Leninizmin teorisyeni Stalin

Marx, Engels ve Lenin’in izini sürerek, ilk anayurdunda sosyalizmin inşasını ve NAZİ işgaline karşı büyük Anayurt Savaşı’nı başarıyla yöneten, davası ve mücadelesinin teori ve pratiğine katkılarıyla uluslararası işçi sınıfının büyük öğretmenleri arasında yeralan, Sovyet proletaryası ve halkının, dünya işçi sınıfının, halkların değerli evladı Stalin, 21 Aralık 1879’da Gürcistan’ın Gori kentinde doğmuştu.
126. doğum gününde yoldaşımız Stalin’in anısına, Prof. Hans Heinz Holz’un, burjuvazi ve hempalarının proletarya ve Marksizm-Leninizme en çok Stalin’in adı üzerinden yöneltikleri sayısız suçlamalardan birini yanıtlayan makalesini yayınlıyoruz.

Leninizmin teorisyeni Stalin*

Kurt Gossweiler’in 80. doğum günü anısına

ÖNSÖZ
Bundan iki yıl önce, bir antikacıdan şans eseri, koyu kırmızı cilt beziyle ciltlenmiş iki ciltlik bir kitap satın almıştım. Kapakta, ortasında Marx ve Lenin’in resimlerinin bulunduğu siyah bir madalyon amblemi yer alıyordu. Resmi, yuvarlak bir şekilde ‘Marksist Kütüphane’ yazısı çevreliyordu. Kitaplar, Viyana ve Berlin’de faaliyet sürdüren “Edebiyat ve Siyaset Yayınevi” tarafından, 1926 ve 1929 yıllarında, cilt 5 ve cilt 5A olarak yayınlamıştı. Söz konusu kitaplar, Josef Stalin tarafından kaleme alınmış ve Almancaya çevrilmiş, “Leninizmin Sorunları – Birinci ve İkinci Bölüm” adlı eserlerdi. Deyim yerindeyse, III. Enternasyonal’in Marksist teorisinin ilk kitaplarından birisiydi.
“Stalinizm” sözcüğünün, Marksizm-Leninizm’in temel fikirlerine sadık kalan herkese karşı silah olarak kullanıldığı, karalama ve lekelemenin aracı haline getirildiği, ama aynı zamanda, komünistlerin, sosyalist siyasetin bütün hatalarının kaynağı olarak Stalin’i gördüğü, bu hataların çöküşün önünü açtığını ve –Soğuk Savaş kaynaklı dış etkenlerin yanı sıra– hatta bu çöküşe kaynaklık ettiğini ileri sürdüğü (aslında kendi eksikliklerinin yansıttığı bir günah keçisi politikasıydı onların yaptığı) Doğu Avrupa’daki sosyalist toplumların çöküşü yıllarında, Stalin’in makalelerini ve ders notlarını okumak, tarihsel soğukkanlılığın dayattığı bir görevdi. Gerçekten de, Doğu Avrupa’da ve özellikle Sovyetler Birliği’nde  sosyalizmin çöküşünün en önemli momentumlarından birisi, Marksist teorinin çöküşü ve bu hatta çöküşün, Perestroyka programıyla birlikte, Marksist diyalektikten vazgeçilmesi boyutlarına vardırılmasıydı. Teorinin çöküşü, artık Stalin’in yaptığı “sadeleştirmelere”, tarihsel materyalizmi “ontolojileştirmesine”, şematik bir yaklaşıma indirgemesine bağlanıyordu.
Perestroyka’dan bu yana on, “Leninizmin Sorunları”nın yayınlanmasından bu yana ise yetmiş yıl geçti. Belki bugün artık, parti önderi Stalin’in Marksizm-Leninizmin teorisyeni olarak hangi öneme sahip olduğunu eleştirel bır bilimsellikle sorabiliriz. Aşağıda ortaya koyacağım görüşlerin tek konusu bu olacaktır. Sovyet tarihinin 1925-1953 arası yaklaşık otuz yılını kapsayan Stalin dönemini burada ele almayacağım. Bunu yapmak için tarihsel bir araştırma ve analiz gerekir.  Burada sadece Stalin ve Marksist teori şeklinde özetlenebilecek yön ele alınacaktır.

I
Ekim Devrimi döneminde Bolşevik Parti’nin üye sayısı yaklaşık 250.000 idi. İllegalite koşullarında çalışan Parti’nin bu üyelerinin kapsamlı teorik bilgiye sahip olduklarını varsaymak doğru olmayacaktır. Ancak yönetici kadrolar, Marksist teorinin devrimci politika için ne kadar önemli olduğuna yürekten inanıyordu. Ocak 1912’de gerçekleştirilen Tüm Rusya Parti Konferansı’nda Menşeviklerden ayrılmalarına yol açan nedenlerden birisi de bu inanç olmuştu. Ekim Devrimi’nin zafere ulaşmasından ve müdahale ordularının geri püskürtülmesinden sonra, onları bekleyen görev sadece, hızla büyüyen partiyi stratejik kararların gerektirdiği temel bilgilerle donatmak değildi. Tersine aynı önemdeki diğer bir görev de, imparatorluk sınırları içinde yaşayan çok sayıdaki farklı dil ve özelliklere sahip halkların, Çarist egemenlik ideolojisinin yerini alacak yeni bir dünya görüşü etrafında uyumlarını sağlama yolunda ilerlemekti. Bir azınlık oluşturan aktif komünistlerle komünizmi inşa edebilmek için,  Marksizmin eğitimini almış parti kadrolarının çeperini aşan bir ‘Jedermannsphilosophie’ (senso comune)  gerekiyordu. Bu felsefenin kabul görmesi, öncü sınıfın (classe dirigente) egemenliğini güvence altına alacaktı. Rus İmparatorluğu’ndaki geniş yığınlar Avrupa aydınlanmasını yaşamadığı ve bu yüzden gelişkin laik dünya görüşüne dayanmanın olanağı bulunmadığı için, bu görev bir kat daha zorlaşıyordu. Ayrıca halkın büyük bölümü de okuma yazma bilmiyordu.
Güçlendirilmiş üye kazanma çabaları, partinin halk kitleleri içerisinde kök salmasına hizmet ediyordu. Özellikle Lenin’in 1924’te ölümünden sonra, Leninist tarzdaki parti seferberliğiyle partiye katılanların sayısı arttı. Ancak bunlar, dünya görüşü olarak homojen bir yapıya sahip olmayan üyelerdi. Mayıs 1924’deki Parti Kongresi’nde üye sayısının 735.881 olduğu bildirildi. Haziran 1930’daki XVI. Kongre’de üye sayısı 1.260.784’e, aday üye sayısı 711.609’a ulaştı, yani toplam iki milyona yaklaştı. 1934’te üye sayısı 1.874.488, aday üye sayısı 985.288 . Bu ise, ideolojik eğitimin önündeki görevlerin inanılmaz derecede büyümesi anlamına geliyordu.
Sovyetler Birliği’nin komünist yönetimi böylece üç yönlü bir görevle karşı kaşıyaydı:
1. Parti’ye yeni katılmış üye yığınlarına Parti programının temel bilgileri aktarılmak zorundaydı.
2. Bütün halka, sosyalizmin inşasını belirleyen toplum anlayışının temel ilkeleri aktarılmak zorundaydı.
3. Sovyetler Birliği halklarının kültürel çeşitliliğinin, birbirleriyle uyumlarını sağlayacak olan dünya görüşünün temelleri sağlamlaştırılmak zorundaydı.
Marksist diyalektik, o güne dek esas olarak, burjuva ideolojilerinin eleştirisinde bir yöntem olarak kullanılmıştı. Ya da Marksizmi farklı yorumlayanların, karşılarındakilerin görüşlerini çürütürken, kendi merkezi görüşlerini ortaya çıkarmalarını sağlayan bir yöntem olmuştu.  Artık şimdi, yani sosyalist devletin inşası koşullarında, bu üç yönlü görev, halkın eğitilmesine yarayan bir okul olma işlevini üstlenecek, bu eğitimin çerçevesini belirleyecek ve dayanağı olacak basit bir sistem mimarisinin ortaya çıkarılmasını gerekli kılıyordu. (Komünist partilerin her yerde hızla güçlenmesine bağlı olarak, sınıf mücadelesinin III. Enternasyonal’de güçlenmesi de, aynı görevi ortaya çıkarıyordu. Sınıf hareketinin teorisyenleri, bu görevin üstesinden gelinmesinin kaçınılmaz olduğunu ortaya koydular.  Bu noktaya da değinmeden geçmeyelim.)
Lenin’in son çalışmalarından birisi mücadeleci materyalizm  konulu bir yazıdır. ‘Marksizmin Sancağı Altında’ adlı derginin yazı kuruluna yönelik programatik bir ipucu olarak kavranılmasını istediği bu makalede, Lenin, yukarıda adı geçen bu göreve işaret ederek, dünya görüşünün sistematikleştirilmesinin, siyasi ve bilimsel çalışmanın temelini oluşturması gerektiğini söylüyordu: “Marksizm’in Sancağı Altında dergisinin çalışanları, Hegel’in diyalektiğinin, yani Marx’ın hem Kapital’de, hem de tarihsel ve siyasi yazılarında pratik olarak vurguladığı diyalektiğinin, materyalist bakış açısıyla sistematik bir tarzda incelenmesini örgütlemelidir. (…) Hegel’in diyalektiğinin materyalist tarzda kavranıp Marksist bakış açısıyla uygulanmasını kendimize dayanak yaparak, onu her yönde geliştirebiliriz; daha doğrusu geliştirmek zorundayız. (…) Bunu bir görev olarak önümüze koymazsak, bu görevin üstesinden gelmek için sistematik tarzda çalışmazsak, materyalizmin mücadeleci bir materyalizm olması da mümkün olmayacaktır.”
Ancak dünya görüşünün temellerinin yığınlar içerisinde yaygınlaşmasını sağlamak üzere ona bir sistematik kazandırırken, genç Sovyetler Birliği’ndeki yığınların eğitim düzeyi gözetilmeli ve bu temellerin insanlar tarafından kavranabilecek şekilde belirlenmesi gerekiyordu. Kısacası yapılması gereken….  diyalektiğin ve materyalizmin basit bir şekilde anlatılmasıydı. “Her anımızı, her şeyi baştan öğrenmek için değerlendirmek zorundayız. (…) Kesin olan bir şey var ki; o da, her şeyden önce okumayı, yazmayı ve okuduğumuzu anlamayı öğrenmek zorunda olduğumuzdur.”  Parti eğitim çalışmasının gelecek yılları kapsayan programı işte bu şekilde belirlenmişti.

II
Stalin’in, Lenin’in ölümünden sonra ortaya koyduğu ilk teorik fikir beyanı, Sverdlov Üniversitesi’nde Nisan 1924’te verdiği derslerde “Leninizmin Temelleri”ne yaptığı vurgu olmuştur.  Bunun, Leninizm’in kavranması için gerekli “bazı temel hareket noktalarını” kapsayan özet bir bakış açısı olduğunun altını çizer.  Burada, Lenin açıklanırken başvurulan prensip açıktır. Önce Lenin’in makalelerinde kullandığı cümlelere mümkün mertebe bağlı kalınmalıdır, İkincisi; Lenin’in teorisindeki, sosyalizmin inşası sırasında karşılaşılan politik sorunlar açısından önem taşıyan ortaya çıkarılmalıdır. Üçüncü olarak; kendilerinden partinin temel çizgisi konusunda bir yargıya varmaları beklenen ders katılımcıları için, mümkün olduğunca sade ve anlaşılır bir tarz tutturulmalıdır. Dördüncüsü; diğer stratejik konsepsiyonlar reddedilmelidir. Hangi içeriğin seçileceğini süreklilik ve güncellik; dersin hangi yöntemle aktarılacağını ise didaktik ve polemik belirlemektedir.
Leninizm’i, “emperyalizm ve proleter devrim çağının Marksizmi”  olarak tanımlayan Stalin, Leninist çağ anlayışını üstlendiğini göstermektedir.  Ancak Lenin’in 1916’da belirlediği özelliklere, daha 1926 yılında, sonraki yıllarda gerçekleşecek (ve günümüze kadar ulaşan) gelişmelerin perspektifine dair veriler sunan yeni özellikler ekliyor: “Sömürge ve bağımlı ülkelere sermaye ihracının güçlenmesi; ‘etki alanı’nın ve sömürge mülkiyetinin bütün yerküreyi sarıncaya dek genişlemesi; kapitalizmin, yeryüzündeki halkların büyük çoğunluğunun bir avuç ‘gelişmiş ülke’ tarafından mali açıdan köleleştirilmesini ve baskı altına alınmasını öngören bir dünya sistemine dönüştürülmesi.” Lenin’i bu şekilde özetleyen Stalin, şöyle devam ediyor: “Bütün bunlar, bir yanda ulusal ekonomileri ve ulusal bölgeleri, dünya ekonomisi adı verilmiş tek bir zincirin halkaları haline getirdi. Diğer yanda, yerküre üzerindeki halkları iki bloğa böldü: Sömürge ve bağımlı ülkeleri sömüren ve ezen bir avuç ‘gelişmiş’ kapitalist ülke, bunun karşısında emperyalist boyunduruktan kurtuluş için savaşmak zorunda bırakılmış, sömürge ve bağımlı ülkelerden oluşan büyük çoğunluk.”  Bu gelişmeler çerçevesinde, birisi sömüren metropollerle bağımlı “gelişmekte olan ülkeler” arasındaki yeni cephe, diğeri hem metropollerde, hem de bütün bağımlı ülkelerde emek ile sermaye arasındaki (farklı düzeylerde de olsa) klasik cephe olmak üzere, ikili bir sınıflar cephesi oluştuğu, bu cephelerin yollarının kesiştiği ve dünya proletaryası içerisinde de yeni cephelerin oluşmasına yol açtığı belirtilerek, bütün bunlar da çağın özelliği olarak nitelendiriliyor. Stalin bunun ötesinde “değişik kapitalist ülkelerin eşitsiz gelişimine” ve bundan kaynaklanan “emperyalist savaşlara” (bu savaşların ille de dünya savaşı olması gerekmez, tersine başka temsilciler üzerinden de sürdürülebilir); buna bağlı olarak da “üçüncü bir cephenin, kapitalistler arasındaki cephenin güçlenmesine”  işaret ediyor. Devrim teorisi açısından, çağın bu şekilde karakterize edilmesinden çıkan sonuç, Ekim Devrimi’nin yol açtığı sonuçları yakından ilgilendiriyor: “Buna bağlı olarak, proleter devrimi sorunu karşısında, devrimin karakteri, kapsamı, derinliği, bir bütün olarak şeması karşısında alınacak tavır da değişmektedir. Eskiden proleter devrimin koşulları, şu veya bu ülkedeki ekonomik durumdan hareketle tahlil edilirdi. Bugün bu yaklaşım yetersiz kalmaktadır. Bugün bu soruna, bütün ülkelerin ya da ülkelerin çoğunluğunun ekonomik durumundan yola çıkarak, dünya ekonomisinin durumundan hareketle yaklaşmak zorundayız.”
Komintern’de komünist partilerin örgütsel birliklerinin kurulması sonucunda sınıf mücadelesinin küreselleşmesi, bu durumu yansıtıyor. Uluslararası ana cephede Sovyetler Birliği sosyalist bir devlet olarak diğer kapitalist ülkelerin karşısındaydı. “Yan savaş alanları” olan sınıf savaşı cephelerinin bu ana cepheye tabi kılınmaları, hatta kurban edilmeleri çelişki yaratsa da, bu durumun bir parçasıydı. Elbette dış ilişkilerin baskısı altında bu çelişki yakından incelenmemiş ve stratejik olarak da çözülmemişti. Bu ise, kaçınılmaz olarak, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra komünist partiler arasında sürtüşmelerin ortaya çıkmasına yol açtı ve ortak sınıf bilincinin dağılmasına katkıda bulundu. Ancak sonradan ortaya çıkan bu gelişme, 1924 yılında yapılmış olan bir değerlendirmenin hatalı olduğu anlamına gelmiyordu (ve bugün de gelmez). Tersine, faşizmin yenilgiye uğratılmasından sonra enternasyonalist işbirliğinin yeni varyasyonları arayışına girişilmesi gerektiğini gösterir.
Derslerin ikinci ağırlık noktasını, proleter devrim ve sosyalizmin tek ülkede inşası konusu oluşturuyor. Stalin, kapitalistler tarafından kuşatılmış bir ülkede, sosyalizmin kalıcı olarak kendi kendisine yetmesinin söz konusu olamayacağını net bir şekilde görmüştü: “Bunun için devrimin en azından bir kaç ülkede zafere ulaşması gerekir. Bu yüzden devrimin bütün ülkelerde geliştirilmesi ve desteklenmesi, muzaffer devrimin başlıca görevlerinden birisidir.”  Ancak sınıf mücadelesinin iki cepheye –metropollerle “gelişmemiş” ülkeler ve emek ile sermaye arasındaki cephelere– yayılması, devrimin komşu ülkelere sıçramadan ilk önce bir tek ülkede gerçekleşmesini , ve sonrasında dış baskılar ve iç sınıf çatışmaları altında sosyalizmin inşasına başlanmasını mümkün ve muhtemel kılabilir. “Proletarya, (…) sosyalist toplumu kurabilir ve kurmak zorundadır. Ancak bu, proletaryanın sadece bu nedenden ötürü sosyalizmin nihai zaferini elde edeceği anlamına mı gelir? Yani tek ülkenin sosyalizmi nihai olarak kuracağı, ülkeyi dış müdahalelere karşı koruyabileceği ve dolayısıyla restorasyonu engelleyebileceği anlamına mı gelir? Hayır; bu anlama gelmez.”  Dolayısıyla sosyalizme geçiş uzun bir süreçtir. Devrimin sonuçlanmasıyla sosyalizmin inşası tamamlanmış olmaz; tersine bu, geçişin sadece başlangıcıdır. Bu sürecin sonunda, “devrimin eserinin, iktidarın proletaryaya geçmesiyle taçlandırılması”  mümkün olabilir. Bu geçişi güvence altına almak için proletarya diktatörlüğüne ihtiyaç vardır. Çünkü, “bir ülkede devrilen burjuvazi, birçok nedenden dolayı daha uzun bir süre, kendisini deviren proletaryadan daha güçlü kalır. (…) Bu yüzden proletarya diktatörlüğünü, yani kapitalizmden komünizme geçişi, bir dizi ‘üst düzey devrimci’ eylemler ve genelgeler çağı olarak görmemek gerekir. Tersine bu dönem, bütünlüklü bir tarihsel çağdır; iç savaş ve dış çatışmalarla, azimli bir örgütsel çalışma ve ekonomik inşa ile, taarruz ve geri çekilmelerle, zafer ve yenilgilerle dolu bir çağdır.”  Stalin iki yıl sonra bu konuyu daha ayrıntılı bir şekilde ele alacaktır.
Stalin, devrimin tek ülkede mümkün olduğunu gerekçelendirirken, II. Enternasyonal’in teorisyenlerine ve onların Bolşevikler’in saflarındaki uzantılarına karşı keskin bir polemik geliştirir. Ne proletaryanın Rusya’da azınlıkta olmasının, ne de partilerdeki kadro yetersizliğinin, başlamış bir toplumsal dönüşümün ilerletilmesi çabalarına girişmemenin gerekçesi yapılamayacağını, ancak somut durumdan kaynaklanan görevlere hazır olunması gerektiğini söyler. Siyasi mücadeleyi kitle hareketi ve sendikal eylemler içerisinde sürdürme yerine, parlamenter çoğunluğu elde etmeyle sınırlandırma anlayışını ise, “burjuva dar kafalılığı” ve “oportünistlik” diye nitelendirerek, bu anlayışla alay eder. (Bu bölümler teorik gerekçelere dayandırılmamış, tersine polemik-retorik tarzında ele alınmıştır.)
Stalin’in teorinin önemine ısrarla vurgu yapması ve sadece pragmatist bir yaklaşımı reddetmesi, Leninist anlayışa tavizsizce sadık kalmanın ifadesidir. “Günümüzde pratik çalışma içerisindeki Leninistlerin birçoğunun, özellikle içinde bulundukları durumun dayatması sonucu bir yığın pratik işle kuşatılmış olmaları nedeniyle teoriye sıcak bakmadıkları bir gerçektir. Ancak Lenin ve Leninizm hakkında geliştirilen bu garip düşüncenin baştan sona yanlış olduğunu söylemek durumundayım…”  Tarihsel çağ ve o çağda yaşanan somut durum hakkında doğru bir açılım getirmeden, doğru ve başarılı bir parti stratejisi geliştirmek de mümkün değildir. Burada getirdiği gerekçe, sıkı bir şekilde Lenin’in “Ne Yapmalı”sına bağlanıyor: “Teori; eğer devrimci pratik içinde ortaya çıkarsa ve onunla kopmaz bağlara sahipse işçi hareketinin muazzam bir gücü haline gelebilir. Çünkü harekete güvenliği ve yönünü belirleme yetisini veren, kendisini çevreleyen gelişmelerin bağlantılarını anlamasını sağlayan, sadece ve sadece teoridir. Çünkü sadece günümüz sınıflarının hareketinin nereye doğru ve nasıl geliştiğini değil; tersine yakın gelecekte hangi yönde ve nasıl gelişmek zorunda kalacağını görme ve anlama olanağını da, sadece ve sadece teori sunar.”  Pratik tecrübelerini teorik olarak değerlendirmenin sunduğu güç sayesinde Parti, işçi sınıfının “öncüsü”, yani “önderi” haline gelir. Teori, çok sayıda ve türdeki tecrübeler arasında düşünsel bir bağlantı kurulmasının ve bu tecrübelerin bir düzene oturtulmasının olanaklarını sunar. Bu tecrübeleri bireysel tepkiler yerine sınıf bilinçli eylemlerle karşılık verilecek “genel bir form” düzeyine yükseltir. Parti saflarında karşıt çizgiler arasında süren, sosyalizmin inşasında hangi stratejinin izleneceğine dair bir çatışma, farklı teorik temellere dayanıldığının ifadesidir. Bu mücadele, o dönemde Zinovyev ve Kamenev’e karşı sürdürülmüştür. Tek tek konulardaki görüş farklılıkları, farklı ilkesel teorik konseptlerin bir sonucu olarak görülmüştür. Bu yaklaşımın ne denli güçlü olduğu, örneğin “Sosyalizmin Sorunları”na sonradan eklenen önsözün şu bölümünde net bir şekilde ortaya çıkar: “Zinovyev’in hatası nereden kaynaklanıyor? Bu hatanın kökleri nerede yatıyor? Kanımca bu hatanın kökü, Zinovyev’in ülkemizin teknik geriliğini, sosyalist toplumun inşasının tamamlanmasının önündeki aşılamaz bir engel olarak görmesinde, ülkemizin ekonomik geriliği nedeniyle proletaryanın sosyalizmi kuramayacağına inanmasında yatıyor.”

III
Stalin, 1924 ve 1925’teki ders notlarını 1926’da “Sosyalizmin Sorunları” adlı kitabında topladı. Burada ilkesel bir soruna eğilerek, Lenin’in siyasi teori ile pratiğinin, aslına sadık kalınarak sürdürülmesi konusunu ele alıyor. Bu kitapta, önsöz yerine, “Leninizmin Sorunları Üzerine”  başlığını taşıyan bir makaleyi kullanıyor. Makale, 1924’e ait ders notlarını tamamlıyor ve esas olarak iki konu üzerinde yoğunlaşıyor. Proletarya diktatörlüğü ve sosyalizmin tek ülkede zaferi. Bu iki konu, Parti içerisinde en tehlikeli görüş farklılıklarının ortaya çıktığı iki konu idi. Sosyalizmin tek ülkede zaferi mümkün müydü; yoksa ara aşama olarak kapitalizmin bir dönem iktidarda olmasına izin vermek mi gerekirdi? Sosyalizm, proletarya diktatörlüğü ile kitlelere karşı şiddet uygulayarak mı hayata geçirilmeliydi?
Stalin’in makalesi, sosyalizmin yavaş yavaş kurulması ve şiddet uygulanmaması taleplerini içeren bir savunma gibidir. Belki çoğu kişi için şaşırtıcı olacaktır: 1926 yılından itibaren milyonlarca tirajla basılarak yayımlanan bu makalede, Parti’nin ikna ve eğitim çalışması sürdürmesi, en çok tutulan önlemlere bile katılmasalar da, partisiz kitlelere baskı uygulanması değil, onlarla işbirliğine gidilmesi öneriliyordu.
Burada öncelikle yeni olan, Ekim Devrimi’nin 17. ve 18. yüzyıl burjuva devrimlerinden farklı olarak, yapısal anlamda farklı bir devrim tipini ifade etmesidir: “Burjuva devrim normal olarak, kapitalist düzenin, devrimden önce feodal toplumun bağrında büyüyerek olgunlaşmış, belli oranda hazır hale gelmiş biçimleri mevcut ise başlar. Oysa proleter devrimin başlangıcında sosyalist sistemin hazır biçimleri mevcut değildir ya da hemen hemen hiç yoktur. (…) Burjuva devrim normal olarak iktidarın ele geçirilmesiyle sonuçlanır. Oysa proleter devrimde iktidarın ele geçirilmesi devrimin sadece başlangıcıdır. İktidar burada, eski ekonominin yeniden inşasında ve yeni ekonominin örgütlenmesinde kullanılan bir maniveladır.”  Burjuva devrimlerinin ortaya çıkardığı toplumsal durumda, yeni egemen sınıf (burjuvazi), üretim ilişkilerinde iktidarını kullanma aracına daha iktidara gelmeden önceden de sahipti (veya kısmen sahipti). İş sadece, bu üstünlüğünü sağlamlaştırmaya ve homojenleştirmeye kalmıştı (bu yüzden burjuvazi içerisinde kıran kırana fraksiyon çatışmaları yaşandı). Zaman zaman yaşanan restorasyon dönemleri de (örneğin İngiltere’de Cromwell’den sonra Stuartlar, Fransa’da Napolyon’dan sonra Burbonlar) feodal üretim ilişkilerinin restorasyonu anlamına gelmiyordu. Çünkü bu ilişkiler devrim öncesinde büyük oranda çözülmüştü.
Bu, sosyalist devrimde farklıdır. Devrim öncesinde, bu yönde nüveler taşıyan unsurlar bir yana bırakılacak olursa, henüz sosyalist üretim ilişkileri mevcut değildir. Burjuvazinin yaşama dair anlayışlarının (ki bunlar proletaryanın yaşam anlayışlarını da biçimlendirir ve onları dışarıdan belirler) yerine henüz yeni bir dünya görüşü ve değerler sistemi geçirilmemiştir. Proletaryanın karşı kültürü , kültürel ve bilimsel ilerlemenin öncüsü olarak yerini sağlamlaştırmamıştır. Beklentiler büyük oranda burjuva ideolojisinin gösterdiği hedefler tarafından belirlenir (örneğin tüketim alanında olduğu gibi). Sosyalizmin inşası, ekonominin yeniden yapılandırılmasıyla, yönetsel iktidar aygıtının görevden alınmasıyla ve yeni bir dünya görüşüne yönelimin sağlanmasıyla, bilinçli bir değer yargıları dönüşümüyle eşzamanlı olarak başlamak zorundadır. Bu süreç, bilinçli bir şekilde hareket eden bir azınlık tarafından tetiklenmek zorundadır. Bütün bunlar için örnek alınabilecek bir model yoktur. Devrimden ve müdahalelerin püskürtülmesinden sonraki dönemde sosyalizmin inşası, yeni teorik görevler ortaya çıkarmıştı. Bunlar sadece pragmatik değil, ilkesel ve tarih felsefesinin alanına giren görevlerdi. Emsali olmayan bir dönemin niteliği belirlenmek zorundaydı. Lenin, NEP ile ilgili görüşleriyle bu konuda ilk adımı atmıştı , ancak bir ülkedeki, hem de geri olan bir ülkedeki sosyalist inşanın özüne ilişkin kategorik belirlemeler, ilk kez Stalin’in buna bağlı olarak getirdiği düşüncelerle gerçekleştirildi.
Burada adı geçen karakteristik, değiştirilmesi ancak uzun vadede mümkün olan iki parametreye sahiptir: Birincisi, dünya görüşünde yaşanan, genelgeler aracılığıyla sağlanamayacak ve kuşakları kapsayan bir dönüşüm. Bu dönüşümün önkoşulu, toplumsal ilişkilerin ve yaşamın örgütlenme biçimlerinin değişmesidir. İkincisi; ekonominin geliştirilmesi, üretimin inşası ve dağıtımın yeniden biçimlendirilmesidir. Bu; bilinçteki dönüşümden daha hızlı yaşanan, ancak buna rağmen yıllarca, hatta on yıllarca sürecek ve bilincin yavaş yavaş alışmasını gereksinen (bu yönüyle istendiği gibi hızlandırılamayacak) bir süreçtir. Sadece üçüncü unsur, yani devlet aygıtının denetimi, kısa sürede devrimci eylemler sayesinde gerçekleştirilebilir. Yani devlet egemenliği düzlemindeki devrimci altüst oluş ekonominin geri olduğu koşullarda gerçekleşiyorsa, yeni üretim ilişkilerinin yaratıldığı geçiş dönemi, devlet erkini toplumsal ilişkileri yeniden biçimlendirmek üzere kullandığı bir dönem olur.  Ekonomi ile siyaset arasındaki köklü ilişkide, dönemsel olarak, bir karşılıklı yer değiştirme yaşanmaktadır.  Ve işte bu dönemde, (sosyalizmde proletarya olan) egemen sınıfın hegemonyasının yerine proletarya diktatörlüğü geçecektir. Genel kabul gören proletarya hegemonyası çözüleceği için, proletarya diktatörlüğü aracılığıyla sosyalist formasyon hazırlanacak ve gerçekleştirilecektir.
Böylece proletarya diktatörlüğünün özünün doğru kavranması, geçiş döneminin merkezi sorunu haline gelmektedir. Stalin bunu net bir şekilde görmüş ve bu yüzden ‘Leninizmin Sorunları Üzerine’ makalesinde bu kompleksi tartışmanın eksenine koymuştu. Proletarya diktatörlüğü sadece çatışmalı dönemlerde, yani savaş ve iç savaş koşullarında şiddete başvurur. “Proletarya diktatörlüğünün dönemleri, özel biçimleri, çeşitli çalışma yöntemleri vardır. İç savaş döneminde diktatörlüğün şiddet niteliği özellikle göze çarpar. Ancak bundan kesinlikle, iç savaş döneminde inşa çalışmasının sürdürülmediği sonucu çıkmaz. İnşa çalışması olmadan iç savaş sürdürülemez. Buna karşılık sosyalizmin inşası dönemindeyse, diktatörlüğün barışçıl, örgütsel, kültürel çalışması, devrimci yasallık vb. özellikle göze çarpar. Ancak bundan da kesinlikle, inşa döneminde diktatörlüğün şiddet niteliğinin tamamen ortadan kalktığı veya ortadan kalkabileceği sonucu çıkarılamaz.”
Stalin bu ayrımı gözeterek, proletarya diktatörlüğünün niteliğinin ve partinin sosyalizmin inşası döneminde oynadığı rolün çerçevesini çizer. Proletarya diktatörlüğü, devlet iktidarının kitlelere geçmesi demektir – Stalin buna partisiz kitlelerin de dahil edilmesi gerektiğine özellikle vurgu yapar. Sendikalar, her düzeyden şuralar, gençlik ve kadın birlikleri vb.  gibi kitle örgütleri, halkın isteklerini devlet erkinin örgütlü irade eylemine taşıyan “transmisyonlardır”.  Parti burada sadece yönlendirici bir rol oynayabilir ve gerektiğinde disiplinli örgütünü, kitle iradesinin gerçekleştirilmesi için araç olarak hizmete sunabilir. Belirleyici olan şu pasajdır: “Yönetici direktiflerle bu direktiflerin pratiğe geçirilmesi arasında, yönetilenlerin iradesi ve eylemleri vardır; sınıfın iradesi ve eylemleri vardır; bu tür direktifleri desteklemeyi kabullenmeleri (veya reddetmeleri) vardır; bu tür direktifleri hayata geçirme konusundaki becerileri (veya beceriksizlikleri) vardır; bu direktifleri durumun gerektirdiği şekilde hayata geçirme konusundaki becerileri (veya beceriksizlikleri) vardır. Herhalde yönetimi üstlenen Parti’nin yönettiklerinin iradesini, durumunu ve bilinç düzeyini hesaba katması gerektiği, bu yönettiklerinin sınıfının iradesini, durumunu ve bilinç düzeyini göz ardı edemeyeceği kanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Bu nedenle Parti’nin önderlik rolüyle proletarya diktatörlüğünü eşdeğerde görenler, sınıfın iradesinin ve eylemlerinin yerine Parti’nin direktiflerini geçirirler.”
Bunu gören Stalin, proletarya diktatörlüğü ile parti diktatörlüğünün eşit görülmemesi gerektiği, Parti ile sınıfın birebir örtüşmediği uyarısını sürekli tekrarlar. Burada yanlış anlaşılmaları engellemek için uzun bir alıntı yapmak gerekir: “Eğer Parti’nin proletarya sınıfı karşısındaki diktatörlüğünden söz edilir ve bu diktatörlük proletarya diktatörlüğüyle eşit görülürse, bunun anlamı şudur: Parti kendi sınıfının sadece yöneticisi, önderi ve öğretmeni değil, tersine ona karşı şiddet uygulayan bir çeşit devlet erkidir. Bu yüzden ‘Parti diktatörlüğü’ ile proletarya diktatörlüğünü eşit görenler, dile getirmeseler de, parti otoritesinin şiddet üzerinde kurulabileceği fikrinden hareketler ederler. Bu ise, absürddür ve Leninizm’le hiçbir şekilde bağdaşmaz. Parti otoritesi, işçi sınıfının güveni üzerinde yükselir. Ama işçi sınıfının güveni şiddetle kazanılamaz –şiddetle bu güven ancak yok edilebilir–, tersine Parti’nin doğru teorisiyle, Parti’nin doğru politikasıyla, Parti’nin işçi sınıfı davasına sadık kalmasıyla, işçi sınıfı kitlelerine bağlılığıyla, kitleleri kendi şiarlarının doğruluğuna ikna etmeye hazır olması ve bu yeteneği gösterebilmesiyle kazanılabilir. (…) Bu, kitlelerin güvenini her gün yeniden fethetmesi gerektiği anlamına gelir. Bunun yolu da, kitlelerin kendi tecrübelerine dayanarak parti politikasının doğruluğunu görmelerini, Parti’nin sınıfın yöneticisi, önderi ve öğretmeni olduğunu görmelerini sağlamaktan geçer.”
Bu düşünceler defalarca ve neredeyse yemin edercesine tekrarlanarak, SBKP’nin yönetim kademelerinde bu konuda dile getirilen farklı görüşlerin karşısına çıkarılmaktadır.   “Eğitim diktatörlüğünün” hedefi, eğitilecek kitlelerin güvenini kazanmaktır. Kitlelerin farklı bir toplumsal düzene ve dünya görüşüne geçişi kendi iradelerine dahil etmeleri ve Parti’yi bu sürecin konsepsiyonel taşıyıcısı olarak desteklemeleri hedeflenir. Bu yüzden partinin kitlelerden kopmaması, gerektiğinde kendi ileriliğini frenleyebilmesi gerekir. “Diyelim ki; olaylar henüz yeterince olgunlaşmadığı için, (…) Parti, sınıfı, politikalarının doğruluğuna ikna edememişse, o zaman, gerçek bir önder olmak istiyorsa, politikalarının doğruluğu konusunda kitleleri ikna etmek için beklemesini bilmelidir. Kitleleri, kendi tecrübelerine dayanarak bu politikanın doğruluğuna ikna etmek için destek olmalıdır.”  Proletaryanın partisi ile proletaryanın sınıfı arasında bir şiddet ilişkisi olamaz. Bu sosyalizm değil, olsa olsa despotluk olur. Bu durumda ise sosyalizmin inşasını düşünmek bile olanaksızdır.

IV
Parti’nin ikna çalışması, dünya görüşünün prensiplerini anlaşılır kılmasıyla çok yakından bağlantılıdır. Eğer alınan politik kararlar, sadece hangi yararları getireceği sorusuna bağlı olarak ele alınmayacaksa, farklı teorik konsepsiyonlarla girilen tartışmalarda bu zorunluluk bir kat daha netleşir. 1926-36 yılları arasında, Marksizm’in teorik temel sorunları –devlet teorisi, ideoloji teorisi, diyalektik– tekrar tekrar siyasetin ilgi alanına girer. Bu durum Stalin’in parti kongrelerine sunduğu tebliğlerde de görülür. Stalin, XVII. Parti Kongresi’nde, buradan hareketle ideolojik çalışma açısından şu görevleri belirler:
“1. Parti’nin teorik düzeyi ona yaraşır düzeye yükseltilmelidir;
2. İdeolojik çalışma, Parti’nin bütün halkalarında güçlendirilmelidir;
3. Parti saflarında bıkmadan Leninizm’in propagandası yapılmalıdır;
4. Parti örgütleri ve çeperlerindeki aktivistler Leninist enternasyonalizm ruhuyla eğitilmelidir;
5. Bazı yoldaşların Marksizm-Leninizm’den sapmalarının üstü örtülmemeli, bu sapmalar cesaretle eleştirilmelidir;
6. Leninizm düşmanı ideoloji ve bu ideolojinin kalıntıları sistematik olarak deşifre edilmelidir.”
Bu şu demektir: Stalin 1934’te bütün dikkatleri, dünya siyasi krizi ve iktisat programının yanı sıra üçüncü ağırlık noktası olarak teorik çalışma üzerine kaydırmıştır.
“SBKP’nin Tarihi Üzerine Kısa Ders” adındaki, Marksist dünya görüşünün temellerini özetlediği eserine, kronolojik yapısına ters olarak, “Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm” adlı bölümü eklemesinin nedeni burada yatar. Bu noktada onun için önemli olan, genel eğitim düzeyine denk düşen basitlikte, diyalektik ve materyalizmin ne anlama geldiğini, diyalektik ve materyalizmin nasıl yaşamı ve dünyayı anlamak için bir temel oluşturduğunu göstermektir. Bu didaktik hedef, bu makalenin niteliğini belirler  ve bu hedefe mükemmel şekilde ulaşılmıştır.
Stalin, bu noktada da Leninist verilere bağlı kalıyor. Ancak Lenin, diyalektiğin özüne ilişkin genel çıkarsamaları, diyalektik açıdan yapısal sorunların gelişimiyle, yani diyalektik bir düşünce ve gerekçelendirme akışı ile bağlantılı olarak yaparken, Stalin bir iskelet oluşturuyor. Bu iskelet diyalektik düşünce hareketlerini taşırken, aynı zamanda çıkış noktası, bu düşünce hareketlerini sağlayan kas hareketleri oluyor. Bu konuda, III. Enternasyonal döneminin diğer Marksist teorisyenleriyle ve işçi hareketi içerisindeki eğitim çalışmasının ihtiyaçlarıyla örtüştüğünü başka bir yerde göstermiştim.
Lenin “Hegel’in Bilimine ve Mantığı’na Giriş”te , ‘diyalektiğin unsurları’ olarak nitelendirdiği 16 madde saymıştı . Stalin, henüz sistematik olarak sıralanmamış olan bu maddelerden, kendi ‘dört Grundzüge’lerini damıttı. Lenin’in ‘unsurları’ dört grupta toplanabilir:
“I. Metodolojik yönler grubu (1., 7. ve 10.-12. maddeler)
II. Totalite ile ilgili yönler grubu (2. ve 8. madde)
III. Gelişimle (hareketle) ilgili yönler grubu (3. ve 13.-16. maddeler)
IV. Çelişki ve geçişle ilgili yönler grubu (4.-6. ve 9. maddeler).
2. ve 8. maddeler, bütünlük bağlantısının temelini oluşturur: Dünya çeşitliliğin birliğidir; tekil olan bütüne dayalıdır ve bütün tarafından belirlenir. Bir bütün dünya, yani evrensel bağlantı yasalarına tabi ve aynı zamanda çeşitliliğin dünyası olan bir dünya, birliğinden çokluk ilkesini, çokluğundan da birlik ilkesini ortaya çıkarmak zorundadır. Bu, şu anlama gelir: Dünya, tözlerin bağıntısı ve birliği olarak maddenin hareket yasalarının etkisi sonucu sonradan çokluk haline gelmez. Tersine, bu çoklukla birlikte ve onun varlık biçimi, yani ‘maddi biçim’ olarak mevcuttur (3. ve 13.-16. maddeler). Ama bu aynı zamanda şu anlama da gelir: Dünya, kendi içindeki çelişkinin, yani birlik olan çokluğun dünyasıdır. Her tekil, diğer tekillerle birlikte ilişki içinde olduğundan ve onlar tarafından koşullandığından ve kendisi de koşulladığından, her şey ‘zıtların birliği ve toplamı’ olarak var olur (5. madde) ve içerisinde ‘içten çelişkili eğilimleri ve yönleri’ ortaya çıkarır (4. madde). Her şeyin sınırlı bir süredeki varlığı ‘bu zıtların mücadelesi veya gelişimi’ tarafından belirlenir (6. madde). Belirli zıtların ortadan kaldırılma ve yeni bazı zıtların ortaya çıkma eğilimi, hareketin dış etki olmaksızın dünyanın öncel özelliği olarak ortaya çıkmasına neden olur.
Lenin, diyalektik felsefenin geleneklerine uygun olarak burada diyalektiğin yapıcı şemasına dair tasarımı hazırlar. Bu tasarım dünyayı, 1. tekillerin toplu bağlantısı olarak tanıtlar; 2. kendi içinde hareketlidir ve 3. reel çelişkilerin varlığını kapsar. Bu, diyalektikte daha sonraları ortaya çıkan sistematikleştirmelerin öncül biçimidir. Metodolojik yön (1. grup) ise, bize toplu bağlantının tarafımızdan dolaysız olarak görülemeyeceğini, tersine düşünsel süreçlerle oluşturulabileceğini gösterir. Bilginin bu oluşum süreci, ‘analiz ve sentezin (parçalarına ayırmanın) birleştirilmesi ve bu parçaların toplanması’ yoluyla gerçekleşir (7. madde) ve objektif ‘şeyin kendisine yönelmiş’ bir karaktere (1. madde) sahiptir. Diyalektik yöntem dünyanın diyalektik yapısını yansıtır.”
Onaltı ‘unsur’un sistematik bir düzene konulmasının, Stalin’in ‘temel hatlar’ında karşımıza çıkan dört yön ile sonuçlandığını görüyoruz. İlk temel hat, totalite prensibi olarak nitelendirilebilir. Buna göre diyalektik, “doğayı; birbirinden bağlantısız, yalıtılmış ve bağımsız şeylerin ve görüngülerin tesadüfi birikmesi olarak görmez. Tersine; birbiriyle bağıntılı bir bütün olarak görür. Şeyler ve görüngüler arasında organik bağ vardır, birbirlerine bağımlıdır ve birbirlerini koşullar.”
İkinci temel hat; varolan her şeyin hareketliliği prensibidir. Buna göre diyalektik, “doğayı durgunluk ve hareketsizliğin, dinginliğin ve değişmezliğin duruma olarak görmez. Tersine durmak bilmeyen bir hareketliliğin ve değişimin, sonu gelmeyen yenilenme ve gelişimin durumu olarak görür. Bu durumda hep bir şeyler oluşmakta ve gelişmektedir; hep bir şeyler sona ermekte ve yeniden oluşmaktadır.”
Üçüncü temel hat, niteliğin niceliğe dönüşmesi yasasıdır. Buna göre diyalektik, “gelişme sürecini, nicel değişimlerin nitel değişimlere dönüşmediği basit bir büyüme süreci olarak görmez. Tersine; önemsiz ve gizli nitel gelişmelerin gözle görülebilen değişimlere, temele ilişkin değişimlere, nitel değişimlere geçtiğini ifade eder. Bu gelişimde nicel değişimler yavaş yavaş değil, tersine hızla, birdenbire, sıçramalı bir geçiş biçiminde bir durumdan diğerine geçer. Bu geçiş tesadüfi değil, tersine yasalara uygun bir şekilde, farkına varılmayan ve yavaş nicel değişimlerin sonucu olarak ortaya çıkar.”
Dördüncü temel hat, çelişkiler, zıtların mücadelesi prensibidir. Buna göre, diyalektiğin hareket noktası şudur: “Zıtlık, doğal şeylere ve doğal görüngülere aittir, onların bir parçasıdır. Çünkü onların hem olumlu, hem de olumsuz yönleri, geçmişleri ve gelecekleri, ölmekte ve gelişmekte olan yanları vardır. Zıtların mücadelesi, eski ile yeni, ölmekte olanla oluşmakta olan arasındaki mücadele, gelişim sürecinin içeriğini ve nicel değişimin nitel değişime dönüşmesinin içeriğini oluşturur.”
Bunlar, Leninist ‘unsur’ öğretisinin II.-IV. gruplarıdır. Burada III. grup bir kez daha kendi içinde ikiye bölünür (2. ve 3. temel hat). Stalin bu noktada, niceliğin niteliğe dönüşümü yasasına vurgu yapan Engels’e başvurur – bu arada Engels’in diyalektiğin temel niteliklerini sayarken, Lenin ve Stalin’le aynı nitelikleri saydığını belirtelim.  Bu karşılaştırma, Stalin’e yöneltilen ‘basitleştirme’, ‘kabalaştırma’ ve hatta ‘tahrifat’ suçlamalarının ne kadar saçma olduğunu gösterir. Stalin, yeni eserler üreten ve teoriye sistematik kazandıran ustaların kendisinden önce yaptıklarını yapmıştır.
Gerçekte, Marksizmin ‘ontolojileştirilmesi’ suçlaması, bir bütün olarak Engels, Lenin ve Stalin’e yöneltiliyor. Bu bağlamda, burada bu suçlamalara girmeye gerek yok. Çünkü bu suçlama, Marksizmin dünya görüşü olarak sistematikleştirilmesini hedef alıyor ve Marksizmi, onu inceleyen araştırmacının sübjektif metoduna (ve buna bağlı olarak, ‘devrimin cebiri de’ denilen diyalektiğin siyasi niteliğini araştırmacıyla aynı sayıda perspektif varyasyonları haline getirip –Alexander Herzen’in dediği gibi– buharlaştırmak) indirgemek istiyor. Ayrıca, her diyalektiğin ontolojik bir çekirdeğe sahip olduğunu göstermek de mümkün. Bu çekirdek olmasa, diyalektik fikir jimnastiğine dönüşürdü.  Stalin bu ontolojik çekirdeği bir çeşit temel denklem dokusuna dönüştürmüştür.
Materyalizmin temel hatları Stalin tarafından üç başlık altında özetlenmektedir (bu noktada da Engels ve Lenin’le uygunluk vardır):
“1. Dünya doğası itibari ile maddidir; dünyadaki çeşitli görüngüler hareket halindeki dünyanın değişik biçimleridir; (…) dünya maddenin hareket yasalarına göre gelişir ve bir ‘dünya ruhu’na gereksinim duymaz;
2. Madde, doğa, bilincin dışında ve ondan bağımsız olarak var olan objektif gerçekliğin varlığının ifadesidirler; madde birincil, esas olandır; bilinç ise ikincil, türetilmiş olandır; düşünce, gelişiminde üst düzeyde mükemmeliyete ulaşmış maddenin bir ürünüdür;
3. Dünya ve yasalarını anlamak mümkündür; doğa yasaları hakkındaki bilgimiz, deneyimler ve pratik tarafından sınanmış, objektif gerçekliğin anlamına sahip güvenilir bilgidir; dünyada bilinemeyecek bilgi yoktur; ama bugün henüz bilinmeyen bilgi vardır.”
Burada üç teorik kompleks konu yapılmıştır. Birincisi, dünyanın maddiliğini konu edinen ontolojik kompleks; ikincisi, buna bağlı olan bilinç teorisini ilgilendiren ve bilincin maddiliğini tespit ve böylece varlığın monistik teorisini temsil eden kompleks; üçüncüsü, bilgi teorisini ilgilendiren ve dünya hakkında sahip olduğumuz bilginin doğruluk derecesini (pratikte sınanması gibi, belli bazı denenebilirlik kriterleri yerine getirildiği ölçüde) anlayan kompleks. Materyalizmin temel hatları, açıkça görüldüğü gibi, dini önyargıların yıkılışının fizyonomisini taşımaktadır (zaten her idealizmden fideizme geçiş olur ).
Şüphesiz Lenin’in madde kavramına getirdiği açıklamada nüanslar daha fazla ortaya konmuştur; Lenin’in yansıtma konsepti daha zengindir.  Diyalektiğin yöntem, materyalizmin içerik olarak karşı karşıya getirilmesi de, diyalektik materyalizmin her iki momentumu arasındaki ilişkinin deforme olmasına yol açar.  Ancak kısa tutulmuş, kolayca anlaşılacak tarzda kaleme alınmış girişlerde, böylesi darlıklardan kaçınmak mümkün değildir. Ancak dünya toplumunun ve bilimin sorunlarına Marksist çözümler getirmek adına, diyalektiğin biçimsel şemasına bağlı kalmanın, hatta adını anmanın yeterli olacağı yönündeki inanç, çok ağır sonuçlara yol açtı. Bu, teorinin pragmatik, yani Kruşçev dönemindeki oportünistçe sulandırılmış politikaların hizmetine sunulmasıyla, Sovyet felsefesinde diyalektik konusundaki temel tartışmaların nasıl dibe vurduğuna bakınca, daha iyi görülebiliyor.  Ancak her ne kadar, Sovyetler Birliği tarihindeki teorinin bu çöküşünün nedenleri ideolojilerde değil, birincil derecede toplumsal çelişkilerde görülmek zorunda olsa da, bu başka bir yazının konusu ve burada ele alınan tahlilin sınırlarını aşar.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑