Bugün, ABD’nin biriktirdiği silah gücünü, bu güçten de cesaret alan saldırgan dış politikasını ve bu ülkenin dünya siyasetinde yarattığı imgeyi tanımlamak için “imparatorluk” kavramından ilham almak; ABD’yi bir postmodern imparatorluk modeli olarak tarif etmek ve dolayısıyla onu geçmiş imparatorluk deneyimleriyle karşılaştırarak, tarihin önemli büküm noktalarıyla günümüz arasında paralellikler, benzerlikler kurmak eğilimi oldukça yaygın. Politik gelişmelerin kabukları arasındaki dikkat çekici benzerlikler, bu kıyaslamalara inandırıcılık kazandırıyor, bu doğru. Bunun yanı sıra, söz konusu eğilim, meseleyi daha “kolay” anlaşılır bir şekilde, modelleme üzerinden ele aldığı için de yaygınlıkla benimseniyor.
Dünya üzerinde kurulmuş başka imparatorluklar (Roma, Osmanlı vb.), kendileri dışındaki halkları, fetih, istila, boyun eğdirme gibi yöntemlerle bağlı/bağımlı hale getirdiler. Kaba gücün ve gelişkin şiddet araçlarının varlığı, tarihin o dönemlerinde de, bu fetihçi ve istilacı imparatorluklar için öneme sahipti. Bu devletler de, dünyanın çeşitli bölgelerine uzun süren seferler düzenlediler ve ekonomik-politik bir gücün, potansiyel ve/ya da fiili bir askeri güce, bir şiddet ve savaş yeteneği ve gelişkinliğine koşut olduğu hükümranlıklar kurdular. İlk bakışta görünen bu önemli “kabuk” benzerliklerinin dışında, başka ortak noktalar da bulunabilir. Ve ABD’nin, tarihin eski veya görece yeni bir döneminde, Doğu’da veya Batı’da, Hıristiyanlar veya Müslümanlar tarafından kurulmuş şu veya bu imparatorluğa benzediği, bu “modeller” bağlamında da değerlendirilebileceği öne sürülebilir.
Ama, bir ülkenin tarihsel gelişiminin yalnız kendi toplumsal koşullarına bağlı olmayıp, onu çevreleyen dünya-tarihsel koşullar tarafından belirlenmesi gibi; bir ülkenin, bir hükümranlık mekanizmasının “yazgısının”, hatta onu niteleyecek ve tanımlayacak sıfat ve adların geçmişin temsillerinde aranması da doğru değil. Bugün büyük ve yıkıcı bir uygarlık ve egemenlik mekanizması olarak Birleşik Devletler; hamuruna karışmış pek çok tarihsel dinamiğin yanı sıra, kendi öznel tarihinin ve bu tarihin gerçekleşmiş bulunduğu zaman ve uzamda varolagelmiş başka olguların belirleyiciliği altındadır. Ve bunlardan biri de, şüphe yok ki, Protestan Avrupa sömürgeciliğinin –en örtüsüz haliyle bir kez de Amerika’nın ‘keşif’ ve istila edilmesi vesilesiyle tanışılmış bulunan Batı sömürücülüğünün– suretidir. Bugün, uluslararası kapitalist sistemin enerji ve hammadde kaynakları ile öteki maddi donanım ve süreçlerinin yanı sıra gelişkin şiddet araçlarına daha fazla sahip olmak ve bunları kullanmak konusunda tereddütsüz bir yıkıcılığa dönüşebilen “özgüveni” edinmiş olmakla da Avrupalı akrabalarından birkaç adım önde duran ABD sömürgeciliğinin eskizleri, Batı Avrupa tarihinin örtük ya da açık sömürücü geçmişinde tespit edilebilir. Avrupa büyük sermayesinin çıkar örgütlerini ve bunların daha büyük ölçeklerdeki siyasal birliklerini, ABD’nin “huzursuzluk verici” hegemonyasına karşı alternatif bir odak, bir denge unsuru olarak görmeden önce, yeterince açık olan bu akrabalık ilişkisini hatırlamalıyız: Geçmişin hayaletlerini, bugünü temsil eden ruhlar olarak çağırmak ve onlara yeniden dirilecekleri anlam alanları yaratmak yerine…
***
Modern Avrupa düşüncesi ve eyleminin, dolayısıyla bir bütün olarak Batı kapitalizminin, kendi tarih aynasında belirgin çizgilerle görünsün istediği olgu, Aydınlanma geleneğidir. Aydınlanma, Katolik hurafelerden kurtulmak ve dinsel hükümlere bağlı bir “kesin bilgisizlik” yerine us’un (insan aklının) yol göstericiliğine bağlanmak gibi dev bir adımın atılmasını sağlamıştır. Descartes’ın bu us’un tüm insanlarda eşit olarak verili olduğu yönündeki sözleri ve insanın ussal bir varlık olduğu yönündeki Aydınlanma hükmü, zorunlu olarak, bütün insanların doğuştan ve devredilemez şekilde eşit olduğu yargısına varır. Aydınlanma geleneğinin ve bu sürece bağlı olarak anılagelen toplumsal değişimlerin temelindeki bu eşitlik argümanı, Avrupa ve Kuzey Amerika’daki kapitalist uygarlığın da terennümüdür. Kapitalist uygarlık, içeriğindeki bütün us-dışı, insanlık dışı, insana ve insani değerlere yabancı öze rağmen, bu eşitlik sloganını nüfus cüzdanına büyük harflerle yazdırmıştır. 18. yüzyıl sonlarından itibaren Avrupa’da, ve 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Amerika’da da, köleliğin yasal olarak kaldırılması; hatta kökeninde buna dair bir uyuşmazlık varmış gibi görünen bir iç savaşta –her 60 Kuzey Amerikalıdan birinin öldüğü bir iç savaşta– “kölelik yanlılarının” yenilgiye uğraması, eşitlik konusundaki “ciddiyete” kanıt olarak görülebilir. Batı uygarlığı, artık us’un egemen olduğu bir dünya düzeninde, tüm insanların birbirine eşitliğini, gerekirse silah zorunu kullanmak da dahil olmak üzere, türlü yöntemlerle dünyanın diğer halklarına gösterecektir!
Bu durumda sömürgeciliğin, bu eşitlik ülküsünün patentlenmesiyle neredeyse özdeş bir zaman diliminde modern biçimini almış olması, bir çelişki olarak görülmemeli. Afrikalı insanlar başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanında on milyonlarca insanın, hayal bile edilemeyecek büyüklükte acılar ve yıkımlarla karşılaştıkları, Batılı burjuvaların, bütün o modern ve “insancıl” ilahilere rağmen, kapitalist uygarlığı gezegenin uzak köşelerine insanlık dışı metotlarla taşıdıkları gerçeği, aklın peşinde ve eşitlik ülküsünün rehberliğinde yürüdüğünü söyleyen ve tarihsel olarak “bugün”e varmış olan sistemin bir kusuru olarak değil, özü olarak görülmeli. Kapitalist inşa sürecinin pragmatist felsefesi, bir yandan kuramsal bir “eşitlik” ideasını yüceltirken, bununla eş zamanlı olarak, köleciliğe, sömürgeciliğe, dünyanın başka halklarının ve onların henüz gelişme aşamasındaki kültürlerinin ve uygarlık miraslarının talan edilmesine izin –hatta mantıksal bir zemin– verebilir. Burjuva tininin özü budur. Bir kısım entelektüelleri, akademide, sivil toplum örgütlerinde, derin felsefi metinlerinde, roman ve şiirlerinde, şurada ve burada, bu kötü kalpli dünyanın yazgısı için umutsuz gözyaşları dökerken, bir başka kısmı, kaba gücün, açık sömürünün, cinayetin, soykırımın ve başka insanlık dışı “siyaset” biçimlerinin rasyonelleştirilmesi için nihilist terler dökebilir. Bugün dünya hakimiyetini elinde bulunduran uluslararası kapitalist sistemin fikri temelinde, yeryüzündeki insanların birbirine eşit olmadığı; uygarlığın, seçilmiş ve üstün Avrupa halklarına –yalnızca bunlara– ait bir kültürel gelişimi ifade ettiği yanılsaması yatar. Gerçekte bu, sadece bir yanılsama, yanlışlıkla edinilmiş bir mantıksal dizge değil, kapitalist gelişimin tüm düşünce ve eylemlerine rehberlik eden kaçınılmaz bir “şuur”dur. Burjuva tini, nesnel dünyayı, önce kendi öznel bilincinde çarpıtır, ve sonra, bunu, felsefe, ideoloji ve siyaset olarak yaygınlaştırır. Onun gerçeklik’le ilişkisi, bu çarpık “şuur”un etkinlikleri olacak; böylelikle, “negroların”, Kızılderililerin, Asya halklarının insan-altı bir kültürü temsil ettiklerini; bizzat kendi Beyaz, Protestan ve Zengin formasyonlarının tanımladığını düşündükleri, “insanlığın” henüz tamamlanmamış ilkel bir taslağı olduklarını düşünebilecektir. 18. ve 19. yüzyılın sömürgeciliklerinden 20. Yüzyılın emperyalizmine, Nazizmden günümüz Amerikan sömürücülüğüne dek belli başlı burjuva dünya siyasetlerinin mekanizmasında böyle bir ırkçılık yatar. Bu “siyasetlere”, aydınlanmacı pozitivizm ya da klasik liberalizm, nihilist irrasyonalizm ya da postmodernizm eşlik edebilir. Burjuva hakimiyetinin insanlık dışı biçimlerine derin anlam ve gerekçeler katacak, onun zorunluluğunu ilan edecek felsefi formlar için, çarpık burjuva şuuru, anlamsız bir çeşitliliğe (!) sahiptir: Bu çeşitlilik, belli bir töz etrafında gelişmiş, ayrı ve özgün ilkelerin zenginliğini değil, farklı yanılgıların, tuhaflıkların ve hastalıklı düşüncelerin varlığını ifade etse de… 18. yüzyılın Avrupalı düşünürleri, öteki halklardan açıkça aşağı türler olarak söz eder, onların, bir uygarlık yaratma yeteneğinden yoksun olduğunu bildirir ve sömürülmelerini ahlakileştirir; liberalizm, emperyalist sömürüyü rasyonel gerekçelerle, doğa bilimlerinden gasp ettiği “doğal farklılıklar ve üstünlükler” söylemleriyle kutsar; nihilist irrasyonalizm, tüm insani değerleri bir kuşkuculuk örtüsünün arkasında inkar ederek ve dünyanın bilgisine tek başına sahip olan elit bilinçlerini dünyanın geri kalanının karşısına koyarak, üstün ırkın dünya hakimiyetine yol verir; ve postmodern saçmalık da, bütün dünyanın ve tarih dediğimiz tüm insanlık deneyiminin kendisi gibi saçma ve tanımlanamaz olduğunu söyleyerek, 21. yüzyılın barbarlığını önemsizleştirir ve gözlerden uzaklaştırır. Bütün bunlar, tek bir egemen sınıfın, tarihsel olarak Avrupa’da iktidara gelmiş burjuva sınıfının çarpık dünya algısının görünümleridir: Egemen bilincin, farklı tarihsel duraklardaki görünümleri.
İşte böylece, eşitlik, bir sözcük olarak kavramsallaştırdığı şey olmaktan çıkmıştır. Kapitalist kültür için eşitlik, asla gerçekleştiremeyeceği bir vaadin pırıltısı olmaktan öteye gidemez. Emperyalist hakimiyet, o ilk sömürgeci biçimlerinden bugüne dek, asla dünyanın çoğunluğuyla eşit bir ilişkiye girmemiş, böyle bir ilişkinin doğal sonucu olarak ortaya çıkması gereken tarihsel sorumluluk bilincine sahip olmamıştır. Bugün, başta ifade edilen nedenlerle, uluslararası kapitalist sistemin hakim gücü olan ABD’nin, Ortadoğu ve Asya’daki, Afrika ve Latin Amerika’daki halklara karşı giriştiği sömürgeci saldırganlık ve bu saldırganlığı gerekçelendirirken kullandığı argüman, 200 yıldan fazla bir süreyi kapsayan egemen bilincin güncel bir tezahürüdür. Bush’un, Rice’ın, neo-con denen bütün o budala kalabalığın, doğal bilince, bir sapkınlık, bütün erdemlerini yitirmiş bir salt kötülük olarak görünen düşünme biçimleri ve söylemleri; gerçekte hastalıklı bir çılgınlığı değil, burjuva düşüncesinin gelişim seyrini ifade eder. Bu düşünce ve söylem, bizzat kendi öz yurdu olan Avrupa’da da hüküm sürmektedir elbette. Ama (Bush’un alaycı tanımlaması kullanılarak söylenecek olursa) bu yaşlı Avrupa, yalnızca eski ihtişamını yitirmiş olmakla değil, kendi üstün uygarlıklarına, sömürmek yoluyla katmak lutfunda bulundukları halkların, sayısız direniş ve zaferiyle de maluldür. Ve onun “dili”, bu tecrübelerinin yönlendirdiği bir denetimden geçmiştir. Zengin Avrupalıların büyük siyasal birliği AB, böylelikle kapitalist uygarlığın daha rafine, işlem görmüş; ama böylelikle de bir o kadar sahte olan hümanist dilini edinmiştir. “Yaşlı Avrupa”, hızlı gençliğinin ve aslında bütün bir ömrünün günahlarından utanarak değilse bile, bu günahların mağdurlarının artık geri dönülmez şekilde başlarına gelen kötülüklerin bir kısmını anlayabilmiş olmasından kalkarak; evrensel insanlık değerlerini, siyasal özgürlükleri, insan haklarını, demokrasiyi, hoşgörüyü, birlikte yaşamayı temsil eden bir bilge gibi görünmeyi ve bu bilgelikler kulübüne, gerçekte bütün bunların tam karşıtlarıyla kurduğu uygarlığının mertebesine, bazı halkları sınavlardan geçirerek, lütfen, kabul etmektedir. Bir yüzü Bush’un “çılgın”, paranoyak ırkçılığı, öbür yüzü Avrupalı majestelerinin steril demokrasileri olan bu çağdaş burjuva çeşitliliği, aslında, aynı barbar dünya algısının veçheleri değil mi? Avrupa Birliği, “fon” adı altında açtığı taharet musluklarıyla, eski sömürgelerinde ve dünyanın öteki yoksul bölgelerinde, sadece üretim araçlarına ve iktisadi yapıya dayanan değil, bilince ve düşünme biçimlerine de sirayet eden bir egemenlik tesisatı yaparken; kıta içindeki neredeyse tüm ülkelerde baş gösteren daha yerel ırkçı siyasal yükselişi, kendi geniş ırkçılığı lehine dizginlemeye de uğraşır.
Kapitalist uygarlığın temel prensibi, doğumundan beri ona eşlik etmekte olan ve hatta kendinden önceki düzenlerden devraldığı ve geliştirdiği bir eşitsizlik ilkesidir. Bütün insanların ve genel olarak insanlığın potansiyel olarak içerdiği evrensel birliği yadsır ve bunun yerine, “yukarı halkların aşağı halklara hükmettiği”; onlara savaş, kıyım, demokrasi vb. götürdüğü; ve her defasında “yukarıdan aşağıya mutlak otorite”, “aşağıdan yukarıya mutlak itaat” dayattığı bir düzen önerir. İnsanlığın evrensel gelişimine değil, yalnızca kendi öznel gelişimine yeteneklidir. Avrupa Birliği de dahil olmak üzere, uluslararası emperyalist sistemin tüm örgütleri, düşünme ve eyleme biçimleri de, bu uygarlığın vahşi doğumunun izlerini taşır. Kapitalist uygarlık, nasıl bu kökenin “olağan” bir devamıysa, kapitalist kültür de, o barbar, us-dışı çağların kültürel bir fosilidir.