Kitlelerin politikayla ilişkisi, üzerine en fazla spekülasyon yapılan konulardan biri olagelmiştir. Kitleleri “güdülmeye yatkın ve uygun kalabalıklar” olarak niteleyen çok sayıda burjuva sosyoloğu bulunuyor. Günümüzde yaygın şekilde kullanılmakta olan internet sitelerinde, kitlelerin “kışkırtılmaya ve yönlendirilmeye hazır ruh hali”ni sözüm ona bilimsel irdelemelere dayanarak kanıtlayan onlarca makale bulunuyor. Kitlelerin politikayla ilişkisini, özellikle de kitle psikolojisini, kitlelerin içinde tutuldukları ya da bulundukları iktisadi-sosyal, siyasal ve kültürel koşullardan bağımsız şekillenebilir gösteren bu makale ve irdelemelerde, kitleler “düşünme, hüküm verme ve eleştiri yetileri olmayan”, “zekaya değil duygulara göre hareket eden” ve “telkine hazır sabit fikirli yığınlar” olarak resmedilmektedir. Kitlelerin yaşam deneylerinden çıkarabilecekleri sonuçlar üzerinden sahip olabilecekleri düşüncelerinin olamayacağı; onların “akıl ve yargılama yoluyla değil, telkinle yol aldıkları”, “hayatlarının gerçek şartlarını değiştirecek her yenilikten, bilinçsiz olarak nefret ettikleri”; “çobanından vazgeçmeyen sürü” halinde hareket ettikleri ve “güçlü iradeye sahip olanı daima dinledikleri” ileri sürülmektedir. Kitlelerin örgütsüz-dağınık yığın halinden hareketle, onları kendi çıkarlarının farkında olmayan “amorf” yığınlar olarak gören ve yetenekli bir ajitatör, “karizmatik bir lider” tarafından din, milliyetçilik gibi duygu ve güdüler üzerinden hemen her zaman kolayca harekete geçirilebilir gösteren bu görüş(ler)in en önemli istismar konusu ise, kitlelerin kendileri aleyhine politikaların destekçisi ve kendilerine karşı eylemlerin faili olmaları; birbirlerine yönelik toplu öldürümlere girişebilmeleridir.
Nietzshe, G. Le Bon ve S.Freud gibi teorisyenlerden esinlenen bu görüşler, özellikle 1980 sonrası yıllarda, işçi ve emekçi hareketinin ve onunla birlikte sosyalist hareketin geriye püskürtülmesinden güç alınarak yaygınlaştırıldılar. Emekçilerin muvcut hal ve durumlarını bazen açıkça, bazen de üstü örtülü şekilde değişmez sayarak aşağılayan ve toplumsal değişimin düşünce ve alışkanlıkları değiştirici işlevine göz kapayan –bu alandaki değişim daha zor ve yavaş bir seyir izlemekle birlikte kaçınılmazdır–çok sayıdaki sosyal bilimci, psikolog ve siyasetçi, önyargıların, inançların ve genel olarak hakim düşüncelerin yığınları sürükledikleri tutum ve politikalardan hareketle, “sürü psikolojisi” üzerine söylemi sürdürdüler. AKP Hükümetiyle kitleler ilişkisinden hareketle yapılan “kitlelerin davranışı” analizlerinde, “sürü psikolojisi”ne hükmedilmesi ve “kitlesel psikoz”dan söz edilmesini ileri tutum sayan birçok yazar, sosyolog ve gazeteci ‘piyasa’ya çıktı. Liberal sağ ve sol aydınların bir bölümü, kitlesel eylem ve politikalara hakim olan egemen sınıf ideolojik tutumu ve politikasını bu tezleri kanıtlamak üzere kullanmaya giriştiler. Bir bölümü ise, AKP ve Hükümetinin ilericiliği, hatta devrimciliği üzerine kalem yarışına girdiler. Burjuva muhalefetinin pespaye bir çökmüşlük ve dağınıklık içinde olduğu koşullarda, halkın taleplerinin istismarında deneyimli bir gelenekten güç alarak işbaşına gelen iktidar partisinin, Batılı emperyalistlerin uluslararası desteğine sırt dayaması; sosyal hakları budarken, “aile yardımı”yla; kömür-şeker-çay paketleri ve okul öğrencilerine defter-kalem dağıtarak, işsizliğin ve yoksunluğun kol gezdiği üretim koşullarında, sıkıntılar içinde boğulan insanların bir kesimini avlamaya çalışmasını; yanı sıra din ve milliyetcilik üstünden halkın duygu ve istemlerini istismar ederek, belirli toplum kesimlerini iktisadi-sosyal çıkarlarıyla karşıtlık gösteren politikalarına “kazandığı” gerçeğine göz kapayan bu yazarlara göre, burjuva siyaset ve sosyolojisi alanındaki gelişmeler, kitlelerin “sürü hali”nin kanıtıydı!
Bu makalenin buradaki ilk bölümünde, kitle psikolojisi üzerine söz konusu çarpıtmalara bir yanıtı da içermek üzere, kitle-politika ya da tersinden söylenirse, politika-kitle ilişkisi ve kitle psikolojisi üzerinde durulacak; ikinci bölümünde ise, özel olarak işçi sınıfı politikasının kitleselleşmesi sorunu ele alınacak.
A-) KİTLELER VE POLİTİKA
Kitle-politika ilişkisi, iktisadi üretim koşulları ve bölüşüm ilişkileri temelinde şekillenen sınıfsal farklılıklara bağlı olarak tarih alanına girmiştir. İnsan topluluklarının üretim araçlarıyla ilişkilerinin, bu araçların mülkiyetine sahip olma ya da olamamalarına göre farklılaşmasına yol açtığından bu yana, tarih, sınıf mücadeleleri tarihi olarak yaşanagelmiş ve bu mücadele, insanın üretici etkinliği tarafından belirlenen maddi ve manevi tüm ilişkilerinin, bir bölüm insanın emekgücünün başka ve bu birincileriyle kıyaslandığında her zaman daha dar bir azınlığı oluşturan kesimi tarafından sömürülmesi üzerinden şekillenmiş; sınıf sömürüsü (köleci, feodal ve kapitalist) sınıf mücadelesinin temelini; politik mücadele ise, onun en üst biçimini oluşturmuştur. Tarihin tüm dönemlerinde politikanın içeriği ve biçimi, onu uygulayanların –sınıf vb.– çıkarları ve amaçları tarafından belirlenmesine karşın, iktidardaki egemen sınıf(lar), kendi politikalarını “tüm toplumun çıkarları”yla bağdaşır göstermeyi, iktidarın kitle desteği yönünden gerekli saymışlar; kendilerine karşı açık-gizli biçimlerde savaştıkları sınıf, kesim ve çevrelere, “biz sizin de temsilciniziz!” şeklinde seslenerek, “toplum üstü” otorite tesisini pekiştirmeye çalışmışlardır. Her egemen sınıf, böylece, kendi çıkarlarıyla tüm toplum kesimlerinden insanların çıkarları arasında özdeşlik ilişkisi kurarak, politikalarının, aralarında bu politikaların hedefinde olup zarar gören sınıf ve kesimler de olmak üzere, herkes tarafından benimsenmesini sağlamak istemiştir.
Kitlelerin belirli hedefler etrafında harekete geçirilmeleri sorunu, en ileri düzeyde, modern kapitalizm döneminde belirginlik kazanmıştır. Burjuvazi ve partileri açısından da, işçi sınıfı ve emekçiler ile partileri yönünden de, politikanın başarısı, kitlelerin bu politikaya kazanılmalarına bağlıdır. Bu ilişki, faşizm gibi tekelci sermayenin en zorba ve siyasal gericiliğin en yoğun biçimiyle uygulandığı sınıf diktatörlüğü koşullarında da, önemli ölçüde geçerlidir. Birbirleriyle mücadele halindeki sınıf ve kesimler, yığınların en geniş kesimlerini yanlarına çekmek üzere, yaşamın hemen tüm alanlarındaki insan ilişkilerinde etkileyici işlev gören ideolojik mücadeleye özel bir önem verirler. Politik mücadelede yer alan hiçbir sınıf, parti, örgüt ve kurum, kitlelerin gücünü yanına almadan ya da aynı anlama gelmek üzere politikalarını yığınlara mal ederek, yığınların ‘şahsında’ maddi bir güce ve değiştirici kuvvete dönüştürmeden, başarıya ulaşamamıştır. Bu mücadelenin en kesin, en çıplak biçimleriyle yaşandığı kapitalist toplumda ise, mücadele çok çeşitli ve farklı çıkarlara sahip sınıf ve kesimler arasında farklı biçimler alarak sürmesine rağmen, esas olarak proletarya-burjuvazi mücadelesinde tüm toplumsal sisteme damgasını vurmuş; bu da, burjuva politikasıyla işçi sınıfı politikasına yaklaşımı özel olarak önemli kılmıştır.
B-) BURJUVAZİNİN VE İŞÇİ SINIFININ POLİTİKALARI
Liberal, faşist, gerici sermaye politikaları ile işçi sınıfının demokratik ve sosyalist politikası arasında; bu politikanın iktidar biçimlerine yansıması veya iktidar biçimi olarak şekillenmesi üzerinden “benzerlik”ler kuran liberal ‘sol’ ve sağ yazarlar, bu yönetim biçimleri ve politikalarının kitleler ve çıkarları/hakları yönünden anlamı ve amaç farklılığını bilinçli şekilde görmezden gelirler. Sermayenin tüm halk üzerindeki diktasıyla kitlelerin dolaysız olarak öznesini teşkil ettikleri ve toplumsal iktisadi ve siyasal yaşamın idaresine katıldıkları yönetim biçimleri ve onun politikaları arasındaki temel önemdeki farkların üzerinden atlayarak, üretimin maddi-manevi ürünlerinin toplum yararına mı, yoksa küçük bir azınlık yararına mı kullanıldığını önemsiz bir ayrıntıya indirgemek, oysa, yalnızca burjuvazi ve emperyalizmin “demokratizmi” temsil yalanına güç verir. Bütün fabrikaların, işletmelerin, toprakların toplumun %10’nuna, hatta daha da dar bir azınlığına ait olmasını; milyonlarca işçinin, ancak ürettiğinin çok az bir bölümünün karşılığı olabilecek bir ücret üzerinden çalıştırılması ve kendi ürettiği ürünü ancak para ödeyerek kullanabilmesini esas alan bir üretim sistemi ile bütün toprakların, işletmelerin, fabrikaların bütün toplumun “mülkü” olarak kullanılması ve herkesin emeğinin karşılığını almasını temel alan bir üretim sisteminin birbirlerinden temelden farklı olduğunu, aklı başında, bilimsel kriterleri azçok önemseyen burjuva ideologları dahi reddedemezler. Burjuva çıkarları için halkın önyargılar, akıl dışı hurafeler ile yönlendirilmesi politikası ile halkın aydınlatılması ve kendi çıkarlarının bilgisiyle donatılması politikası çatışma halindedir. Temelini nesnel sınıf farklılıkları ve uzlaşmazlığından alan bu çatışma nedeniyledir ki, burjuvazi –ve öncesi tüm hakim sınıflar– kendi çıkarlarını halk kitlelerine benimsetme ve sömürüyü sürdürmek için onları tabi olma, susma ve sinmeye ikna etme politikasını hiçbir koşulda ihmal etmemişler, ihtiyaç duyduklarında da bunu şiddet araç ve yöntemleriyle takviye etmişlerdir. Ama tarihsel gerçek o ki, hakim sını(lar)ın bu politikası, ezilen, baskı altında tutulan ve sömürülen emekçi halk kitlelerini, kendi hak ve çıkarlarına uyanmaktan, bunun için mücadeleye atılmaktan da alıkoyamamış; aksine, deyiş yerindeyse, buna zorunlu bırakıp harekete geçmelerine neden olmuştur.
B-ı) BURJUVA POLİTİKASI VE KİTLELER
Kapitalist üretim temeli üzerinde şekillenen burjuva politikasının içeriği dolaysız şekilde kapitalist sınıf çıkarları tarafından belirlenmiştir. İşlevi, emekgücü sömürüsünü doğal, kaçınılamaz ve zorunlu göstermek; sınıf sömürüsü sistemi olarak kapitalizmin sadece “ebediliği”ni değil, sürdürülmesi “zorunluluğu”nu vaaz ederek, işçi sınıfı ve emekçilerin sisteme yedeklenmelerini sağlamaktır. Burjuva politikası, kitlelerin kendi “öz çıkarları”nın farkına varmalarına set çekmek üzere sınıf çelişkilerini gizler; açlık, yoksulluk, işsizlik, hak yoksunluğu, işgal ve savaşlar kapitalist özel mülkiyet sisteminin ürünü olmalarına ve burjuva politikası da bu kaynağın ‘avukatlığı’ işlevi görmesine rağmen, bu sorunların yok edileceği; herkes için huzur ve güvenin sağlanacağı, ayrımsız olarak mutluluk içinde yaşanacak sosyal-iktisadi ortamın varedileceğini, süreklilik gösteren şekilde yineleyerek birey ve kitlelerin “ruhu”na seslenir. Kapitalist parti fraksiyonları, hükümetler ve sermayenin çok sayı ve çeşitlilikteki sınıfsal kurumlarının yürüttükleri ideolojik mücadelenin kitlelerle ilişkisi ve kitleler için anlamı, böylece, doğrudan ve dolaylı olarak kapitalist sınıf çıkarına, sınıf hakimiyeti koşullarının sürdürülmesi hedefine bağlanır. Amaç, sömürülen ve sınıf baskısı altında tutulan kitlelerin buna karşı mücadeleye atılmalarını önlemek, suskun ve sinmiş olarak kalmalarını sağlamaktır.
Bu politika, burjuva devleti ve kurumlarının şekillenişi ve halk ile ilişkilerinde somut biçim ve karaktere bürünmüştür. Yasalarda ve hukuk kitaplarında parlak sözcüklerle süslü anlamından farklı olarak, demokratik haklar ve düşünce özgürlüğünün, burjuvazinin azınlık tekelci kesiminin dayatmalarında ifadesini bulan ve sermaye politikacılarıyla onların en parlak hatiplerinin nutuklarında tekrarlanagelen sermaye çıkarları ötesinde değeri yoktur. İşten atılan ya da ücretini artırma talebinde bulunan işçinin, yaşam koşullarının düzeltilmesini isteyen emekçilerin karşısına çıkarılan hukuk, yasa ve siyasal-silahlı güç, sermayenin çıplak çıkarlarının maskeli halinden başka bir şey değildir. İşçi -kapitalist ilişkileri ve işçinin hakları üzerine çok sayıda yasa maddesi, pratikte hemen her zaman işçinin karşısına, yanında polis copu ve asker süngüsü-tüfeğiyle, kapitalistin tutumu, “hakları” ve yaptırımları olarak çıkar. Bu politika, burjuvazinin, hakim sınıf konumundan sahip olduğu araç ve olanaklar üzerinden kitlelere taşınır ve egemen belirleyici görüş ve düşünceler şeklinde toplumsal yaşama yön verici olarak kalması sağlanmaya çalışılır. Her sömürücü sınıf gibi, burjuvazi de, çıkarlarını ve onun ifadesi olan politikasını “herkesin yararını gözeten, hatta esas alan” anlayış ve görüşler toplamı olarak sunar. Çeşitli araç ve yöntemlerle hakim kılmaya çalıştığı düşüncenin merkezinde, “herkesin aynı gemide birlikte yaşadığı”; “daha iyi ve ileri bir yaşam için fedakarca çalışılması gerektiği” söylemi yer alır. Burjuva ideologları ve her türden propagandacıları –dini ideolojinin yayıcıları da bunların arasında yer alırlar–, sınıf farklılıklarının üstünü örterek, sınıf mücadelesini gerektiren bir neden bulunmadığını vaaz eder; eşitsizlik ve ayrımları “takdiri ilahi” gösterir; “refah ve mutluluk içinde bir yaşam için” otoriteye uyumlu tutum ve davranışı empoze ederler. Bilgi edinme ve eğitim araçları bu amaç doğrultusunda kullanılır. Kitle iletişim araçları, burjuva çıkarlarının ifadesi düşüncelerin kitlelere benimsetilmesinin araçları olarak kullanılır. Okul ve aile yaşamından, toplumsal tüm alanlara yaygınlaştırılan ideolojik eğitim ve yönlendirmeyle bu görüşler hakim hale getirilirler. Okulun işlevi, burjuvazinin çıkarlarına hizmet edecek eğitimli insan gücü yetiştirme ihtiyacı tarafından belirlenmiştir. Bu özelliğiyle okul, sınıf savaşımının bir aracıdır. Herbir “ulusal okul”un başka halklara karşı düşmanca önyargıların aşılandığı bir kurum olarak kullanılması kapitalist rekabet ve çıkar çatışmasıyla dolaysız bağlıdır. Okur-yazar herkesin “tedrisatından geçirildiği” eğitim sistemi, egemen politik aygıt ile içli-dışlıdır. Nasıl bir eğitimin uygulanacağının kararları burjuva parlamentolarında bile değil, halkın tümüyle dışında ve hükümetler ve burjuva uzmanlar eliyle alınıp uygulanır. İletişim araçları kitle manipülasyonunun silahına dönüştürülmüşlerdir. Gazeteler ve basılı yayınlar, günümüzde yüzlerce kanaldan yirmidört saat yayın yapan televizyon kanalları, internet ağları ve diğer çok çeşitli araçlar kapitalist sermaye birikimi araçları olmaları, kapitalist şirketler haline gelmelerinin yanı sıra kitlelerin sermaye yararına yönlendirilmeleri için kesintisiz faaliyet halindedirler. Burjuva ve faşist propaganda, kitlelere, içinde tutuldukları iktisadi-toplumsal koşulların yeniden üretimi ve sürdürülmesini zorunluluk olarak gösterir ve statükonun korunmasını psikolojik-kültürel “değerler manzumesi”nin başına koyar ve tüm bu araçlar aracılığıyla etki altına alınan kitle psikolojisini, kitleleri hükmedilecek “şey”e dönüştürmenin aracı olarak kullanır.
Sermaye politikacıları, “millet”, “inanç”, “gelenek-görenek” üzerine siyasi söylemle toplumun çeşitli kesimlerine seslenirlerken, etkilemeye çalıştıkları asıl olarak geniş halk yığınlardır. Herkesi “aynı ailenin bireyleri” olarak gösteren burjuva propagandası, halk kitlelerinin sermayeye yedeklenmelerini amaç edinir. Birbirleriyle sözüm ona politik tarih hesaplaşmasına girişen ve birbirlerini gericilik, hatta faşistlikle niteleyen sermaye partilerini birleştiren ana unsur kapitalizm savunusudur. Tekelci gericilik, uluslararası mali sermaye ve büyük emperyalist güçlerin dayattıkları politikalar karşısındaki tutumlarını, bu temel savunu üzerinden belirlemektedirler. Seçim meydanlarında ve parlamento kürsülerinde ya da bir biçimde kitlelere seslendikleri her durum ve yerde, bu partilerin sözcüleri, “insanca yaşam”dan, “hak ve özgürlükler”den bolca söz ederler; ama, sorun gelip pratikte iki sınıfın karşı karşıya gelmesine dayandığında; işçi ve emekçiler, örgütlü güçleriyle sermaye ve hükümetlerinin karşısına çıktıklarında ya sessizce geçiştirerek ya da daha açık bir tutumla “ekonominin durumu”, “ülke ve milletin çıkarları” üzerine demagojik söylemle itidal tavsiyelerine soyunarak, gerçekte oldukları üzere, sermayenin saflarındaki yerlerini teyit etmekten kaçınmazlar. Burjuva devleti, kapitalist sınıf çıkarlarını toplumsal ilişkilerin tüm alanlarında etkin kılmak ve etkin tutmak için, burjuva politikasının tüm bu biçim ve içeriği ile sistematik kurumlaşmasını merkezileştirir.
B-ıı) İŞÇİ SINIFI POLİTİKASI VE KİTLELER
İşçi sınıfının politikası her şeyden önce, sermaye çıkarlarının ifadesi olan burjuva ve gerici politikaya karşı insanca yaşam için ve baskı ve sınıf sömürüsünün her türüne karşı, bunların ortadan kaldırılmasını esas alan bir politikadır. Bu politika, sömürü ilişkilerinin tasfiyesini esas alır. Bir bölüm –küçük bir azınlık– insanın başka ve geniş insan topluluklarını sınıf hakimiyeti altında ve baskı uygulayarak tutmasının tüm dayanaklarının ortadan kaldırılarak, eşit ve özgür bir yaşamın sağlanmasını; bunun için kendi sınıfını ve emekçilerin tüm kesimlerini, toplumsal gerçeklerin açıklığa kavuşturulmasıyla bu mücadeleye kazanılmasını vb.. içerir.
Kapitalizm, üretim araçlarının, nüfusun giderek daralan azınlık bir kesiminin elinde toplanması, nüfusun büyük çoğunluğunun ise üretim araçları mülkiyetine sahip olmamalarıyla karakterizedir. Bu özelliği, toplumsal üretimi gerçekleştiren, ancak üretim araçlarına sahip olmayan milyonlar, on milyonlar ve milyarlarca işçi ve emekçinin şahsında, onu yıkacak gücün ortaya çıkmasını sağlarken; bu güçle ve politik devrim (burjuva devletinin yıkılarak yerine proleter ve emekçi sınıf devletinin kurulması) aracıyla üretim araçlarının kolektif mülkiyetinin gerçekleştirilmesini ve sınıf sömürüsünün ortadan kaldırılması olanaklarını da yaratmaktadır. Kapitalizm, sosyalizmin maddi dayanaklarının oluşmasına; onu gerçekleştirecek gücün işçi sınıfı kimliğinde ortaya çıkmasına yol açarken, işçi sınıfını, burjuva politikasından bağımsız kendi politikasını oluşturma sorumluluğuyla da yüz yüze getirmiştir. Bunu gerçekleştiremediğinde, o, burjuvazi başta olmak üzere çeşitli diğer güçlerin politikalarına ‘eklemlenmiş’; burjuva hakim sınıfların çıkarları için kullanılması mümkün olmuştur.
İşçi sınıfı politikası herşeyden önce, işçi sınıfının talep ve çıkarlarının ifadesidir; ama bu politikayı diğer tüm ezilen sınıf ve kesimlerin politikalarından ayırdeden özelliği, onun toplumsal kurtuluş hedefine bağlanması; tüm sömürülen ve ezilenlerin kurtuluşunu da içermesi ve hedeflemesidir. İşçi sınıfının demokratik ve sosyalist politikası, ezilenlerin, baskı görenlerin, sömürülenlerin tarih boyunca buna karşı şu ya da bu biçim ve etkinlikte yürüttükleri mücadelenin birikimi üzerinden, bu mücadelelerin deneyimlerine dayanarak ilerler. Burjuvazinin, sınıfların varlığını ve mücadelesini örten ve yok gösteren, ama aynı zamanda kesintisiz şekilde kendi sınıf çıkarlarının mücadelesini yüreten politikasına karşı; onun politik-ideolojik içeriğini deşifre eden; ezilenlerin çıkarlarını savunan kendi görüşlerinin yaygınlaştırılmasını; bu görüşler etrafında sınıfının ve diğer ezilenlerin en geniş kesimlerinin birleşmesini amaç edinen bir politikadır, bu. Kapitalizm, sınıf sömürüsü ve baskısının en çıplak, deyiş yerindeyse, en özgür biçim(ler)inin yaşandığı bir toplumsal sistem olarak, üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun ve sömürü nesnesi haline gelen işçi ve emekçileri bu ortak özellikleri temelinde bir sosyal hareket içinde birleşme ihtiyacıyla yüz yüze getirir.
Kapitalist üretim sisteminin sektörel, bölgesel, “ulusal” ve uluslararası “yapısı”; kapitalist rekabet ve pazar ilişkileri/kavgaları; burjuva hakim sınıfların çok çeşitli manevraları ve kapitalist parti fraksiyonlarının liberal, muhafazakar, “sosyaldemokrat”, milliyetçi vb. politikaları, işçi ve emekçilerin bölünmüşlüğünün etkenleri olmalarına rağmen, yaşamlarını ancak emek güçlerini satarak devam ettirebilen ve sermaye ile ilişkileri emeklerinin sömürülmesi üzerinden kurulan insanlar olarak buna karşı bir araya gelmeye; ‘kendileri için’ kavgayı kendileri gibi olanların kavgasıyla birleştirmeye, bu ilişki tarzı ve hareketin evrimi tarafından itilirlerken, onlar tarihsel tecrübelerden yararlanarak ve düşünüp taşınarak bir araya gelmeye yönelirler. İşçi kesimleri çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi mücadelesinde, gözlem ve deneyimle ve kapitalistlere karşı birlikte olmaları ve davranmaları sonucu, bir tek sınıfın unsurları olduklarını hiseder ve anlarlar. Bu mücadele içinde işçiler, tek tek patronlardan giderek “birleşik” bir kapitalist tutum ve onun hükümetler, sermaye partileri gibi savunucularının tutumuna genişleyen karşı sınıf politikasıyla yüzyüze gelirler. Ekonomik hakları için verdikleri mücadele, yasaların gücüyle, onun yetmediği yerde polis-asker gibi düzen ve devlet güçleriyle karşı karşıya geldikçe, buna tanık oldukça, “herkesin aynı ve eşit olduğu” yönündeki burjuva söyleminin doğru olmadığını düşünmeye; karşı karşıya gelişin farklı çıkarlardan kaynaklandığını anlamaya başlarlar. “Sınıf olma bilinci”dir bu; politiktir, ama henüz hem hedefleri yönünden hem de diğer ezilen sınıf ve kesimlerin taleplerini sahiplenmedeki yetersizliği nedeniyle sistem sınırlarını aşan sınıf bilinci değildir.
Kapitalist toplumun bilimsel bir açıklamasını, sınıf mücadelesinin yasalarının bilgisini, insanın üretici etkinliğinin tarihsel ‘serüveni’ni ve bunun temellendirdiği sınıf farklılıkları/mücadelesi ve savaşları aracıyla hareketin yönünü; bu hareket içinde işçi sınıfının durumu ve rolünü açıklayan sosyalizm teorisi, işçi sınıfı politikasının, söz uygun ise, “pusulası”nı oluşturur. İşçi sınıfının ve tüm emekçilerin kapitalist sınıf ve politikasına; burjuvazinin ideolojik-politik ve kültürel kuşatmasına karşı mücadelede başarıya ulaşması, bu “pusula”yı yetkinlikle kullanabilen, yani en ileri teoriyle (bilimsel sosyalizm=Marksizm-Leninizm) donanmış partisi ve onun mücadele kararlılığına sahip militanlarının çabasına olan ihtiyacı zorunlu kılar. Neden oldukça yalındır: işçi sınıfı hareketiyle bilimsel sosyalizmin birliği ancak böyle gerçekleştirilebilir; işçi sınıfı, iktisadi mücadelenin sınırları içinde kalarak, bunun içinden ve doğrudan sosyalizm bilincine ulaşamaz. Politika yapabilir, çeşitli partilerin politikasının destekçisi olabilir, hükümetle ve kapitalistlerle işgünü, çalışma yasaları üzerinden çatışmaya girebilir; işçilerin bu düzeydeki bilinçleri, mevcut düzen içerisinde, durumunu iyileştirmek için, buna karşı duran ve baskı uygulayan güçlere direnme bilincidir. Ancak, işçilerin bu bilinçleri, kapitalizmin ve emekgücü sömürüsünün tasfiyesi olmaksızın insanlığın kurtuluşunun imkansızlığı sonucuna kendiliğinden götüren bir bilinç değildir. Sosyalizm bilinci ise, kapitalizmin ve sınıfların, sınıf farklılıkları ve sınıf sömürüsünün ortadan kaldırılmasının; işçi sınıfıyla birlikte tüm ezilen, sömürülen ve baskı görenlerin –tüm toplumun– kurtuluşu kapsamına genişleyen; bütün sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin niteliğini açıklayan; işçi sınıfına, içinde bulunduğu durumdan çıkışın ancak kendi eylemi ve devrimci tutumuyla mümkün olabileceğini; tarihsel kaçınılmazlığı üzerinden ve tarihsel deneyimin sentezlediği yol ve yöntemlerle birlikte gösteren bilinçtir. Sınıf bilincine ulaşmış işçilerin ve devrimci sınıf partisinin, burjuvazinin politik-ideolojik etkisine; dolaylı-dolaysız sınıf baskısına karşı, sömürülenlerin birliği ve sermayeden bağımsız politik örgütlenmesini sağlama politikası ve pratiği, gücünü bu nesnel durum ve dayanaklardan alır. İşçi sınıfı politikası, işçi ve emekçilerin en geniş kitlesini, içinde bulunduğu durumun bilincine vararak, bu durum ve koşulları değiştirmeye; sömürüyü olanaklı kılan üretim ilişkileri ve biçimine son vererek sömürünün ve sınıf ayrıcalıklarının olmayacağı bir yeni toplumsal sistem inşaasına girişmeleri için mücadeleye seferber etmeyi esas alır. İşçi sınıfı, yalnızca kendinin kurtuluşu için değil, bunu da içermek üzere, tüm ezilenlerin kurtuluşu için mücadelesiyle diğer ezilen toplum kesimleri ve politikalarından farklılaşır. O, sömürülen sınıf olarak, burjuvaziye karşı iktidar savaşında, kendi sınıf egemenliğini nihai hedef olarak almaz; amacı, sınıf iktidarı aracıyla tüm sınıf farklılıklarının ortadan kaldırılmasıdır. İnsanın insanı sömürmesinin tüm ekonomik-sosyal temelini ve dayanaklarını tasfiye ederek, toplumun üzerinde erk oluşturan devlet gibi kurumların süreç içinde ortadan kalkmasının koşullarını yaratır. Sosyalist eylem ve düşünce hiçbir halk topluluğunu, hiçbir azınlığı, dinsel-mezhepsel grup ve kesimi karşısına almaz. Sosyalistler, burjuvazinin, “herkesin-tüm toplumun; tüm sınıfların huzuru, mutluluğu, refahı” iddiasıyla sürdürdüğü ikiyüzlü propagandaya karşı, açıkça ilan ederek, sömürülen sınıf ve emekçi kesimlerin sömürüden kurtuluşu için sermayeye karşı sınıf savaşı yürütürler.
İşçi sınıfı ve bütün emekçiler açısından bugün en önemli sorun, kitlesinin çok büyük bölümünün burjuva partileri ve burjuva hükümetinin politik-ideolojik etki alanında bulunuyor olmasıdır. İşçi ve emekçilerin yalnızca ileri kesimleri değil, daha geriden gelmek üzere daha geniş kesimleri de politikanın içindedirler. Ekonomik talepleri için tek tek patronlara ve bazen de hükümetlere karşı daha geniş eylem birlikleri içinde bir araya gelenlerin önemli bir kesiminin politik sorunlarda ve politik mücadelede, burjuva politikasını temsil eden parti ve güçlerin yanında durmaları, bunu gösterir. Bu geniş kesimler açısından söylenirse, izledikleri politika kendi sınıflarının değil, ardı sıra gitmekte oldukları burjuva partileri, kurumları, kuruluşlarının politikasıdır. Bu durumdan çıkış ise, işçi-emekçi hareketinin ivedi ihtiyacıdır. Politik işçi hareketinin ya da başka türlü söylersek, sosyalist işçi hareketinin (devrimci sınıf partisinin) sorunu ve sorumluluğu, geniş işçi-emekçi kesimlerinin bu durumdan çıkışını hedefleyen, ona yardım edecek ve yol gösterecek bir çalışmanın kararlı şekilde yürütülmesidir. Çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesine yönelik acil ekonomik-sosyal ve siyasal taleplerin savunulması, bu talepler için mücadelenin siyasal demokrasi talepleri ve sosyalizm için mücadeleyle birleştirilmesi; toplumsal sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin ve haraketin yasalarının bilimsel sergilenmesi ve aydınlatmaya yönelik çalışmanın örgütleme çalışmasıyla ‘tamamlanması’ vb., işçi sınıfı ve diğer emekçilerin sermayeden bağımsız hareketine güç verecektir.
C-) KİTLE HAREKETİ VE KİTLE PSİKOLOJİSİ
“Kitle psikolojisi” söylemi, başlıca kitlelerin belirli kesimlerinin belirli ortak davranışını dayanak almakta ve belirli somut kitle(sel) tutumlardan hareket etmektedir. Kitle psikolojisi üzerine tartışmaların en dikkat çeken yönlerinden biri, kitlelerin “akıldışı” ya da “akla mugayir” eylemlere eğilimli oluşlarının ileri sürülmesidir. Kitle halinde hareketin kimi durumlarda, farklı olanları reddetmekle kalmayıp, hatta yok etmeyi de içeren aşırılık ve linç türü eylemlere varması; dini ideolojilerin insana biçtikleri kul rolüyle kalabalıkları edilgen, itaatkâr birey(ler) olarak durmaya ve kalmaya çağırmakla kalmayıp, farklı grup ve topluluklara karşı saldırılara sürüklemesi vb. bu görüşün dayanağını oluşturuyor. Buna göre, kendi mevcut durumunda edilgen ve “stabl”, ancak uyarıcı etkiyle, katliamlar dahil aşırı davranışlara eğilimli kitleler, birey halindeki insanı, –kendi başına yapamayacağı eylemlere de sürükleyerek–, bazen “kitlesel tecrübe”yle edinilmiş katliamcı görüşlerin etkisinde, bazen de spontane halde ve üzerinde fazla düşünüp taşınmadan bu tür eylemlere girişmektedirler.
Bu ele alış ya da bakış açısında, herhangi sınıfın, örgütün, partinin politikasına ‘kitlesel’ desteğin zamana ve koşullara bağlı oluşu/”tarihsel”liği ve değişme zorunluluğu bulanıklaştırılıp belirsiz hale getirilmiştir. Kitlelerin “spontane” çoşku ya da çılgınlığı ile, kitlelere on yıllar/yüz yıllar boyu ‘empoze edilen’ görüş, inanış, düşünüş biçimleri arasındaki bağ koparılarak, kitlelerin “ana dair eylemleri”, öncesi süreçteki gelişmelerden soyutlanarak, sadece o an/eylem anı ve süreci üzerinden anlamlandırılmak istenmiş, tanımlanmıştır.
Bazı sosyopsikolog ve toplumbilimcilerin “şuursuz” olarak niteledikleri bu kitle davranışı, kitle psikolojisi alanında en çok yazanlardan biri olan Gustave Le Bon tarafından, “Kitle içersindeki birey, rüzgarın istediği gibi kaldırdığı kum taneleri arasında bir tek kum tanesi gibidir” şeklinde tanımlanmıştır. Le Bon’u referans alan İslamcı sosyolog Dr. Selim Aydın ise, bireylerin, kitle durumundaki toplumsal hareket ve düşünüş tarzını değerlendirirken, şöyle yazıyor: “Fert, cemaat hareketi yerine kitleye katıldığında, istemeden, kaynağını, amacını bilmediği, ancak bildiğini sandığı gösterilere katılır. Kalabalığın hep bir ağızdan söylediği şeyi, sabit hakikat zanneder. Telkin veya etki altında kalan insanlar, gerçekte bir emre veya mesaja uymakla birlikte, kendileri karar verdikleri illüzyonlarını yaşarlar. Telkinde, fikirleri incelemek yoktur, kendi zihninde oluşmuş gibi kabul vardır. (…) Kitle plânında etki veya telkin, fert planında nevroza benzer. Her ikisinde de mantıkî düşünceden kaçma, ferdin iç ve dış hayatı arasında bir kopukluk görülür. (…) Şahsiyetleri gelişmemiş fertler, grup veya kötü niyetli liderin otoritesine sığınır. Kitleler, telkine yatkın ve kolay ikna edilebilir bir özelliktedir. Duyguları abartılmış ve basittir. Hoşgörüsüz ve statükocudurlar. Yerine göre hem çok ahlâklı hem de çok ahlâksız olabilirler. Hiçbir şey önceden düşünülmez, engel tanınmaz. Rasyonel düşünce ve doğru yargı gücü kaybolur. (…) Kör ve zaptedilmez bir güce dönüşen kitle, ipini koparmış sosyal hayvanı andırır. Kitle içinde fertler iradeleriyle hareket etmezler. Şuur dışı davranırlar. Kitle, ferdin muhakeme ve bilgi gücünden bile yoksundur. Gerçeklere göre değil, imajlara ve illüzyonlara göre düşünülür. Bunu istismar eden sözde kitle önderleri, her türlü temelden yoksun sade iddialarla, tekrar edilen sözlerle ve zihnî buluşma mekanizmasının işlemesiyle kitleye hükmederler. Sözde liderler belirli sloganları tekrar ederek iddialarını zihinlere yerleştirir. Kitlede bir düşünce geçişi başlar ve hipnoza benzer bir durum meydana gelir.”
Kitleleri ve kitleleri oluşturan bireyleri illüzyonlarla hareket eden iradesiz kişi ve topluluklar olarak gösteren kitle psikolojisi üzerine bu görüşün dayandırıldığı ‘kanıt’, en somut halinde, kendileri de nesnel olan, bazısı katliamlara varmış çeşitli olay ve gelişmelerdir. Ancak dikkat çekici olan, bu “şuursuz” hallerin, onlara sebep oluşturan toplumsal koşullar ve sosyal-siyasal-kültürel etkenler gözardı edilerek hikaye edilmesidir. Oysa, toplumsal sınıf ve kesimlerin düşünüş ve eylemlerinin koşullarını gözetmeyen ya da hafifseyen her anlayış, kendisi de siyasal, sosyal ve iktisadi özellikler taşıyan insan eylemi ve davranışının doğuş ve işleyişini toplumsal anlamından koparmış olur. “Kitle psikolojisi”, toplumsal sınıf ve tabakaların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin tarihsel şekillenişi ve değişiminden koparılamaz. Kitlesel birlikte hareket(ler)i, bireylerin ruhsal durumlarının uzantısında, bunların bir tür toplamı olarak izaha çalışan biyolojist-psikolojist anlayış(lar), bin yılları bulan arkaik inanç ve önyargıların ve onları yedekleyerek sürdüren sermayenin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki ideolojik-politik hakimiyeti ve etkisinin, kitlelerin kendi somut talep ve çıkarlarıyla bağdaşmayan davranışlara sürüklenmelerindeki rolünü azımsamışlardır. Bu anlayış, diğer yandan, bu durumun toplumsal gelişme ve hareketin evrimi tarafından değişime sürüklenmesi kaçınılmazlığını, kitlelerin kendi durumlarının bilgisine yönelişlerini; gözlem ve özdeneyimle, tarihsel tecrübelerden yararlanarak bu etkiden kurtulmaları olanağını da görünmezliğe itmiştir.
Kapitalizmde, örneğin, bir yanda çıkar çatışması, rekabet ve sömürü, insanı birbirine –ve kendine– yabancılaştırıp “bireyleştirir”ken; diğer yanda üretimin toplumsal karakteri tarafından kaçınılmazlaştırılan birlikte çalışma-üretme; birlikte iş yapma-bir arada eyleme; ortak istemler etrafında benzer düşüncelerle hareket etme; bunun “iç güdüsel”-ruhsal duyu ve çağrışımlarıyla birlikte var olur. Bireylerin ve esas olarak da kitlelerin ruhsal-psikolojik değişimi, içinde bulundukları/tutuldukları ekonomik-sosyal koşullar; sermaye iktidarı ve kapitalist burjuvaziyle ilişkilerinin değişimine bağlı olarak değişim gösterir. Tersinden, sömürülen ve ezilenlerin sömürücü güçlere karşı duyguları, onlarla ilişkilerinin nedenlediği ruh hali, bu ilişkilerin seyri üzerinde etkide bulunur; nefreti ya da bağlılığı doğurur; güçlendirir ya da zayıflatır. Sömürülen ile sömüren sınıfların ilişkilerindeki değişim ve hareketlilik, bütün toplum kesimlerini, kendi yararlarına sonuçlara ulaşmak için çabaya yöneltir. Bu mücadele ve çaba, hemen her koşulda düşük ya da nispeten daha yüksek düzeyde söz konusudur.
Kitleleri oluşturan bireylerin, içinde yaşadıkları toplumsal ve doğasal koşullarda, çeşitli biçimlerde etkileştikleri; ilişkilerinin çok çeşitli etkenler altında şekillendiği, bunun onların düşünce ve eylem süreçleri üzerinde etkili olduğu; ancak bununla birlikte, düşünmeleri ve eylemelerinin “içgüdüsel”-ruhsal yanlarının da olduğu kuşku götürmez. Birey(ler) topluluk içindeyken ya da kendiyle aynı durumda gördükleri kitlelerle birlikte hareket ederlerken, genel olarak, benzer duygu ve ihtiyaçlardan yola çıkarlar. Kitlesel ortak davranışlar ve hareketleri, genel olarak benzer ya da aynı koşullarda yaşayan insanların benzer ya da aynı sorun ve taleplerden hareketle birleşmelerinin sonucu olarak ortaya çıkarlar ve bu kitlesel birlik bir “kitle psikolojisi”nin oluşumunu da sağlar. Birleşmiş çoşkunluk, ya da tersinden büyüyerek artan korku ve panik durumu, olası sonuçlardandır.
Ancak, birey(ler)in “bir yere ait olma”; bir toplumsal kesimin unsuru bulunma ihtiyacı, içinde yaşadıkları toplumsal koşullarda, sosyal-siyasal ve iktisadi etkenler altında şekillenir. İnsan bireyin bu özelliği, onun topluluk halindeki çoşkun ya da şiddete sürüklenmiş durumunda da içgüdüsel-ruhsal olmakla sınırlı olmayan, ama esas olarak içinde bulunduğu koşullarda ve diğer insanlarla, insan grupları, kesimleriyle ilişkilerinin ürünü olarak şekillenmesini sağlar ve “toplamı”nda da onu sürü olma halinden ayırır. İnsan birey, toplumsal varlık olarak, içinde bulunduğu toplumun çeşitli kesimleriyle değişik düzeylerde ilişki içindedir ve bir grubun, çevrenin, sınıfın, toplumsal kesimin üyesidir. Bu durumu, toplumun çeşitli kesimleriyle ilişkisinin düzeyine, içeriğine ve biçimine göre tutum almasının; hakim ve diğer düşünce biçimlerinden etkilenerek çeşitli davranışlar göstermesinin de kaynağı ve dayanağıdır. Bireyler, gerek dahil bulundukları toplum kesiminin genel görüşleri ve davranışlarının etkisinde, gerekse hakim sınıfın elindeki araç ve olanakların etkin kullanılmasıyla sağlanan hakim düşünce tarzının etkisinde, tek başına olmaları durumunda yapamayacakları birçok eylem ve olayın unsuru haline gelebilmektedirler. Genel görünümü açısından, belirli hedefler etrafındaki örgütlülüğe denk düşmeyen, ancak örgütlü olan bazı kesimleri de sürükleyebilen kitlesel hareketlerde ve bazı durumlarda “başı boş taşkınlık”-“amaçla bağdaşmaz yıkıcılık”, bir kitle davranışı olarak ortaya çıkmakta ve farklı fikirlere sahip olma olasılığı bulunanları da kucaklayabilmektedir. Ancak, buradan hareketle, kitle bireyleri Le Bon’un ya da onu referans alarak S. Aydın’ın ileri sürdüğü üzere, “rüzgarın istediği gibi kaldırdığı”, iradesiz ve düşüncesiz “kum taneleri” olarak görülemezler. S. Aydın’ın ileri sürdüğü görüş, kitle bireylerini “sürü psikolojisi”yle ve belirsiz amaçlarla hareket eden, bilinçten ve bilinçli karar vermeden yoksun salt güdülebilir “iradesiz insan”a; içgüdüsel hareketlerde bulunan bir tür düşünen hayvana indirgemekte; kendilerinin lehine ya da aleyhlerine olsun, kitlesel hareketlere sürüklendiklerinde de birey ve toplulukların, düşünerek ve ‘belirli bir bilinçle’ eylemde bulunduklarını göz ardı etmekte ya da bilinçli olarak reddetmektedir.
Bu reddedişin mantıki inşasında, somut olayların, neden ve dayanakların gözardı edilmesi ya da en hafifletici söyleyişle dikkatten kaçması, belirli çıkarların ifadesi ve sonucu olarak yaşanan bu olayların içinde geliştiği koşulların ve bağıntılarının çarpıtılması, iddiayı doğrulamanın araç ve ihtiyacına dönüşür. Böylece örneğin, İslami toplulukların egemen güçler ve din tüccarlarının yönlendirilmesinde çeşitli linç eylemlerine kalkışmaları; 6-7 Eylül 1955 Olayları, Tan Matbaası Baskını, Menemen Olayı, Sivas, Maraş Katliamları, Madımak Toplu Yakma Eylemi vb. gibi kitlesel olarak gerçekleştirilen ve haliyle de kitle psikolojisinin rol oynadığı tüm olaylar; ön gelen süreçteki ve ‘o an’daki ekonomik-sosyal ve siyasal gelişmeler ve onlarla birlikte çok çeşitli sınıf ve kesimler arasındaki ilişkilerin seyrinden koparılır; sermaye ve özel mülkiyete dokunulmazlık atfeden kapitalizmin kitleleri birbirleriyle kanlı çatışmalara sürüklediği; kapitalist rekabet ve çıkar çatışmasının farklı kesimlerin; farklı sınıf ve tabakaların, çeşitli grupların çatışması olarak kitle pratiğine yaşansıdığı gerçeği örtbas edilir ve kitle iletişim araçlarının etkin kullanımı aracıyla çeşitli kesintisiz yinelemeli telkinlerle kitlelerin ve bireylerinin bu türden hareketlere yönlendirilmiş olduklarının üstü karartıcı-“körleştirici” laf yığınıyla örtülmüş olur.
“Ben psikozu”nu ve onun “kolektif karektere bürünmesi”ni, çocukluk yılarından itibaren “otorite bağımlısı” olarak yetiştirilmiş kuşakların “totaliter ideolojilere özellikle yatkın olmaları”nın göstergesi sayan “psiko kültürcü” teorilerin sorunu, ‘davranış’ın, davranış psikolojisinin sosyal-ekonomik boyutlarını azımsayarak, kitlelerin çoşkunluğu ya da bazılarının tanımladıkları üzere “çılgınlığı”nı da, kendi taleplerine karşıt iktidarlara “tabi olmaları”nı da, oluşumunun etkenlerini izahtan kaçındıkları salt “ruhsal” bir edime indirgemeleridir. Bu indirgeyici görüş(ler), insanların tek tek bireyler olarak ya da kitleler halinde geliştirdikleri tutumlarının çıkarlarıyla uygunluk göstermediği durumların hemen her ülkede görülüyor olmasını; burjuva ideolojisinin etkisi altında kalan halk kitlelerinin ya da onların belirli bir kesiminin rasyonel hedefleriyle bağdaşmaz eylemlere girişmelerini ve ani patlamalar halinde ortaya çıkan ve çoğu kez yıkıcı işlev gören kitle tutumunun (psikolojisi/ruh halinin) yansıttığı “bilinci”, kitlelerin ortak çıkarları ve talepleri temelinde sömüren sınıflara karşı mücadele içinde şekillenen-oluş(turul)muş bilinçten farklılığı ve çoğu kez ona karşıtlığı nedeniyle, “sürü hali”ni kanıtlar gösterirlerken, bun(lar)a yol açan esas etken ve durumlar yerine, biçime dair ve yüzeydeki görünüm halini geçirmiş oluyorlar. Bu bakış açısından, kitlelerin kendi çıkarlarına uygun tutumları da, kitlesel yanılsama ve tevekkül hali de, “bireyin içinde kendini yitirdiği kitlesel ruh hali”ne indirgenmiştir: Birey(ler)in “dış kolektif güçlerin amansız baskısı altında hiçbir eleştiride bulunmadan içine çekilmeye yatkın oluş”ları ve bunun yarattığı ruh hali nedeniyle kendilerine zararlı uygulama ve politikalara destek verirler! Gazete ve internet makaleleri aracıyla okura ‘sunulan’ bu görüşün en önemli aktüel dayanağı, uyguladığı iktisadi politikaların tekelci niteliği ve işbirlikçi karakterine rağmen, iktidar partisinin seçmen kitlesinin yarısının ya da önemli bir kesiminin ve ‘toplam’da burjuva politikasının halk içindeki ve üzerindeki etkisidir.
Bu bakış açısında, sosyopsikolojik davranışların ve düşüncelerin koşullara ve değişime bağlı değişiminin; ruh halinin –kitlesel ya da bireysel olsun– toplumsal koşullara ve dış-iç fiziksel-biyolojik süreçlere bağlı olarak şekillenip değişim geçirmesi gibi başlı başına önemli bir sorun, basit ve kestirimci bir nitelemeyle geçiştirilmiştir. Kitlelerin kendi çıkarlarına aykırı davranışlara sürüklenmelerinin; kendilerine zarar veren sermaye politikalarının uygulayıcılarını destekleme yanılsamasına düşmelerinin, telkin edilen ve hemen her zaman tevekküle çağıran, mevcut üretim sistemini ve üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetini kutsayan, emekgücü sömürüsünü kaçınılamaz gösteren gelenek ve anlayışlarla bağı, sözü edilse dahi, önemsiz sayılmıştır. Oysa, burjuvazi, boyun eğmeyi salık veren geleneksel anlayışlardan yararlanarak tarihi gelişmeyi ve tarihsel olayları kendi yararına çarpıtmış; güncel olayları ve ilişkileri olduklarından farklı göstermiş; kırıntılarla yetinmenin “vatan ve millet için yararları”nı propangada etmiş; mevcut sisteme ve devlet işleyişine muhalefeti “suç” göstererek kendi işlevini halk ve ülke yararıyla ilişkilendiren propagandasını yaygınlaştırarak, bu tür sonuçların doğuşunda etken olmuştur. Kitlelerin, sınıf düşmanlarına aldanıp ardı sıra yürümeleri, tüm bunların etkisi altında mümkün olmaktadır ve “bireyselliğini yitirmiş” bireylerden oluşan toplulukların “sürü içgüdüsü”ne değil; ama içinde şekillendikleri tarihsel-iktisadi ve sosyal koşulların etkilerine işaret eder. Kitleleri oluşturan bireylerin bilinçsizce, içgüdüyle ve vahşet yoluyla ruhlarını teskin edip varlıklarını ortaya koydukları şeklindeki psikolojist anlayışın sorunu, kitlelerin toplu psikolojik bir etki-tepkiyle hareketlerinden söz etmiş olması değil, harekete katılanların ruhsal durumuyla bu hareketleri ortaya çıkaran maddi-sosyal etkenler arasındaki ilişkiyi, önemsiz saymasıdır. Gerçekte ise, herhangi insan eylemi, ne tümüyle irade dışı ve sürükleyici “sürü”ye eklemlenmiş bireyin kör davranışı olarak görülebilir, ne de kitlesel yıkım ve kırımlara katılışı çağıran duygu, düşünce ve güdüler, harekete geçirici durum ve taleplere tümüyle dışsal sayılabilirler. Yukarıda adı geçen yazarların sözünü ettikleri üzere, “ruhun derinliklerindeki” içgüdüsel eğilimler, ne insan gruplarının karşılıklı ilişkilerinin etkisini dışlarlar, ne de tek yanlı etkilere yazgılıdırlar.
Kapitalizm, örneğin dengesiz gelişmesi, rekabete dayanması ve sektörel bölünmüşlüğü içermesi ile, bireyleri kitleler halinde ve kitle içinde birbirleriyle bağ kurmaya ve birleşmeye iten iktisadi-sosyal ihtiyaçları, istem ve çıkarları; bunlar üzerinden şekillenen toplumsal, kültürel vb. ilişkilerini de evrimleştirir, harekete geçirir ve değişime sürükler. En doğal haliyle, işçiyi işçinin, yoksulu yoksulun, zengini zenginin halinden daha iyi anlayan haline getirir ve bunlar, eninde sonunda ve bir biçimde ortak hareket içinde bulunmaya koyulurlar. İnsanın birey ve kitle olarak ruh hali, her şeyden önce bu maddi gerçeklik zemininde şekillenir ve değişir. Toplumsal hareketin gelişme seyri, sınıf mücadelesinin düzeyi ve onun çeşitli siyasal-ideolojik-sosyal ve iktisadi etkenlerinin değişimi, ‘sağlıklı’ her insan için ruhsal durumunun etkeni olarak işlev görürler. Toplumsal durum ve “ruh hali”nin kaotik görünümüne rağmen, farklı sınıflar halinde bölünmüş toplumsal “varlık”ın sosyal iktisadi çıkarlar temelinde farklılaşmış kesimlerinin birbirleriyle çatışmasının ürünü ve “kitlelerin eseri” olarak gerçekleşebilir olan devrimleri gündeme getirip olanaklı kılan da, bu nesnel durum ve ilişkilerdir. Aktüel gelişmelerin yeniden doğruladığı bu ilişki, Arap halklarının, Kürtlerin ve Avrupa ülkeleri işçilerinin hareket ve eylemlerinde somutluk kazanmıştır.
Mısır ve Tunus’taki kitle ayaklanmaları, bireysel öfkelerin kitlesel hareket içinde daha üst düzeye yükselmesiyle birlikte, hareketin gelişme süreci içinde farklılaşarak (nicel ve nitel) ilerlemesinin mantığını ortaya koydular. Bu hareketlere katılanlar, birey olma sınırlarını aşarak kitleselleştiler ve amaç ve tutkularını gerçekleştirmek için birleşik kuvvetle güçlerinin “doruğu”na ulaşma yolunda ilerlediler. Harekete ve ayaklanmaya katılırlarken içinde oldukları ruh hali ve psikolojik durumları yalnızca ‘o an’ın ürünü değildi, ama ‘o an’ın duyu, duygu ve psikolojik etkisinden de güç alıyordu. Baskıya karşı biriken öfkeyi dışa vurdular. Benzer bir duruma, Kürt ulusal direnişine katılan yüz binlerin çeşitli gösterilerinde ve “son olarak” 2013 Newroz’unun milyonların katılımıyla gerçekleştirilmesinde tanık olduk. Yunanistan, Portekiz, İspanyol, Fransız ve İngiliz işçi ve emekçileri benzer şekilde, tarihsel deneyimlerinden de güç alarak, alanlara çıktılar.
Farklı niteliğiyle kitle hareketinin diğer bir biçimi; aynı sınıfsal-maddi ve sosyal çıkarlara sahip kitlelerin çeşitli kesimlerinin burjuvazi tarafından aldatılarak birbirleriyle çatışmaya sürüklenmeleri örneklerinde de ortaya çıktı. “Kitle psikolojisi”nin bu görünümünde, Ruanda’da Huttu-Tutsi çatışmasında yaşandığı üzere, kitlesel vahşet, yüz binlerce insanın yok oluşuna yol açabildi. Fransız emperyalizmi ve Ruandalı ilkel işbirlikçilik bu kitlesel vahşetin yaratıcısıydılar. Yine, Nazi vahşetinin, “üstün ırk” ve onun “dünyaya nizam verme hakkı” üzerine propagandaya “kitlesel destek” eşliğinde gerçekleştirildiği tarihsel bir vakıadır. Bu büyük kitle kırımlarıyla kıyaslanamaz olmakla birlikte, Türkiye’nin de içinde yer aldığı birçok kapitalist ülke örneğinde de, devlet güçlerinin yönlendirmesinde harekete geçirilen çeşitli küçük –ve daha örgütlü– güruhların gerçekleştirdikleri yüzlerce katliam vardır. 6-7 Eylül 1955 yağmasında, Maraş Katliamı ve Madımak’taki toplu yakma eyleminde, kontra devlet güçlerinin yönlendirmesinde, vahşet kitleselleştirilmiştir.
Bu kitlesel ‘düşünüş ve eyleyiş’ler, kitlelerin sürü içgüdüsüyle harekete mahkum olmalarına değil, ama, bir tür kitle psikolojisi gerçekliğine işaret ederlar. Kitlesel davranışlarda; özellikle propaganda ve ideolojik etkiyle, dini telkin ve milliyetçi ajitasyonla sağlanan ve vahşete evrilen kimi kitlesel hareketlerin “psikolojisi”ne bakıldığında, görülen şudur: Hareket noktası şu ya da bu sömürücü sınıf ve kesimin çıkarları olan, geleneksel değer yargılarını ve mevcut sistemin “ahlakı”nı esas alan ajitatör ve propagandacının çağrılarıyla harekete geçenlerle onların harekete sürüklediklerinin çoğunluğu, kendileri aleyhlerine eylemlere girişebilmektedirler. Yalnızca ilkel topluluklarda değil, ama modern toplum koşullarında da, ezilenlerin bir kesimi, kendi çıkarlarına olmayan ama kendi çağlarının ve öncelleri toplumsal dönemlerin egemen düşünüş tarzlarından da beslenen ve kendi dönemlerinin egemen politikası ve kültüründen güç alan eğilim ve anlayışlarla, kendileri gibi olanların bir kısmına karşı birleşik davranışlara sürüklenmekte; kiminde “vatan sevgisi”, kiminde “dini inanç hasasiyeti”, kiminde “ulusal duyarlılık” adına yakıp yıkarak, katlederek, ruh hallerini de tatmin etmek üzere, birbiriyle güçlenen dalgalar halinde hareket etmektedir. Faşist ya da dinci hareket(ler)in kitleleri sürükleyebilmeleri; linç eylemlerini, yağmaları, azınlıkların tehcirinde olduğu üzere kitlesel vahşetleri gerçekleştirmeleri, böylece gerçekleştirilebilmektedir. İnsan gruplarının kendileri gibi olanları sevip onlarla birleşirlerken, kendileri gibi olmayanlara karşı nefrete varan bir dışlamaya yöneldikleri, az karşılaşılan bir durum değildir. Dini gruplar, örneğin, dinlerin “sevgi” ve “kardeşlik” üzerine vaazlarına rağmen, kendi dininden/mezhebinden olanlara “önsel” yakınlık duygusuyla yaklaşırken, diğerlerine karşı dışlayıcı hatta düşmanca hareket etmişler; çok sayıda dini kaynaklı saldırı ve katliamların faili olabilmişlerdir. Kapitalist uluslararasılaşma “homojen ulus”un dayanaklarını sarsmasına ve neredeyse her ulus ve devletin yurttaşlarından bir bölümü başka ülkelerde “ekmek kavgası”na katılıp, yurtsuzluk uluslararası bir olgu haline gelmesine rağmen, “miliyetçi kitle bağı”, dinsel olana benzer biçimde düşmanlıkların köreklenmesinde işlevli olmuş; azınlıkları ezme politikası destek görmüş, “bizimkiler” ve “bizden olmayanlar” ayrımına bağlılık tutumuyla kitlesel kırımlar gerçekleştirilmiştir. Kitlelerin büyük çoğunluğu için, bağlı oldukları “değerler”, onlara, önceki toplumsal kuşakların bıraktıkları geleneksel etkiyle birlikte, genel olarak yönetici sınıf ve güçlerin “yararlı” olarak gösterdikleridir. “Yararlı” olduğu varsayılan ve sürdürülmeleri istenen bu değerleri, denebilir ki, gözü kapalı kabul etmişlerdir ve onlar uğruna, onlara zarar verdiklerini düşündükleri kişi ve kesimlere düşmanca davranmaktan kaçınmayabilmektedirler. Yığınları böylesine eylemlere çeken, kiminde “kutsal peder”, kiminde faşist bir Führer, bazen de “cin fikirli” ve fanatik bir cemaat lideri-‘Hoca’sı olabilmiştir. Kışkırtıcı çağrının gizemli bir kutsallık payesiyle yaldızlanmış olması, kitle etkinliğini artırıcı işlev görmüş; kitlelerin ‘arkaik eğilimler’ üzerinden kazanılmasını, “ulusal varlık” ve “dinsel bağ”ların kutsanmasıyla harekete geçirilmesini, hemen her zaman “güçlü reis-başkan-führer” ve dini lider-kutsal peder-cemaat önderi figürleri karşısında secdeye durma “gerekliliği”ni işleyerek bu unsur özellikle işlevli olmuştur.
Bütün bunlara rağmen, ama, yukarıda da dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, kitlelerin bu özellikle kendi çıkarlarıyla da karşıtlık içeren ve çeşitli gruplara, kitlelerin başka kesimlerine karşı vahşete varan hareketleri, onların iradesiz ve bilinçsiz sürü halinde hareket ettiklerinin, etmeye mahkum olduklarının delili olarak alınamaz. Aksine, bu durumlarda da, sorunun nesnel kaynağı ve etkenlerinin göz önüne getirilerek, kitlelerin şu ya da bu kesimlerinin veya genelinin hareketi ve ruh haline etkileyen bütün unsurların birbirleriyle ilişkisi irdelenerek, onların kendilerinin gerçek çıkarları, hak ve özgürlükleri için ihtiyaç olan kendi sınıflarının bilinciyle hareketi örgütlemek; bunun için kitleler içinde tüm sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkileri dahil olmak üzere gerçekleri açıklamaya koyulmak; devrimci aydınlatma çalışmasını yoğunlaştırmak önem kazanır.
Bundandır ki, biz, ezilen ve sömürülen sınıf(lar)ın “insanlığın tarihsel birikimi”nden öğrenerek, kendi kaderlerini belirlemeye girişmeleri gerekliliğinden söz ettiğimizde, bunun doğrudan doğruya bugünkü toplumdaki olanak ve dayanaklarının varlığından yola çıkmak ve kapitalizmin, insanı kâr için üretimin nesnesi olarak “şeyleş”tirirken, onu, kendi tarihinin yapıcısı olarak meydana çıkmaya da zorunlu bıraktığından hareket etmekle birlikte; köleleştirici tüm bağlardan kurtuluşun, ancak sınıf bilincine sahip işçi ve emekçilerin sermayeye karşı devrimci eylemiyle mümkün olduğuna özel bir vurgu yapıyoruz. İşçi sınıfının devrimci politikası ve onun kitleler içinde maddi güce dönüştürülmesi çalışması, tam da bu ihtiyaca uygun şekilde, kitlelerin yanılgılarından kurtulmaları; burjuva ideolojisinin olduğu kadar, burada işaret edilen “sürü”cü aşağılamaları da boşa çıkarmalarındaki işleviyle önem kazanıyor.