Türkiye, sosyal, tarihsel, coğrafi, kültürel… çok çeşitli koşul ve nedenlere bağlı olarak, siyasal gündemi çok çabuk değişen ve toplumsal-politik vb. sorunlarının egemen burjuva sınıf politikalarıyla ağırlaşıp çözümsüzlük üreterek toplumun üzerine çökmesiyle, “müzmin” ve ‘değişken’ siyasal-sosyal gündemi içinde, kısa aralıklarla “geriye atılmış” gibi görünen temel önemdeki sorunlarının, hem birçok başka olay ve gelişmeye bağlandığı, hem de o olay ve gelişmelerin etkeni ya da ana etkenlerinden biri olarak işlev gördüğü bir ülkedir.
Kürt sorunu da, hem bölgesel ve bu anlamıyla uluslararası özellikteki olaylara bağlanan, hem de o olay ve gelişmelerin etkenlerinden biri olma işlevi görebilen sorunlardan biridir; ve son dönemin en önemli tartışmalarının odağında durmaktadır. Basın-yayın organlarında, hükümetin ve Genelkurmayın açıklamalarında, gazeteci, yazar ve aydınların tartışmalarında, ağırlıklı olarak “terör sorunu” ve “teröre karşı mücadele” ile ilişkilendirilerek, yeniden ve yoğun biçimde, siyasal gündemin (buna askeri boyutu da ekleyebiliriz) ön sıralarına yeniden çıkmıştır.
Devletin silahlı güçleriyle PKK arasındaki çatışmaların yeniden ivme kazanması, silah seslerinin artması, mayın-bomba patlamaları, öldürülen PKK eylemcileriyle asker cenazeleri, zaten canlı olan “duyarlılık”ı artırdı ve kişi, grup ve partiler, generaller ve hükümet, basın ve televizyon kanalları, sermaye örgütleri, milletvekilleri, belediye başkanları ve aydınlar, bulundukları taraf ve yerden, soruna ilişkin tutumlarını bir kez daha ortaya koydular.
Bu gelişmelerle bağlantılı olarak, Türk ve Kürt aydınları da, birer bildiriyle çatışmaların yeniden yoğunluk kazanması karşısındaki endişelerini ve bir yönüyle de çözüme ilişkin tutumlarını “kamuoyu”na açıkladılar. Sonradan onlara yenileri katıldı; destekleyerek ya da karşı taraftan, saldırarak. Aydınların bildirilerine ilişkin tartışma bugün de devam ediyor.
AYDINLARIN AÇIKLAMASI YA DA TÜRK AYDINI SORUNUN NERESİNDE?
Devlet ve hükümetin, Kürtler ve Kürtlerin ulusal demokratik talepleri karşısında yürüttüğü politikayı yeniden sertleştirmesi, ve “terörün yeniden başlama olasılığı” gerekçesiyle, Kürt kent ve kırında askeri operasyonları yeniden başlatması karşısında, Türkiye’nin Türk ve Kürt kökenli aydınlarının, “çatışmasız bir ortamın sağlanması” talebiyle[1] birer bildirge yayınlamaları, aydınların toplumsal sorumluluğu bakımından önemli bir girişimdi. Ancak, özellikle “Türk Aydınları”nın bildirgesi, “çağrı yapılan taraf”, sorunu ele alış tarzı ve kapsamı yönünden ve öne çıkardığı kaygının niteliği açısından hayli sorunluydu ve “Türk aydınları”nın tutumu, bu bildirgenin amaç ve işlevi yönünden irdelenmeyi hak ediyordu.*
Kuşkusuz, Türk ve Kürt aydınlarının, bu nicelikte katılımlı olmamakla birlikte, daha önce de çeşitli vesilelerle, “barışçıl” çağrıları olmuştu. Ancak bu yenisi, hem “iki kesim”den aydınların “birbirlerini olumlu yanıtlaması” anlamına da geliyordu, hem de kitlelere karşı gerici tehdidin postal sesleriyle karışık büyüdüğü bir dönemde, şiddet ve terörün gündeme sokulmasına karşı bir duyarlılık işareti olabilirdi. Ama dahası vardı; özellikle “Türk Aydınları” adına yayımlanan açıklama, aydınların öteden beri bulundukları zemin, devlet ve hükümetlerin politikaları karşısındaki tutumları, şovenist etkilenmeleri vb. nedenlerle, sermaye ve devlet politikasıyla çatışmamayı esas alan bir üslup ve içerikte ele alınmış ve hazırlanmıştı.
Tek yanlı ve Kürtlerin durumu, hakları ve eşitlik isteklerini gözetmeyen “Türk Aydınları Bildirgesi”, esas olarak PKK’ya “kayıtsız-koşulsuz silah bırak” çağrısı yapıyor; “barış”ı da bu koşulla gündeme getiriyordu. Bildirge, hakim görüşüyle, ÖDP’nin şovenizme bulanmış burjuva liberal anlayışlarının izini taşıyordu ve örneğin, “Birgün gazetesi”ndeki köşe yazılarında bu anlayış, mantık oyunlarına da baş vurularak, devletin, “kendisine silah çeken güçlerle savaşmak zorunda olduğu” şeklinde dile getiriliyordu.[2]
Ülke sorunlarına sorumluluk duygusuyla hareket ettiklerini söyleyen “Türk aydınları”nun bu tutumu; ülkenin durumunu ve onun en önemli unsurlarından biri olmakla kalmayan, içerde, bölgede ve uluslararası alanda, bugünü ve geleceği yönünden, temel önemdeki sorunlardan biri olduğu, tüm bir ‘Cumhuriyet Tarihi’ ve özellikle son yirmibeş yılın gelişmelerince kanıtlanan Kürt sorunu açısından, nesnel durum ve gerçeği ne kadar göz önünde tutuyor ya da dayanak alıyordu? Başka bir deyişle, “Türk Aydınları”, somut olgu ve olaylar karşısında, doğru yerde durup, sorunun çözümüne gerçekten hizmet eden bir tutum mu geliştiriyorlardı?
Buna doğru bir cevap verebilmek için, her şeyden önce Türkiye burjuvazisinin Kürt sorunu politikasına ve bu politikaları da koşullayan sorunun kendisine aydınların nasıl baktıklarının belirgin olması gerekiyor. Bunun için de, egemen sınıfların Kürt politikasına kısaca da olsa yeniden bakmak, ve aydınların, tutum belirlerken, bu egemen politikayı ne oranda dikkate aldıklarını ya da bu politikayla onu ısrarla sürdürenlere karşı nerede durduklarını doğru olarak belirlemek zorundayız.
AYDINLAR DEVLETİN KÜRT POLİTİKASINA NE DİYORLAR?
Türk büyük burjuvazisiyle devlet ve hükümetler, 80 yılı aşkın bir süre, Kürdün ulusal varlığını inkar ve ulusal hak eşitliği talebini baskı ve şiddetle bastırıp etkisizleştirme politikası izlediler. Yok sayma, terörle bastırma ve asimilasyon, bu politikanın özünü oluşturdu. Burjuvazi bu sorunu tüm emekçilere yönelen saldırının gerekçesi olarak kullandı ama, onun, emperyalistler tarafından istismar edilerek kendisine karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmasına ve giderek artan bir biçimde kangrenleşerek en önemli açmazlarından birine dönüşmesine engel olamadı. Buna karşın, bu politikada ısrar günümüze kadar geldi. Baskı ve şiddetin dozunun nispeten azaltıldığı dönemler olmakla birlikte, devlet zoru, Kürtlerin başı üzerinde bir kılıç gibi hep varolageldi. Kürtler baskıya direnip, ulusal haklarından söz edip mücadeleye yöneldikleri her durumda daha da artan saldırıların yanı sıra generallerin, “tarih” anımsatmasıyla karşılaştılar. Boyun eğmez ve mücadeleye yönelirlerse, “tarihteki gibi” ezileceklerdi. Demirel, fırsat buldukça, “28 ayaklanma”dan söz etti ve buna, “devletimiz her tür tehditle başa çıkacak güçtedir” diye eklemeyi ihmal etmedi.
Bir süredir yeniden, bir seferberlik halinde gündeme getirilen, sermaye güçleri ve şoven gericiliğin büyük sermaye ve genelkurmay etrafında birleştirilmesini ve böylece işçi-emekçi hareketine ve Kürtlerin demokratik-ulusal talepleri etrafında gelişen mücadelesine karşı saldırı politikası ve cephesini güçlendirmeyi hedefleyen politika, çözümsüzlük üreten bu “eski” politikadır. Ülkenin istikrarsızlığı; halk kitlelerinin baskı altına alınması, kaynakların silahlanmaya ve halka karşı şiddet örgütlenmesine ayrılması; şovenizm ve burjuva milliyetçiliğinin körüklenerek Türk ve Kürt emekçi kitleleri arasına nifak tohumları ekilmesi gibi, tüm unsurlarıyla ülkenin ve halkın çıkarlarına aykırı sonuçlar doğuran politikadır bu.
General Başbuğ’un, “terör örgütünün umudu ve dayanaklarının yok edilmesi” olarak ifade ettiği “yeni dönem” askeri-politikası, sermaye ve devlet güçlerinin, “PKK terörüyle mücadele” adına Kürt varlığına karşı ısrarla sürdürdükleri bu yıkım ve çözümsüzlük politikasıdır. Ulusal hak eşitliği ve kendi kaderini tayin etme istemiyle ortaya çıkan Kürtlerin milyonlarla ifade edilen toplumsal gerçeğini inkardan gelen ve general Başbuğ’un seleflerinin birçok kez tekrarladıkları, bu, yok sayma ve “yok etme” anlayışı ve pratiğine dayalı, egemenlerin açmazını da derinleştiren “kör politika”, kısa sayılamayacak “düşük yoğunluklu savaş” döneminden sonra, içine girilen ve nispeten daha kısa süren “çatışmasızlık yılları”nın geride bırakılmasını da –bunu, özellikle son ayların gelişmelerine bakarak görmek mümkündür– adeta kaçınılmaz kılan bir politikadır.
“Terörist örgütün umudunun ve kökünün yok edilmesi için terörle mücadelede koordinasyon, planlama ve karar alacak, doğrudan Başbakan’a bağlı, ulusal güvenlik başkanlığı gibi bir birim”in kurulması yönündeki “TSK önerisi”nin Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından “olumlu bulunduğu” açıklaması, Kürt halkının ulusal demokratik taleplerinin bastırılması ve işçi ve emekçilere karşı oluşturulmuş Özel Harekat Dairesi, Özel Tim, Jitem, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği, Korucular ordusu vb.’nin yanına yenilerinin eklenmek istendiğini göstermektedir. Genelkurmay ve hükümetin, sermaye basını desteğindeki bu “yeni” saldırı dalgasının, o, izlenen “geleneksel” politikanın devamı olmakla birlikte; “Avrupa uygarlığıyla birleşme” propagandası eşliğinde ve “Kopenhag Kriterleri” ve “uyum yasaları” çerçevesinde atılmış adımlardan ‘geriye dönüş’ gibi bir yeni yönünden de söz edilmelidir.
Bayrak provokasyonu, burjuvazinin gelişmelere karşı tepki ve önlemleri kapsamında ve fırsata dönüştürülerek şoven bir dalgayla gericiliğin güçlerini yeniden toparlama; “savrulmuş” orta sınıflarla küçükburjuva kesimleri ve sendika bürokrasisini yedeğe alma kampanyası olarak işlev görmüştü. L. Zana ve diğer eski milletvekili Kürt politikacıların hapisten çıkmaları, Kürt politikasının öne çıkardığı öteki bazı kesimlerle birlikte, DTH (Demokratik Toplum Hareketi) adıyla “yeniden partileşme” sürecini başlatmaları ve yaptıkları toplantılarda ya da “yabancı misyon temsilcileriyle görüşme”lerde dile getirdikleri düşünceler üzerinden; esas olarak da bu tutum ve düşüncelere karşı, “Türk milli hasasiyeti” sürdürüldü; “hasasiyet”in diri tutulması için, özellikle basında, “seferberlik ruhu”nun geliştirilmesi ve güçlendirilmesi kampanyaları düzenlendi. MGK ve Genelkurmay; “ülkenin ve milletin hasasiyetleri” üzerinden “iç ve dış tehdit belirlemesi”ni yeniledi; “bölücülük ve şeriatçılık”ın yanı sıra “varoşlar” da iç tehdit unsurlarına eklendi. Genelkurmay ve orgeneral Y. Büyükanıt’ın, “bölücü örgütün gücünü artırdığı ve ülke sınırları içindeki yığınağını takviye ettiği” yönündeki açıklamalarına, “PKK’ya karşı operasyonların yeniden başlatılacağı” propagandası eşlik etti. Genelkurmayın son açıklama ve “uyarıları”, bu gelişmelerin ardından geldi. “Önlemler” ve tutum olarak öne çıkarılan politika, adını anmaksızın tüm bu gelişmeleri veri alıyor ve aslında, gelişmelerden, burjuvazi adına çıkarılan sonuç üzerinden yönelişi belirliyordu.
General Başbuğ’un “nota”sından sonra, sermaye basını ve yazarları, Kürt sorununu “PKK terörü”yle eşitleyerek, ona karşı saldırıların desteklenmesi; şiddete dayalı ve ideolojik mücadelenin yükseltilmesi olarak ifade edilen[3] geleneksel politikayla uyumlu biçimde, ve “asker”in “dikkat çektiği” ve “uyardığı” hemen her dönem ve durumda tekrarlayıp yeniledikleri, postal sesine uyum tutumunu bir kez daha ortaya koydular. ABD başta olmak üzere, Batı emperyalizmi önünde “çulu yere sererek secdeye duran” ve bu yüzden de “mütareke basını” ve misyoner gazeteciler güruhu olarak adlandırılan bu kesimlerin, Kürtlerin Türklerle eşit ulusal demokratik haklara sahip olmaları söz konusu olunca, bir tür “Türk milli seferberliği” başlatarak, ve teröre ve bölücülüğe karşı mücadele adına, Kürtlere ve tüm milliyetlerden işçi sınıfı ve emekçilere yönelen bir saldırganlığı haklı göstermek üzere, şeytana pabucunu ters giydirecek bin türlü şarlatanlık yapmaya koyulmaları; bu işin en kolay Kürt sorunu ve hakim şovenizm üzerinden yapılabileceği anlayışıyla da ilişkiliydi.
Sermaye ve holding basını ve yazarları bunu, “Türk dünyası” ve “Türk ulusunun Kürt kökenli vatandaşları” vaazlarıyla başlıca iki “hassasiyet”i gözeterek yürütüyorlar: Devlet politikasıyla uyumlu bir “Türk ulusçuluğu” fikrini güçlendirmek ve buna da hizmet etmek üzere, Kürtler arasındaki ayrışma ya da hakim deyişle “çatlağı” derinleştirmek. Birincisi, burada üzerinde etraflıca duramayacağımız bir ikiyüzlülük ve samimiyetsizliği içeriyor; “ulusçuluğun ve ulus devletlerin sonunun geldiği” söylemi bu aynı çevrelere ait. Ve ikincisi, “Kürt gerçeği”ne ilişkin kimi kaçınılamaz gelişme ve değişmeleri veri alıyor ve bunları, Kürt hareketinin zaaflarını derinleştirmek üzere, Kürtlere karşı düşman ve inkarcı politikanın dayanakları olarak kullanıyor. İttihatçıların üç paşasından birinin torunu zatın, Türklerin “modern Ziya”sı olmaya soyunan eski MHP ideologuyla birlikte “halk etme”ye çalıştıkları “ılımlı ya da liberal Kürt politikası”, öteki gerici unsurlarının yanı sıra, Kürt bölünmesini; Kürtlerin de bütün öteki uluslar gibi sınıflara ayrılmaları; Kürt kenti ve kırında eski toplumun çözülmesine bağlı olarak saflaşmaların meydana gelmesi; bu sınıf, kesim ve tabakaların Kürt ulusal hareketini, kendi çıkarları yönünde yönlendirme uğraşları, ve bunun getirdiği farklı tutum ve anlayışlar, üzerine oynanacak zemin olarak alınıyor.[4]
Türkiye gericiliği ve holding basını şimdi bu “uygun zemin”de, eski oyunları yeniden sahneleme çabasında; bir yandan bu işbirlikçi-liberal ve uzlaşmacı Kürt tutumunu güçlendirmeye; böylece Kürtlerin ulusal demokratik taleplerinin emekçilerin birliği ve çıkarları yönünde gelişmesinin bastırılmasına yönelik politik-askeri tutumun etki alanını genişletmeye; diğer yandan ise, Kürtler içinde, yaşanmış olaylar ve sürecin yol açtığı ‘moral bozukluğu’nu daha da güçlendirerek, Kürt hareketindeki “çatlağı” mümkün olduğunca büyütmeye çalışıyorlar. “PKK terörü” söylemi de bu kampanyanın önemli bir silahını oluşturuyor.
Bu nesnel gerçeklerle politik-askeri politikaları ve bu politikanın yeni saldırı ve operasyonlar olarak yoğunlaşmasını aydınların bildirgelerindeki ve pratikteki tutumlarıyla birlikte değerlendirdiğimizde ise, görülen şudur: son dönemdeki gelişmeleri ülke ve halk açısından kaygıyla karşıladıklarını belirten aydınlar, bu olgu ve gelişmeleri olduğu gibi, Kürt sorununun ülkenin ve bölgenin en önemli sorunlardan biri olduğunu gerçeğini gözetmemişler; devlet ve hükümetlerin bu sorunu yok sayan ve baskıyla “çözme”yi esas alan politikalarının sorunu kangrenleştirdiğini görerek, bu gerici politikadan kesin biçimde ayrışmak üzere, tutarlı bir tutum geliştirememişlerdir. Aydınlar bildirgelerinde, sermayenin dolaysız savunucusu yazar ve gazetecilerin inkarda devlet ve hükümetle birleşen tutumlarıyla ve burjuva liberallerinin, halk kitlelerinin şovenizm ve gericiliğe karşı mücadelede birleşmesini önlemeye hizmet eden “dış güçler eliyle demokratikleşme ve sorunların çözülmesi”ni bekleme anlayışıyla araya sınır koyan herhangi bir tutum ve görüş geliştirememişlerdir.
Aydınların tutumu, onların sorunu, PKK’nın silah bırakması ve sınırlı gördüğüne işaret etmektedir. Açıklamaya ve ardından içine girilen sessizlik durumuna bakılırsa, onların, Türkiye’de neredeyse gelenekselleşmiş olan anlayışla “bir açıklamayla işi idare etme” tutumuyla hareket ettikleri söylenebilir. PKK’ya “koşulsuz silah bırakma” çağrısı yapan aydınlar, silah kullanımını “PKK’nın işi”ne indirgeyerek, silah bırakma çağrısı bile yapmamış oluyorlar. Aydınlar, “silahların patlamadığı”, askeri operasyonların yapılmadığı dönemlerin de yaşandığını; ama çözümsüz bırakıldığı ve inkardan gelindiği için sorunun hep varolmaya devam ettiğini ve inkar ve imha politikasının silaha da baş vuran Kürt örgütlenmesi ve mücadelesine yol açtığını yaşamamış, görmemiş, duymamış gibi davranmaktadırlar. Aydınlar, tüm milliyetlerden Türkiye emekçilerinin “çatışma ortamının sona ermesi” yönündeki taleplerini, PKK’ya yönelik açıklamalarıyla mı karşılamış oluyorlar? Bu, çatışmanın, devlet terörü ve her tür terörist eylemin sona ermesi için yeterli koşul mudur? Aydınlar böyle mi görüyorlar sorunu; halk kitlelerine ne söylemektedirler bu konuda; Kürt sorunun çözümü için önerilerinin ne olduğu bir yana, böyle bir sorunun olduğunu kabul ediyor ve çözülmesini istiyorlar mı? Hangi tutumun halk kitleleri içinde etkin olmasını istemektedirler ve bunun için ne yapmışlar, ne yapmaktadırlar?
Bildirgeci aydınlar, herhangi bir dönemde, herhangi sıradan bir konuda açıklama yapmış ya da yapıyor değiller. Kürt sorunu gibi temel önemde politik-sosyal bir sorunla bağı rededilemez “çatışma ortamı” ve “PKK eylemleri”ne dair olarak, ve saldırıların yoğunlaşıp çelişkilerin keskinleştiği bir dönemde, bir tutumla, bir “taraf olarak” ortaya çıkıyorlar.
Bildirgeci Türk aydınları, kendilerinin de ifade ettikleri üzere, “ülkenin yeni bir kaos dönemine sürüklenmemesi için” bir tutum açıklamışlardır. Bu bir tutumdur, evet; ama nasıl bir tutum olduğu, yukarıda sözünü ettiğimiz olgu, olay ve gelişmelerden soyutlanarak değerlendirilemez. Bildirgeci aydınlar, “operasyonlar dursun” bile demiyorlar[5], gözleri önündeki, içinde yaşadıkları toplumun on yıllardır gündeminden düşmeyen, egemenlerce inkardan gelindiği için de, onbinlerce insanın (yalnızca son yirmi yılda, 30 bini Kürt gençleri ve emekçileri olmak üzere, 35-40 bin kişi yitirilmiştir) yok oluşuna yol açan bir sorunu, sözünü de etmeyerek, yok sayabiliyorlar. Böyle bir aydın tutumu, hele de ilericilik-demokratlık adına olabilir mi? Aydınlar, aydını aydın yapan asgari gerçekliğin, gerçeği olduğu gibi, gerçek olarak görmek olduğuna uygun bir tutum bile göstermiyorlar. Sermaye ve burjuva politikası ve propagandasıyla araya sınır çekmeyen tek yanlı bir tutumla ortaya çıkmakta sakınca görmüyorlar. Bırakalım ulusal baskıya karşı çıkmalarını, devlet politikasının yedeğine düşmemek için bile olsa, Kürt gerçeğine nesnel bir yaklaşım göstermiyorlar. Sorunu PKK’nın “önkoşulsuz silah bırakması”na indirgeyip, “görev tamamlıyor”lar!
SORUMLULUK SAHİBİ AYDIN NE YAPABİLİR?
Ara bölümü uzun tutmamızın nedeni, Kürt gerçeğini ve 80 yıllık inkarcı ve baskıya dayalı devlet politikasıyla bunun yoğunlaştırılarak sürdürülmesi çabalarını hesaba katmayan bir tutumun doğru olamayacağını göstermek içindi. Aydınların tutumu, eğer yalnızca bir açıklama olarak kalmayacaksa, ülke ve halkı için gerginlik, istikrarsızlık, güvensizlik ve kargaşa nedeni olan veya o yönde kullanılan bir sorunun çözümüne hizmet edecek pratik-politik bir tavır alış olarak geliştirilecekse ya da geliştirilmek isteniyorsa; o, her şeyden önce nesnel duruma, somut olay ve olgulara doğru yaklaşıma dayanmalıdır.
Yukarıda değinildi; devlet, hükümet ve sermaye basını için Kürt sorunu “bir terör sorunu”ndan ibarettir. Çözümü de, general Başbuğ’un ifadesiyle “terörist örgütün umudu ve kökünü bertaraf etmek”te görülmektedir. Askeri operasyonlar, yeni ve takviye edilmiş baskı yasaları buna yöneliktir. Devlet ve hükümet politikası, Kürt ulusal varlığı ve Kürtlerin ulusal hak eşitliği taleplerini tümüyle inkar üzerine kuruludur; bu yöndeki mücadeleyi bastırıp ezmeyi esas almaktadır. Şoven ve gerici yazar-çizer takımı da bu politikayı aynen benimsemekte; PKK’nın varlığını Kürtlere yönelik şiddet ve baskının gerekçesi yaparak, “barış”, demokrasi ve ulusal demokratik haklar etrafındaki bir tartışmanın Kürt sorunuyla ilişkilendirilmesini dahi tahammül edilemez görmekte; bunu Lozan’nın “delinmesi”, “üniter yapının yıkılması”; “ulusal bütünlüğün parçalanması” girişimi saymaktadır.[6]
Aydınların bildirgelerinde ise, Kürt gerçeği, Kürt sorunu diye bir sorunun varlığı, bu sorunun çözümünün ülke ve halkının çıkarlarına olduğu; devletin inkar ve baskı politikasının halka ve ülkeye zarar verdiği ve çözümsüzlük ve açmaza düşürdüğü vb.’nin dikkate alındığını ve buna ilişkin bir tutum geliştirildiğini; bu politikanın ideolojik mücadele cephesinin ön saflarını tutan sermaye basını ve propagandasına tavır alındığını gösterir bir veri bulunmamaktadır.
“150 Türk Aydını” adına, PKK’ya “önkoşulsuz silah bırakma” çağrısı, “aydın sorumluluğu” açısından anlaşılır, ancak tek yanlı, zaaflı ve eksikli bir tutumun ifadesidir. 150 Türk Aydını, öyle bir çağrıyı, öyle bir “merci”ye yapmışlardır ki, Kürtlere karşı 80 yılı aşkın süredir izlenen inkar, baskı, imha ve asimilasyon politikasını “PKK’nın silahlı varlığı” ile açıklama durumuna düşmüşlerdir. Çağrıya hakim anlayış, yaşananların sorumluluğunu PKK’ya fatura eden ve devlet tarafından sürdürülen baskıcı, şiddet ve teröre dayalı politikayı yok sayan anlayışla arasına, şovenizmden uzak ve tutarlı demokrat bir tutumun ifadesi olan bir ayrımı koyamamıştır. PKK ve onun silahlı eylemleri olmasa, şiddet ve terörün de, Kürt sorunu diye bir sorunun da olamayacağını vaaz eden egemen anlayıştan belirgin bir ayrışma, açıktır ki ancak, Kürt sorunu ve Kürtlerin ulusal demokratik haklarını inkardan gelmeyen, aksine bunu toplumsal bir gerçek olarak alıp, çözümü için inkarcı devlet politikasının son bulması ve bu politikanın zorla dayatılmasını ifade eden askeri operasyonların durdurulmasını ve Kürt emekçilerine yıllardır verilmiş tüm zararların tazmin edilmesini talep eden bir tutumla mümkün olacaktı. Oysa, “çağrıcı” aydınlara göre, eğer PKK “kayıtsız-koşulsuz silah bırakır”sa, çatışma olanağı ortadan kalkacak ve sorun kalmayacaktır! “Derhal silah bırakılması”nı isteyen aydınlar açsından, Kürt gerçeğini ve Kürtlerin hak ve taleplerini dikkate almak ise “hak getire”!
Peki aydınlar bu yanlış tutum ve politikayı aşabilir ve şovenizmle araya sınır çekebilirler mi? Bunun için zaman da, olanak da kuşkusuz vardır. İstek ise, en azından tartışılır! Aydınların, Türkiye gericiliğinin egemen politikasına yedeklenmemeleri bir tek koşulla mümkündür: atılan adımı, eksik ve zaafları da görerek, tamamlamak; başka bir ulusu ezen bir ulusun kendisinin de özgür olamayacağını bilerek, Kürtlere karşı izlenen devlet politikasının demokratik ve eşit hakların tanınmasına dayalı temelli değişimi için, tüm milliyetlerden aydınlarla ve tüm emekçilerle birlikte, bağımsız ve demokratik bir Türkiye için mücadele etmek; mücadelenin ilerlemesi için sorumluluk üstlenmek. Türk aydınları, sermaye ve devletin yedeğinde olan gericilerden kendini ayıracaklarsa, önlerinde, yalnızca bu yol vardır. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri izlenen inkarcı baskı politikasının, çözüm üretmediği gibi, çözümsüzlüğü süreklileştirdiği; bunun da halk kitlelerine acı ve baskı; ve ama Türkiye’nin bu durumundan yararlanmak isteyen emperyalist güçlere, kullanabilecekleri araç ve olanak sağladığını, herkesten önce aydınların görmesi gerekiyor. Kürt emekçilerinin, Türkiye’de, Türk milliyetinden olanları başta gelmek üzere, tüm işçi ve emekçilerin kardeşlik duyguları içinde ve birlikte yaşama isteklerine, aydınlar, ancak bu durumda doğru bir karşılık vermiş olurlar. Kürt sorununu, PKK ve terör sorununa eş görerek, PKK’nın silahtan arındırılmasıyla sorunun ortadan kalkacağını sanmak ise, bugüne kadar olanların bundan sonra, daha da büyük felaketlere yol açarak devam etmesine katkı sunmaktan başka bir yere götürmeyecektir.
[1] Önce “150 Türk Aydını”nın, PKK’ya “önkoşulsuz silah bırakma” çağrısı ve ardından, “264 Kürt Aydını”nın, ilk çağrıya destek anlamı da içeren “operasyonların durdurulması ve sorunun barışçıl çözümü” çağrıları, ülkede, Türk ve Kürt emekçilerinin saflarında ve sermaye cephesindeki çeşitli burjuva odaklar içinde farklı biçimlerde etkide bulundu ve değerlendirildi.
*Burada, sorumluluklarının önemi ve toplumsal işlevini gözeterek, esas olarak Türk aydınlarının tutumu üzerinde duruyoruz.
[2] “Demokrat”(!) Rıdvan Akar, “Diyelim ki devrim oldu…” başlıklı makalesinde, (makale Birgün gazetesinde yayımlandı), “Diyelim ki devrim oldu. Sosyalist bir Türkiye kuruldu. Böyle bir Türkiye’nin dağlarında rejimi devirmek için silahlı guruplar dolaşsa, rejimin tepkisi ne olurdu?” diye sorarak, devletin “kendisine silah çekmiş” olanlara savaş açmasının “olağan”, “kaçınılmaz” ve “zorunlu olduğu”nun teorisini yaptı.
[3] “Gazeteciliği”, Washington’un sesini dolaysız olarak Doğan Holding gazetelerine yansıtmaktan ibaret Yasemin Çongar, 25.07.05 tarihli Milliyet’te, “Washington, global terörün ancak askeri ve ideolojik mücadelenin birleşmesiyle alt edilebileceği inancında” diye bildirerek, “Biz de, Irak savaşına (ortada bir savaş değil ama işgal ve Irak’ın talanı var ve Amerikancılar bunu ‘savaş’ diyerek yumuşatma çabasındalar –Y.A) ve Bush yönetimine bakışımız ne olursa olsun, …global teröre karşı sesimizi toplum ve devlet olarak çok daha fazla yükseltebilmeliyiz” diye, sahibinin sesinden bildiriyordu.
[4] 23.07.05 tarihli Milliyet gazetesindeki “köşe”sinde, devletin, “kendisine silah çeken”, “elde silah dağa çıkan ve ülkesini parçalayıp üzerinde bir devlet kuracağını ilan edenler (PKK, böyle bir hedefinin olmadığını son birkaç yıldır söyleyip duruyor. Öcalan’ın “ekolojik-demokratik toplum projesi” olarak adlandırdığı “yeni politika”sının, “ayrı devlet” diye bir hedefi yok. Ama bu ayrı bir konu ve burada, sadece, H. Cemal’in, devlet propagandasını veri alarak yalan söylediğini anımsatmak için söz konusu edildi. –Y.A) karşısında tabii hareketsiz kalmayaca”ğını, belirten Cemal, devlet ve hükümetin, “halkla silahlıyı, teröristi karıştırmaması”nı, devletin, “şiddet kullanırken hukuka özen göstermesi”ni istiyor. Devletin “PKK karşısında yıllardır sürdürdüğü mücadele, haklı ve meşru bir mücadeledir” diye devam eden Cemal, PKK kaynaklı silah ve şiddetin “açıkça ve önkoşulsuz mahkum edilmesi”ni –Kürt ‘tarafı’ndan olmalı– isterken, devlet ve hükümetin, Kürtler içindeki gelişmeleri dikkate almasını, “PKK’ya giden kanalları tümüyle kesmek” üzere, ve “silaha, şiddete karşı olanların elini güçlendirmek” için, sosyal-ekonomik paketler açmasını önermektedir. Bir öteki makalesinde de Cemal, “Kürt siyasal hareketi gittikçe daha fazla çok sesli hale gelmeye başlıyor. PKK içinde de, dışında da öyle. Artık tek kişinin borusu ötmüyor” diyor. Cemal, sevinç naraları atacak nerdeyse; “bir Kürt kaynağa dayandırarak”, “DTH Koordinasyon Kurulu o halde ki, neredeyse hepsi silaha davranabilecek kadar birbirlerine girmiş durumda” diye yazıyor. Ve devam ediyor: “Bölünmüşlük var Kürt siyasal hareketinde.. Çok seslilik devreye girmiş durumda… Silah sesi duymak istemeyenler, Apo tekeline karşı çıkanlar, şiddet ve terör politikalarının çıkmaz sokak olduğuna inananların gitgide ön plana çıktığı esinti ve rüzgarlar var sahnede…” diye yazarak, bu bölünmüşlükten yararlanmanın yararlarını sıralıyor.
T. Akyol da, isimsiz “Kürt kaynakları”nı tanık göstererek, “PKK ve partilerine uzak durmuş olan Kürtler” üzerinden geliştirilecek bir tutumun, Kürt hareketini devlet çizgisine değilse de, ılımlı ve uzlaşabilir bir çizgiye çekilmesinde göreceği işlevi işaret eden birçok makale yazdı.
[5] İlk iki bildirgenin yayınlanmasından sonra, H. Gerger ve bazı gazeteci-yazar, ressam ve şairlerin de aralarında bulunduğu bir üçüncü grup, “farklı” bir başka bildiri yayınladılar. Gerger ve arkadaşları, bu bildirilerinde “150 Türk aydınının bildirgesi”nin eleştirisini yapıyor; devrimci tutumu, “devletin hedef alınması”yla koşulluyor; ancak, aydınlarla halk kitleleri arasındaki bağın nasıl kurulabileceği, devrimci-demokrat bir tutumun halka nasıl mal edilebileceği gibi, temel önemdeki bir sorunu sekter bir tutumla bir yana itiyorlardı.
[6] Sermayenin basındaki, hükümetteki ve devletin öteki kurumlarındaki temsilcileri sözbirliği etmiş olarak, Başbuğ ve Genelkurmay’ın ardına dizildiler ve “hürriyetler”in kısıtlanmasının zorunluluğuna toplumsal destek sağlamak üzere, gerekçeleri sıralamaya giriştiler.
Cuntacı Kurtul Altuğ, “Gözcü”de, Demirel’in, Amerikan boyunduruğu altında politikayı Türkiye’nin “kaderi” olarak gösteren ve Irak’ın işgaline katılmayı savunan görüşlerini de dayanak alarak, “İnsan hak ve özgürlüklerine ters olağanüstü tedbirler aldığımız için eleştirenlere”, “Terörü yok etmenin yolu, ‘teröre barınak olan, destek çıkan kim varsa hakkından gelecek tedbirleri almaktır”diye, cevap verilmesini istiyordu.(23.07.05)
Türkiye ve dünyanın “terör stratejilerini ve politikalarını’ yeniden tanımlaması”nı isteyen G. Civaoğlu, “Küresel bir ‘terörle savaşım ortak konsepti’ çalışmaları yapıldığı”nı sevinçle haber veriyor ve bunun başarısı için, PKK’ya karşı “silahlı savaşım ve diğer yöntemler”in yanısıra, onun soyutlanması için her şeyin yapılması ve “tüm bir milletin sel halinde teröre karşı akması” için çağrılar yayınladı.
Lozan kutlamaları, Kürt inkarcı politikanın galebe çalması ve Ermeni “soykırımı” üzerine uluslararası söylemin sözde etkisizleştirilmesi için şatafatlı biçimde uluslararası alana taşındı.
Fikret Bila (Milliyet, 23.07.05), Lozan Anlaşması’nın, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dayanağını oluşturan belge niteliğinde” olduğunu belirterek, 82. yıldönümü kutlamalarına değindiği yazısında; “Lozan’ın son yıllarda gündemin ilk sıralarına yerleşmesi”nin “Türkiye’nin yaşadığı süreçle ilgili” olduğunu; Lozan’ın daha da önem kazanmasının, “ulus-devlet” , “üniter yapı”, “ulusun birliği”, “Türk üst kimliği”, “Kürt sorunu”, “etnik temelli talepler”, “anayasal vatandaşlık”, “Türkiyelilik”, giderek “federasyon” tartışmaları ve “Irak’ta meydana gelen gelişmeler, Kuzey Irak’ta bir Kürt federe devletinin kurulmuş olması”na bağlı olduğunu belirterek, “Türkiye’nin kuruluş felsefesi”nin tehdit edildiğini; Lozan’ın, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dayanaklarını ve felsefesini ortaya koyduğunu, “Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni bir uluslaşma süreci ve tek ulus temeline” dayandırıldığının belgesi olduğunu, ve bugün, “etnik kökene göre azınlık kabul etmeyişi” nedeniyle hedef alındığını; “‘Kürt sorunu’ olarak tarif edilen olgu”nun ‘ikinci ulus’ hedefine yönelik” olması nedeniyle “Lozan’a eleştirilerin Türkiye’nin kuruluşuna itiraz niteliğinde” olduğunu belirterek, buna karşı çok yönlü tutum almak gerektiğini yazdı.
“İlerici şair” (!) Özdemir İnce, Aydınların yayımladıkları bildirileri konu edinen makalesinde, “150 Türk aydını”nı, “barış çağrıları” nedeniyle uyarmaktan (!), “Kürt ve Türk tarafı”ndan, “barış” ve “Kürt kimliği”nden söz edilmesinden duyduğu rahatsızlığı, bir öfke kumkuması içinde dile getiren makaleler döşendi, ve “Kürt kimliğinin kabul edilmesi ne demek? Her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Kürt asıllı insanların kafa kağıdına ‘Has Kürt’, ‘Hakiki Kürt’ yazısı mı yazılacak?” diye hiddetle bağırarak, tutumunu ortaya koydu.
Taha Akyol, Başbuğ’un işaret ettiği yasaların çıkarılmasına “ihtiyacın açık ve net” olduğunu yazdı.