Paris Ateşi

Paris’in banliyöleri Ekim ayı sonundan beri alevler içinde. Kasım ortalarında olaylar hız kaybederek alevler azalmaya başlasa da, tam bir yatışma sağlanmadı.
Paris’in doğusundaki banliyösü Clicy Sous Bois’de, polisten kaçarken bir trafoya sığınmaya çalışan biri Kürt üç gençten ikisinin yanarak ölümü ve Kürdün yaralanmasıyla patlak veren olaylar, hızla tırmandı. Ezici çoğunluğunu, birkaç kuşaktır Fransa’da yaşayan, daha çok Afrika sahrası kuzey ve güneyinden gelen göçmen kökenlilerin oluşturduğu gençler, tam bir öfke patlamasına dönüşen tepkilerini belirgin bir “eylem türü”yle açığa vurdular: Ateşe verme. Başta araçlar olmak üzere, neredeyse önlerine gelen her şeyi, okullara ve postanelere varana dek yakmaya giriştiler.
Paris’in doğusundaki bir banliyöde su yüzüne çıkan öfke patlaması, yalnızca tüm Paris banliyölerine yayılmakla kalmadı, hemen tüm Fransa kentlerinin banliyölerine yayıldı. Geri kalan Avrupa ülkelerinin seçkinleri, “kendi banliyöleri”nin “derdine” düştüler, göçmen kökenli gençlerin öfkesinin Avrupa ölçeğinde yayılması ihtimali üzerine düşünmeye yöneldiler.
Değil mi ki, “kendi banliyöleri” de Paris banliyölerine benziyordu.. Değil mi ki, “kendi banliyöleri”ne de kökenleri az-çok farklı olsa da, kökleri Asya, Afrika ve hatta Latin Amerika’ya kadar uzanan göçmen işçileri yığmışlar, en düşük ücretle çalıştırdıkları, en çok işsiz ve sefil, oğulları ve kızlarını da en çok eğitimsiz ve kendi hallerine bıraktıkları, hor görüp itip kaktıkları, dışladıkları, çalışma ve yaşam koşulları bakımından toplumun en kıyı-köşesine iliştirdikleri, kendi elleriyle gettolaştırdıkları derisi farklı renkten “ayak takımı”nı kaderlerine terketmişlerdi.. Değil mi ki, son on yılların neoliberal politika ve uygulamaları en önde ve en çok onları vurmuş, buna sadece seyirci kalınmamış, ama sanki özel politika düzeyine yükseltilmişti.. Değil mi ki, tüm Avrupa ülkelerinin, onun kadar pervasızca açık sözlü olmaktan kaçınsalar bile, hükümette ya da hükümet olmaya hazırlanan “bunlar haşere, ayak takımı” düşünce ve yaklaşımına sahip kendi Sarkozy’leri, onun da özendiği Bush’ları vardı.. Değil mi ki, hele 11 Eylül’den bu yana, hak tanımaz ayrımcılık ve ırkçılığın egemenliği Avrupa çapında giderek daha çok artıyor, hatta dört nala kalkmış tırmanıyordu.. Değil mi ki, o sözde demokrasi ve hoşgörü ülkelerinde, o “Müslüman”, bu “Asyalı”, şu “kara kafalı” ya da farklı renkten denerek, kötü ünlü “güvenlik” konseptiyle “şüpheli” kişi gözüyle görülüyor ve “potansiyel suçlu” ilan ediliyor ve tümüne karşı “güvenlik” mekanizması harekete geçiriliyordu.. Değil mi ki, polis ve sair “güvenlik güçleri” özellikle banliyölerde ve özellikle yabancı-kökenlilere karşı “hoşgörü” bir yana tümüyle anlayışsız ve acımasızdı; fişlemeleri, açıktan saldırganlığıyla sürekli “teyakkuz” halindeydi ve olur-olmaz her durumda “otoritesi”ni gösterip kanıtlamak üzere fırsat kollamak üzere kurgulanmıştı.. Ve değil mi ki, tıpkı neoliberal politikaların gemi azıya aldırdığı işsizlik ve yoksulluktaki tırmanma gibi, kapitalizmin bir ürünü olan lümpenleşme ve çeteleşmenin yanı sıra uyuşturucunun yayılması, üstelik “yatıştırıcı” yönüyle teşvik de ediliyor ve alım-satımı doğallıkla en fazla, en çok dışlanmışların arasında yaygınlaşıyordu.
Hemen tüm Avrupa ülkelerinin kentleri, gettolaşmış banliyöleriyle Paris türündendi. Paris onların en büyüklerindendi. Ve Paris’in bir şöhreti daha vardı ki, o hemen herşeyde ön alır, baş çekerdi. Her “yenilik” hemen her zaman Paris’te ortaya çıkar ve kıtaya genellikle Paris’ten yayılırdı. Paris’in kıtanın geri kalanını etkilemesi, az-çok ardından sürüklemesi hemen bir kural gibiydi. Sonuç olarak, Avrupalı seçkinlerin tedirginliği anlaşılmaz değildi. Yine de “korkulan” olmadı. Belçika ve Yunanistan’ın, daha düşük düzeyli olarak Almanya’nın bir-iki banliyösünde görülen “yayılma” belirtileri neredeyse başlamadan bitti ve anarşist ya da anarşizan grupların marjinal “politik destek” gösterilerinin ötesine geçmedi.

“PARİS ATEŞİ”NİN NEDENİ
Paris alevlerinin nedeni ya da kaynağına ilişkin çoğu “beylik laf” düzeyinde genel-geçer tanımlar yapılsa da, her kafadan bir ses çıktı. Her tanımlamaya kalkışan, sirkatini söyleyerek kendisini eleverdi. Türkiye Başbakanı örneğin, “türban sorunu”na bağlama ferasetini gösterdi; aklınca Avrupalıyı “sıkıştırarak” kendi önünü açacaktı. “Güvenlik” doktrininde “Medeniyetler Çatışması” yaklaşımını tersten olumlayan tutumuyla, aslında kendi İslami fonunu zayıflattığının farkına varmadı.
Gerçekle en ilişkisiz ve üstelik Avrupa ülkelerinde gettolaştırılmış İslam ülkeleri kökenli göçmenleri en dara sokan tanımlama olayların “türban kaynaklı” olduğuna dair Türkiye Başbakanınınki olsa bile, bu tek ilişkisiz yorum değildi. Fili gördüğü ya da tuttuğu, genellikle işine gelen veya gönlünde yatan yerden tanımlayan tutumlar az değildi. Çoğu gerçeğin bir bölümünü ifade eden bu yorumların bir bölümü suçlayıcılara, bir bölümüyse anlamaya çalışanlar ya da destekçilere aitti.
Fransa İçişleri Bakanı Sarkozy, daha olaylar patlak vermeden, yaz aylarında ziyaret ettiği Paris’in yine “sorunlu” banliyölerinden olan Courneuve’de, “Bu semti haşere ilacı ile temizlemek lazım” diyecek türden bir kaynak ya da neden tespiti yapmaktaydı. Olaylardan bir hafta önce gittiği Argenteuil kentinde ise, kendisini protesto eden gençleri “ayak takımı” diye suçlamıştı. Ona göre, “serseriler” harekete geçmişti, “ayak takımı” “serserilik” yapıyordu. Olaylar sırasında bu saptamalarını yüksek sesle dile getirerek, “ateşe benzinle” gitti. Ateşin yükselmesinden çıkar uman bir tutum izledi, hatta gericiliği tırmandırmak üzere olayların büyümesini teşvik bile etti.
Fransa emekçilerine karşı korkuluk olarak sallanan ve son cumhurbaşkanlığı seçiminde kazanma ihtimali üzerine spekülasyonlar yapılarak, sağcı-solcu hemen tüm partilerin, J. Chirac’ın destekçisi olarak, onun etrafında birleştirilmesinin aracı kılınan Faşist Uulusal Cephe’nin lideri Le Pen, “serseriler”in dışlanmasında Sarkozy ile birleşmesine karşın, olaylara dair daha ileri saptamada bulunmuştu: “Bunlar iç savaşın habercisi olabilir.” Kuşkusuz iç savaş çıktığı yoktu! Olayların ardında yatan nedenler belirli birikimlere yol açacak türdendi, ama henüz iç savaşı haber verdiği de söylenemezdi. O da, tıpkı Sarkozy gibi, gericiliğin tırmandırılmasında bir fırsat yakalandığını düşünüyor, korku yayarak, olaylardan tedirgin olmuş ortalama Fransa yurttaşını yedeklemeye oynuyordu.
“İç savaş”tan biraz daha “düşük yoğunluklu” durum tespiti ise Fransız medyasında yoğun olarak yapılıp işlendi: “68 olaylarından sonra en büyük olaylar yaşanıyor!” Üstelik 68 olayları hatırlatması, sadece düzenin medyasından gelmedi. Avrupalı ve hatta Türkiyeli yarı-anarşist, anarşist çevreler de gönüllerinden geçeni ortaya atarak, benzer yorumlarda bulundular. Daha ileri gidip “Paris komünarları”nın ruhuna gönderme yapan ve “izlerinden yürüyen” gençleri selamlayanlar da yok değildi! Paris’te “isyan”, “ayaklanma” türü yorumlar, genellikle göçmen kökenli gençlerle sınırlanarak ileri sürülse de, neredeyse ortalamayı oluşturur durumdaydı.
Hem sağ hem sol tandanslı ortalamayı veren bir başka tespit ya da yorum ise, olayların kaynak ya da nedenlerine değil, ama kaynak ve nedenleri geriye iterek ve onların yerine geçirilerek, niteliğine ilişkin yapılan “vandalizm” suçlamasıydı. Orta sınıf mülkiyetçiliğinin düşkünlüğüyle ya da daha çok mülkiyet düşkünlüğünün tedirginliğini, dolayısıyla olayların gerçek kaynak ve nedenleri karşısında ilgisizliği ve kapitalist düzene bağlanma ve onu savunmayı kışkırtıp “sıradan” Fransızları yedeklemeyi amaçlayarak, yanı sıra az-çok geçimini sürdürebilmenin rahatlığıyla ya da yine geçimini sürdürebilen “sıradan” Fransızlara “bakın, nasıl amaçsız vurup kırıyorlar, gelin tepki gösterip düzenin saflarında birleşin” çağrısı anlamına gelerek, vandalizm suçlaması yapmak, en kolay olanıydı. Amaçsız vurdu-kırdıcılığı ifade eden vandalizm yok muydu, hatta daha ileri gidilerek, vandal eğilimin Paris ateşinin niteliğini verdiği söylenemez miydi? Soruların yanıtı “evet”tir. Ancak bunu söylemek kolayın kolayını seçmekten başka şey olamaz ve bu “evet” ile hiçbir ilerleme sağlanamaz. Bu tür kolaycı suçlamacılık tarzı devrimci olanın işi değildir. Doğru olan, vandalizmi saptamak, ama anlamsız suçlamacılığa yönelmeden, nedenlerini anlamak ve giderilmesi için kolları sıvamaktır.
Olaylarda içkin vandallıkla olayların nedeni arasında, üstelik, bugünkü Fransa somutunda bir uçurum bulunmamaktadır.

ÖFKE PATLAMASI

“Ayak takımı”nın vandalizmi mi, iç savaş habercisi mi, isyan mı, ayaklanma mı? Paris alevlerinde hepsinden “bir tutam” olduğu ortadadır. Bir isyan vardır arabaların ateşe verilmesinde. Sözlük karşılığıyla kullanılırsa bir “ayaklanma” hali de vardır. Vandalizm? O da vardır. Ve geleceğe dair, Fransa toplumunu, ileri düzeyde parçalanmışlığı ve önemli bir unsuru olarak dışlanmışlık üzerine kurulmuşluğuyla bir iç savaşın beklediği de söylenebilir. Ancak tek tek bu saptamaların hiçbiri, kendi tümellikleri ve oturtuldukları çerçeve itibarıyla Paris ateşini tanımlamamaktadır.
Patlayıcı madde stokları üzerine kurulu Paris’te, hem katılımcılarının tecrit edilmişliği hem de genel olarak “ayak takımı”nı kucaklamayışıyla sınırlı bir öfke patlaması yaşanmıştır. Yaşanan, kuşkusuz, Türkiye’de de seçkinlerin sık sık bir ihtimal olarak atıfta bulunarak korkularını ortaya koydukları bir “sosyal patlama”dır.
Zemini ve kaynağı, yalnızca Fransa’ya özgü değildir, geneldir, kapitalizmdir; tabii ki somut durumda, Fransız kapitalizmidir. Bu nedenle, ateşin kıtaya yayılması üzerine söylenenler tümüyle boş laf değildir.
Ve kuşkusuz zemin ve kaynak, olanca somutluğuyla günümüz kapitalizmidir ki, yalnızca esnek çalışma ve toplam kalitenin, düşük ücretlerin dayatılmasıyla değil, tüm pervasızlığıyla hemen hiçbir sosyal yan gözetmeyen çok yönlü neoliberal ekonomi politikalarıyla karakterizedir. Yalnızca istihdam edilen işçinin alınterini son damlasına kadar gaspetme üzerine kurulu değildir. Her açıdan sermaye birikiminin maksimizasyonu hedeflenmiş, kâr düşürücü tüm uygulamalar dışlanarak “gereksiz masraf kapısı” ilan edilmiştir. “Sosyal devlet”ten geriye hemen hiçbir şey bırakılmamasının olduğu kadar, örneğin yüksek kâr gerekçesiyle fabrikaların bile “ucuz işçi cenneti” Doğu Avrupa türü geri ülkelere taşınması ve üç kişinin işinin bir kişiye yıkılır olmasıyla da iyice yükselen ve zaten kapitalizmin olmazsa olmaz yol arkadaşı olan işsizliğin, sonuçlarıyla birlikte tahrip ediciliği alabildiğine artmıştır.
Bugünkü somut yıkıcı ürünleriyle Fransız kapitalizmi, aslında Fransa’daki AB Anayasası oylamasında ciddi denebilecek bir sorgulamadan geçirilmişti. Sorgulamanın eksikliği, sömürülen yığınları etrafında toplayan alternatif eksiği olarak belirmiş olsa bile, halkın çoğunluğu AB Anayasası’na “Hayır!” diyerek, özel olarak Fransa’da, neoliberal uygulamalarıyla kapitalizme karşı tepkisini ortaya koymuştu.* Fransa’da işçi ve emekçilerin ciddi boyutlara ulaşan tepkisini üzerinde topladığı AB Anayasası oylamasıyla kayda geçmiş olan kapitalizm ve yıkıcı sonuçlarının daha özel bir yönü ise, Paris ateşinde göründü.
Öncesinde, Le Pen’in aldığı yüksek oylar ve Sarkozy’nin yükselişi, Fransa’da ırkçı milliyetçi tutum ve yaklaşımların prim yaptığını ve gericiliğin bu yönlü demogojilerinin tutmasına elverişli bir zemin bulunduğunu ortaya koymaktaydı. Hemen tüm Avrupa ülkeleri gibi, ’50’li yıllarda 2. Emperyalist Savaş sonrası yeniden düzenleme ve toplumsal inşa koşullarında başlayarak, ’70’li yılları da kucaklayarak süren (son dalgaları ’80’li yıllara da yayılan) kapitalizmin canlanma ve yükseliş sürecinde, Fransa da emek arzında yetersizlikle karşılaşmış; ücretlerin aşırı yükselişini önleme ve dengeleme unsuru olarak, ülkeye yabancı işçi “davet etmiş”ti. Zaten eski sömürgeci ülkeler olarak çoğu Avrupa ülkelerinde, sömürgeleriyle olan tarihsel ilişkileri çerçevesinde yerleşmiş belirli bir sömürge nüfusu vardı. Demokrasi adına olduğu ileri sürülen kolay iltica koşulları da, işçi açığı içindeki Avrupa ülkelerinin bu açığı kapatmak açısından işine geldiği için “kolay”dı ve Avrupa, bu yoldan da kapitalizmin yüksek emek talebini karşılamaya yönelmişti. Nitekim, artık bu koşullar ciddi ölçülerde zorlaştırılmıştır, hatta, artık “fazla nüfus” içinde yer almaya başlamış mültecilerin, çoğu zaman oturum almış olsalar bile, geri gönderilmesi gündeme alınmıştır.
Ve bir yandan –daralma olmasa bile– kapitalizmin içine girdiği durgunluk işaretleriyle dolu süreç, diğer yandan neoliberal politikalarla yıkıcılığı artan bu süreç kapsamındaki gelişmelerin öncelikle ve en fazla “fazla nüfus” içindeki yabancı kökenlileri vurmasını koşullayan –yabancıların yaygın varlığı ve kapitalizmin yerli-yabancı farklılıklarının giderilmesi bakımından uygun zemin oluşturmayışı, tersine benzerleriyle birlikte bu farklılıkların devamından beslenmesinden semiren– ırkçı milliyetçi eğilim ürün vermezlik edemezdi. Göçmenlerin varlığı, ta eski sömürgecilik dönemine dayanıyordu; 2. Emperyalist Savaş sonrası artış göstermişti. Çalışma ve yaşam koşullarını aşırı kötüleştirici, sosyal hizmet ve yardımları geçersiz kılan neoliberal politikalar, dozajı ve tahrip ediciliği artarak, 25-30 yıldır uygulanmaktaydı. Ve yine dayanaklarını sömürgeci geçmişte bulan ırkçı milliyetçilik, ne yeni ne de güçsüz bir olgu olarak, kuşkusuz Le Pen ve faşist Cephe’siyle sınırlı değildi, ama cumhurbaşkanlığı ve hükümet katında da içerilmiş, Fransız kapitalizminin beslediği bir “devlet politikası” olarak işlevseldi. Yeni olan, neoliberal politikalarının sonuçlarının can yakıcı hal alması ve kapitalizmin durgunluk işaretleriydi.
25-30 yıllık neoliberal uygulamaların bir yönü ve ürünü olarak son bir “yenilik”ten söz edilmezse, Paris ateşi yine de anlaşılmaz olarak kalabilecektir. Neoliberal politikalar; yalnızca düşük ücret ve esnekleşmeyi, sağlık ve eğitim başta olmak üzere, sosyal hizmetler ve sosyal güvenliğin “masraf kapısı” olmaktan çıkarılmasını, özelleştirmeleri vb. hedeflemekle, işsizlik ve yoksulluğu artırmakla kalmamıştır. Başlıca hedeflerinden biri de, hak mücadelesini olanaksızlaştırmak olmasa bile zorlaştırmak üzere, başta sendikasızlaşmayı amaçlayıp besleyen uygulamalarıyla işçi ve emekçilerin örgütsüzleştirilmesi, örgütsüz toplum ve toplumsal atomizasyon olmuş ve bu doğrultuda önemli bir mesafe de alınmıştır. Bu, kapitalizmin hanesine yazılmış önemli bir başarıyı oluşturmuş, sendikalaşma oranı hemen tüm Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, Fransa’da da düşmüş, sendikalı işçi sayısı azalmış, düzen örgütleri olarak desteklenen burjuva toplumun parçası ve aracı “sivil toplum örgütleri” lehine toplumsal örgütlenmeler güç kaybedip cılızlaşmış, hatta çoğu işlevsizleşmiştir. Kapitalizmin neoliberal “yenilenmesi”nin toplumsal iktisadi ürünü olan, politika düzeyine de yükseltilmiş örgütsüzleştirme ve örgütsüz toplum olgusu; işsizlik, sefalettte artış vb. gibi yönleriyle birlikte, kapitalist politik ekonominin temel verileri arasında yer almıştır. İşçi bulma kurumları, meslek edindirme merkezleri işlevsel olmaktan çıktığı gibi, kapitalizme karşı mücadele merkezleri olarak, güç kaybı ve persfektif kaybı ya da bulanıklığı yaşayan sendikalar ve diğer toplumsal örgütlenmeler alternatif değerlerinden kaybetme sürecine sokulmuşlardır. Bunda, kuşkusuz onlara da yardım ve perspektif sunan sosyalist politik örgütlenmenin zayıflığının, bu zayıflamada “Avrupa komünizmi” vb. biçimlerinden geçerek bugüne gelen revizyonizmin, bugünkü biçimleriyle “sosyal hareket sendikacılığı” ve “sosyal forumculuk”un, Fransa özelinde bu tür sapkınlıklara yön verdiği kadar yine bu sapkınlıklarla karekterize Troçkizmin rolü belirgindir.
Taşımakta olduğu sorumluluklarından, kendisinin de bu zayıflamada rolü olduğu anlaşılan Fransa Genel İş Konfederasyonu (CGT) göçmen işçiler sorumlusu (aynı zamanda, kurucusu olduğu AEFTI adlı kuruluşta yabancı emekçilerin dil öğrenmeleri için çaba harcıyor ve Paris Belediyesi’nde “Uyum ve Sosyal İlerleme Konseyi” sorumlusu) Gerard Chemouille’in söyledikleri, örgüt ve örgütsüzleşme sorunu açısından geçmişle günümüzün karşılaştırılması bakımından önemli:
“Eskiden fabrikalarda yerli ve yabancı işçiler ortak bir yapı içinde mücadele veriyordu. Göçmen işçilerin sendikalaşma oranı çok yüksek olmasa da, önemli bir kaynaşma vardı. Ama birçok büyük işletmenin kapanmasıyla birlikte hem yerli hem de diğer uluslardan işçiler kapı önüne konuldu. Aradaki bağ koptu, toplumsal örgütlenme ağı çözülünce içe kapanma yaygınlaştı. Gençlerin bu olanağı da yok, çünkü eskiden kalifiye olmayan elemana ihtiyaç vardı, şimdi yok. Zaten sendikalaşma oranı oldukça düşük, gençlerin sendikalara yakınlaşması oldukça zor. Kabul etmek gerekir ki her yönüyle dıştalanmış kesimlerin toplumsal bir örgütlenmede yer alması oldukça zor.” (Evrensel gazetesi, 21 Kasım)
Tümü bir arada, yaşam koşulları olarak içinden çıkılmaz açmazlara sıkıştırdığı, eğitimi ve sağlığını gözetmeyi yük sayıp işsizliğe ve sefalete sürükleyerek, birey olarak ezmeye, toplumdan dışlayarak sınıfsızlaşmaya, toplumun, toplumdan dışlanmış en alt kesimi olarak batağa ve suça, çeteleşmeye, yeraltı dünyasına, uyuşturucuya, hırsızlığa, kap-kaççılığa vb. ittiği, polisiye önlemlerle hunharca üzerine varmanın ötesinde dikkate almadığı ve “adamdan saymadığı” kesimi, özellikle 3-4 kuşak göçmen, şimdiyse, kuşkusuz göçmen, ama gerçekte “arada” kalmış, ne yabancı ve ne de Fransız, ama hepsi birden olan, ne atalarının geldiği ülkelerin ne de Fransa’nın kültürel vb. değerleriyle yoğrulmuş, varoluşunu, herşeye ve herkese karşı sadece kendisi ve az-çok arkadaşlarının gücünde bulabilen, ne düzen ve kurumlarından ne de muhalif yapılardan bir “iyilik”, yolgösterme ve dayanışma gören, yaşam koşallarından başlayarak herşeye isyan halindeki, öfke dolu, öfkesini kusacak yer arayan göçmen gençleri patlamaya hazır “barut fıçısı” haline getirmişti. Kendilerine her “el uzatan”dan zarar görmüş, toplumsal olarak aşağılanıp itilip kakılmış, “kolluk kuvvetleri” başta olmak üzere, yalnızca zarar gördüğü ve darbe üstüne darbe yediği düzenin tüm kurumları ve kendisini durmaksızın kovuşturup duygusal ve fiziki olarak ezen devlet otoritesine beslediği düşmanlık duygularından hareketle –ve zaten hiç yararına tanık olmadığı– her türlü otoriteye düşman göçmen kökenli gençler, dokunulduğunda öfke patlamasına sürüklenmeye hazır durumdaydılar.
Yepyeni bir olgu ile karşı karşıya değildi Fransa ve kuşkusuz “banliyö isyanı”nın kendi ülkelerine de sirayet etmesinin tedirginliğini yaşayan Avrupa’nın aynı soruna sahip geri kalan ülkelerinin elitleri de korkularında haksız sayılmazlardı. Ve yine kuşkusuz, aşağılanıp dışlanmış, görece zayıf düzen muhaliflerince de kucaklanıp kapsanamamış, tek bildiği toplumsal örgütlenme türü arkadaşlarıyla oluşturduğu çeteler olan göçmen gençlerin öfke patlamasının da toplumsal varoluşuna uygun biçimler almasında şaşılacak hiçbir şey olmamalıdır. “Patlama”, düzen karşıtı öfkenin, nefret dolu göçmen gençlerin yaralarına az-çok merhem olacak, ve giderek göçmen gençler de içinde, insanın kendisinin efendisi olacağı düzen karşıtı gerçek ve sonuç alıcı kanalların yokluğu ya da cılızlığı koşullarında, bağlanabileceği, banliyöleri dayanağı kılmaya yönelik doğru yaklaşımlara sahip kapsayıcı sosyalist hareketin birleştirici çekim gücünü hissetmediğinde, kendiliğinden, öfkeyi biriktiren ve patlatan nesnel ve öznel unsur da gözönüne alındığında, ancak gerçekleştiği türden olabilirdi.

İLK DEĞİL…
Kaynağını kapitalizmde ve sömürgeci geçmişiyle neoliberal ekonomi politikaları ve “sosyal hizmet ve yardımlar yerine güvenlik önlemleri”yle karakterize olan gericiliğin tırmandırıldığı güncelliğinde bulan göçmen gençler ya da “banliyöler sorunu”nun, kendisini, ilk kez, son Paris ateşinde açığa vurduğu iddia edilemez. Paris’teki ateş, yalnızca “bardağın taşmakta olduğunu” göstermiştir.
Fransız yetkililerinin açıklamalarına göre, sadece 2005 yılı içinde, banliyölerde 70 binin üzerinde “şiddet olayı” kayda geçmişti. Otomobillerin ateşe verilmesi, belki son “patlama” sırasında görmezden gelinemez olmuştu, ancak “banliyö öfkesi”nin işareti olarak kendi geçmişi vardı. Yalnızca 2005 yılı içinde 28 bin otomobil ateşe verilmiş, ilaveten 17.500 çöp bidonu yakılmış ve 5700 ev tahrip edilmişti. Çeteleşme, çeteler arası çatışmalar, polise yönelik saldırılara ilişkin rakamlar da küçümsenir gibi değildi. Polis ve yetkililer, kendi aşağılayıcı müdahale, yaralama, sakat bırakma, işkence, öldürme vb. türünden saldırılarının rakamlarını tutmamışlardı; ama yine de rakamlar fikir vericiydi: 2005’te, on ay içinde, 442 çeteler arası çatışma olayının yanında, polise yönelik 3800 saldırı rapor edilmekteydi.
Sonunda “bardağı taşıran damla”, polisten kaçan biri Kürt üç gençten ikisinin sığındıkları trafoda yanarak ölmesiyle geldi ve biriken, önceden zamana yayılarak patlak veren öfke, kısa bir süreye sıkışarak patladı. Bir aya yakın sürede –“olağan günlerde” altı ayda yakılacak sayıda– yaklaşık 10 bin otomobil yakıldı. Çeteler arası çatışma hemen hemen durdu ve banliyö içlerine girmekten kendilerini sakınmalarına rağmen, polisle çatışma rakamı büyüdü. Toplu taşıma araçlarının, “önlem olarak”, yalnızca geceleri değil, akşam saatlerinden itibaren banliyö içlerine seferleri kaldırıldı. Başka bir “önlem” polisiye önlemlerin artırılmasıydı.
Yatıştırma sağlamaları için, yine “önlem olarak”, göçmen gençler üzerinde etkili olacağı düşünülen yabancılara yönelik kuruluşlara başvuruldu. Başvurulanlar, göçmenlerin kendi örgütleri olmadı, bu tür örgütlerin hemen tümü dışlanmış ya da işlevsizleştirilmişti; Fransız “ılımlı İslamı”nınki türünden devlet örgütlerinin eylemlere son verme yollu çağrı ve fetvaları ise karşılıksız kaldı. Medyanın aktardığına göre, olayların kızışmasıyla birlikte, Fransız hükümeti, 17’si “seçilmiş yerel yöneticiler”den 20’si de cami yöneticisi ve imam olmak üzere Cezayir kökenli “temsilciler”le durum değerlendirmesinde bulundu. Ardından Fransız İslamı’nın örgütü Fransa İslam Örgütleri Birliği (UOIF) “fetva” yayınlayarak, gençlere eylemlerden uzak durmalarını öğütledi. Türkiye başbakanının “türban” gerekçesini de boşa düşürerek, bu tür girişimler tamamen etkisiz oldu. Olayları “yerinde gözleyen” Hürriyet yazarı Ö. İnce’ye göre (10 Kasım, Hürriyet), sözkonusu olan, “laik gençlerin isyanı”ydı; “isyan”da “kara Afrikalılar”la “gayrımüslimler” de yer almıştı, “isyancılar”, ideolojik-kültürel durumlarının karmalığı ya da “melezliği”nin işareti olarak, “Selamünaleyküm” hitabına “Bonsoir” yanıtını veriyorlardı ve UOIF, yayınladığı “fetva” ile, yanlış olarak, “İslam ile vandalizm arasında bir amalgama yol aç”mıştı.

DÜZENİN SELAMETİ PEŞİNDE ELEŞTİRİLER…
Rivayet muhtelifti! Ancak olaylar patlak verdiğinde, asıl kaynak olan kapitalizme değinilmeden, yarım-gerçek yaygın olarak itiraf edildi: İngiliz gazetesi The İndependent, Fransız Devrimi’nin sloganlaşmış ilkeleri üzerinden Fransız hükümetini eleştirdi. Fransız Müslümanlarına uygulanan ayrımcılık dolayısıyla “özgürlük” ilkesi, “beyaz-olmayanlar arasındaki işsizlik oranının beyazların muhtemelen iki katı” olması dolayısıyla “ eşitlik” ilkesi, “entegrasyon politikalarının başarısızlığı” dolayısıyla “kardeşlik” ilkesini sorguladı. Fransız Liberation, “Devlet sorgulanıyor” manşeti altında, banliyö sakinleriyle sosyal kurumların “devletin sorunlu bölgelere yardım yapmaması”na ilişkin eleştirilerine geniş olarak yer verdi. Sağcı Figaro, “Son olayların, Fransa’nın entegrasyon politikasının iflas ettiğini gösterdiği”ni yazdı.
Ancak devletin politik düzeydeki ayrımcılığı eleştirilse de, “düzenin yeniden tesisi”ne dair bastırıcı önlemler konusunda hemen net bir fikir birliği görülüyordu. Banliyölerin ihmal edildiğine ve sosyal politikalarla entegrasyon politikasına ilişkin eleştiriler yapılıyordu yapılmasına, ama çözüm, “ayak takımı”nın daha sıkı zapturapt altına alınması ve “suçlular”ın cezalandırılmasına indirgenmekteydi. Sarkozy’nin “hüküm giyen yabancı gençlerin oturma izinleri olsa bile sınır dışı edilmeleri”ni resmen uygulamaya koyması ve “olay çıkaranları ciddi biçimde iş aramamakla suçlayan” Le Pen’in “olaylara karışan gençlerin vatandaşlığının düşürülmesi”ni istemesinin ardından, Cezayir ayaklanması döneminden kalma 1955 tarihli yasaya göre Olağanüstü Hal ilan edilmesi, yukarıda değinilen nedenlerle, toplumsal düzeyde önemli sayılabilecek tepkiler almadan, neredeyse genel kabul gördü ve bu, simgesel olarak, olayların sonuna doğru, anketlerde Sarkozy’nin popülaritesinin ciddi biçimde yükselmesiyle kanıtlandı denebilir.
Yine de “bardağın taştığı”nı söylemek aşırı iyimserlik olur. “Bardak” taşmasına taşmıştır; ancak “taşkınlık” oldukça küçük çaplıdır ve şimdilik tecrit edilmişliği içinde kalabilmiş; olanları “iç savaş habercisi” sayan Fransız ve Avrupa gericiliğinin dışında, gerekli müdahaleyi bugünden örgütleme durumunda olanlara ise, ilerideki büyük “taşkınlar”ın birikimi açısından uyarıcı olmuştur.

GERİCİLİĞİN TIRMANDIRILMASINA GEREKÇE YAPMAK

Ateşli olayların ardından, Fransız burjuvazisinin, olaylar sırasında aldığı tutumu sürdürerek, olan-biteni, gericiliğin tırmandırılması yönüyle bir fırsat olarak kullanarak değerlendirmesi beklenen gelişmedir. Olaylardan, belki bir kez daha çıkarılması gereken ders, yenilgiye uğramış her gerçek halk devrimi kadar, yarım-yamalak, akim kalmış her başkaldırı açısından geçerli olanın; hele gericiliğin eline kullanacağı eşsiz fırsatlar sunan örgütsüz, hedef ve amacı belirgin olmayan ve düzenin gerçek bir “eleştirisi”ne ve yerine yenisinin konmasına bağlanmayan, ama düzenin zaafiyetini ortaya koyan her az-çok toplumsal karakterli eylemin “kaderi olan”ın, yalnızca göçmen gençler ve onların tecrit edilmiş öfke patlamasına mekanlık eden banliyölerin değil, ama onlar ve öfkeleri vesile edilerek, kapitalizmin tüm ezilenlerinin ve toplumsal muhalefetin başına geleceğidir. Yalnızca muzaffer burjuva devrimleri ya da yenilmiş sosyal devrim girişimlerinin değil, ama toplumu az-çok sarsan, fakat sermaye ve devletinin saldırılarını püskürtmeye güç yetiremeyen, hatta konumuz örneğinde olduğu gibi, ciddi biçimde sarsmasa bile, abartılarak öyle gösterilen, devlet mekanizmasının zaafını belirten her gelişmenin, bu mekanizmanın yetkinleştirilmesi bakımından kullanılması kuraldır. Aristokrasiyi devirerek iktidara gelen burjuvazi, ilk iktidar günlerinden bu yana böyle davranmıştır. Yine öyle yapacak ve hele toplumun sömürülen ve ezilen diğer kesimlerinden de tecrit olmuş haldeki Paris ateşi, yalnızca ateşi tutuşturanlara karşı kullanılmakla kalmayacak, genel olarak gericiliğin pekiştirilmesi için değerlendirilecektir ki, değerlendirme, olaylar sürecinde başlamıştır.
Paris’te tutuşturulan ateşin burjuvazinin eline bu fırsatı, hem de “altın tabak içinde” sunduğu kuşkusuzdur; ancak, suç, göçmen gençler ve vandalizmlerine yıkılacak kadar basit değildir, hatta en çok “mazur görülmesi gereken”in o gençler olduğu söylenebilir. Sadece kendilerinin değil tüm ezilenlerin durumunu zora sokmuş, ama ancak kendi başlarına yapabileceklerini yapmışlardır.
Ne “banliyö sorunu”nu yaratan onlardır, ne neoliberal politikalar ve ne de ayrımcılığın sorumlusu. Avrupa burjuvazisinin tümü gibi Fransız burjuvazisi de, kendi suçu olan “banliyö sorunu” ve yerli-yabancı çelişkisi üzerinden “oyun oynamakta”dır; ırkçı milliyetçiliğiyle yabancı düşmanlığını teşvik etmekte, Fransız emekçilerini buradan çekiştirerek yedeklemeye ve tabanını genişletmeye çalışmaktadır. Aşağılamaları ve zecri önlemleriyle isyana teşvik ettiği göçmenlerin, kuşkusuz en heyecanlı ve parlamaya hazır gençlerinin sürekli tahrik edilen öfkesi, hem de en tecrit edilmiş, hiçbir politik yöne sahip olmayan içeriğiyle, kendiliğinden ve sadece yıkıcılığıyla patlak verdiğinde ise, dönüp göçmen olmayan Fransızlara, onları hedef göstermekte ve “bu oyun”, sosyalizmin politika sahnesindeki eksikliği ya da cılızlığı koşullarında tutmaktadır. Çift tarafı keskin bir bıçak gibi, güçlü sınıf bilinci ve örgütlülüğüyle sosyalist hareketin gelişkinliği koşullarında adaletsizlik, eşitsizlik ve özgürlük yoksunluğuna karşı mücadelenin kaldıraçlarından olabilecek ayrımcılık, bu olmadığında, önyargılardan da güç alarak sömürülen yığınların yerli ve yabancı olarak bölünüp birbirine düşürülmesinde, burjuvazi için paha biçilmez bir dayanak oluşturabilmektedir. Yine, yerli ve yabancı işçi ve emekçileri hak mücadelesi ve sosyalist amaçlar etrafında birleştirme perspektifine sahip, mücadeleci görece etkili bir sosyalist hareketin varlığı koşullarında, fabrikalarla birlikte onun başlıca kalelerinden olacak banliyöler, bugün ayrımcılığın yatağı olduğu kadar, neredeyse “cüzzamlılar” türünden “sorunlu” sayılarak, ve son ateşe vermelerin kolaylaştırdığı “olaylar”ıyla toplumun geri kalanına ürküntü verecek biçimde yansıtılarak, özellikle yerli-yabancı bölünmesi üzerinden sınıf çelişkilerinin örtülmesi ve Fransız asıllı emekçilerin yedeklenmesinin bir aracı olarak kullanılabilmektedir.
Şüphesiz “Paris ateşi”, yıkıcı, ellerinde kalan hakları da tırpanlayarak, hem tutuşturucularını hem de tüm sömürülen ve ezilenleri “yakma”ya şimdiden gerekçe edinilen alazlarıyla olumsuz sonuçlara yol açacak türden olmuştur. Bu açıdan eleştirel yaklaşılmalıdır; ama “suçlu” sandalyesine en son oturtulmaları gereken göçmen gençlerin, yaşam koşullarıyla birlikte, herşeyden önce anlaşılmayı gereksindikleri unutulmadan.
Çeteleşen, toplumun marjinal kesimi olarak itilip kakılan ve dışlanarak “pislik” olarak nitelenen, kapitalizmin ürünü bataklığa sürüklenen ve ilk “akıllarına” gelene yönelerek kendi banliyölerini ateşe veren gençlerin kazanılmalarının olağanüstü zorluğu ortadadır. Ve zaten ateşe verme eylemlerinde yer alanlar, şu semtte yüz bu semtte yüz elli kişi olmak üzere, banliyö gençlerinin daha çok çeteler olarak örgütlü küçükçe bir kesimini oluşturmaktadır. Onların da dışlanması gerekmemektedir; ancak banliyölerde yaşlı-genç milyonlar barınmaktadır ki, adına layık bir sosyalist hareketin, kazanılmaları için doğru bir perspektifle planlar yapıp harekete geçmesini ve banliyöleri sağlam dayanaklarına dönüştürmek üzere işe girişmesini mutlak surette gereksinmekte ve beklemektedirler. Ancak bunun hareket noktası, “banliyö sorunu”ndan söz edip durmak ya da eylemci gençleri vandalizm vb. ile suçlamak olamaz; ama fabrikaların yanında en çok banliyölerde su yüzüne çıkan karşıtlıklarıyla, kapitalizm ve yıkıcı sonuçlarının suçlanmasını sürekli kılmak ve yerli-yabancı işçi ve emekçilerin birleşik hak ve sosyalizm mücadelesini örgütlemek üzere kolları sıvamak olabilir. Gericiliğin tırmandırılmasının önünün kesilmesinin yolu da başka bir yerden geçmemektedir. Ve bilmek gerekir ki, bu alanda mesafe alınmadan, burjuvazi, hemen her gelişmeyi kendine yontmayı ve her halükarda hemen tümünden gericiliğin tırmandırılması için fırsatlar yaratmayı başaracak ve saldırılarının geriletilmesi için ciddi bir temel oluşturulamayacaktır.

SONUÇ YA DA ATEŞ VE SOSYALİZM
“Sorunlu banliyöler” yalnızca bugünün gerçeği değiller. “Banliyöler sorunu” Fransa tarihinde ilk kez yaşanmıyor. Ancak bu biçimde yaşanması herhalde ilktir. Yoksa fabrikaların yanı sıra kuşkusuz banliyöler, Fransız kapitalizmi ve burjuva gericiliğinin olduğu kadar, örneğin 1871 Alman ve 2. Emperyalist Savaş’ta NAZİ işgalcilerinin de hep “sorunu” olagelmiştir. Örnekse Paris Komünarlarına yataklık etmiştir. Örnekse Petain’in işbirliği ile gerçekleşen NAZİ işgali döneminde, bütün hunharlıkları ve katliamlarına rağmen, o aynı banliyöler, işçi mahalleleri, Direniş’in örgütçüsü FKP sekreteri M. Thorez başta olmak üzere, direnişçi komünist militanları, evleri ve sokaklarında yıllarca saklayıp barındırmış ama ele vermemiş, üstelik Paris Direnişi’nin merkezleri olmuşlardır.
Banliyölerin o zaman da, 1841 Lyon Ayaklanması’ndan beri geçmişte de, bugün de “sorun” oldukları gerçektir. Burjuvalar buraları hep sorunlu saymışlar ve bir “banliyö sorunu”ndan söz etmişlerdir. Gerçekte bu “sorun” oluş, yaklaşıma göre farklılaşmaktadır. Ne tür ve kimin için sorun? İlk ve temelli yanıt, kapitalizmin sorunu ve kapitalizm için sorun şeklindedir. Bugünse kapitalist gericilik, tam da kendisinin sorunu (ürünü) ve kendisi için sorun değilmiş gibi, banliyöleri, herkesin sorunu ve herkes için sorun olarak dayatmaktadır. Hayır, banliyöler, şüphesiz işçi ve emekçilerin, yoksulların ürünü olarak sorun değildir, ama onlar için de sorun haline getirilmek istenmektedir.
Evet banliyöler “sorunlu”dur. Ama burjuvazinin göstermeye çalıştığı ve öyle sayılması için uğraştığı türden, “kimin başına ne geleceği belli olmayan”, vurmaya-kırmaya hazır, hırsız, soyguncu vb. yatağı olmakla sorunlu değillerdir. Doğal ki banliyöler bu tür olaylardan muaf değildir, ama bu tür “sorunlar” sonuçtur. Ancak kimin başına ne geleceği hiçbir zaman belli olmayan, bilinmeyen pazarlar için üretimin anarşik niteliğiyle koşullanan sonu gelmez rekabetin insanı insanın kurduna dönüştürdüğü son sömürücü toplum olarak kapitalizm, kuşku yok ki, belirsizlik, anarşi ve rekabet kadar, şiddeti de kendisi üretmektedir, şiddetin kaynağıdır. Birbirlerini ve halkı vurup kıran, gerek kendi aralarındaki rekabette gerekse halka karşı gangsterlik ve Mafya yöntemlerinin kullanılması, şiddete başvurma, Kontrgerillanın bir iktidar güç ve aygıtı olarak el altında tutulması dahil, kir ve pas içinde olan burjuvazi ve kapitalizmdir. Uyuşturucu tezgahı da, çeteler de onundur, topluma onun tarafından ve toplumu denetim altında tutmak üzere dayatılmıştır ve ondan bağımsız, onun tarafından beslenmeyen ne uyuşturucu ticareti, ne çeteleşme, ne de başka bir “kirlilik” ve suç olanaklıdır. Uyuşturucu ticareti ve çeteleşme, burjuvazi ve kapitalizm tarafından toplumun bütününe yaygınlaştırılmaktadır ve kuşkusuz en kolay kök salabileceği ve saldığı, en kolay “militan” edinebildiği kesim, en yoksul ve en çok işsiz-güçsüz bırakılmış banliyölerin “bir baltaya sap olma” imkanı elinden alınmış, horlanmış, umudu kırılmış, öfke dolu ve bu öfkesini boşaltacak yer arayan gençleri olmaktadır. Ancak bu nedenle sözü edilen gençleri suçlamak kolaydır, ama gerçeklere göz kapamaktır ve en hafif deyimiyle haksızlıktır.
Öte yandan banliyöler, gerçekten sorundur ve sorunludur. Derinleşmiş toplumsal kutuplaşmanın bir yönü olarak, işsizlik, yoksulluk, sefalet, eğitim ve sağlık yoksunluğu türünden, kapitalizmin, hele neoliberal uygulamalarıyla yıkıcılığı tırmandırılmış ürünlerinin pençesindeki işsizler, düşük ücretli işçi ve emekçilerin üst üste yığıldığı yerler, banliyölerdir. Diz boyu haksızlık ve adaletsizliklerin dayatıldığı, sakinlerinin gözleri önünde hergün zengin semtleriyle binlerce eşitsizliğin yaşandığı banliyölerin sorunu buradadır, sorunları bunlardır, sorunlu oluşu bu nedenlerledir. Ve banliyöler, ancak, haksızlık, adaletsizlik ve eşitsizliğin, işsizlik, yoksulluk ve sefaletin merkezleri olarak ele alındığında, “banliyöler sorunu” ve kaynağına doğru ve gerçekçi yaklaşım mümkün olabilir. Ötesi, burjuva yaklaşımdır, suç ortaklığı anlamına gelmek üzere, kapitalist düzene yedekleyici burjuva propogandasından etkilenmedir.
Fransız sosyalizm tarihinde örnekleri bol olan sınanmış banliyöler yaklaşımını sürdürmek gerektir: Neoliberalizmin tırmandırdığı, banliyölere dayatılan işsizlik, yoksulluk, sefalet türü kapitalizmin ürünleriyle, yine aynı tür ürünlerden olan uyuşturucu vb.’ye karşı mücadele; çalışma koşullarının yanı sıra yaşam koşullarının iyileştirilmesi için mücadele ve bu mücadelenin kapitalizme karşı mücadeleye bağlanıp, bu mücadelenin kaldıraçlarından kılınması. Bu kuşkusuz, işçi sınıfının işidir, kapsayıcı işçi hareketinin üstesinden gelebileceği bir görevdir. Ancak işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin –en azından her zaman– bunu başarmaya güç yetiremeyeceği*, ayrıca kanıtlanmayı gerektirmez. Gerekli olan bağımsız birleşik işçi hareketidir, sosyalist işçi hareketidir. Geçmişte, sosyalist işçi hareketinin, güçlü bir komünist partisinin varlığı koşullarında, banliyöler kelimenin sözlük anlamıyla “sorun” olmamış, ama işçi hareketi ve sosyalizme dayanaklık etmiştir. Bugünse, “banliyöler sorunu” ve buradan harlanan Paris alevleri, kapitalizm kaynaklı olmanın yanında, dayanak olmak bir yana, sosyalizm eksikliğinin, bu eksikliğin müsebbibi olan, burjuvaziye iltica ederek kapitalizme eklemlenmiş revizyonizmin kefareti olmuştur.
Alevlerle ilişkilendirilerek ’68 olaylarına sağ ve soldan yapılan atıfların tek doğru noktası da buradadır: Hem ’68 ve hem de daha küçük ölçekli ve tecrit edilmiş haliyle son Paris ateşi, reformist revizyonizmin kefaretidir. ’68, devrimci değerlerden kopmuş, devrimci perspektif ve çalışmayı terkederek sosyalizmi bozuşturmuş, işçi sınıfını düzene yamamaya soyunmuş, sorunları ve talepleriyle gençliği devrimci amaçlarla kucaklama ve sahiplenerek işçi sınıfı ve hareketinin etrafında birleştirme yerine, düzen penceresinden “goşizm”le suçlamayı seçmiş revizyonizmin kefaretiydi. Paris ateşi de, reformist revizyonist mecrada ilerleyişin yozlaştırıcılığının sosyalizmden geriye pek az şey bıraktığı, iyice zayıflatılmış sosyalizmin eksikliği koşullarının kefareti olarak oluşmuştur.*
“Vandalizm” konusu da, doğrudan burasıyla bağlantılıdır. Göçmen işçiler ve göçmen gençler, Fransa’da yeni bir olgu değildir. Tersine sömürgecilik döneminde, Ho Chi Minh ve arkadaşları örneğinde olduğu gibi, ileri unsurları, Fransa’da sosyalist hareketin bir parçası olarak örgütlenen ve FKP üyesi olan göçmenler arasından, “vandalizm” eğilimi değil, Fransız işçi hareketinin olduğu kadar, sömürgelerde emperyalizme karşı mücadele, direniş ve devrimin örgütçüleri çıkmıştır.
Ne kadar sosyalizm o kadar az vandalizm!
Bilinir, işçiler arasında da vandalizm eğilimleri görülmüştür. Bu, daha çok Marksizm öncesi döneme, sınıfın ilk oluşum ve gelişimi dönemine özgüdür. İşçiler, başlangıçta, kuşkusuz kapitalizm karşıtı bir sınıf olduklarını farkedemedikleri, düşmanlarını tanıyamadıkları ve ne yapmaları gerektiğini çözümleyemedikleri koşullarda, maruz kaldıkları sömürü ve baskının suçlusu olarak makinaları görmüşler ve onları kırıp tahrip etmeye yönelmişlerdi. Kendilerini ve düşmanlarını tanıdıkça, bu eğilim silinmiş –ya da tümüyle silinmese bile son derece azalmış ve ancak anarşist tahriklerinin etkisine bağlanmış– ve işçiler kapitalizme karşı mücadeleye girişmişlerdir. Şimdi yine mücadele içinde kendisinin ve gücünün farkına varma imkanı işsiz-güçsüz bırakılıp sınıfsızlaştırılarak, toplumdan dışlanarak ellerinden alınan ya da aşırı ölçüde zorlaştırılan kesimlerin bu tür eğilimlerinin görünmesi anlaşılmaz değildir. Asıl ana gövdeyi oluşturan banliyö emekçileri ve yoksulları, çalışma ve yaşam koşullarının olağanüstü kötüleştirilmesine ve nedeni olan kapitalizme karşı hak ve sosyalizm mücadelesinin çekim alanına girdikçe ve burada kendisinin ve gücünün yeniden farkına vardıkça bu eğilim, yerini kapitalizme karşı mücadele eğilimine bırakacaktır.
Öte yandan sosyalizm eksikliğine karşın, Fransız işçi hareketinin yeni bir toparlanma ve hareketlenme dönemine girdiği ya da girmekte olduğundan, en azından bunun belirtilerinin görünmeye başladığından söz edilebilir. AB Anayasası’na işçilerin büyük çoğunlukla “Hayır” demesi bir belirtidir. Emeklilik yaşının yükseltilmesi ve sosyal hakların budanmasına karşı gerçekleştirilen oldukça güçlü eylemler bir belirtidir. Geçen yıl, göçmen gençleri de kucaklayarak yükselen eğitimde özelleştirmeye karşı ve “fırsat eşitliği” için öğrenci eylemleri yine bir belirtidir. 4 Ekim’deki hayat pahallılığına ve özelleştirmelere karşı düzenlenen geniş katılımlı genel grev, en yakın tarihli olandır. Ve Marsilya’da bir ayı aşkın süren taşıma işçilerinin grevi ve özelleştirmeye karşı direniş belirtidir. İşçi hareketinin kendisini yenileyerek yükselişinin sosyalizmin de kendisini yenilemesi ve yeniden canlanmasına temel sağlayacağını ve bunun tüm “taşları yerli yerine oturtacak” başlıca unsur olacağını söylemek yanlış olmayacaktır!
Temel ihtiyaç, sosyalizm ve güçlenmesidir; işçi hareketinin, sosyalist işçi hareketi olarak birliğini sağlaması ve kapitalizmin alternatif gücü olarak, onun karşısına dikilmesidir!

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑