Sömürünün özet tanımı şöyledir: Birinin ürettiği değere (artı değer) bir başkasının el koyması hali. Türkiye ekonomisine ilişkin veriler, Türkiye’de sömürü ilişkilerinin giderek derinleştiğine (işçi ve emekçilere, ürettikleri artı değerden giderek daha az pay verildiğine) işaret ediyor. Bu yazının hedefi, faiz, rant ve kâr hattında süren sömürü ilişkilerine güncel bir ışık tutmak!
Resmi verilere göre, Türkiye ekonomisi geçen yıl yüzde 2,2 oranında büyüdü. Dünya rekorları kıran, Çin ile yarışan yüzde 9’luk büyüme oranlarından (üstelik yumuşak iniş beklenen bir yılda) yüzde 2’lere düşüş adeta ekonomik bir çakılmaydı. Üstelik nüfus artışı hesaba katıldığında, bu neredeyse sıfır büyüme demek. Ama ilginçtir ki(!) birileri, çakılmak yerine, adeta uçuşa geçti. Forbes dergisinin “En zengin 100 Türk” araştırması bu gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyordu. En zengin 100’ü gösteren bu listeye göre, Türkiye’nin 35 olan dolar milyarderinin sayısı 44’e yükselmiş (demek ki, ekonominin yüzde 2,2 büyüdüğü bir yılda milyarderlerin sayısı yüzde 25 artmış).
Söz konusu bu milyarderlerin kişisel servetleri de artıkça artmış. 100 zenginin toplam serveti, yaklaşık olarak, 118 milyar dolara ulaşmış. Liste başındaki Ferit Şahenk’in kişisel serveti 3 milyar 400 milyon dolar. Sahip olduğu “üretim araçları”nın değeri dahil değil buna. Ferit Şahenk 800 milyon dolar koymuş geçen yılki servetinin üstüne. Saniyede 25 dolar kazanmış. Demek ki, 16 saniyede bir asgari ücret (400 dolar) kazanmış. Listenin ikinci sırasında Koç ailesinden Semahat Arsel yer alıyor. Serveti, 3 milyar 200 milyon dolar. O da, geçen yıl servetine 600 milyon dolar daha koymuş.
ÇALIŞMA SAATLERİ VE GELİR İLİŞKİSİ
Ferit Şahenk’in, Semahat Arsel’in kişisel servetlerine kattıklarını üreten işçi ve emekçiler ne kattılar acaba kişisel servetlerine? İşte bu sorunun cevabını aramak için verilere baktığımızda, “çalış senin de olur” söylemini doğrulayacak en ufak bir veri olmadığını görüyoruz!
Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) çevre, ekonomi ve sosyal alanlara ilişkin istatistiklerin yer aldığı “Factbook 2013” başlıklı çalışması, bunlardan biri. Çalışmada üye ülkelerin çalışma saatlerinin karşılaştırılması da yer alıyor. Çalışanlar; Türkiye’de, Almanya’dan yılda 464, Fransa’dan 401, İngiltere’den 252, İspanya’dan 187, Japonya’dan 149, İtalya’dan 103 saat fazla çalışıyor.
Araştırmada göze çarpan çok daha vahim bir durum daha var. OECD’nin araştırmasına göre, Türkiye’de çalışanlar, yılda ortalama 1877 saatini işte geçiriyor. 8 saatlik iş günü hesabıyla, yılda 235 gün çalışıp, 130 gün tatil yapıyoruz sonucu çıkıyor ki, bu gerçekçi değil. Çünkü bu ülkede, sayıları 3 milyonu bulan memurlar ve kamu işçilerinin dışında çok az emekçi bu ülkede 8 saat çalışma şansına sahip. 130 gün gözüken çalışma günlerinin 104’ü “cumartesi-pazar” diye düşünülebilir. Ama bu ülkede cumartesi çalışmayan işyerlerinin sayısı da azınlıkta kalıyor.
Öyleyse OECD verileri eksik mi? Bu, tamamen hesaplama yöntemiyle alakalı bir durum. Yıllık ortalama çalışma süresi, yıl boyunca çalışılan toplam saatin, istihdamdaki ortalama kişi sayısına bölünmesiyle bulunuyor. Veriler, part-time ve tam zamanlı çalışanlar dahil olmak üzere, kendi işinde veya bir işyerinde çalışanları kapsıyor. Türkiye’de, referans haftasında 1 saat çalışanları bile, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) istihdam edilmiş kabul ediyor. Bu da ortalamayı düşürüyor. Oysa geçici, eksik istihdam çıkarıldığında, Türkiye’de çalışma saatlerinin OECD ortalamasının çok çok üzerinde ve de uzun olduğu biliniyor.
Şimdi bu gerçeği bir kenara bırakarak, çalışma süresi bakımından Türkiye’nin geride bıraktığı ülkelerin gelir durumuyla Türkiye’ninkini karşılaştıralım!
Tabloda sol eksende yıllık çalışma süreleri (saat), sağda ise yıllık hanehalkı net gelirleri ($) yer alıyor. Her ülkeye ait soldaki dikey grafik yıllık çalışma süresini, sağdaki ise yıllık net geliri gösteriyor.
Tabloda açıkça görülüyor ki, Türkiye’nin emekçileri onca çalışmaya rağmen “emeğinin karşılığını” hiç mi hiç alamıyor. Türkiye’de emekçiler 1877 saat çalışma karşılığında sadece 10997 dolar kazanırken; Japonlar, daha az, yani 1728 saat çalışarak, Türkiye’dekilerin 2 katı (23458 dolar) kazanıyor. Amerikalılarsa, 100 saat daha az çalışmalarına karşılık, Türkiye’dekilerin 3 katı (37708 dolar) kazanıyor.
Böylesi bir tablonun ortaya çıkmasının ardında, uluslararası iş bölümü ve bu iş bölümünde Türkiye’ye düşen rol yatıyor. Küreselleşme denen süreçte, “merkez ülkeler” (Japonya, ABD, AB) bilişim, iletişim, tasarım türünden katma değeri yüksek işleri ve finansı kendinde ellerinde tutarken.. Asya, Latin Amerika, belli Afrika ülkeleri, kısmen Doğu Avrupa ve Türkiye’yi adeta kendi atölyelerine çevirdiler. Otomobil, beyaz eşya, gıda, tekstil vb. dayanaklı mal üretimi bu coğrafyalara kaydırıldı. Keza çevre sorunları yaratan demir-çelik, gemi, kimya gibi sanayiler de… Bir zamanlar dokuma ve gıda atölyelerinden ibaret imalat yapılan Türkiye’de, bugün otomotiv endüstrisinin en büyük “ihracatçı” durumuna gelmesi de bu işbölümünün sonucudur. Büyük bir bağımlılıkla gerçekleşen Türkiye’nin otomobil ihracatı, mevcut durumu özetler niteliktedir.
Yabancı sermaye ile kaynaşan ve “merkez”in tanıdığı inisiyatif ölçüsünde gelişebilen Türkiye gibi ülkelerin ihracatları hep “en ucuza üretme” şartına bağlanmış durumda. İşte bu dibe doğru yarışın emekçiler açısından neticesini TÜİK verileri ortaya koyuyor. TÜİK’in yoksulluk verilerine göre; Türkiye nüfusunun yüzde 30’u kişi başına ortalama ayda 475 liranın altında, yüzde 16,1’i de 339 liranın altında bir gelirle yaşıyor. Çalışanların üçte ikisi (toplam nüfusun dörtte biri), aylık, ortalama brüt 1088 lira veya altında bir gelire sahip. Yani, toplumun çok geniş kesimi, ayda net 800 liradan daha az parayla geçiniyor.
ÜRETİP TÜKETEMEZ HALE GELME!
Geçen yıl Türkiye ekonomisin yüzde 2,2 gibi düşük bir büyüme performansı göstermesinin en büyük etkenlerinden biri, tüketimin azalması. 2012 büyüme verilerine bakıldığında, hanehalkının bir önceki yıla göre daha az tükettiği görülüyor.
Bu bir tercih değil! Vatandaş geçen yıl tükettiğinden daha az tüketmek zorunda kalmış.
Çünkü geliri, günlük gıdasını, giyimini, ulaşımını vb. çoğaltacak kadar artmamış. Ekonomi hangi oranda büyürse büyüsün, ihracat hangi oranda artarsa atsın, insanlar, emekçiler yani, refahtan giderek daha düşük pay alıyor. Gelir dağılımı bozuldukça bozuluyor. Bir yandan dolar milyarderlerini çoğaltan sistem, diğer yandan asgari ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar bile tüketim yapamayan vatandaşlarının sayısını artırıyor. Ekonomi fren yaparken, lüks konut, lüks otomobil satışlarının artması bundan… 2013 Mart ayı otomobil satış verilerine göre, her birinin değeri 500 bin lirayı bulan 3 adet Ferrari, 40 adet Porsche satılmış. Bunlardan daha düşük ama lüks kategorisindeki BMW, Mercedes, Audi satışları da, bin ile 2 bin adet arasında, tam gaz gitmiş.
Burada şu soru akla gelebilir: “İnsanlar harcanabilir gelirlerini harcamıyor da, tasarrufa mı yöneltiyor?”
Bu sorunun cevabı açıkça hayırdır! Milli gelirin yüzde 20’si büyüklüğünde olması gereken iç tasarruflar, 2012 yılında milli gelirin yüzde 14’ü büyüklüğünde. Demek ki, insanlar para harcıyor. Hatta yurtdışından gelen ve (cari fiyatla) milli gelirin yüzde 5.2’sine ulaşan dış kaynağı da ceplerindeki paraya katarak harcıyor.
TÜİK’in gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre, hane halkının toplam gelirinin yüzde 44’ü maaş ve ücret geliri. Yüzde 4’ü yevmiye… Yüzde 18’i emekli, dul, yetim aylığı… Demek ki, ülke hanelerinin 3’te 2’sinin harcaması, maaş, ücret artışına bağlı! TÜİK’e göre, 19,5 milyon hane bulunduğuna göre, 13 milyon ailenin durumu bu!
Maaş ve ücretler sürekli baskılandığı için, geliri yaşamını sürdürmesine olanak vermeyen vatandaş da çareyi borçlanmakta buluyor. Merkez Bankası’nın verilerine göre, hane halkımızın banka ve banka dışı borçlarının toplamı, harcanabilir gelirlerinin toplamının yüzde 54’üne ulaşmış durumda. Bu oran, 2009 yılında yüzde 36,4 ve 2010 yılında yüzde 45,8, 2011 yılında se 51,7 idi. Giderek artan bu oran sonucu, vatandaş, kendisine yetmeyen gelirinin bir kısmını da giderek daha fazla oranda faize ayırmak zorunda kalıyor. Veriler, hanehalkının, harcanabilir gelirinin yüzde 5’i oranında faiz ödediğini gösteriyor. Bu demektir ki; ürettiği değerden işçiye, emekçiye giderek daha az pay veren sermaye, verdiğinin de yüzde 5’ini faiz olarak geri alıyor.
Ürettiği değere sermayenin giderek artan oranda nasıl el koyduğunu, Forbes dergisinin “100 en zengin Türk” anketine dönerek bir kez daha hatırlayalım. Forbes’in hesabına göre, en zengin 100’ün toplam serveti, yüzde 25,8 artarak, 117,8 milyar dolara ulaşmış. Bu servet artışları, ekonominin hızlı büyüdüğü, istihdamın belirgin biçimde arttığı, ortalama yurttaşın yaşam standardının az da olsa yükseldiği bir yılda mı yaşandı? Cevap: Hayır! Ekonomin çakıldığı bir yılda yaşandı tüm bu artış.
En zengin 100 zengin, yılda 24.75 milyar lira yeni servet artışı edinmiş. Geriye kalan 74 milyon 999 bin 900 kişi (nüfusu 75 milyon kabul edersek), yıl boyunca didinmiş, alın teri dökmüş, iş kazasında sakat kalmış ya da can vermiş, ama nafile. Ancak 250 milyon dolar artırabilmiş. Bu rakamı 100 ile çarpınca, en zengin yüz kişinin servet artışına (250 milyon TL x 100= 25 milyar) ancak ulaşabiliyoruz. Ülkenin yüz zengini ülkenin tamamının 100 katı kadar servet artırdığına göre, demek ki, ülkenin 1 zengini bütün ülkeye bedel!
Forbes 100’deki 87 kişi, bir biçimde gayrimenkul sektöründe iştigal ediyormuş (konut fiyatları giderek şişerken, memleket inşaattan geçilmezken, beklenmedik bir durum değil bu iştigal.) Rakamsal bazda Forbes 100’ün servetine en büyük katkıyı ise 14,4 milyar lira ile bankacılık sektörü yapmış.
KAPİTALİZMİN SACAYAKLARI
Yazı boyunca dikkat çekilen üretilen artı değere en tepedekilerin el koyması, dış kaynak girişi, bankacılık ve inşaat sektöründeki büyüme gibi olgular bizi bir yere götürüyor. Kapitalist ekonominin gerçeğine.. Kapitalist ekonominin sacayaklarına, yani faiz, rant ve kâr’a… Dış kaynak getirenin hedeflediği birikimi faiz, inşaat sektöründeki hızlı büyümeyi de rant kavramıyla değerlendirmemiz gerekiyor.
Faiz, rant ve kâr, toplumda üretilen artık-değerin paylaşılma biçimleridir. Artık değer, sanayide, tarımda ve hizmet sektöründe emekçiler tarafından üretilir. Kapitalist sınıf tarafından da kâr, faiz, rant olarak bölüşülür.
Dış kaynak bir ülkeye niye gider? Cevap net: Kâr ve rant için.
2002-2012 döneminde Türkiye’ye giren 485 milyar dolar dolayındaki dış kaynağın ağırlığı, (380 milyarı), kredi ve sıcak para. Bu şekilde gelenler, 100 milyarın üzerinde faiz ve rant elde edip gittiler. Bu ülkenin emekçilerinin ürettiği değeri alıp götürdüler. Yabancı sermayenin yüzde 20’si de, yani 100 milyar dolara yakını, son 10 yılda doğrudan yabancı sermaye olarak giriş yaptı. Bunlar da, yeni yatırımdan çok, ağırlık olarak, özelleştirilen KİT’leri, yerli bankaları satın aldılar. 10 milyarca lira kâr elde edip yurtdışına transfer ettiler.
2002-2011 dönemine Türkiye’de çalışan sınıfın yarattığı değerden yabancılara 109 milyar dolar ödenmiş. Bu rakamın 59 milyar doları, kredi faizi olarak yabancı finansörlere gitmiş.
Borsaya ve devletin borçlanma kâğıtlarına gelen ‘sıcak para’ spekülatörleri, yurtdışına 31 milyar dolar transfer etmiş. Geriye kalanını da, doğrudan yatırımların kâr olarak götürdükleri oluşturuyor. Bakıldığında, bu ülkeye her 100 dolarlık doğrudan yatırım yapan yabancı sermayenin, karşılığında 21 doları kâr olarak dışarı çıkardığı görülüyor.
Türkiye ekonomisi, tıpkı bir eroinman bağımlısı gibi dış kaynak gereksinimi duyuyor. Yabancı kaynak geldikçe de, bu ülkenin emekçilerinin yarattığı artık değeri yutup gidiyor.
AKP ekonomisinin üç temel direği: Ucuz emek, dış kaynak ve inşaat sektörü! Dış kaynağın hedefi faiz ve kâr transferi.
AKP’nin 10 yıllık iktidarı dönemindeki sermaye birikimi sürecine damgasını vuran sektörün inşaat olduğu malum. 2002 sonrasında iç tüketim kışkırtıldı. İç tüketimde de inşaat üstünden birikim devri açıldı. Bankalar, tüketimi pompalamak için, tüketici kredisine yüklendikçe yüklendi. Konut kredisi için kampanyalar patladı. Sermayenin yeşili, büyüğü, sanayicisi, finansçısı… Tümü nemalandı bu süreçten.
İnşaat harcamaları, toplam yatırımlardan giderek daha büyük pay alıyor. İmalat sanayine yönelik, üretime yönelik yatırım harcamaları azalıyor. Sanayinin inşaat karşısında ezilmesi hali! İnşaat sektöründeki iştahın sebebi ise rant! Bir rant alanı olarak inşaat sektörü de üretilen değerleri yutuyor.
HÜKÜMETİN YARATTIĞI SÖMÜRÜ ALANI!
Böyle bir üretim sistemi içinde devletin vergi toplama yöntemi de, emekçileri ikinci kez sömürü kıskacına alıp boğazını sıkıyor. “Hükümet vergileri kimden topluyor ve kime harcıyor?” sorusuna yanıt aradığımızda, bunu açıkça görüyoruz.
Verginin büyük bir kısmını ödeyenlerin milli gelirden az payı alanlar olduğunun altını çizmek gerekir. Türkiye, gelir vergisi, servet vergisi gibi doğudan vergileri toplayan bir ülke değil. Daha çok KDV, Özel Tüketim Vergisi, Özel İletişim Vergisi gibi dolaylı vergi toplayan bir ülke.
Türkiye, OECD ülkeleri içerisinde dolaylı vergi toplamada ilk üç ülke içerisinde yer alıyor.
Meksika ve Şili’den sonra en yüksek orana sahip olan Türkiye’de, toplam vergi içerisinde dolaylı vergilerin oranı yüzde 70’lerde…
Bu durum, vergi adaletsizliğinin bir göstergesi! Zira dolayı vergi yükünü, düşük gelirliler daha ağır, yüksek gelirliler daha hafif hisseder. Türkiye’de doğrudan vergilerde de adaletsizlik söz konusu. Çünkü gelir vergisinin de yüzde 68’ini bordro mahkûmu emekçiler ödüyor. Türkiye’de vergi toplanmıyor. Emekçilerden zoraki kesiliyor. Türkiye’de, bir asgari ücretli yüzde 15 vergi verirken, 500 büyük firmanın vergi yükü yüzde 5 ila yüzde 8 bandında.
Sermaye geliri elde eden ve sayıları 1,8 milyonu bulan beyannameli mükelleflerin ödedikleri gelir vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı ise, sadece yüzde 1.
İşte çarpıçı bir örnek: BİM marketler zincirinin toplam gelirleri içinde vergi yükü sadece yüzde 0,8 (binde 8)… Tablo genel olarak böyle; çünkü sermaye geliri elde edenler, çok sayıda harcama kalemini masraf yazabiliyor, böylece vergi matrahını küçültebiliyorlar. Ayrıca, son derece cazip muafiyet, istisna, indirim ve ertelemeden yararlanabiliyorlar. Sürekli gündeme gelen vergi uzlaşmaları ve vergi afları ile vergi borçlarından kurtuluyorlar.
Türkiye’de zorunlu harcamalar ve ücretliler üzerinde vergi yükü fazla olmasına rağmen bir takım lüks ürünlerde vergi oranının sıfır olması da bir diğer çarpıcı adaletsizliği oluşturuyor. Et, süt, eğitim, sağlıkta KDV yüzde 8. Pırlanta, elmas gibi kıymetli taşlar ve külçe altında ise KDV yok!
AKP iktidara gelir gelmez Kurumlar Vergisi oranını yüzde 30’dan yüzde 20’ye indirdi. Artan oranlı gelir vergisi tarifesinin basamak sayısını 6’dan 4’e geriletti. Ve gelir vergisi üst diliminin oranını yüzde 40’tan yüzde 35’e indirdi. Ücretliler lehine 5 puan indiriminden vazgeçildi. Özel indirim uygulamasından da vazgeçilerek, daha ziyade patronların işine yarayan ‘asgari geçim indirimi’ uygulamasına geçildi. AKP, kendinden önceki hükümet tarafından hazırlanan ‘Nereden buldun?’ uygulamasına iktidara gelir gelmez son verdi.
AKP, vergiyi bordro mahkumu işçi ve emekçilerden ve çoğunu emekçilerin ödediği tüketim üzerinden almayı tercih ederek, fabrika dışında da ikinci bir sömürü alanını katmerleştirdi.
SÖMÜRÜYÜ ARTIRAN FAKTÖRLERE YOĞUNLAŞMA
Acımasız bir uluslararası rekabet ortamında patronlar malı en düşük maliyetle üretmenin yollarını arıyorlar. İşçiyi en düşük ücretle çalıştırmak, işçinin çalışma süresini uzatmak, işçinin çalıştığı süre içindeki üretim miktarını yani verimliliği artırmaya yönelik esnek çalışma biçimlerini dayatmak… Bunların tümü, işçilerin daha çok ve daha yoğun artı değer üretmesi için sömürü mekanizmasını derinleştiren uygulamalar.
AKP Hükümeti de, Türkiye burjuvazisinin daha çok sömürebilmesi ve ucuz emek üzerinden ekonominin dönmesi için ha bire yeni düzenlemeleri devreye sokuyor. Hükümetin ‘taşeron uygulamasını sınırlıyoruz’ diyerek, sınırlamayı değil, tersine yaygınlaştırmayı hedefleyen yasa taslağı, buna örnektir. Hükümetin, taşeron işçilerin kıdem tazminatına erişmekte yaşadıkları sorunları ve ihlalleri bahane ederek, kıdem tazminatı uygulamasını ortadan kaldıracak kıdem tazminatı fonunu gündeme getirmesi, başka bir örnektir. Genişleyen taşeron uygulamasının yanına kiralık işçilik de eklenerek, ‘modern köleliğin’ önünü açacak özel istihdam bürolarını gündeme getirmesi, aynı ‘kutsal’ amacın bir sonucudur. Sendikalı olmayı zorlaştıran, küçük işletmelerde imkânsız hale getiren yasal düzenleme de ha keza öyle!
Tüm bunlar, Hükümetin Orta Vadeli Programı, 2012 Şubat ayında açıkladığı “Ulusal İstihdam Stratejisi”yle uyumludur. Her biri, “işgücü piyasasının esnekleştirilmesi” hedefinin unsurudur. Hükümet hedefleri birer birer pratiğe döktükçe, sömürü katmerleştikçe katmerleşmektedir.