Afrika’nın her bam teline basıldığında onun sesi geliyor: Çin… Fransa, ‘İslami terör’le ‘mücadele’ için Mali’ye girdiğinde –diplomasi diliyle bağıra çağıra ifade edilemiyor ama– Çin medyası ayağa kalkıyor: “Fransa’nın derdi terör değil, asıl amaç Çin’i bölgeden ve bölgedeki hammadde kaynaklarından çıkarmaktır. Mali ve Çin arasında yakın zamanda yapılan ticari antlaşmalar dikkat çekiyordu. Fransa’nın hedefi Çin’i Sahraaltı Afrika’sından olabildiğince uzak tutmaktır.”
Tüm dünya, hatta Rus kaynaklar bile, İslami terör bir yana, Fransa’nın Mali müdahalesini, tehlikeye giren enerji kaynaklarını güvence altına alma harekatı olarak değerlendirdi. Ancak Çin devlet medyasını ayağa kaldıran bu işgal, Afrika’da Fransa ve ABD ile Çin arasındaki kıyasıya mücadele ve rekabetin lokal bir göstergesi oldu.
Afrika’da her taşın altında Çin’i bulmak giderek mümkün hale geliyor. Kıtada geleneksel sömürgecilerinin başında gelen Fransa’nın hâlâ önemli bir kontrolü söz konusu. Keza ABD’nin, 2000’li yılların başından itibaren Afrika’ya özel bir önem verdiği de biliniyor. Ancak Çin’in Afrika’daki yayılımını bunların hiçbirisi tanımlamaya yetmiyor. Çünkü hem ABD, hem de Fransa bunu engellemek üzere müdahale, darbe, rüşvet vb. her türlü aracı kullanmalarına karşın, Çin elindeki avantajları iyi kullanarak, masadan kazanarak kalkmasını, en azından şimdilik biliyor.
Çin; Afrika’da, ABD ve Fransa için açık bir tehdit durumunda. Öyle ki, ABD’nin Afrika’ya siyasal ve askeri müdahale planlarının merkezine konuşlanan ve 2008 yılına kurulan Afrika Birleşik Komutanlığı’nın (Africa United Command-AFRICOM) ilan edilmiş hedeflerine şöyle bir bakmak yeterlidir:
AFRICOM’a temel olarak altı görev verilmiştir: 1) Terörizm ile mücadele 2) Doğal kaynakların güvence altına alınması 3) Silahlı mücadeleleri ve insani krizleri kontrol altına alma 4) AIDS’in yayılmasını yavaşlatma 5) Uluslararası suçları azaltma 6) Çin’in artan nüfuzuna karşılık verme.
ABD ve Avrupa’da yayınlanan birçok dergi, biraz da karşı propaganda ve önlem çağrısıyla, Çin’in Afrika’daki ‘istilası’na işaret ediyor.
Bu ‘istila’nın bir diğer örneği ise, Sudan. Sudan yönetimiyle ülkesindeki “Hıristiyanların haklarını güvenceye almaması” gerekçesiyle ilişkilerini askıya alan ABD ve AB, Sudan’ı hızla ‘Çinleşmiş’ buldular. ABD, Sudan yönetimine karşı referandumla ayrı bir devlet haline gelen Güney Sudan’a tutunurken, Çin’in, hem Kuzey hem de Güney Sudan’la ilişkilerini geliştirdiği görülüyor.
Çin, Sudan’ın hemen her sektöründe önemli bir ağırlığa sahip. Son yıllarda bulunan petrol büyük oranda Çinliler tarafından çıkarılmakta ve piyasaya sürülmekte. Ülke, tabiri caizse tümüyle Çin’in güdümüne girmiş durumunda. Batının uyguladığı ambargodan bunalan Sudan yönetimi, kendisini dünya siyasetinde önemli bir aktör olan Çin’e yakınlaşmak zorunda hissetmiş, bu açıkça görülüyor. Uluslararası platformlarda Çin’in desteğine ihtiyaç duyan Sudan tüm yatırım alanlarında Çin’e kapılarını sonuna kadar açmakta ve Çin her geçen gün Sudan’daki varlığını daha da güçlendirmektedir.
ABD, Sudan’daki Çin etkisine karşı açık bir mücadele içinde. Sudan’ın iç meselelerine doğrudan müdahil olarak, hem Sudan yönetimini hem de Sudan’daki Çin etkisini dize getirmeyi hesap ediyor. Güney-Kuzey barışının ardından, bölgede Darfur sorununu gündem edinen ABD, bu sorun üzerinden Sudan’a yönelik baskı politikası izliyor.
Keza Orta Afrika Cumhuriyeti… Seleke isyancılarının Başkent Bangui’yi ele geçirmesi ve hükümeti devirmesine, ülkede önemli bir askeri varlığı ve etkisi bulunan Fransa nedense ses çıkarmamıştır. Çünkü devrik başkan Francois Bozize, 2012 Temmuz’unda altın ve elmas madenlerinin işletme hakkını Çin şirketlerine vermişti. Dolayısıyla, Fransa’nın, kendi kontrolündeki bir hükümeti devirme girişimi karşısında kolayca ‘terör’ olarak tanımlayabileceği bir isyan, Çin etkisini yok etmek söz konusu olunca, ‘tarafsız kalmayı gerektiren’ bir halk tepkisi olarak algılanmıştır. Fransa’nın konuyla ilgili resmi açıklaması ise çarpıcıdır: “Fransa, Afrika ülkelerinin içişlerine karışmayı doğru bulmamaktadır.”
Dolayısıyla ABD ve Fransız emperyalizminin Afrika’ya yönelik her politika, uygulama ve söylemi; bölgedeki Çin etkisini hedefe koyarken, onu azaltmak ve ortadan kaldırmak üzere bir stratejiyle birleşiyor. Tabii, Çin de boş durmuyor…
ÇİN’DE KAPİTALİZM VE ÇİN’İN KAPİTALİZM İHRACI
Çin yayılmacılığı açısından dönüm noktasının 1978 reformları olduğu söylenebilir. Çin’de ibrenin tamamen piyasadan yana kırılması, ‘Kültür Devrimi’ sırasında ÇKP’den uzaklaştırılan Deng Xiaoping’in 1978 yılında parti içinde ve dolayısıyla ülkede iktidarı ele geçirmesiyle başladı. Deng Xiaoping’in “iki raylı yaklaşım” olarak adlandırılan reformlarıyla, ekonominin planlı bölümünün yanında, piyasaya dayanan bir ekonomik alan oluşturulması kararlaştırıldı. İlk adımlar kırlardaki köy komünlerinde atıldı. ‘Hanehalkı sorumluluğu’ sistemiyle her aile belirli bir üretim miktarının üstündeki ürününü piyasada satmaya başladı. Başlangıçta ek gelir gibi gözüken bu uygulama, bir süre sonra köylülüğün milyonlar halinde mülksüzleştiği serbest piyasa ekonomisinin yolunu açtı. Deng Xiaoping reformlarında amaç yalnızca piyasanın alanını genişletmek değil, tüm ülkeyi hızla uluslararası tekellere (resmi literatüre göre “sosyalist modernizasyon”a) açmaktı.
1979 yılında, 2 güney kıyı eyaletinde 4 özel ekonomik bölge kuruldu. Burası tamamen yabancı sermaye yatırımları için tasarlanmıştı, öyle de oldu, ‘başarı’ sağladı. 1984’te, 14 kıyı şehri Açık Sahil Şehri ilan edildi.
1984 sonrasında, sanayi ve hizmet sektöründe de özel işletmelerin kurulmasındaki kısıtlamalar aşamalı olarak kaldırıldı. Doğrudan yabancı yatırımlara izin verilirken, devletin dış ticaret üzerindeki tekeli kaldırıldı. Böylece tamamen piyasaya dayanan bir ekonomik yapı oluşturuldu.
Fiyatlarda piyasanın belirleyiciliği yüzde 3’ten yüzde 96,6’ya çıktı. 2003 yılına gelindiğinde, üretilen artı-değerin yüzde 59’u özel sektör tarafından yaratıldı.
2004 yılında, anayasada piyasa ekonomisinden geri dönüşün olamayacağı ifade edilirken, olası kamulaştırılmalara karşı burjuva özel mülkiyet güvenceye alındı. 2005 yılında, özel şirketlerin elektrik, su, finansal hizmetler gibi alanlarda faaliyet göstermesini engelleyen düzenlemeler ilga edildi. Günümüze gelindiğinde, Çin, özel ekonomik bölgeleri, açık sahil şehirleri, köylerinde mülksüzleşip şehre gelerek işçileşen yüz milyonlarca köylüsü, ucuz işgücü ve büyük ‘yatırım’ avantajlarıyla dünyanın en önemli yatırım ve üretim cehennemi haline geldi.
Güvencesizlik ve düşük ücret, ağır çalışma koşulları, yani neoliberalizmin çalışma yaşamında hayata geçirmek istediği ne varsa, Çin’de tek parti diktatörlüğü altında (Çin Komünist Partisi dışında görünüşte 8 parti daha vardır, ama ÇKP’yi desteklemektedirler) yaşama geçirildi. Neoliberalizmin kapitalist dünyanın geri kalanında uygulamak istediği “koalisyon yerine tek parti”, başkanlık sistemi vb., ‘istikrar’ sağlayan siyasal yapı, Çin’de başka bir biçimde yaşama geçirilmiş durumda. Bu ‘düzen’ içerisinde emekçilerin demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırıldığı gibi ‘baskı istikrarı’ da sağlanmıştır.
Çin’de devasa bir döviz rezervi ve sermaye birikimi sağlayan Çin burjuvazisi, enerji ve hammadde kaynaklarının güvenliğini sağlamak, yeni sömürü alanları bulmak ve diğer emperyalist tekellerle mücadeleyi ‘kazanmak’ üzere tüm dünyada yatırım fırsatı kolluyor. ÇKP üyesi de olan Çinli milyarderler, devlet desteğiyle yeni sömürü bölgelerine büyük avantajlarla girmesini de biliyor. Afrika da, emperyalistler arası mücadele ve sömürü rekabetinde başlıca alanlarından birisi.
Çin Devlet Başkanları her yıl deniz aşırı ilk ziyaretlerini Afrika ülkelerine yapıyor. Yeni Devlet Başkanı Xi Jinping de, bu ‘yeni’ geleneğe uyarak, ilk ziyaretini Tanzanya’ya gerçekleştirdi. Jinping’in ziyaret rotası, elbette, Çin’in dış politikasındaki önceliklere işaret ediyor.
Çin’de serbest piyasa alanının devasa genişletilmesi, yabancı yatırımcılara tüm kapıların sonuna kadar açılması, ucuz işgücü ve trilyon dolarlara varan sermaye birikimiyle, Çin, dünyanın kapitalist üretim cehennemi haline geldi. Zaaf ve bağımlılıkları bir yana, ülke içindeki bu devasa birikim, yine devasa nüfusla birleşince, bu gücün devamlılığı için gerekli enerji ve hammadde kaynaklarının güvenliği, yine biriken para-sermayenin ülke dışında verimli alanlarda değerlendirilmesi kaçınılmaz bir zorunluluk oldu. Siyasi ve askeri bileşenleriyle birlikte bu ekonomik gereklilik, Çin dış politikasının yayılmacı eksenini oluşturdu. Bu nedenle, bu dış politika konseptinin köklerini; Çin’de “serbest piyasa reformları”nın önemli bir dönüm noktası olan 1978 Deng Xiaoping “reformları”nda bulmak mümkündür. İşte bu kapsamda, Afrika, Çin için geçmişteki ‘siyasal’ anlamının çok çok ötesinde anlamlar kazanmış, dış politikasının önemli bir bileşeni ve merkezi faktörlerinden birisi haline gelmiştir. Afrika-Çin ilişkilerinin bu kapsamdaki değişimi çarpıcıdır.
AFRİKA-ÇİN İLİŞKİLERİ TARİHİNE BAKIŞ
Çin Halk Cumhuriyeti, 1949 yılında, Afrika ülkelerinin büyük bir bölümü gibi, emperyalizme karşı kurtuluş savaşı vererek kurulmuş bir ülkedir. Bugünü bir yana, Çin, Afrika’da; ABD, Fransa ve diğer sömürgeci ülkeler gibi ‘beyaz’ sömürgeciliğinin ‘teşhir olmuş’ temsilcilerinden biri değildir. Batı emperyalizminin Afrika’da yaptığı katliamlar, köle ticareti, apartheid rejimi, yönetimde siyahlara en ufak bir söz hakkı dahi vermemesi, bütün bunlar Afrika’da Batı emperyalizmine karşı büyük bir öfke ve güvensizlik yarattı. Bu, Afrika’nın geniş halk kesimleri için böyle olduğu kadar, Afrikalı yöneticiler için de tarihsel bir referanstır. Afrikalı bir devlet temsilcisi, en çok da “aşağıdan” halktan gelen baskıyla Batılı ‘beyaz’a karşı tarihsel ve geleneksel bir tepki ile yaklaşırken, Çin’in devraldığı böyle bir miras yoktur. Tersine Çin, şu veya bu düzeyde Afrika’da ulusal kurtuluş mücadelelerini “üçüncü dünyanın kurtuluşu” olarak selamlamış ve bir biçimde (en azından bir dönem) dayanışma içinde olmuştur.
Çin’in hem Afrika’da kötü bir geçmişi ve anısının olmaması, hem de bugünkü Afrika devletlerinin kuruluşu olan ulusal kurtuluş mücadelelerine desteği önemli bir avantajı olarak hanesinde yazılı. Bu, elbette Afrika yönetimlerinin Batı emperyalizmine karşı bağımsızlıkçı bir tutum aldıkları anlamına gelmiyor. Ancak Çin’le ilişkiler, ticaret, Batı’ya göre hem daha fazla kazanç sağlamaya müsait, hem de halk yığınları açısından daha meşru görünüyor. Çin de bunu sonuna kadar değerlendirdi, değerlendiriyor.
Çin’in Afrika ile ilişkilerinde önemli bir başlangıç noktası, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelişen ulusal kurtuluş hareketleridir. Çin ile Afrika arasındaki ilişkiler, Afrika’da ulusal özgürlük mücadelelerinin boy gösterdiği ve bağımsız devletlerin kurulduğu 1950-70’li yıllar arasında yükselmiştir. Bu dönemde Çin’in vurgusu, emperyalizme karşı sömürge/yoksul dünyanın dayanışmasıydı.
Özellikle iki tarih önemlidir: Birincisi, 1955 Nisan’ında Endonezya’nın Bandung kentinde yapılan Asya-Afrika Konferansı’dır. Çin, 1954 yılında Hindistan ile anlaşmaya vardığı Barış İçinde Yaşamanın Beş İlkesi’ni 1955 yılında 29 Asya ve Afrika ülkesinin katılımıyla gerçekleşen Bandung Konferansı’na taşımıştır. Konferans, farklı politika sahibi ülkeleri kapsadığından, etkili bir sonuçtan bahsetmek mümkün değildir. Ancak Çin ve Afrika ilişkileri açısından önemli bir fırsat olmuştur. İkincisi ise, 1957’de kurulan ve aynı yıl ilk konferansı gerçekleştirilen Afro-Asyalı Halkların Dayanışma Organizasyonu’dur (Afro-Asian People’s Solidarity Organization – AAPSO). Bu iki konferans, Bağlantısızlar Hareketi’nin temelini oluşturmuşlardı .
1960’ların başında Sovyetler ile Çin arasındaki gerilim, bu konferanslara katılan Afrika ve Asya ülkeleri üzerindeki etki mücadelesine dönüştü. Çin bu dönemde bazı Afrika ülkelerindeki bağımsızlık hareketlerine para ve silah yardımında bulunurken, Başbakan Çu En Lay 14 Aralık 1963’ten 4 Şubat 1964’e kadar Afrika ülkelerine ziyaretler gerçekleştirdi.
Bunlar, bir Çin başbakanının Afrika ülkelerine düzenlediği ilk ziyaretlerdi. Çu En Lay gezisinde; “yoksul dostlar” arasında karşılıklı ekonomik yardımlaşmayı savunup, “büyük ve güçlü” ülkelerin, zayıf ve güçsüz ülkelere dayattığı zorbalığa savaş açma çağrısı yaptı. En Lay, kendisinin “yoksulun, yoksula yardım etmesi” olarak adlandırdığı politikayı ifade ederken; hem Washington’la, hem de Moskova ile ‘siyasi’ bir savaş içerisine girildiğini ifade etmişti . Bu dönemde, Çin-Afrika işbirliği ve yardımları, en azından “ulusal kurtuluş mücadelelerine destek” ile ifade edilebilecek bir siyasi hatta dayanıyordu. Daha sonra, bu, Sovyetler Birliği ve ABD arasındaki kutuplaşmadan ‘bağımsız’ kalmış (önemli bir kısmı da bu iki kutuptan birisiyle hareket eden) ‘yoksul’ bağlantısızlar hareketi ülkeleriyle, hem de bunların kimi gerici liderleriyle dayanışma ve işbirliğine kadar ilerledi.
Bununla birlikte, 1960’lı yılların ortalarında Çin ile Afrika ülkeleri arasında önemli anlaşmazlıklar da olduğunu belirtmek gerekir. 1965 yılında Burundi, Benin, Orta Afrika Cumhuriyeti, Gana ve Tunus Çin’le diplomatik ilişkilerini kesmiş, Kenya ise Çin’in diplomatlarını sınır dışı etmişti .
Çin, bu ‘ikili’ ilişkiler içinde Afrika’ya bağış biçiminde yardımlar sağlamaya başladı. Çin’in yardımları, bir ölçüde olsa da, hafif sanayi, ulaşım, tarım, su kontrolü ve sulama, kamu sağlığı, enerji, iletişim, spor, kültürel tesisler ve ağır sanayi gibi çeşitli sektörlere aktarılıyordu. 1960’ların sonuna doğru, 600 milyon doların üzerinde bir maliyete sahip olan dev Tanzanya-Zambiya demiryolu (1967–1975) 15 bin Çinli işçinin yardımıyla inşa edilmiş ve Çin-Afrika ilişkileri için önemli bir sembol olmuştur .
Bu destek, 1970’li yıllarda, bağımsızlığını yeni kazanan bu ülkelere gönderilen doktor, mühendis ve öğretmenlerle devam etmiştir. Sonuç olarak, ilişkilerin belirleyici etkeni siyasal olmuş, bu dönemde Çin’in Afrika ülkeleriyle yakınlaşması “kendisi gibi Batı sömürgeciliğinin sıkıntısını yaşamış olan ülkelerle dayanışma” çerçevesinde gelişmiştir .
Bununla birlikte, Çin’in politikası, emperyalizme karşı mücadele eden devrimci hareketleri destekleme ile gerici ülke yönetimleriyle dayanışma perspektifi arasında gidip gelmiştir. Örneğin Çin, Angola’da Portekiz sömürgeciliğine genel olarak karşı çıkarken (!) Angola’nın özgürlük hareketine hiçbir belirgin destek vermemişti. Çin’in Afrika’nın özgürlük hareketlerine verdiği destek, büyük ölçüde, giderek Çin’in jeopolitik ilgisi ve değişik ulusalcı gruplar arasında salınması şeklinde gerçekleşmeye başladı ve belli bir uyum ya da süreklilik arz etmekten uzaklaştı .
1978 yılında Deng Xiaoping liderliğindeki ‘piyasa reformları’na odaklanan Çin’in Afrika ile ilişkileri bir süre durakladı. Afrika’ya gerçekleştirilen toplam Çin yardımları, 1976 yılından 1982 yılına gelindiğinde, 100.9 milyon dolardan 13.8 milyon dolara geriledi. Ancak yardımlar gerilerken, iki bölge arasındaki ticaret ilerledi. Çin ve Afrika arasındaki ticaret, 1976 ile 1988 yılları arasında, 300 milyon dolardan 2.2 milyar dolara yükseldi. Bunun nedeni, Çinli liderlerin ekonomik modernizasyona, yabancı pazarlara ve sermayeye yatırımlarına öncelik vermeye başlamış olmalarıdır. Böylece Çin’in Afrika siyaseti, ‘ulusal özgürlük mücadelelerine’ destekten ziyade, Çin’in ekonomisini güçlendirecek yeni ticari bağlar aramaya dönüşmüştür .
Çin ve Afrika ülkeleri arasındaki ilişkilerde 1990’ların sonlarına gelindiğinde yeni bir dönem başlamıştır. ‘Küresel güç’ olabilmek için zorunlu olan enerji kaynaklarının güvenlik altına alınması konusu 1990’ların ortalarından itibaren Çin dış siyaseti için anahtar bir güdü haline geldi.
Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin’in 1996 yılındaki Afrika ziyareti sırasında, diplomatik ve ekonomik açılımlar bağlamında, 6 Afrika ülkesiyle 23 ekonomik ve teknik işbirliği anlaşması imzalandı. Zemin, Çin-Afrika işbirliği çerçevesinde 5 maddelik bir çerçeve de ortaya attı: İki bölge arasındaki ‘içten’ dostluğun arttırılması adına tüm ilişkiler eşitlik, egemenliğe saygı duymak ve birbirinin işlerine müdahalede bulunmamak, ortak çıkar bağlamında birlikte gelişme, küresel meselelerde arttırılmış bilgi paylaşımı ve işbirliği ve son olarak da adil ve dürüst bir uluslararası ekonomik ve siyasi düzen peşinde koşmak maddelerine dayandırılmalıydı. Bu beş maddelik öneriyi, 2000 yılının Kasım ayında, Pekin’de Afrikalı ve Çinli bakanlar tarafından gerçekleştirilen ve kalıcı bir Çin-Afrika İşbirliği Forumu (Forum on China-Africa Co-operation – FOCAC) kurulmasına yol açan bir konferans izledi. İlk gerçekleştirildiği yıldan bu yana Çin ile Afrika ülkeleri arasındaki ilişkileri geliştiren bir araç haline gelen FOCAC’ın diğer toplantıları, 2003, 2006, 2009 ve 2012 yıllarında gerçekleştirildi.
Özetle, Çin’in Afrika politikası, ‘emperyalizme karşı dayanışma’dan klasik bir ekonomik yayılmacı ve sömürgeci ilgiye dönüşmüştür. Bugün Çin’in dış politikası “değişken, farklılaştırılmış ve proaktif”tir. Yeni stratejisi ile Çin, kaynak diplomasisi yanı sıra “yumuşak güç”ün çeşitli biçimlerini kullanmaktadır. Kültürel ve akademik paylaşımın artırılmasına çabalanan kamusal ilişkiler, sağlanan dış yardım, yatırımlar yumuşak gücün başlıca araçlarıdır. Bu ekonomik ilgi hammaddelere erişim, yatırımlar aracılığıyla nüfuz alanlarını genişletme, ticaret ve askeri ‘yardımlar’ şeklinde yaşama geçmektedir .
AFRİKA’NIN ÇİNLEŞMESİ!
Çin’in, Afrika’da hızlı bir biçimde ekonomik ve siyasal etkisini artırdığı bir sır değil. Dünyanın üretim havuzu Çin, ekonomik gelişimini devam ettirmek için büyük miktarda enerji ve hammaddeye ihtiyaç duyuyor. İşte bu ihtiyaçlar; Çin’in dış politikasının önemli bir belirleyicisi durumunda.
Dünyanın en büyük petrol üreticisi ülkeleri Ortadoğu’da bulunmaktadır. Sadece bu durum bile, Ortadoğu’nun çatışma, entrika ve emperyalist müdahalelerin merkezi olma sebebini açıklayabilir. Bölgede dünyanın en büyük tekelleri yoğun bir faaliyet içindedir. Çin de bu bölgeyle petrol alışverişi halindedir. Ancak Ortadoğu petrolleri Çin’in kontrolünde olmaktan çok uzaktır. Çin, bu çerçevede hem Orta Asya’da bölgesel birlikler ve ticari ilişkiler kurmakta, hem de özellikle ABD ile mesafeli olan Latin Amerika ülkeleriyle genel olarak ticaretini özelde de petrol ithalatını geliştirmektedir.
Ancak Çin açısından Afrika özellikle önemlidir. Dünyanın paylaşılmış (elbette yeniden paylaşılmaya aday) enerji kaynaklarının yanında, Afrika, mevcut ve potansiyel enerji kaynakları açısından henüz tam olarak paylaşılmamış bir bölgedir. Çin, buradaki boşluğu değerlendirmek için ABD ve Avrupa ülkeleriyle kıyasıya bir mücadele içine girmiştir.
BP verilerine göre, dünya kanıtlanmış petrol rezervlerinin yüzde 9.6’sı Afrika kıtasında. Dünya petrol rezervlerinin dağılımında, 1989 yılında Afrika kıtası yüzde 5.9’luk bir paya sahipken, bu oran, 1999’da yüzde 7.8’e, 2009 ise yüzde 9.6’ya yükseldi. Böylece Afrika’nın dünya petrol rezervleri içindeki yüzdelik payı 20 yıl içinde yüzde 62 oranında artış gösterdi. 2025 yılına kadar Afrika’nın petrol rezervlerinin yüzde 91 oranında artması bekleniyor.
Çin, dünyanın ABD’den sonra ikinci büyük petrol tüketicisi ülkesi. Dünyanın üretim cehennemi olan Çin’de devasa bir petrol talebi olması da gayet doğal. Çin, petrol ithalatının önemli bir bölümünü, yani dörtte birini Angola, Cezayir, Çad ve Sudan kanalıyla Afrika’dan karşılıyor.
Çin; Ekvator Ginesi, Gabon ve Nijerya’daki enerji yatırımlarını da hızla arttırıyor. Çin’in Sudan petrolü üzerindeki kontrolü ise tartışmasız. Çin Ulusal Petrol Kurumu, 1995 yılında Sudan’da petrol araştırmaları yapma hakkını elde etmişti. Washington’un Sudan ile ilişkilerini kesmesinden 2 yıl sonra, Çin, Sudan’ı denizaşırı petrol üretim üssü haline getirerek boşluğu doldurdu. Sudan, petrol ihracatının yarıdan fazlasını Çin’e yapıyor, Çin ise, toplam petrol ihtiyacının yüzde 5’ini Sudan’dan karşılıyor.
Çin’e deniz aşırı petrol ihracı esas olarak Somali körfezinden yapılıyor. Afrika’nın güneydoğusundaki korsan faaliyetleri Çin’in enerji geçiş yollarını tehdit etmektedir. Dolayısıyla Afrika’da ekonomi, enerji ve askeri alanlardaki kontrol Çin açısından zaruridir.
***
Çin’in Afrika ‘istilası’, ihracat ve ithalat hacmindeki genişlemenin yanı sıra hızla artan yatırımlarından kaynaklanıyor. Çin dünyanın en çok yatırım çeken ülkesi olduğu gibi, ulusal sermaye birikimini hızla gerçekleştirmekte olan Çinli tekeller dünya genelinde yeni yatırım alanları arayışı içinde. Çin’de işgücü oldukça ucuzdur; ancak artan yatırımlarla beraber bir ölçüde yükselmektedir. Diğer yandan Çinli sermayedarlar için Çin içindeki yatırım kadar ülke dışında ve özellikle madenlerde yapılacak yatırımlar da önem taşımaktadır. Çin devleti de bu tür yatırımları teşvik etmekte, Çin yayılmacılığının aracı olarak kabul etmektedir.
Afrika, Batı emperyalizminin özellikle maden ve enerji kaynakları açısından yağmaladığı, ama iç çatışma ve istikrarsızlık nedeniyle de gerçek üretici yatırımlardan uzak durduğu bir bölge. Çin ise, hem enerji ve maden yatırımları hem de diğer yatırımlar açısından Afrika’yı ‘bakir orman’ misali yağmalamak, Afrika ülkeleriyle bu yatırım ve projeler kapsamında ilişkilerini geliştirmek üzere yoğun bir faaliyet halinde. 2010 yılında 1700’e yakın Çin firması Afrika’da 10 milyar dolar doğrudan yatırım yaparken, bu rakamın 2015’te 50 milyar doları bulması bekleniyor.
Yeraltı zenginlikleri, tarıma elverişli arazileri Afrika’yı özellikle cazip kılıyor. Kıta, yeryüzündeki altının yüzde 40’ına, platinyum ve kromun da yüzde 80’ine sahip. Tarıma elverişli, ama ekilmemiş arazi ise, kıtanın yüzde 60’ını oluşturuyor. Araştırmacılara göre, Afrika’da keşfedilmeyi bekleyen daha birçok zenginlik gizli.
Afrika, Çin’in gözünde hem ucuz doğal kaynak cenneti, hem de doğrudan yatırım yapmak için fırsatlar merkezi. Örneğin, Çinli tekstil şirketlerinin Afrika’da şirket kurmasıyla, Çin’e uygulanan birçok Amerikan veya Avrupa kotasını ortadan kaldırılmış oluyor.
Çin, dünyanın en büyük kereste tüketicisi durumunda. Toplam çinko üretiminin yüzde 30’u, demir-çeliğin yüzde 27’si, kurşunun yüzde 25’i, alüminyumun yüzde 23’ü, bakırın yüzde 22’si Çin tarafından tüketiliyor. Çin, Mozambik’te kereste için ağaçları, Sudan’da petrolü, Zambiya’da bakır madenlerini, Zimbabve’de uranyumu, Kongo’dan kobaltı direkt yatırım yaparak alıyor .
Çin, bu doğal kaynaklara ulaşmak için altyapı yatırımları da yapıyor: Angola’ya hızlı tren hattı döşüyor. Nijerya’ya uydu, kırsal Gana’ya telekomünikasyon ağı kuruyor. Hastaneler, su depoları, boruları, ray hatları, havaalanları, oteller, futbol statları, parlamento binaları gibi birçok bina ve altyapı çalışması Çinliler tarafından doğal kaynaklara ulaşmak için inşa ediliyor. Küçük Lezoto’da süper marketlerin yarısından çoğu Çinliler tarafından işletiliyor. Birçok Çinli fabrikaya ev sahipliği eden Mauritius’ta Çince, okul eğitim programına eklenmiş durumda.
Afrika’da; gericilikler ile bağımsızlıkçıları karıştırarak da olsa sürdürülen “emperyalizme karşı dayanışma” ilişkilerini geride bırakan Çin’in, Afrika’daki esas ‘istilası’ 2000’li yıllarda başlamıştır. Kasım 2000’de Pekin’de gerçekleştirilen ve 44 Afrika ülkesinden temsilcinin katıldığı Çin-Afrika İşbirliği Forumu Zirvesi’nde iki bölge arasında stratejik ortaklığın temelleri atılmıştır. Zirve sonrası deklare edilen Pekin Deklerasyonu, Çin ve Afrika’nın ortak kalkınmasını sağlamak amacı ile ticaret, finans, sağlık, tarım, teknoloji, kültür ve eğitim alanlarında yeni anlaşmaların zemini olmuştur.
Çin’in Afrika ile ticareti 2000 yılında 10.6 milyar dolar iken 2008 yılında 100 milyar doları aşmıştır. 2009 yılında, Çin, ABD’yi geride bırakarak, Afrika’nın en büyük ticari partneri unvanını elde etmiştir. Çin-Afrika ticaret hacmi, 2010 yılında 120 milyar doları, 2012’de ise 200 milyar doları aşmıştır. 2012’de ABD’nin Afrika ticaret hacmi ise, 100 milyar dolar civarındadır. Afrika’nın ‘gelişmekte’ olan ülkeler ile ticaret hacmi bir önceki 10 yıla oranla yüzde 23’den yüzde 39’a yükselmiştir. Afrika Kalkınma Bankası verilerine göre, Afrika’nın gelişmekte olan ülkeler arasında en büyük beş partneri yüzde 38.5 ile Çin, yüzde 14.1 ile Hindistan, yüzde 7.2 ile Kore, yüzde 7.1 ile Brezilya ve yüzde 6.5 ile Türkiye’dir.
Çin’in Afrika ülkelerinden yaptığı değerli maden ve petrolün tüm ithalat kalemlerine oranı, yüzde 95 seviyesinde seyretmektedir. Afrika’dan hammadde alıp bitmiş ürün satan Çin’in başlıca ihracat kalemleri ise, makine, tekstil, ayakkabı ve plastik ürünlerden oluşmaktadır. Çin’in kıtadaki başlıca ticaret partnerleri ise, yüzde 24 ile Angola, yüzde 17 ile Güney Afrika, yüzde 8 ile Sudan, yüzde 7 ile Nijerya ve yüzde 6 ile Mısır başta gelmektedir.
Çin-Sahra Altı Afrika İşbirliği Forumu’na göre, 2000 yılından bu yana Çinli firmalar Afrika genelinde 60 bin km asfalt yol ve 3.5 milyon kw elektrik üreten elektrik santralleri inşa etmiştir. UNCTAD’ın 2010 Dünya Yatırım Raporu, Çinli firmaların Afrika’ya yaptıkları doğrudan yatırımlarda da büyük artış yaşandığını ortaya koymaktadır. Çin’in en çok yatırım yaptığı üç ülke Sudan, Nijerya ve Güney Afrika’dır.
Çin, ayrıca, ‘karşılıksız’ kalkınma yardımları ve düşük faizli kredi, borç silme gibi kolaylıklar sağlayarak, Afrika ülkeleri ile ilişkilerini hızla arttırmaktadır. 2008 yılında Demokratik Kongo Cumhuriyeti (DRC) ile uzun vadeli altyapı anlaşması imzalayan Çin, Mashamba West ve Dikuluwe’deki 50 milyar dolar rezerve sahip iki önemli bakır madeninin 9 milyar dolara işletmesini almıştır. İmzaladığı 6 milyar dolarlık anlaşma ile de 3.900 km otoyol, 3.200 km demiryolu, 32 hastane, 145 sağlık ocağı ve iki üniversite inşa etmek üzere anlaşmıştır. Benzer bir operasyonu Zambia’da gerçekleştiren Çin, bu ülkedeki Copper Belt eyaletini özel ekonomik bölge ilan ederek, 800 milyon dolar tutarında çeşitli kalkınma projeleri başlatmıştır. Çin, AB ve ABD’nin ilgi duymadığı Çad, Zimbabve gibi ülkelerle de ikili ilişkilerini geliştirmektedir.
Afrika ülkelerinin altyapı yatırımlarında ve dış ticaretinde önemli bir yer tutan Çin, hızla baş aktör haline gelirken, Avrupa Birliği ve ABD’nin ise kıta ile ticaretlerinde gerileme yaşanmaktadır. Çin Afrika ile dış ticaretlerinde fazla verirken ABD ve AB ülkeleri açık vermektedir. Afrika mallarının en büyük alıcısı Amerika iken Çin Afrika’nın en büyük mal tedarikçisidir.
AFRİKA’DA KIZIŞAN REKABET
Çin emperyalizminin Afrika’daki bu hamleleri; elbette ekonomik ilişkilerle sınırlı değil. Çin; Afrika’da siyasetinden ideolojisine, kültüründen medyasına kadar her alanda yoğun bir faaliyet halinde.
Çin, Afrika ile ilişkilerini “Barışçıl Yükseliş” tezi ve dış politikada “Harmonik Dünya” yaklaşımı çerçevesinde tanımlıyor. Çin’in Afrika’daki yayılımına gelen tepkiler üzerine, 2005’te, New York’taki BM toplantısında, Cumhurbaşkanı Hu Jin Tao, “Afrika ülkeleriyle geliştirilen ilişkilerin Harmonik Dünya Dış Politikası çizgisinde olduğunu ve tehdit içermediğini” söylemişti.
Çin’in, Afrika ile ilişkilerinde en temel vurgulardan birisi ‘eşitlik’ oldu. “Çin’in, Avrupa’nın aksine hiçbir zaman Afrika’yı sömürmediği” sık sık hatırlatıldı. Çin Başbakanı Wen Jia Bao, 2006’daki Güney Afrika ziyaretinde “Çin tarih boyunca Afrika’nın bir karış toprağını bile işgal etmemiştir” demişti. Çin-Afrika Karma Toplantıları Pekin Zirvesi’nde Çin Cumhurbaşkanı Hu Jin Tao, yine, ‘eşitlik’ ve ‘denklik’ ilişkisini özellikle vurgulamıştı: “Çin ve Afrika ülkeleri arasında 50 yıldır sürekli ilerleyen ilişkilerimiz hep karşılıklı denk olma, dostluk ve destekleme esasına göre gelişmiştir. Bu ilişkilerin tarihin seyri ve uluslararası esen rüzgarların sınavındadır. Önemli olan dürüst bir şekilde bu dostluğu ve karşılıklı desteği ilerletmektir.”
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping’in, göreve gelmesinden kısa bir süre sonra yaptığı ilk deniz aşırı ziyaret Afrika’ya, Tanzanya’ya oldu. Ziyaret sırasında konuşan Tanzanya Devlet Başkanı Jakay Mrisho Kikwete, Çin ile artan ticaretin teknolojik yatırım getirdiğini ifade ederken, şunları söyledi: “Biz geleneksel teknoloji kullanıyoruz. Hala elimizde çapalar var. Bu şekilde tarımı geliştiremiyoruz. Gübre kullanmıyoruz. Yüksek verimli tohum kullanmıyoruz. Tarlalarımızı sulayamıyoruz. Yani bizim teknolojiye ihtiyacımız var. Büyüme sürecince bizim ihtiyacımız olan teknolojidir.”
Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ise, aynı ziyarette, Afrika ve dünyanın diğer bölgelerindeki faaliyetlerini hatırlatırcasına, “Ben de varım” diyordu: “Değişen bir çağa şahit oluyoruz ve değişen bir dünya ile karşı karşıyayız. Bu dünyada kalkınma, işbirliği ve kazan kazan formülü zamanın trendine dönüştü. Eski sömürge sistemi çökmüştür. Soğuk Savaş döneminin grupları arasındaki uyuşmazlıklar artık yok. Dünya tek bir ülke ya da blok tarafından yönetilemez.”
Çin’in “Harmonik Dünya Dış Politikası”nda özellikle dünyanın tek bir blok tarafından yönetilemeyeceği vurgusu esastır. “Çok kutuplulaşan dünyada”, ekonomik ve siyasal olarak payını isteyen Çin, farklı güçler arasında şimdilik “harmonik bir uyumun” olması gerektiğini düşünüyor. “Barışçıl Yükseliş” tezi de bu perspektifle uyumlu. Örneğin Çin’in Afrika’daki faaliyetleri, hem Çin’in hem de Afrika’nın barışçıl bir biçimde yükselişi olarak açıklanıyor.
Çin’in eşitlik vurgusu, Avrupalı’yı karşısında gördükçe ‘beyaz’ zulmünü hatırlayan Afrikalı için oldukça önemli. Ancak, elbette sadece bir ‘vurgu’ gerçeği değiştirmekte yeterli değildir. İkili ilişkilerde bu ‘tatlı rüya’ söz konusu olsa da, hammadde ithal edip işlenmiş ürün satan, madenlere ve diğer doğal kaynaklara yatırımlar yapan yani klasik bir emperyalist sömürü mekanizmasını işleten Çin’e, Afrikalı tepkiler de yok değil:
Afrika’nın yeni emperyalizmle karşı karşıya olduğunu söyleyen Nijerya Merkez Bankası Başkanı Lamido Sanusi, Çin’i Afrika’nın sanayisini daha da kötü hale getirmek ve az gelişmişliği artırmakla suçladı. Sanusi, 11 Mart 2013’te Financial Times’a yazdığı makalede, Çin’in Afrika’dan temel ürünler aldığını ve karşılığında sanayi ürünleri sattığını ve bunun sömürgecilik tanımının özü olduğunu söyledi.
KwaZulu Natal Üniversitesi’nden Profesör Patrick Bond, Afrika ülkelerinin aldıkları yatırımlara ve yardımlara dikkat etmesi gerektiğini söylüyor. Bond, “kardeşlik” söylemlerinin ötesine bakıldığında, 19. yüzyıldan çok farklı olmayan düzensiz bir emperyalist rekabetin gözlemlenebileceğini ve Çin’in Afrika kaynaklarını sömürürken, sanayileşmeye yeterince “katkıda bulunmadığını” ifade ediyor.
Çin’in Afrika’da desteklediği projeler; hammadde üretimine yoğunlaştıkları, şeffaf olmadıkları, yeterince istihdam yaratmadıkları ve dolayısıyla kalkınmaya destek vermedikleri yönünde eleştirilere konu oluyor. Ancak buna rağmen Çin’in Afrika’da, Batılı ülkelere göre; reel yatırımlarda daha istekli olduğu, yardım konusunda daha rahat davrandığı ifade ediliyor. Çin bu konudaki başarılarının nedenlerinden biri de Çin bürokrasisi içinde de oldukça yaygın olan rüşvet ve benzeri uygulamaların Çin sermayedarlarınca rahatça kullanılıyor olması.
Çin’in Afrika’da etkisini giderek artırdığı bir diğer konu da, silah ticareti. 1990’ların sonlarında Habeşistan ve Eritre arasındaki silahlı çatışmalarda kullanılmak üzere yaptığı silah satışının tecrübesiyle, şimdi tüm Afrika, Çin silahları için büyük bir pazar. İç savaşların, isyanların ve katliamların bitmek bilmediği Afrika’da, Çin, birçok ülkeye silah satıyor ya da satmaya çalışıyor. Afrika’da yürütülen askeri operasyonlara destek veren Çin, ABD ve Rusya’dan sonra Afrika’nın üçüncü büyük silah tedarikçisidir.
***
Çin’in “yumuşak güç” faaliyetlerinden birisi de, 2000’li yıllardan itibaren ‘itibarını iade ettiği’ Konfüçyüs Enstitüleridir. 2004 yılından bu yana dünya genelinde kurulan, Çin kültürünü ve dilini yaygınlaştırmayı amaçlayan, aynı zamanda siyasal, iktisadi ve kültürel ilişkisel hedefleri de olan Konfüçyüs Enstitülerinin sayısı 350’yi aştı. Afrika ülkelerinde de, bu enstitüler hızla yayılıyor. Çin üniversitelerinde Afrikalı öğrencilerin eğitim alabilmeleri için burslar verilirken, Afrikalı işadamları ve ticaret yetkililerinin eğitim almalarını sağlanıyor. Çin eğitimleriyle Afrika’nın gelecek yönetici ve elit kuşağı içerisinde Çin etkisinin artırılması hedefleniyor.
Çin’in Afrika’da çeşitli dillerde yayın yapan televizyon ve radyo istasyonları ve bir haber ajansı bulunuyor. Çin’in bu alandaki en yeni girişimi ise Kenya’da İngilizce olarak yayımladığı bir gazete.
Çin, Afrikalı gazetecilere, Çin’de eğitim almaları için burslar dağıtırken, kendi medya kuruluşlarını kurmayı da ihmal etmiyor. Çin, AB ve ABD’yi basın/medya alanında da rahat bırakmamaya kararlı. Çin, güncel ve tarihsel gelişmeleri Çin’in çıkarları çerçevesinde Afrikalılara doğrudan ve bizzat ulaştırmak istiyor. Öyle ki, İngilizce yayın yapan CCTV Africa televizyonu, magazin programlarından sohbet programlarına; belgesellerden internet televizyon programına kadar her alanda yayın yapıyor. Çin’in resmî haber ajansı Şinhua da, Afrika’nın Sahraaltı bölgesindeki ilk mobil haber hizmetini başlatmış buluyor.
Bu medya kuruluşlarındaki çalışma tarzı ve işleyişi doğrudan Çin’e bağlı. Bu kuruluşlardan birisinde çalışan Kenyalı bir gazeteci, “Metinleri önce İngilizce yazıyoruz sonra yerel dile, Suaheli’ye çeviriyoruz. Ancak Nairobi’den canlı yayın yapmıyoruz, tüm ürettiklerimizi önce Pekin’deki merkeze gönderiyoruz, yayın oradan yapılıyor. Bunun ötesinde düzenli olarak Pekin’e gidiyoruz ve Çinlilerin çalışma yöntemlerini öğrenmek için orada kurslara katılıyoruz” diyor.
Çin medyasında, anlaşılacağı üzere hiçbir haber sansürsüz geçmiyor. Özellikle hükümetlerle iyi ilişkiler söz konusu olan ülkelerde, hükümet aleyhine ya da toplumsal huzursuzlukları yansıtan hiçbir haber yayınlanmıyor. Daha çok hükümeti öven haberler ve günlük sıradan gelişmeler haber konusu olabiliyor.
***
Dünyanın en büyük piyasası haline gelen Çin’in, devasa sermaye birikimi ve büyümesinin devamı için gereken enerji ve hammadde kaynakları, bunların güvence altına alınması ihtiyacı, dünyada ve kara kıtada yeni çatışmaları gündeme getirecek gibi gözüküyor. Çin’in; bir yandan dışa bağımlı, diğer yandan dışarıyı bağlayan ekonomik yapısı ve trilyon dolarları bulan sermaye birikimi; ülke dışında yeni yatırım alanlarını da zorunlu kılıyor.
Afrika’da iktisadi, siyasal, kültürel alanlarda, dört bir yandan gelişen Çin hegemonyası, ABD’yi ve kıtanın geleneksel sömürgeci gücü olan Fransa’yı alabildiğine rahatsız ediyor. ABD, 2008 yılında kurduğu AFRICOM’la bölgeye daha ileriden bir müdahaleyi hesaplarken, Fransa da, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti ve diğer ülkelerde Çin etkisini kırmak üzere askeri müdahale ve destekleri ister istemez öne çıkarmak durumunda kalıyor.
Çin emperyalizmi ise, dış politikada karşılıklı saygı, içişlerine karışmama vb. kuralları resmi politikasının tabelası olarak kullansa da diğer emperyalist devletler ne yaptıysa, özü itibarıyla aynısını yapıyor. Ancak gücü ve dünya dengeleri açısından da yaptığını ‘yumuşak güç’le yapmak durumda olduğunu, kültürel ve diğer ilişkilerin buna katkı sunacağını biliyor.
Ancak diplomasi diliyle, onun arkasındaki ekonomik ve siyasi, hatta askeri ilişkiler arasındaki açı farkı, mesele Afrika olunca, daha da açılacak gibi gözüküyor. Fransa’nın ve ABD’nin her adımında ayağına basılan Çin, Çin’in her adımında ayağına basılan Fransa ve ABD daha fazla bağıracak. Zengin doğal kaynaklara sahip olan Afrika halklarının bu sömürü ve çıkar çatışmasına mahkum olmadığı ise açıktır. 1960’lı yılların bağımsızlıkçı mirasını alıp sosyalizme taşımaksa, yine açıktır ki; Afrikalıların kurtlar sofrasından tek kurtuluşudur.