Bombalarla gericileşme

Hava tahmincileri, içinde bulunduğumuz yazın son kırk yılın en sıcak mevsimi olacağını ilan etmişti. Yazın ilk ayında zaman zaman yağan yağmur, bu tahmin konusunda kuşkular doğursa da, hava, tahminlerdeki gibi, giderek ısındı. Bölgemizde ve Avrupa’daki gelişmeler de, sanki mevsim sıcaklarına paralel olarak siyasi atmosferi giderek ısıtıyor.
Önce, AB içinde çatlaklar başgösterdi. Almanya ve Fransa’nın başını çektiği emperyalist güçler tarafından hazırlanan Anayasa, Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarda reddedildi. AB Anayasası, Avrupalı emperyalistler açısından bir dönüm noktası kabul ediliyordu. Anayasa ile Avrupalı emperyalist güçler, Avrupa’nın siyasi ve askeri mekanizmalarını yeniden düzenliyordu. Anayasa, AB’yi “çekirdek ülkeler” ve “diğerleri” olarak ayırıyor ve Almanya ile Fransa’nın patronluğunu kurumsallaştırıyordu. Ayrıca, yeni kurumlarla, siyasal karar alma sürecini hızlandırıyor ve çekirdek gücün politikalarına çelme takabilecek devletlerin kozlarını azaltıyordu. Yani, Avrupa Birliği’ni daha disiplinli, siyasi kurumları daha gelişmiş, “acil durumlar”da silahlı müdahaleye olanak sağlayan silahlı acil birliklerin oluşturulmasına cevaz veren ve silahlanmanın koşullarını tarif eden bir yasal düzenleme söz konusu idi. Avrupa’nın tekelci güçleri, ABD’yi taklit ederek, ona yetişmeye çalışıyordu. Tabii, Avrupa Anayasası, aynı zamanda, sosyal devlet uygulamalarının en temel yasa düzeyinde tasfiye edilmesinin de tescili anlamına geliyordu.
AB Anayasası’nın referanduma sunulması sırasında, Avrupa’da pek çok ülkede, Avrupa’nın sınırları ve Türkiye’nin AB’ye üye kabul edilip edilmemesi tartışmaları da alevlendi.
Neoliberal ekonomi politikaları ile haklarını yitiren Avrupalı işçilere, sağ partiler, işsizlik, yoksulluk ve sosyal hak kayıplarının nedeninin yabancı işçiler ve göç olduğunu anlatıyordu. Avrupa’da işsizlik ve pahalılığın artması ile birlikte ırkçılık ve yabancı düşmanlığı da gelişmeye başlamıştı.
Fransa’da halkın AB Anayasası referandumunda hayır oyu kullanması, hükümeti zor duruma düşürdü. Sosyalist parti içinde “hayır” oyunu savunan bir kesim tasfiye edildi ve “hayır” oylarının Chirac’ı yıpratması, sağcı görüşleri ile bilinen Sarkozy’nin önünü açtı.
Benzer bir gelişme de, Almanya’da, aynı zamanlarda yaşandı. Yerel seçimlerde Sosyal Demokrat partinin en güçlü olduğu bölgede seçimi kaybetmesi, Alman Başbakanı’nı güven oylamasına gitmeye ve erken seçim kararı almaya zorladı. Almanya’da da, yine sağcı Merkel, daha şimdiden müstakbel başbakan ilan edildi.
Sarkozy ve Merkel, Türkiye’nin AB’ye üye olmasına karşı olduklarını defalarca söylediler. Onlara göre, Türkiye en fazla ayrıcalıklı ortak olmalı idi.

***
AB’de Bushçuluk güçlenirken, Türkiye’de de 17 Aralık’tan sonra  burjuva liberaller tarafından estirilen demokrasi rüzgarları birden hız kesti. Tarihi reform olarak tanımlanan TCK ve CMK’nun yürürlük tarihi 1 Nisan’dan 1 Haziran’a ertelendi. TCK, CMK ve diğer kanunlarda makyaja yönelik kısmi iyileştirmeler bir çırpıda  değiştirildi. “Yasal reform”lar, asker ve polisin isteklerine uygun hale getirildi. Kürt sorununda AB zoruyla adım atarmış görüntüsü veren hükümet, Kandil Dağı’nda konuşlanan PKK güçlerini birlikte imha etmek için ABD yollarını aşındırmaya başladı. PKK’yi imha politikası ile birlikte içerde geniş bir askeri operasyon hazırlığı kış aylarından itibaren başlatıldı.
PKK’ye karşı Türkiye ile birlikte askeri harekatı reddeden ABD, PKK’nin terörist bir örgüt olduğunu yinelemek ve 150 PKK yöneticisini aranan teröristler listesine koyma karşılığı İncirlik Üssü’nü kullanma kapasitesini arttırdı.
ABD, Türkiye’nin de desteği ile, Lübnan’dan Suriye’yi çıkarttı ve Batı yanlısı bir hükümet, Lübnan’da, ABD, Fransa ve İngiltere’nin desteği ile işbaşına geldi.
ABD’nin hedef ülkelerinden Suriye, el altından ABD ile anlaşmaya ve Avrupalı emperyalistlerden destek almaya çalışarak tehdit altından kurtulmayı denerken, İran’da cumhurbaşkanı adaylarından ABD ve emperyalizme en mesafeli duran aday Mahmud Ahmedinecad başkan seçildi.
Irak’ın işgalinin üzerinden iki yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen, direniş azalmadı. Tersine her geçen gün daha örgütlü bir karakter kazandı. Irak seçimleri yeni bir düzen kurmak için yeterli olmadığı gibi, yeni Anayasa hazırlıkları Şiiler, Sunniler ve Kürtler arasında bölünme olasılığını arttırdı. Irak’ta fiili üç özerk yapı oluştu. Şiiler, Sunniler ve Kürtler kendi bölgelerinde egemenliklerini kurdular.

***
AB Anayasası’nın Fransa ve Hollanda’da reddedilmesinden sonra, ikinci bir kriz de AB’nin 2007/2013 bütçesinin görüşülmesi sırasında patlak verdi; İngiltere ile Fransa ve Almanya arasında anlaşmazlık çıktı. G-8 Zirvesi’nde AB bütçesinin yeniden ele alınması beklenirken, 7 Temmuz günü Londra’da bombalar patladı. Aynı saatlerde, üç metro istasyonu ve bir otobüste patlatılan bombalar, 56 kişinin ölümüne ve yüzlerce insanın yaralanmasına neden oldu.
G-8 Zirvesi’nden ve Londra’da bombaların patlamasından bir gün önce, Şangay İşbirliği Örgütü, Kazakistan’ın başkenti Astana’da toplandı. Dört yıl önce Çin’in önerisi üzerine kurulan örgüt, bu toplantısında, ABD’nin Asya’da yayılması konusunu görüştü. ŞİÖ toplantısına; Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’ın yanı sıra gözlemci sıfatı ile Hindistan, Pakistan ve İran da katıldı. Toplantıya katılan liderler kabul ettikleri ortak bildiride, ABD’ye Orta Asya’daki üslerini kapatması için tarih belirleme çağrısı yaptı.
Bombalama eylemleri, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, emperyalist devletlerin demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlaması girişiminin gerekçesi ilan edildi.
Irak’ın işgali hazırlıkları sırasında işgale karşı en büyük gösterilerin yapıldığı Londra’da  çok sayıda emekçinin öldüğü ve yaralandığı terörist saldırı, halkın bir kısmında da mazlum Ortadoğu halklarına sempatinin azalması sonucunu doğurdu.

***
Londra’da bombaların patladığı günlere yakın zamanlarda Türkiye’de de Çeşme ve Kuşadası’nda halkı hedef alan patlamalar oldu. Bahar aylarından bu yana adım adım artan şiddet, turistik bölgelerdeki bombalar ve bomba ihbarları ile halkın terörize edilmesini körükledi.
Egemen güçler bir taraftan operasyonlara hazırlanırken, diğer taraftan “bayrak provakasyonları” ile milliyetçiliği kışkırtarak bir süredir şiddeti tırmandırmanın psikolojik ortamını da hazırlıyordu.
Yeniden asker cenazeleri ve gazete manşetlerinde parçalanmış ceset görüntüleriyle, devlet terörizmine “haklılık” kazandırılıyor, ve tıpkı Avrupa’da olduğu gibi, terörizm özgürlüklerin kısıtlanması için gerekçe yapılıyordu.
Londra patlamalarından sonra, Bush “ne kadar haklı olduklarını” açıkladı. 11 Eylül ertesinde yapılan kısıtlamalara ilave kısıtlamalar gündeme getirdi. Artık ABD’de polis şüphelendiği kişileri durdurup arayabilecek, telefon dinleme ve özel hayata müdahale gündeme gelebilecekti. Fransa, Shengen vizesini uygulamayacağını açıkladı. Türkiye’de ise, Genelkurmay İkinci Başkanı İlker Başbuğ gazetecilere bir brifing vererek, Terörle Mücadele Yasası’nın yeniden düzenlenmesini ve on yıl önceki basına yönelik baskı ve sansür uygulamasının tekrar gündeme getirilmesi gerektiğini belirtti. Basın, bazı illerde OHAL’in yeniden ilan edilmesini, teröristlere yardımcı olanın on sene hapis cezasına mahkum edilmesini, teröristleri destekleyen gazetelerin yayınının engellenmesini, af sözü edenlerin teröristlerin yandaşı olduklarını, “Kürt Aydını” sözünün bölücülük olduğunu vb. yazmaya başladı. Tıpkı 28 Şubat Harekatındaki gibi, basın, askerlerin halkla ilişkiler bürosu olmaya soyunmuş ve daha iki ay öncesine kadar ceza yasalarında basın özgürlüğünün nasıl kısıtlandığından yakınırken, bu kez, basın yasalarının yeniden düzenlenerek, bölücü ve terör yandaşlarının susturulmasını istemeye başlamıştı.
Özellikle Doğan Grubu’na bağlı bazı gazetelerde ise; Kürt aydınlarını ve DTH’ni bölmeye yönelik bir dizi haber ve makale yayınlanmaya başlandı. DTH ve Kürt aydınları, terörü ve tabii ki PKK’yi destekleyenler, PKK’ye ve Abdullah Öcalan’ın liderliğine karşı çıkanlar ve şiddeti lanetleyenler olarak üç parça gibi gösteriliyordu. Bütün haber ve makalelerde, ABD ve AB yanlısı, sosyaldemokrat karakterde bir Kürt siyasi oluşumu övülüyor ve destekleniyordu.
Tunceli’de İnönü Mahallesi bir saat boyunca ağır silahlarla tarandı, bir ay süre ile arama yapılabileceğine dair alınmış mahkeme kararları ile evler her gün aranmaya başlandı, şehre giriş çıkışlarda kontroller, yiyecek alımında sınırlamalar ve ormanların yakılması ve söndürülmemesi yeniden başladı.
Genelkurmay İkinci Başkanı’nın basın açıklamasından sonra, Adalet Bakanlığı’nda kurulan ve içinde bir askerin de bulunduğu kurul, Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklikler yapmak üzere çalışmaya başladı.
Cumhurbaşkanı Sezer telefon dinleme yasası olarak bilinen yasayı onayladı.

***
En son Mısır’da patlayan bombalar sonucu 83 kişi öldü. Mısır’daki patlamada yedi yabancı ölürken, ölenlerin çoğu Mısırlı işçilerdi.
Londra’da, ilkinden iki hafta sonra, tekrar üç metro istasyonu ve bir otobüste bomba patlatıldı.
Türkiye’de ise, Çeşme ve Kuşadası patlamaları ve hergün mayına çarpan birkaç askerin ölmesi ve yaralanması, dağlarda öldürülen gerillaların sayılarının toplamının artık yüzlerle ifade edilmesi, terör ve terörizm tartışmalarını yeniden gündeme getirdi.
Bombaları atanların niyetlerinden bağımsız olarak (niyetler konusunda da komplo teorilerine meraklı bazı kişiler tarafından söylenen çok şey var, ama konumuz bu değil), patlayan bombalar, emperyalist burjuvazinin, ülkemizde bunların işbirlikçilerinin ve Bushçu yeni gericilerin işine yaradı. Bombalar egemen güçlere, emperyalistlere hiçbir zarar vermedi. Londra’da 7 Temmuz günü patlayan bombalar, İskoçya’nın Gleneagles kasabasında G-8 Zirvesine katılanların toplantılarını bile ertelemesini sağlamadı. Londra’da, Şarm El Şeyh’de, Kuşadası ve Çeşme’de bombaların öldürdükleri, işçiler, emekçiler ya da kendi halinde Avrupalı küçük burjuva turistlerdi. ABD ve Britanya’nın Irak’ı işgale hazırlandığı dönemde işgal politikalarına en fazla karşı çıkan ve iki milyonluk gösteri örgütleyen Londralılar, bombalar karşısında şaşkınlığa uğradılar. İçlerinden bazıları, muhtemeldir ki, iki sene önce katıldığı yürüyüşü sorguladı. Bazıları, Bush ve Blair’in Irak ve Afganistan’ı işgal gerekçelerini haklı buldu. Bazıları, Londra’dan bütün Müslümanların, Ortadoğuluların, zencilerin kovulması gerektiğini düşündü vb. “Medeniyetler Savaşı” tezlerini ileri sürenler, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya çeki-düzen verilmesini savunanlar, yabancıları ve göçmenleri Batılı metropollerden defetmek isteyenler de, muhtemelen Londralılara ve Batı ülkelerinin halklarına bombaların düşündürttüğü şeyleri anlatmaya çalışıyordu.
Türkiye’de de, bombalar, Kürtlerin de bazı hakları olduğunu artık benimsemeye başlamış pek çok Egeli ve Akdenizli emekçiye Kürtler hakkında şovenist fikirleri yeniden hatırlattı. Pek çok emekçiyi Kürtlerin demokratik hak mücadelesine karşı egemen güçlerin yanına itti.
ABD, Avrupa ve Türkiye’de egemenler, patlayan bombalardan hemen sonra Terörle Mücadele Yasalarını, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasını, telefon dinlemelerinin yasallaştırılmasını, basın ve örgütlenme özgürlüklerinin kısıtlanmasını vb gündeme getirdiler ve halkın, ezilen çoğunluğun sessiz bir onayını da aldılar.
Patlayan bombalar; işçi sınıfının kısıtlanan sosyal hakları için yürüttüğü mücadeleyi, kamu mallarının özelleştirme adı altında burjuvaziye peşkeş çekilmesine karşı mücadele eden işçileri, temiz ve sağlıklı bir çevre için mücadele edenleri gündemden düşürdü. Halkın mücadeleci işçi ve emekçilere desteğini azalttı.
Bombalar; işgale karşı direnen Afganistan ve Irak halkının mücadelesine olan sempatiyi azalttı.
Bombalar, Kürt halkının demokratik hakları için verdiği mücadeleye destek ve sempatiyi zayıflattı.
Devrimci, antiemperyalist güçlerin kitlelere önderlik etme imkanlarının yetersiz olduğu bir zamanda terörist eylemlere başvurulması, sadece bağımsızlık ve demokrasi mücadelesini kösteklemekle kalmıyor, mücadele eden güçlerin dağılmasına da yol açıyor.
Bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm için mücadele eden güçler, halkın mücadelesine fiilen önderlik ettiklerinde hedeflerine ulaşma olanağına sahip olurlar. Halkın mücadelesine fiilen önderlik etmek ise, halkın taleplerini savunmak, bu talepleri halkın haklı ve meşru gördüğü mücadele yöntemleri ile ve bu yöntemleri geliştirerek, genelleştirerek, tavizsiz bir şekilde savunmak ile mümkündür.
Halkla birleşemeyen, halkın eylemi yerine, kendini halkın yerine koyarak, halk adına eylem yaptığını düşünenler ya da burjuvazinin ajanı durumundaki provakatörlerin gerçekleştirdiği bombalama eylemleri, sadece emperyalist burjuvazinin ekmeğine yağ sürmektedir.
Terör eylemleri, işçi sınıfı devrimcilerinin halk içinde yürüttüğü bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin örgütlenmesi çalışmasını zorlaştırmaktadır. Fakat, hiçbir devrimci mücadele kolay olmamıştır.
Bu tablo madalyonun bir yüzünü oluşturmaktadır. Madalyonun öteki yüzünde ise; terörizmin aslında emperyalist güçlerin politikalarının bir sonucu olarak ortaya çıktığı gerçeği vardır. Yani terörizm kendiliğinden ya da bazı kişilerin terörizm merakı yüzünden değil, ama kapitalist dünyayı yeniden yapılandırmak isteyen güçlerin oluşturduğu baskılara tepki olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden de; sadece terörizmi lanetlemek demek; onu üreten bataklığı görmeden (görmezden gelerek) terörizme savaş ilan etmek demektir; ve bu, sadece terörizmi meşru göstermek olmaz, aynı zamanda, emperyalistler ve gerici işbirlikçilerinin, uşaklarının baskı ve yağmaları karşısında terörizmi bir “kurtarıcı” olarak gören çaresiz halkların, en azından kendi acılarının intikamını alan “tanrının kılıcı” olarak terörizme sempati duymalarını da sağlar.
Dahası terörizmle emperyalizmin dünya egemenliği politikaları, biri ötekini üreten bir ilişki içindedir. Eğer emperyalizm dünya egemenliğini yenilemek için dünyayı bir kaosa sürükleyip; elindeki devasa silah, sermaye ve medya gücüyle dünyayı açlığın, yoksulluğun, kargaşanın kucağına itmeseydi; terörizm kendisi için destek ve gerekçe bulamaz, bu nedenle de, sadece lokal kimi saldırılar yapan bir tepkiyi aşamazdı. Ama tersine; terörizm böylesi yüksek düzeyde gürültü üreten bir konuma gelmeseydi, Bushçuluk böylesi popüler olamayacağı gibi, ABD Afganistan’ı, Irak’ı işgal edemezdi. Dahası, bugün demokrasi ve insan haklarını tasfiye için; işçilerin ve emekçilerin 200 yıllık kazanımlarını yok edilmesi için böylesi cesaretli adımlar atamazlardı. Bu yüzdendir ki; Bushçuluk ve terörizm birbirinin ikiz kardeşidir; Biri olmadan ötekinin varlığı ve yaşaması çok zorlaşırdı.
Şunu güvenle söyleyebiliriz ki; eğer El Kaide olmasıydı; eğer El Kaide benzeri, terörü başlıca politika tarzı seçmiş organizasyonlar olmasaydı, emperyalist güçler onların yaptıkları eylemleri yapacak örgütler kurmakta tereddüt etmezlerdi. Bu nedenledir ki, bu konuda ileri sürülen “komplo teorileri”nde hiçbir mantıksal boşluk olmamaktadır. (El Kaide’nin geçmişte nasıl kurulduğu da malumdur zaten).
Sınıf partisi; gerçek aydınlar, sınıfın ve emekçi sınıfların ileri güçleri, ilerici demokrat çevreler için, bugün soyut; emperyalizme ve onun dünya egemenliğine karşı mücadeleden bağımsız bir terörizme karşı mücadele yoktur. Tersine, terörizme dayanak olan emperyalist politikalara karşı mücadele edildiği ve işçi sınıfı ve halkların kurtuluşunun devrimci seçeneği yaratılarak terörizm dayanaksız bırakıldığı ve politika yaptığı boşluk emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle doldurulduğu ölçüde; emperyalist güçlerin dünyayı insanlığa zindan etme politikaları geri püskürtüldüğü ölçüde, terörizm için de yaşam alanı kalmayacaktır. Aksi halde, onu besleyenen ortama karşı mücadeleden bağımsız, “Terörizm kahrolsun!” demek, emperyalist güçlerin dünyayı kendileri için “dikensiz gül bahçesi” yapma stratejisine bağlanmak olur.
Besbellidir ki, bugün hayatın her alanında emperyalist güçlere, onların her ülkedeki işbirlikçileri ve uşaklarına karşı mücadele, terörizme karşı mücadeledir. Bu yüzden; emek ve demokrasi mücadelesine daha büyük bir kararlılıkla sarılmak, terörizme karşı mücadelenin de tek gerçek yoludur.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑