sorunları bulunmaktadır: Birlik içinde rekabet var; “ekonomiler farklı gelişme seviyesine sahip”, rekabetten “evvela zayıf ekonomiler etkilenecektir”, dolayısıyla bunlar, “ücretlerde indirime gidecektir”, bu indirim “kuvvetli ekonomileri korkutmaktadır” vb..
Netice itibarıyle “Avrupa iki seçenekten birini seçmek zorunda kalacaktır: ya bu sıkıntıları pazarlar üzerinden –yani sosyopolitik rejimler ve mevziler arasında yaşanacak rekabet sayesinde– aşmaya çalışacak veyahut bu sıkıntıları siyasi tedbirlerle haletmeye çalışacaktır. Yani en mühim meselelerde sosyal politika, istihdam politikası ve vergi politikaları arasında bir ahenk ve harmoni ve ülkeler arasında ve tedrici bir uyum sağlamaya çalışacaktır. Şimdiye kadarki statüko, yani milli menfaatlerin devletler tarafından dengelenmesi her ne pahasına olursa olsun sürdürülmeli mi, yoksa AB geliştirilerek devletler birliği olmaktan çıkıp hakiki bir federasyon niteliğine mi kavuşturulmalıdır? İşte meselenin düğümlendiği esas nokta burasıdır. AB, ancak federatif yapıya kavuştuğu takdirde, pazarların doğurduğu menfi neticeleri tashih edebilecek siyasi bir güce erişebilir. Ancak o zaman pazarları düzenleyecek kararlar alıp yeniden bölüşümü sağlayacak düzenlemeleri uygulayabilir.”
Habermas’ın Avrupa anayasası taratfarlığı da bu durumda anlaşılır olmakta; zira “milletler arası mukavelerin siyasi anayasaya tahvili” suretiyle, AB’nin “bugün dolaylı bir meşruiyete sahip” kurumları da doğrudan “meşru bir zemine oturtulmuş olacaktır.”  “Tabii bu hususta aşılması gereken hayli yüksek ve zor engeller bulunmaktadır. Bir anayasa oluşturmak yeterli olmayacaktır” … vs. vs.
Görüldüğü gibi, Habermas’da sarsılmaz bir idealizm var! O, bir Almanın sistematik düşünme tarzıyla; önce koordinatları gözden geçiriyor; ve saptıyor ki, normlarına uygun bir politikanın şartları bulunmuyor artık. Ardından, bu politikasının hangi şartlara sahip olması gerektiğini titizlikle hesaplıyor, sonra sonucunu büyük bir idealizmle açıklıyor: Federatif Avrupa!
Sadece bir sorumuz olacak: “Hakiki bir federasyon” olan ve böylelikle de “küresel pazarlar” koşullarında teknik bakımdan “pazarları düzenleyecek kararlar alıp yeniden bölüşümü sağlayacak düzenlemeleri uygulayabilir” bir konuma gelen AB’nin, bu “içtimai” politikayı izlemesinin garantisi nerede? Tez, sistematik olmasına sistematik de, öngördüğü yapının bu muhteva ve doğrultuda hareket edeceğinin güvencesi nereden alınmaktadır?…

*   *   *
Doktrinciliğin kökeninde, bir teze inanma ve ardından bunun üzerinde bir sistem inşa etme yatar. Fakat bu tez çürük çıktı mı, onun üstünde kurulu olan sistem de çöker. Bu yazı boyunca belirtilen ve kanıtlanmaya çalışılan olguların da işaret ettiği gibi, Habermas’ın temel tezi –”siyasetin küresel pazarları yakalaması”, “pazarlara yetişmeyi gaye edinen bir siyaset”– birçok bakımdan yanlıştır. Her şeyden önce, uygulanmak istendiği kapitalist toplumun gerçeklikleriyle, bu toplumu karakterize eden üretim tarzının nesnel yasaları, eğilimi ve çelişkileriyle örtüşmemektedir. Çözmek istediği sorunları, olup bitenin salt yüzeyde görünen göstergeleriyle sınırlı bir ufuktan ele aldığından, sorunların gerçek çözümünün zorunlu kıldığı derindeki asıl çelişkileri ortaya çıkarma ve bunları aşma özelliğinden yoksundur.
AB projesinin –ki bu, gerçekten de salt bir projedir– mevcut şekliyle kalması durumunda, AB’nin, Habermas’ın kastettiği “içtimai” ve “uygarlık” misyonunu yerine getiremeyeceği yukardaki satırlarında da kabullenilmektedir. Onun bu satırları kaleme almasından sonra yapılan AB anayasası oylamalarından çıkan sonuç ise bilinmektedir. “Pazarlara yetişmeyi gaye edinen bir siyaset”, dünyanın bugünkü “küreselleşmiş” koşullarında, Avrupa’da, ancak “federatif bir yapıya” sahip bir AB ile gerçekleştirilebilirdi; bugünün Avrupa Birliği ise, dünden daha çok, “hakiki bir federasyon”dan uzaklaşmış bulunmaktadır…
Bu durumda, Habermas’ın sahte yemlerle tuttuğu “hakikat balığı”ndan geriye kala kala kılçıkları kalmıştır.
Ne diyelim, onlar da onun olsun!

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑