Üniversitenin dönüşümü ve mücadelenin dinamikleri

Kapitalizmin son 30-40 yıllık dönemine, yaşamın her alanında sermayenin tahakkümünü derinleştiren bir yeniden yapılanma süreci damgasını vurdu. Eğitimden sağlığa, sosyal güvenlikten, çalışma koşullarına uzanan birçok alanda, sermaye, emekçiler aleyhine önemli mevziler elde etti. Üniversiteler de, bu yönelimin etkisini en fazla hissettirdiği alanların başında geliyor. Üniversitelerde yaşanan dönüşümün temel ayaklarını, eğitimin ticarileşmesi, bilim insanlarının güvencesiz ve performansa dayalı istihdamı, üniversitede yürütülen eğitim ve araştırma faaliyetlerinin içeriğinin piyasanın doğrudan talepleriyle uyumlu hale getirilmesi ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak da üniversitenin bizzat kendisinin şirketleşmesi, yani “Üniversite A.Ş.”ye dönüşmesi oluşturuyor . Bu yeni durum kimi yorumcularca, “akademik kapitalizm”e geçiş diye adlandırıldı. Yani üniversiteler, işçisi, patronu, üretilen metası ve rekabetçi pazar koşullarıyla kapsamlı kapitalist dönüşümün alanı haline geldi.
Benzer süreçlere tanık olan Türkiye üniversitelerinde yaşananları, 2008 yılında Gümüldür Forumu’nda bir araya gelen bilim insanları şöyle özetliyorlardı: Üniversiteler vakıfları, şirketleri, taşeronları, teknoparkları, döner sermaye uygulamaları, alışveriş merkezleri ile birer işletmeye dönüştü ve diploma ve unvan dağıtan ve işgücü piyasasını besleyen bir kuruma indirgendi. Üniversitelerin kâr ve verimlilik ölçütlerine göre işlemeye başlamasına yol açan bu değişiklikler, üniversite yönetimlerinde iş dünyası pratiklerinin benimsenmesine, iş çevrelerinin üniversite yönetimleri üzerindeki nüfuzunun artmasına neden oldu. Böylece, üniversitelerde eleştirel aklın yerine faydacı akıl egemen hale geldi. Bu çerçevede akademik üretim süreci, meta üretimine dönüştü ve metalaştırılamayan araştırma faaliyetleri önemli zorluklarla yüz yüze kaldı. Ekonomik faydası olmayan, piyasa için önemsiz bulunan bilim dalları geri plana itildi ve tekno-bilim egemen hale geldi .
Burada dile getirilen gelişmelerin henüz tüm üniversitelere ve üniversiteler içindeki farklı bilim alanlarına aynı biçimde ve yoğunlukta nüfuz etmediği söylenebilir. Ancak şimdilik pratik nedenlerle rafa kaldırılmış görünen ama en kısa zamanda aynı içerikle gündeme gelmesi beklenen yeni YÖK Yasa Tasarısı’nın öngördüğü düzenlemelerle üniversitedeki piyasacı dönüşümün tamamlanması hedefleniyor.
Buraya kadar anlatılanlar, sermayenin ve hükümetlerinin bir bölümünü gerçekleştirdiği, bir bölümünü gerçekleştirmek üzere gündeme aldığı gelişmeleri özetliyor. Peki, bu süreç gerçekten sermayenin öngördüğü şekilde mi gerçekleşecek? Öğretim elemanı, öğrencisi ve idari çalışanıyla üniversitenin asli bileşenleri bu dönüşüm sürecine rıza gösterecekler mi? Bir başka stratejik soru ise şu: Bu gelişmeler emekçileri neden ilgilendiriyor; emekçiler neden üniversite sorunu ile yakından ilgilenmek zorundalar?
Bu son soruya aşağıda döneceğiz. İlk sorudan başlayalım. “Üniversite reformu” adı altında gündeme gelen sermaye projesine karşı, üniversite bileşenlerinin güçlü bir tepkisinden söz etmek şimdilik olanaklı değil. Yasa tasarısı gündeme geldiğinde harekete geçen kesimler, belli başlı merkez üniversitelerde genellikle sosyal bilimler alanında çalışan emekten ve bilimden yana az sayıda öğretim elemanı ile şimdilik geniş öğrenci yığınlarını kucaklamaktan uzak görünen çeşitli öğrenci gençlik örgütleri oldu. Üniversitelerde örgütlü sendikalardan Eğitim-Sen bu sürece karşı net bir tutum almasına rağmen, burada ayrıntısına giremeyeceğimiz –sendikal hareketin genel sorunlarından bağımsız olmayan– bir dizi sorun nedeniyle, mücadeleye öncülük eden ve onu kitleselleştiren bir odak haline gelemedi. Bu sürecin, üniversite öğretim elemanları cephesinden altı çizilmesi gereken en önemli kazanımlarından birisi, Türkiye’nin birçok üniversitesinden çok sayıda öğretim elemanının “Akademi Susmayacak Platformu” etrafında bir araya gelmesi oldu. Bu platform, üniversitede faaliyet gösteren çok sayıda dernek, platform ve üniversite mücadelesinin potansiyel dinamik unsurları olan Eğitim-Sen Üniversite Şubeleriyle bir araya gelerek, akademideki hak ihlallerini ve bilime yönelik saldırıları yakından izlemek ve ortak bir tepki örgütlemek üzere “Üniversite Dayanışma Platformu”nun oluşmasına öncülük etti. Özetle, özgür bilim ve demokratik üniversite mücadelesi, eksik ve zaaflarıyla da olsa, bir toparlanma eğilimi içinde görünüyor. Bu yazıda üniversite mücadelesinin düşünsel ve pratik dayanaklarını açıklığa kavuşturmak üzere bazı temel noktalara değinmeye çalışacağız. Bu çerçevede öncelikle, üniversitelerde yaşanan dönüşümün ortaya çıkardığı handikapları ve yeni imkanları daha iyi değerlendirebilmek için üniversite kurumunun tarihsel biçimlenişine göz atacağız. Burada Osmanlı-Cumhuriyet dönemi üniversite tarihi yerine Batı üniversitelerinin tarihini temel aldık. Bunun nedeni, bugün Türkiye’de tartıştığımız sorunların Batı üniversitelerindeki dönüşüm sürecinin birebir yansıması olması, üniversitelerdeki dönüşüm sürecinin Batı’daki eğilimler temelinde kurgulanmasıdır. Başka bir ifadeyle, Türkiye üniversitelerinin karşı karşıya olduğu değişim süreci, yerel siyasal-kurumsal özgünlüklerine rağmen, sermayenin evrensel mantığının ürünüdür.

ÜNİVERSİTENİN TARİHSEL BİÇİMLENİŞİ
Üniversitenin tarihsel biçimlenişine dair bir tartışmadan önce, üniversitenin öteden beri bilim yapmanın tek kurumsal zemini olduğu kabulünün sorgulanması gerekiyor. Bu sorgulama, kapitalist sosyo-ekonomik formasyonda üniversitenin rolünü doğru saptamak ve üniversitelerdeki üretilecek bilimin nesnel burjuva sınırlarının farkında olmak bakımından büyük bir önem taşıyor. Bu tartışma, üniversitede yaşanan dönüşümün karakterini anlamak, yaşanan dönüşüme karşı mücadelenin ana çerçevesini oluşturmak açısından da zorunlu görünüyor.
İnsanlık, akla dayalı bilimsel düşünce ile Antik Yunan uygarlığı ile tanıştı. Ancak Antik Yunan uygarlığı, köleci sınıf karakteri nedeniyle bilimi taşıdığı sınırların ötesine götürecek dinamikten yoksundu. Yunan biliminin en yetkin biçimini Aristoteles’de alan metodolojik yaklaşımı ve onun insan bilgisinin tümünü içerdiği iddiasındaki incelemeleri, Ortaçağlar boyunca dinsel metinlerle birlikte bilimin temel referansı oldu ve bilimsel gelişmenin önünde bir engel oluşturdu. Ortaçağlar boyunca bilim, dinsel otorite ile bütünleşmiş olan egemen sınıfın ihtiyaç duyduğu dinsel-laik yöneticileri yetiştirmek için oluşturduğu kilise okullarında ve medreselerde icra edildi. Doğuda ve Batıdaki müfredat, yaklaşık olarak Antik Yunan’daki müfredatı temel alıyordu. Buna göre, Antik Yunan’da kamusal yaşama katılmak için her özgür yurttaşın bilmesi gereken retorik, dilbilgisi ve mantık bilimleri (trivium: üçlü) ve matematik, geometri, müzik ve astronomi (quadrivium: dörtlü) özgür bilimler (liberal arts) adı altında Ortaçağ kilise okullarında temel müfredatı oluşturdu. Bu bilimler, her ne kadar ilahiyatın etkisi altında ele alınsalar da, laik bir ton da taşıyorlardı. Ancak, kilise okulları, kapitalizmin doğuşuyla birlikte, maddi dünyanın ve toplumun seküler bir şekilde ele alınmasına yönelik yeni entelektüel eğilim karşısında genellikle tutucu bir rol oynadılar. Ortaçağ sonları ile 19. yüzyıl arasındaki mutlak monarşiler dönemi burjuva üniversitesinin kuruluş sancıları içinde geçti. Bu nedenle bilim devriminin öncü düşünürleri, dönemin üniversiteleri ile bağlantıları olmasına karşın, çalışmalarını büyük ölçüde üniversite dışında ve üniversitelere rağmen gerçekleştirdiler ve yükselen burjuvazinin ve yeni gelişmelere ayak uydurabilen aristokrasinin himayesi altına girerek, çalışmalarını görece özgür koşullarda sürdürebildiler. Doğa bilimleri ve felsefede en önemli gelişmeler, üniversite dışında, burjuvazinin ve yeniliklere ayak uyduran aristokrasinin desteklediği entelektüel kulüpler, bilim dernekleri aracılığıyla hayata geçirildi.
Özetle Ortaçağ üniversitesi, formel kuralları, iç örgütlenmesi vb. bakımından yerleşik düzenin entelektüel yeniden üretimini sağlamak üzere örgütlendiği için tutucu bir kurum olarak şekillendi. Ortaçağ üniversiteleri, salt gerçek arayışı peşinde koşan, eleştirel aklın yön verdiği bir kurum değil, yerleşik düzeni korumaya çalışan bir ideolojik aygıt olarak işlev gördüler. Ancak, yerine getirdikleri işlevin özgül niteliğinden ötürü görece özerk bir işleyişe sahip oldular. Ne var ki, bu özerklik, bilimin özgürce geliştirilmesi kaygısından çok egemen sınıfın mensupları olan üniversite profesörlerinin ve öğrencilerinin ayrıcalıklı statülerini korumak için savunuluyordu. Aşağıda tartışacağımız gibi, bu özellikler büyük ölçüde modern üniversite bakımından da geçerlidir.
Bugün tartıştığımız anlamıyla, modern üniversitenin tarihi, ortaçağdaki kilise okullarıyla değil, 19. yüzyılda başlıyor. Modern üniversite, 19. yüzyılda ortaya çıkan burjuva-ulus devletlerin, bürokrasiden eğitime, sağlıktan ekonomiye birçok alanda ihtiyaç duyduğu eğitimli profesyonelleri yetiştirmek için oluşturduğu bir kurum olarak ortaya çıkmıştır. İlk modern üniversiteler, sanayi devrimini izleyen dönemde Kıta Avrupası ülkelerinde, İngiliz sanayisinin güçlü rekabetini bilime dayalı yeni teknolojilerle aşma çabasının yön verdiği bilimsel kurumlar olarak şekillendi. Bu tür üniversitelerin en önde gelen örneği, Alman doğa bilimci ve coğrafyacı Alexander Von Humboldt ve kardeşi Wilhelm Humboldt’un kurduğu Humboldt Üniversitesi’ydi. Bu model, araştırma ve eğitimin birliğini temel alıyordu ve Alman sanayileşmesinin ihtiyaç duyduğu araştırma altyapısının hazırlanmasında büyük bir rol oynadı. Bununla birlikte, üniversite, kapitalist modernleşme sürecinde ulus devletin pratik siyasal ihtiyaçları doğrultusunda bir ideolojik aygıt olarak da büyük bir önem taşıyordu. Napoléon Bonaparte, 1805 yılında yeniden yapılandırılan École Polytechnique’in temel düsturunu “Ulus, Bilim ve Saygınlık İçin” diye saptamıştı. Yani üniversite, bir yandan hukuk, mühendislik vb. alanlarda uzman profesyoneller yetiştirirken, aynı zamanda burjuva sınıf egemenliğinin yeniden üretimi için “iyi yurttaşlar” da yetiştirecekti. 19. yüzyıldan itibaren üniversiteler, burjuva devletlerin rasyonel planlamaya dayalı bürokratik mekanizmasının inşası, bürokrasiye eleman yetiştirilmesi, ulus devletin yine ideolojik gerekçelerle önem verdiği eğitim alanında gerekli öğretmenlerin yetiştirilmesi, burjuva ulusal kimliğin kurucu unsurları olan tarih, edebiyat gibi alanlarda araştırmalar yapılması gibi birçok işlevi yerine getirdiler. 19. yüzyıl Avrupa üniversiteleri, sanayileşme, modernleşme ve ulus inşası süreçlerinin planlanmasında devletin yakın nezareti altında çalıştılar .
Modern üniversitenin kuruluşuyla birlikte, bilimsel çalışmalar büyük ölçüde üniversite kurumunun tekeli altına girdi. Kapitalizmin maddi üretim güçlerinin gelişmelerinin önündeki feodal engelleri kaldırmasının ardından, rekabet ve pazar arayışının biçimlendirdiği güçlü dürtü, doğa bilimleri alanında karmaşık ve pahalı araştırmaların-deneylerin hayata geçirilmesini teşvik etti. Üniversiteler, sermayenin uzun dönemli kâr ufkunun yön verdiği kapsamlı araştırmalara ev sahipliği yapmaya başladı. Üniversitenin bilim üzerindeki tekeli doğa bilimleri ile sınırlı kalmadı. Toplumsal bilimler alanı da, burjuva egemenliğinin giderek karmaşıklaşan ideolojik aygıtlara duyduğu ihtiyaç nedeniyle, üniversitenin inceleme alanı haline geldi. Burjuvazi, 19. yüzyılın güçlü işçi hareketlerinin yarattığı tehdide toplumsal bilimlerde “pozitivizm”i egemen kılarak yanıt verdi. Pozitivist yaklaşım, toplumsal bilimlerin doğa bilimlerindeki prosedürlerle ele alınmasını sağlayarak, toplumun bilgisinin, bütünsellikten yoksun, teknik ve ampirik bir biçimde ele alınmasına yol verdi. Toplumsal bilimler, kompartımanlaştırılarak, araştırmacıları gerçeğin bilgisine yabancılaştıran ve onları dar görüşlü bir uzmanlaşmaya mahkum eden bir alan haline getirildi.
Kapitalist üniversite, temelde burjuva toplumsal ilişkileri yeniden üretme işlevi üstlenmesine rağmen, üstlendiği işlevin özgül karakterinden ve bilim üretiminin kendine özgü gereklerinden ötürü belirli bir özerkliğe sahip oldu. Üniversite özerkliği, büyük ölçüde Ortaçağların lonca sisteminden miras kalan kurumsal geleneklerin sürdürülmesiyle güvence altına alınmaya çalışıldı. Bu biçimsel özerklik ve güç odaklarından eleştirel bir etkinlik olarak bilim yapma iddiasının yön verdiği akademik ortam, toplumdaki sınıf çatışmalarının ideolojik etkilerinin şu ya da bu ölçüde üniversite içine yansımasına yol açtı. 20. yüzyıl ortalarına kadar, burjuva üniversitesi, devraldığı seçkinci kadro politikası sayesinde bu etkilerden korunmaya çalıştı. Bu çerçevede üniversiteler, kendi içinde kapalı devre işleyen ve genellikle üst sınıflara dayanan bir istihdam politikası izlediler. Bu modelin modern dünyadaki en önemli istisnası Amerikan üniversiteleriydi. ABD üniversitelerinin kurumsallaşması ve yaygınlaşması, Amerikan İç Savaşını (1861-1865) izleyen dönemde ulusal birliğin sağlanmasına ve hızla güçlü bir endüstriyel altyapının kurulmasına öncülük eden güçlü sınai ve mali tekellerin inisiyatifi altında gerçekleşti. 19. yüzyıl sonlarından itibaren açılan çok sayıda üniversite, gelişen iktisadi yapının ihtiyaç duyduğu teknik ve idari kadroların yetiştirilmesi hedefine dönük olarak yapılandırıldı. Bu durum, ABD üniversitelerinin çok erken dönemde iş dünyası ile bütünleşmesine yol açtı . ABD üniversitelerindeki istihdam yapısı, başından beri lisansüstü eğitim süresince araştırma ve ders asistanlığı yapan genç bilim insanlarının süreli istihdamına dayandırıldı. Bu asistanların çok azı kalıcı kadrolara geçebiliyordu .
II. Dünya Savaşı’nın ardından eğitimin sınıf mücadelesi sonucunda elde edilen kazanımlarla birlikte demokratikleşmesi, yani alt sınıflardan gelenlere de açılması, üniversite eğitimine yönelik talepte büyük bir artışa yol açtı. Öte yandan kapitalizmin gelişme süreci içerisinde yeni üretim yöntemlerinin, finansallaşmanın kazandığı önem ve toplumsal ihtiyaçların karmaşıklaşmasıyla, üniversite mezunu işgücüne devlet ve iş dünyası kaynaklı geniş bir talep ortaya çıktı. Böylece, üniversite eğitimi giderek kitleselleşti. Örneğin ABD’de, 1945–1975 döneminde, üniversite öğrenci sayısı 1.677.000’den 11.185.000’e yükseldi. Öğretim üyesi sayısı aynı dönemde 15.000’den 628.000’e çıkarken, yükseköğretim kurumu sayısı 1.768’den 2.747’e ulaştı.  Bu dönemde yaşanan kitleselleşmeyle birlikte üniversitede istihdam edilen insanların toplumun geniş kesimlerini ya da toplumsal yelpazenin farklı kesimlerini yansıtır hale gelmesi, toplumsal alandaki çatışmaların doğrudan doğruya üniversiteye yansımasına yol açtı. Bu gelişmeler sonucunda, 1960’lı yıllarda, üniversite, sınıf mücadelesinin önemli bir bileşeni haline geldi. 1960’lı yılların ikinci yarısında öğrenci hareketleri, kapitalizmin tehdit olarak algılayacağı boyutlara ulaştı.
Üniversitenin tarihindeki en önemli dönüm noktası, kapitalist ekonominin durgunluk ve enflasyonun bir arada yaşandığı bir krize sürüklendiği 1970’li yıllardı. Bu yıllarda, üniversite, piyasa odaklı yeni bir bakış açısıyla ele alınmaya başlandı. Krize yanıt olarak Keynesyen modelin terkedilmesi ve neoliberal politikaların uygulanmaya başlamasıyla birlikte kamusal desteklerin kesintiye uğraması ve aynı zamanda teknolojide ve finans gibi kesimlerde yaşanan değişiklikler sonucunda üniversitenin kârlı bir girişim aracı olarak kullanılabileceğinin fark edilmesi; üniversitenin kapitalist bir mantıkla işletilmeye başlamasına yol açtı . Bugün “akademik kapitalizm” adı verilen dönüşüm sürecinin temelinin bu yıllarda atıldığı söylenebilir. “Akademik kapitalizm”, bir yandan üniversite eğitiminin ve üniversitede üretilen bilginin çok daha araçsal bir mantıkla, sanayinin ya da genel anlamda piyasanın dolaysız talepleriyle bağlantılı olarak ele alınmaya başlanmasına neden olurken, üniversiteye yönelik teknisist bir bakış açısının da yerleşmesine yol açtı. Bu çerçevede bilginin araçsallaşması, üniversitelerde üretilen tek tip bilgiyi kolaylıkla üretebilecek, piyasanın talep ettiği araştırma faaliyetlerini sorgulamadan icra edebilecek esnek ve güvencesiz bir istihdam politikasını beraberinde getirdi.
Üniversitelere son dönemde damgasını vuran ticarileşme eğilimi, üniversitenin geleneksel işlevinin yeniden tanımlanmasına yol açacak denli önemli bir kırılma yarattı. Yukarıda değinildiği gibi, Kıta Avrupası üniversite modeli, büyük ölçüde araştırma ve öğretimin bütünleştirilmesine dayalı olarak işleyen ve bu çerçevede “bilgi arayışına sorunların çözümüne ve yüksek düzeyde insanların eğitilip yetiştirilmelerinin eleştirel bir değerlendirmesine kendisini bilinçle adamış bir kurum”du.  Üniversitenin bu algılanışı, üniversitede özgür bilim üretimini güvence altına almak için, en azından biçimsel olarak, devletten ve toplumdaki egemen güç odaklarından özerk işleyen bir yapı öngörüyordu. Üniversite özerkliğinin en önemli güvencesi ise, harcamalarının kamusal finansmanıydı. Ancak 1970’li yıllardan itibaren benimsenen neoliberal politikalar doğrultusunda üniversite bütçelerinde kesintiye gidilmesi ya da hızla artan öğrenci sayısı oranında fon ayrılmaması, üniversiteleri farklı gelir arayışlarına yöneltti. Aynı dönemde kapitalist ekonominin yapısında ortaya çıkan değişimlerin yarattığı yeni ihtiyaçlar, üniversitelerin gelir getirici faaliyetlere yönelmesini hızlandırdı. Bu durum, üniversitenin kendini kendi seçtiği kurullar aracılığıyla ve kendi saptadığı bilimsel ölçütlere göre yöneten geleneksel üniversitenin yapısında radikal değişikliklere yol açtı.

ESNEK BİRİKİM VE ÜNİVERSİTELER
Üniversitenin kapitalist bir girişime dönüşmesi, üniversitedeki emek sürecinin de yeni bir bakış açısıyla ele alınmasını beraberinde getirdi. Hatta bu sürecin asli değişkeninin emek sürecinin yeniden yapılandırılması olduğu söylenebilir. Bu konuda öncü bir çalışmaya imza atan H. Braverman’ın vurguladığı gibi, emeğin fabrikadaki kontrolü, bir bütün olarak kapitalist sistemde emeğin toplumsal kontrolüyle yakından ilişkilidir . Dolayısıyla, üniversitedeki emek sürecinin denetimindeki dönüşümleri anlamanın anahtarı, fabrikadaki emek sürecindeki dönüşümdür. 19. yüzyıl sonlarından itibaren ileri kapitalist ülkelerde hayata geçirilen iş idaresi pratikleri, işin basit ve tekrarlanabilir unsurlara ayrılarak kontrolünün kolaylaştırılmasını ve emek sürecinin kontrolünün işçiden alınarak kapitaliste bağlı profesyonel bir yönetim aygıtına devredilmesini öngörüyordu. ABD’de Frederick Taylor’un gerçekleştirdiği çalışmalarla oluşturulan bu model, Taylorizm adı altında, modern kapitalizmin emek sürecinin kontrolünde karşılaştığı güçlüklere önemli bir çözüm getirdi ve işgücü verimliliğini (sömürü oranını) devasa ölçekte artırdı. Üniversite çalışanları, en azından 1970’lere kadar, işgücünün modern kapitalist denetiminden muaf kaldılar. Kapitalizmin o güne kadarki ihtiyaçları çerçevesinde gündeme gelen bilim ve ideoloji üretiminin özgül yapısı ve kitlesel bir emek gücüne dayanmaması, bilimsel emek sürecinin standardizasyonunu ve doğrudan kontrolünü gündeme getirmemişti. Bilim üretimi üzerindeki ideolojik denetim, yukarıda değindiğimiz gibi, elitist bir istihdam politikası ve akademik gelenekler gibi daha dolaylı yöntemlerle gerçekleştiriliyordu.
Ancak 1970’li yıllarda emek sürecinin kapitalist denetiminin yeni bir yöntemi olarak gündeme gelen esnek birikim modeli, geleneksel Taylorist modelden farklı olarak, özellikle çok erken bir dönemde girişimci üniversite fikriyle tanışan Amerikan üniversitelerinde hızla uygulama alanı buldu. Esnek birikim modelinin Taylorist modelden temel farkı, işçiyi üretim sürecinin bilgisinden koparan ve yabancılaşmayı derinleştiren yeknesak çalışma ritminin yerine, belirsizliğin hâkim olduğu piyasalardaki hızlı değişimlere kolay uyum sağlayabilen, çalışma koşulları bakımından standart iş sözleşmesi yerine esnek ve güvencesiz istihdam biçimlerine dayanmasıydı. Üniversitelerin hizmetler sektörünün bir alt sektörü olarak yapılandırıldığı koşullarda yeni emek denetiminin yaygınlaştırılması büyük bir önem taşıyordu. Ancak, 1970’li yıllardan itibaren kapitalist ekonominin yapısındaki değişimin gündeme getirdiği esnek istihdam rejiminin, özellikle üniversite gibi değişime kolay uyum sağlayamayan bir kurumda güçlü dirençlerle karşılaması kaçınılmazdı. Bu çerçevede Avrupa üniversiteleri, ABD üniversitelerinin meydan okumasına yanıt vermek üzere uzun yıllara yayılan yeniden yapılandırma çabalarının boşa çıkmasının ardından, Amerikan üniversiteleri gibi rekabetçi bir biçimde yapılanabilmek için “Bologna Süreci”ni gündeme getirdiler.
Türkiye’de ise, bu dönüşüm çok daha önceden başlamıştı. Türkiye üniversite sistemini denetim altına almak üzere 12 Eylül darbesinin ardından hayata geçirilen YÖK, kısa dönemde otoriter siyasal işlevi ön plana çıksa da, stratejik olarak üniversitenin piyasa odaklı dönüşümüne yoğunlaştı. 1990’lı yıllardaki TÜSİAD raporları, Dünya Bankası’nın ve diğer uluslararası kuruluşların yönlendirmeleri, bu tür girişimci, esnek istihdama dayalı üniversite modelinin Avrupa’ya göre çok daha önceden tasarlanmasını ve bu yönde önemli adımlar atılmasını sağladı.

ANAHTAR KAVRAM: ESNEK ÇALIŞMA
Bu sürecin en önemli adımı, özellikle akademik hiyerarşinin en altında yer alan, akademinin proleterleri diyebileceğimiz asistanların istihdamında atıldı. YÖK yasasında 33. maddede düzenlenen araştırma görevlisi istihdamı, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren, güvencesiz ve süreli istihdamı mümkün kılan 50/d maddesi ile gerçekleştirilmeye başlandı. Söz konusu düzenleme, üniversitede lisansüstü eğitim yapanların bir yıllık geçici, her yıl yenilenen sözleşmelerle lisansüstü eğitim süresince araştırma görevlisi olarak istihdam edilebileceğini öngörüyordu. Türkiye üniversiteleri, bu maddeye dayanarak, üniversitelerde yarı akademik ve idari işleri yerine getirebilecek, lisansüstü eğitim boyunca istihdam edilip iş güvencesi olmadığı için de kolaylıkla denetlenebilecek, iş güvencesi olmadığından işini kaybetme korkusuyla çatlak ses çıkarma ihtimali olmayan asistan istihdam etme yoluna hızlı bir biçimde başvurmaya başladılar. Asistan istihdamında bunlar yaşanırken, doktora sonrası üniversitede kalanlar giderek daha zorlu ve daha güvencesiz atanma ve yükselme koşullarına katlanmak zorunda kaldılar. Türkiye özgülünde yaşanan en önemli dönüşüm ise, vakıf üniversitesi adı altında özel üniversitelerin giderek yaygınlaşması oldu. Bu üniversitelerde istihdam koşulları tümüyle güvencesizliğe dayalıdır, özellikle araştırma görevlileri ağır sömürü koşullarında çalışmaktadır.
Üniversitenin temel işlevinde yaşanan bu radikal değişiklikler, geleneksel Kıta Avrupası üniversite modelinin dayandığı “bilim etiği” ve “toplumsal yarar” söyleminin terk edilerek bilim insanlarının piyasa ilişkilerine tabi hale gelmelerine yol açtı. Böylece neyin değerli, neyin değersiz olduğunu dolaysızca piyasa kuralları belirlemeye başladı.
Piyasanın bilimsel çalışmanın içeriğine ilişkin bir diğer dolaysız etkisi, tüm insan eylemlerini katıksız bir öz-çıkar arayışına indirgeyen neoliberal dünya görüşünün hegemonik hale gelmesiyle ortaya çıktı. Neoliberal ideoloji, bilim insanlarını bilimsel çalışmaya teşvik eden temel güdünün bireysel çıkarlar olduğu saptaması doğrultusunda üniversiteyi biçimlendiren politikalara esin kaynağı oldu.
Akademik üretimin içeriğindeki bu dönüşüm, doğal olarak bilimsel araştırmanın temel unsuru olan eleştirel, sorgulayıcı düşüncenin ortadan kalkmasına, konformizme ve üniversitede maddi çıkarlar için ekonomik ve politik suiistimali meşrulaştırmaya dönük faaliyetlerin egemen hale gelmesine yol açtı. Kaldığı kadarıyla işbirliğinin ve paylaşımın yerini rekabet, bilimsel sofistikasyonun yerini “kalite”, entelektüel merakın yerini “girişimci ruh” aldı.
Üniversitelerin birer işletmeye dönüştürülmesiyle bilme ve öğrenme etkinliğinin tevazu ve toplumsal düşünmeye dayalı binlerce yıla uzanan bilme merakı, yerini, piyasada rekabet şartlarını düzenleyen iş etiği ilkelerine bıraktı . Öğrenci ve öğretim elemanı arasındaki ilişki, bilime giden zorlu yolda bir rehberlik ilişkisi olmaktan çıkarak, çıplak çıkar ilişkisine dönüştü. Öğretim elemanları ve öğrenciler piyasanın talep ettiği pratik bilginin arz ve talep kesimlerini oluşturur hale geldiler. Bilimsel faaliyete yön veren entelektüel dürtünün ortadan kalkması, bilimsel üretim sürecine yabancılaşmayı derinleştirdi. Maddi çıkarlar için yapılan bilgi üretimi, bilginin paylaşılması yerine saklanmasını, özel mülkiyete dönüşmesini getirdi.
Üniversitede yaşanan dönüşümün bilim insanlarının üzerindeki etkisini anlamak için, kapitalizmin kökenlerine ilişkin tartışmalarda gündeme gelen fırsat olarak piyasa-zorunluluk olarak piyasa kavramlarına başvurulabilir  Üniversitenin ticarileşmesinin başlangıç aşamalarında öğretim üyeleri için ek gelir, sosyal çevre ve prestij öğesi olarak algılanan piyasa-odaklı araştırmalar, süreç ilerledikçe, tüm bilim insanları için varoluşsal bir zorunluluk haline gelmektedir. Bunun işaretlerini bugünden görmek mümkündür. Güvencesiz çalışmanın araştırma görevlisi ve öğretim görevlisi düzeyinde giderek yaygınlaşması, atama ve yükselmelerin önüne getirilen keyfi kısıtlamalar, her geçen gün altyapısı daha da sağlamlaştırılan performansa dayalı ücretlendirme, vakıf üniversitelerinde iş sözleşmelerinin performansa dayalı olarak yenilenmesi, gerçek bir bilimsel çalışmanın olmazsa olmazı olan geleceğe güveni ortadan kaldırmaktadır.
Ticarileşme süreci üniversite politikasına yön veren kesimlerin tasarıları ve yönlendirmeleri doğrultusunda mantıksal sonuçlarına ulaştıkça, piyasa, tüm bilim insanları için, yaptıkları araştırmalarda, verdikleri derslerde dikkate alınması gereken temel bir ölçüt olmakla kalmamakta, öğretim elemanlarının üniversitede istihdam edilme koşullarını belirleyen bir zorunluluk alanı olarak belirmektedir.
Üniversitelerde hayata geçirilmeye çalışılan piyasa odaklı dönüşüm geriletilemezse, üniversitede istihdamın tümüyle güvencesiz ve esnek bir istihdama dönüşmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu tür bir istihdamın, üniversitedeki piyasanın mantığı doğrultusunda biçimlendirilen eğitim ve araştırma faaliyetlerinin sorgulanmadan hayata geçirilmesinde elzem olduğu ve bunun aynı zamanda ideolojik bir denetim işlevi gördüğünün de altı çizilmelidir. Sözgelimi, mevcut YÖK yasasının 50/d maddesi aracılığıyla yaratılan öğretim elemanı tipolojisini bunun en somut göstergesidir. Kamu üniversitelerinde asistan alımını düzenleyen bu madde, üniversitede esnek ve geçici istihdamın bir laboratuarı işlevi görmektedir. Üniversitede, uygulama ve laboratuar derslerine girmek, sınav kâğıdı okumak, öğrenci danışmanlığı yapmak, ders ve sınav programlarını hazırlamak vb. akla gelen her türlü işi yapan asistanlar, lisansüstü eğitim sonrasında kapı önüne konulmakta, yaşamını üniversite dışında sürdürmeye ya da oluşturulmaya çalışılan akademik işgücü piyasasının belirsizlikleriyle boğuşmaya zorlanmaktadır. Geçici istihdam koşulları nedeniyle birçok asistan işten atılma ya da gelecekte daha güvenceli bir kadro ile işe alınmama korkusuyla pasif ve itaatkâr olmayı tercih etmektedir. Böylece, işgücü piyasasının yarattığı belirsizlik, ülkesinde ve dünyada olup bitenlere ve mesleki sorunlarına duyarsız, entelektüel ilgileri olmayan, bilimsel heyecan duygusuyla hiç tanışmamış, akademik kariyeri piyasada daha iyi bir iş bulabilmek için atlama tahtası olarak gören bir öğretim elemanı tipolojisinin giderek yaygınlaşmasına yol açmaktadır. Güvencesiz çalışmanın yaygınlaşması, güvenceli bir kadro elde etme ve sorunsuz bir şekilde yükselme umuduyla, otoriter bir piyasalaşma ile yozlaşan üniversitelere hâkim olan güç ilişkilerini gözlemleyen, akademik çalışmalarını ve ilişkilerini bu güç ilişkileri/ağları doğrultusunda seferber eden bir akademisyen tipolojisi yaratmaktadır.
Bu durumda bilimsel çalışmanın en önemli unsuru olan akademik özgürlük ipotek altına alınmakta, özgür düşüncenin olmazsa olmazı olan bireysel özgürlükler yerini piyasa dolayımıyla tanımlanmış tahakküm ilişkilerine bırakmaktadır. Nitekim, AKP de bunun farkında olduğu için, örgün eğitimden farklı olarak büyük üniversitelerde muhafazakar-gerici emellerini piyasa ilişkileri aracılığıyla hayata geçirmeyi hedeflemektedir. Ortada dolaşan YÖK tasarılarında görüldüğü gibi, yöneticilerini daha da otoriter bir biçimde hükümetin ve iş dünyasının belirleyeceği bir üniversitede işgüvencesi ortadan kaldırıldığında gerici kadroların ve zihniyetin geniş bir hareket alanı bulacağı açıktır.
Bugün özgür bilim ve demokratik üniversite için yürütülen mücadelenin önündeki en büyük engelin YÖK’ün baskıcı karakterinden çok, uzun bir sürece yayılan piyasalaşma sürecinin yarattığı entelektüel ve bireysel yozlaşma olduğunu söylemek mümkündür. Ancak sözünü ettiğimiz yozlaşma, akademinin proleterleri olan araştırma görevlileri içinde, öğretim üyelerinde olduğu kadar etkili değildir. Çok sayıda araştırma görevlisi kendi istihdam ve çalışma koşullarına tepki göstermekte, son dönemde asistanların işgüvencesi talebi etrafında yürütülen çalışmalar hız kazanmaktadır. Ancak bu çalışmalarda somut olarak işten atılma tehdidi gündeme gelmeden bir hareketlenme sağlanamaması, yukarıda sözü edilen yeni akademik ortamın olumsuz özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Tüm bu olumsuzluklara rağmen kimi üniversitelerde sonuç alıcı ve kitlesel çalışmalar örgütlenebilmiş olması gelecekten umutlu olmak için yeterlidir.
Bugüne kadarki birçok “reform” girişiminde görüldüğü gibi, burjuvazi, birçok alanda programını hayata geçirirken bu alanlardaki direnci zamana yayarak aşmaya çalışmakta, bu alanlarda çalışanları dönüşüm sürecinin bir parçası haline getirerek, güçlü bir muhalefetin oluşmasını engellemeye çalışmaktadır. Üniversitelerde, araştırma görevlilerini dışarıda tutarsak, öğretim elemanları cephesinden kitlesel bir karşı çıkış olmaması bir ölçüde bununla ilgilidir.
Bu sorunlar dikkate alındığında üniversitenin bilimsel niteliklerine sahip çıkma ve sermayeyi değil, toplumu ve insanlığın çıkarını da gözeten bir kurum olmasını sağlamanın sadece öğretim elemanlarının sağlayabileceği bir şey olmadığı anlaşılmaktadır. O halde yazının başındaki stratejik soruya dönebiliriz. Bu gelişmeler emekçileri neden ilgilendiriyor; emekçiler neden üniversite sorunu ile yakından ilgilenmek zorundalar? Bu sorunun yanıtı, aynı zamanda üniversitenin geleceğinin nasıl şekilleneceğine dair mücadelenin de ana hatlarını içeriyor.
En genel biçimiyle üniversite reformu, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarında sürdürülen kapitalist saldırının organik bir parçası olarak gündeme geliyor. Ancak üniversitenin farklı bir yapıya sahip olması, üstlendiği işlevin özgün niteliği, ürettiği hizmetin temel karakteristiklerine nüfuz etmenin zor olması gibi nedenler, bu alandaki dönüşümün, emekçilerin gündelik yaşamı ile ilişkisinin görülmesini engelliyor. Bırakalım sıradan emekçiyi, emek ve demokrasi mücadelesinin birçok ileri unsuru, özgür bilim ve demokratik üniversite mücadelesinin emekçilerin gündelik yaşamı ve ülkenin genel demokrasi ve özgürlükler mücadelesi ile yakından ilişkili olduğunu kavrayamıyor.
Öte yandan, sermaye ve hükümetin üniversiteyi yeniden biçimlendirme yolundaki girişimlerinin hız kazanması, bu algının değişmesi için çok sayıda önemli veri sunuyor. Sözgelimi, Prof. Onur Hamzaoğlu’nun Kocaeli Dilovası’ndaki sanayinin yol açtığı kirliliğin halk sağlığı üzerindeki etkilerini ortaya koyan araştırması sonrasında başına gelenler, Prof. Beyza Üstün’ün sermayenin kâr iştahı ile doğa katliamı yaptığı HES projelerine yönelik eleştirileri nedeniyle Çevre Bakanı tarafından hedef gösterilmesi, Bergama’da altın madenine karşı direnişte üniversitelerin sermaye yanlısı tutumu, çalışma ekonomisi, sosyoloji ve iktisat bölümlerinin piyasa odaklı çalışmasının emekçilerin hayatına etkileri, Kürt sorunu, insan hakları vb. birçok başlıkta özgür bilimsel çalışmanın öneminin her geçen gün daha fazla kendisini hissettirmesi, emekten ve demokrasiden yana ilerici öğretim elemanları üzerindeki baskıların artması, emekçilerin neden üniversitelerdeki piyasacı dönüşüme karşı çıkması gerektiğini fazla söze gerek bırakmadan ortaya koyuyor. Bu tür bir mücadeleye yöneldiklerinde, geçmişten farklı olarak, yanlarında geniş bir öğretim elemanı kitlesi bulacakları şüphesizdir. Öğretim elemanları da, artık işçiler ve emekçiler gibi güvenceli çalışma ve onurlu bir yaşam mücadelesinin bir parçasıdırlar, çünkü bu sorunlar artık kendilerinin de sorunudur.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑