ABD, Orta Asya ve Kafkasya’da hegemonya arıyor…
Ukrayna ve Kırgızistan’da yaşanan “iktidar değişiklikleri” tartışılırken, Özbekistan’da patlak veren -ve bu satırlar yazılırken bastırılmış görünen- silahlı isyan, Orta Asya ve Kafkasya’nın içine yuvarlandığı derin istikrarsızlık ve kargaşanın altını bir kez daha çizdi.
Kuşkusuz bütün bu ülkelerdeki gelişmeler birbirinden farklı özellikler arz ediyor; örneğin Ukrayna ve Gürcistan’da yaşananları “devrim” olarak selamlayan ABD yönetimi, Özbekistan’daki isyan karşısında daha mesafeli, hatta İslam Kerimov hükümetine “temkinli” destek vermekten çekinmiyor. Yine de, tek tek ülkelerdeki gelişmelerin dayandığı ortak bir dinamik bulunuyor: ABD emperyalizminin hamleleri ve Washington uşağı rejimlerce kuşatılma endişesi içindeki Rusya’nın bu hamleler karşısında verdiği yanıtlar…
ABD’nin bu mücadelede tuttuğu mevziyi anlamak için, yakın geçmişe göz atmakta yarar var. Washington, Varşova Paktı’nın dağılmasının ardından ilk hamlelerini Balkanlar’da gerçekleştirdi. Kâh Avrupalı emperyalistlerin desteği, kâh Moskova’daki “kukla” Boris Yeltsin hükümetinin onayıyla, Batı-Doğu enerji koridorunda kilit rol oynayan Balkan ve Doğu Avrupa ülkeleri, adım adım köleleştirildiler.
İlk adım Yugoslavya’da atıldı ve yıllarca süren kanlı bir iç savaşın ardından, bu ülke “yönetilebilir” dilimlere bölündü. Bosna, Batılı emperyalistlerin, ama özellikle de ABD’nin, fiili “mandası” haline getirildi. Hırvatistan, Avrupalı emperyalistlerin denetimi altına alındı. Ardından Kosova, Sırbistan’dan koparılıp alındı ve halen, uluslararası statüsünün ne olduğu bile bilinmeyen, bu “bölge”ye, Balkanlar’daki en büyük ABD askeri üssü olan Bondsteel kuruldu. Burası, Karadeniz ile Adriyatik arasındaki stratejik yolun üzerinde bulunmakta; aynı zamanda güneydoğu-kuzeybatı hattı üzerinde yer almaktaydı.
ABD destekli Arnavut milliyetçilerin şantajı altında, Makedonya’nın da başına benzer bir şey geldi ve bu ülke topraklarına da NATO kuvvetleri yerleştirildi. Arnavutluk’tan Bulgaristan’a, Sırbistan-Karadağ’dan Romanya’ya, Makedonya’dan Polonya’ya dek Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri, ekonomik, askeri ve siyasi alanlarda bir dizi “görünmez zincir” ile ABD ve Batı Avrupalı emperyalistlerin hükmü altına alındılar.
‘ARKA BAHÇE’DE DURUM
Balkanlar’da çoğu zaman, şu ya da bu ölçüde Batı Avrupalı emperyalistler ile işbirliği yapmak durumunda olan ABD, Orta Asya ve Kafkasya’da, yani Rusya’nın “arka bahçesi”nde yaşanan gelişmelerde belirleyici güç haline geldi. Hazar Denizi’ni merkez alan Rusya-ABD çekişmesi, zamanla bütün yorumcuların “Büyük Oyun” adını taktığı, 1900’lerin başındaki “petrole hücum” dönemini andırır hale geldi. Ne de olsa, Hazar’ın petrol kaynakları Suudi Arabistan ve Irak ile yarışacak güçteydi. Tahminlere göre, 2010 itibarıyla bu denizden günde 3.2 milyar varil petrol çıkarılabilecek. Buna ek olarak Hazar, yılda 4850 milyar fit küp doğalgaz verebilecek durumda.
Tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi, Orta Asya’da da ABD’nin politikaları “enerji” üzerinden şekillendi. Ancak burada amaç sadece bölgenin enerji kaynaklarına el koymak değildi; Rusya, Çin ve Batı Avrupalı rakip emperyalistler için “olmazsa olmaz” nitelikteki bu kaynaklar üzerinde hakimiyet kurmak, bütün bu rakiplerin önünü kesmek, onları denetim altına almak anlamına da geliyordu. Bir iki yıl içinde petrolün varilinin 100 doları aşacağı yönündeki “felaket senaryoları” düşünüldüğünde, bu kaynakların her damlası üzerinde kıyasıya bir çekişmenin çoktan başlamış olduğu anlaşılacaktır.
2001 yılında, ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in liderliğini yaptığı “Enerji Görev Gücü”, bir dizi enerji tekelinin yardımıyla kritik bir rapor hazırlamıştı. Bu raporda, ABD petrol tüketiminin 2020 yılında yüzde 30 artmış olacağı, talepteki bu artışın ancak yüzde 25’inin ABD içi üretim tarafından karşılanabileceği belirtiliyordu. Aynı raporda, Ortadoğu’nun küresel petrol arzına katkısının yüzde 25’ten yüzde 60’a yükseleceği tahmin edilmekteydi. Irak’ı işgal planlarının yapılmaya başlanması ile bu raporun “masaya konulması” arasındaki benzerlik, tesadüf değildir.
ABD, Orta Asya ve Kafkasya’nın “kıymetini” ise çok daha önce anlamıştı. Zbigniew Brzezinski, artık meşhur olan “Büyük Satranç Tahtası”nda (1997), “Avrasya’ya egemen olan güç, dünyanın üç gelişmiş ve ekonomik olarak üretken bölgelerinden ikisini ele geçirmiş olacaktır” diyordu. “Kurt stratejist”, aynı kitapta Rusya’nın üçe bölünmesinin “faydalı” olacağını ima etmekteydi: Bir “Avrupa ülkesi” olarak Batı Rusya, Sibirya ve ülkenin geri kalanı… Dick Cheney ise, bir petrol şirketinin yöneticisi olduğu 1998’de verdiği bir demeçte, “Hazar kadar, birdenbire stratejik önemi böylesine artan bir başka bölge olduğunu hatırlamıyorum” demekteydi.
Kısa bir süre sonra; Baltık ülkeleri Estonya, Litvanya ve Letonya, alelâcele NATO üyesi yapıldı ve Rusya’ya sınır olan bu ülkeler, fiilen ABD ordusunun denetimine geçmiş oldu. ABD, Rus sınırlarına dayanmıştı… Malûm “terörle mücadele”nin ilan edilmesiyle birlikte Afganistan’ı işgal altına alan ABD, kısa süre içinde Orta Asya ve Kafkasya’da askeri ve politik nüfuzunu geliştirecekti. “Yeni Büyük Oyun” kitabının yazarı Lutz Kleveman, 2001 sonlarından itibaren birkaç yıl içinde yaşanan gelişmeleri, “Bush, Orta Asya’ya devasa bir askeri yığınak yaparak Rusya’ya karşı kazanılan soğuk savaş zaferini perçinledi, Çin’in bu bölgedeki nüfuzunu denetim altına aldı ve İran’ın boynundaki ilmeği sıkılaştırdı. En önemlisi ise, Hazar bölgesindeki Amerikan petrol çıkarları ilerletildi” diye özetliyordu. Bu arada bir dizi Rus general, ABD’nin bölgedeki askeri varlığı karşısında kaygılarını açıkça ifade etmekteydi. Çin Genelkurmay Başkanı Fu Quanyou ise, ABD’nin Kırgızistan’a yerleşmesinin, Çin’in güvenliğine “dolaysız bir tehdit” teşkil ettiğini belirtiyordu.
Ekim 2001’de başlayan ve halen süren Afganistan işgali, bu enerji planları kapsamında önem kazanmaktaydı. Bu yoksul ülkenin kendi enerji kaynakları fazla sayılmazdı ama kuzey komşuları, küresel petrol ve doğalgaz arzı için “kritik” önemdeydi. Elbette, bu petrol ve doğalgazın sevki için Afganistan gibi komşular gerekliydi!
Hazar Denizi petrolünü Rusya üzerinden sevk etmek, “düşman”ın Orta Asya’daki ekonomik ve siyasi kontrolünü artıracaktı. İran üzerinden kurulacak bir hat, ABD’nin hedef tahtasına koyduğu bu ülkeyi vazgeçilmez kılacaktı. Ancak bir yandan Afganistan, diğer yandan Gürcistan ve Türkiye’nin kullanıldığı enerji hatları, ekonomik açıdan masraflı olmalarına rağmen, “stratejik” hedeflere ulaşılmasını sağlayabilecekti.
Türkiye, Hazar kaynaklarının Batı’ya ulaştırılması için önem taşıyorsa, Afganistan da Doğu’ya ulaşım için önem taşımakta. Üstelik ABD, bu doğu rotasına giderek daha fazla ilgi göstermekte: Güney Asya ülkelerindeki talep patlaması ve rakip yokluğu, Hazar-Afganistan-Pakistan-Hindistan rotasını epey kârlı kılıyor. Bu rota üzerindeki planlar, 1995’te, ABD’li tekel Unocal tarafından hayata geçirilmeye başlandı. Şirket; Türkmenistan kaynaklarının Afganistan ve Pakistan limanları üzerinden Arap Denizi’ne çıkarılmasını öngörüyordu. Ancak bu plan için önce, Afganistan’da şirketin “dediğini yapan” bir rejim gerekiyordu. Eylül 1996’da, Taliban’ın Kabil’i ele geçirmesiyle, bu gereklilik yerine getirilmiş oldu. O dönemde İngiliz Daily Telegraph gazetesi, “Petrol uzmanlarına göre, ABD’nin yakın müttefiki Pakistan’ın Taliban’a bu kadar çok destek olması ve Amerika’nın Taliban’ın fethine sessizce onay vermesinin sebebi, Afganistan’dan geçecek güvenli bir boru hattı inşa etme planı” diye yazmaktaydı.
Unocal yönetimi, Taliban patronlarını ABD’ye davet etti ve bir yandan onları eğlendirirken, diğer yandan, topraklarından geçecek her bin fit küp doğalgaz için 15 sent komisyon önerdi. Unocal’in boru hattı planları, Aralık 1998’e, yani Doğu Afrika’daki ABD büyükelçiliklerinin bombalanmasının ardından rafa kaldırıldı, ancak unutulmadı.
Bu arada, araştırmacı Keith Fisher, Afganistan ile Balkanlar arasındaki “bağlantı”yı dünyaya duyuruyordu: Afganistan işgali; Hazar’dan Avrupa’ya dek petrol ve doğalgaz pompalayacak olan “Koridor 8”in kurulmasını kolaylaştırmaktaydı ve bu enerji koridorunun en kilit unsurları arasında Makedonya ve Arnavutluk gibi Balkan ülkeleri yer almaktaydı.
Afganistan işgalinin enerji bağlantısı, başka gelişmelerle de vurgulanacaktı. İşgal sırasında ABD Başkanı’nın ulusal güvenlik danışmanı olan Condoleezza Rice (bugünkü Dışişleri Bakanı), 1991’den 2001’e kadar Chevron petrol şirketinin yöneticisiydi. İşgalin ardından Afganistan’ın başına geçirilen kukla lider Hamid Karzai, bir zamanlar hem Unocal’in danışmanıydı hem de Taliban’ın Dışişleri Bakan Yardımcısı olarak görev yapmıştı. ABD Başkanı Bush’un “Afganistan özel danışmanı” Zalmay Halilzade ise (ki daha sonra Bush’un Irak özel danışmanlığını yürüttü), Unocal’ın eski yöneticilerindendi.
İsrail gazetesi Ma’ariv, “bu kadar tesadüf” karşısında şöyle yazıyordu: “Afganistan’da kurulan büyük Amerikan üslerinin haritasına baktığımızda, bu haritanın, Hint Okyanusu’na açılması planlanan boru hattının rotası ile tamamen aynı olduğunu görüyoruz.” (14 Şubat 2002)
Birkaç ay sonra, 27 Aralık 2002’de, 3.2 milyar dolara mâl olacak olan Trans-Afganistan boru hattının inşa edilmesi amacıyla Afganistan, Pakistan ve Türkmenistan liderleri bir anlaşma imzaladılar. Unocal’ın 1990’ların ortasındaki “boru hattı” planı, tam da buydu!
“Terörü bitirmek ve demokrasi getirmek için” işgal altına alınan Afganistan’da kadınların recmedilmesi gibi korkunç cezalar devam eder, silahsız göstericilere yaylım ateş açılır, köyler bombalanırken, Batılı enerji patronları kanlı koridorlarını böyle hayata geçirdiler. Hatırlatmak gerekir ki; 1900’lerin ilk yarısında Afganistan’ın bağımsızlığına kavuşması için destek vermiş olan Türkiye Cumhuriyeti devleti, bu kez bütün gücüyle işgalcilerin yanında yer aldı. ABD başta olmak üzere işgal ordularına lojistik destek vermekle, hava sahasını açmakla kalmadı; Afganistan’a 1000 kadar asker gönderdi, işgal gücü ISAF’ın “komutasını” üstlendi, hatta bir dönem, Hikmet Çetin eliyle işgalin “sivil valiliği”ni üstlenebildi.
GÜRCİSTAN’IN ‘KADİFE DEVRİM’İ
Afganistan işgalinden sonraki en önemli ABD hamlesi, 22 Kasım 2003’te, Gürcistan’dan geldi. Uluslararası asalak-spekülatör George Soros’a bağlı Açık Toplum Vakfı, ABD’nin Tiflis Büyükelçiliği, “yardım” kuruluşları ve vakıflar USAID ve NED gibilerinin örgütlediği bir “rejim değişikliği”, Eduard Şevardnadze hükümetinin sonunu getirdi. Aslında kendisi de bir “Batıcı” olan ve devrilmesinden iki yıl sonra bile halen “Gürcistan’ın NATO’ya girmesi gerektiği” yönünde vaazlar veren Şevardnadze’nin yerine, yapılan “demokratik” seçimle, yüzde 96 gibi “pek demokratik” bir oy oranıyla, Mikhail Saakaşvili getirildi. ABD eğitimli bir hukukçu olan Saakaşvili’nin eşi –ve muhtemelen kendisi- bir ABD vatandaşıydı, darbede onunla birlikte yer alan Nino Burcanadze parlamento başkanı oldu. İşin ilginci, Saakaşvili, Burcanadze ve yeni hükümetin diğer “devrimci” mensupları, Şevardnadze’nin iktidarı boyunca önemli roller üstlenmiş isimlerdi. ABD’nin selamladığı darbenin ardından, bir ilk daha gerçekleşti ve Açık Toplum Vakfı, Gürcistan kabinesini maaşa bağladı!
“Neden Gürcistan?” sorusunun yanıtı, yine jeopolitikte yatıyor. ABD’nin büyük umutlar bağladığı Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı ve Bakü-Tiflis-Erzurum doğalgaz hattı, bu ülkenin başkentinden geçiyor. (3.6 milyar dolara mal olan BTC’nin açılışı, 25 Mayıs’ta gerçekleştirildi.) Karadeniz ile Hazar’ın arasında yer alan Gürcistan; Rusya, Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan ile sınır komşusu.
Ayrıca, Çeçenya ile olan sınırı sayesinde, ABD’nin Çeçenya’daki şeriatçı-Vahhabi milislere verdiği örtülü desteğin devamı açısından vazgeçilmez bir ülke. Her iki boru hattının, Çeçenya sınırındaki Pankisi Geçidi’nden geçiyor olması, bölgedeki etnik çatışmalara farklı bir perspektif sunacaktır kuşkusuz!
Çeçenya’daki şeriatçı-ayrılıkçı gerilla hareketine destek vererek “ulusların özgürlüğü” konusunda nutuklar çeken ABD’li yöneticilerin, sıra Gürcistan’a geldiğinde tam tersi tutum alması dikkat çekicidir. Nitekim, bu ülkede roller değişmektedir: ABD, Gürcistan’ın “toprak bütünlüğü”nden dem vururken, Çeçenya’yı zor yoluyla da olsa elde tutmaya kararlı olan Rusya; Güney Osetya ve Abhazya’nın Tiflis’ten
ayrılmasını teşvik etmektedir.
Saakaşvili’nin iktidara gelir gelmez verdiği ilk demeç, “Gürcistan devriminin, ülkenin tam bütünlüğe kavuşana dek devam edeceği” yönündeydi. Amerikancı lider, ilk adımı Acaristan’da attı ve birkaç ay içinde, Müslüman Gürcülerin “inatçı” lideri Aslan Abaşidze’yi devirdi. Abaşidze Moskova’ya kaçarken, gözler Güney Osetya ve Abhazya’ya çevrildi. Güney Osetya, Rusya’ya bağlı olan Kuzey Osetya ile birleşmek isterken, Abhazya, 10 yıl kadar önce bağımsızlığını ilan etmiş, ancak kimse tarafından tanınmayan bir bölge. Her iki bölgeye yönelik Gürcü tacizleri, aralıklarla devam ediyor.
Saakaşvili hükümetinin bir başka önceliği, ülkenin NATO’ya üye yapılması oldu. Bu amaçla ülkeye ABD’li ve Türkiyeli “askeri eğitmenler” doluştu, silahlı kuvvetlerin ABD tekelleri tarafından “yenilenmesi” başladı ve en önemlisi, çok sayıda ABD özel kuvvet askeri, yeni provokasyonlar için Gürcistan’a konuşlandırıldı. Bu arada, halen Gürcistan topraklarında bulunan Rus askeri üslerinin boşaltılması için baskı artırıldı.
Mayıs ayı içinde tamamlanan Gürcistan’ın yeni “ulusal güvenlik konsepti”, ülkenin birkaç yıl içinde geldiği noktayı göstermesi bakımından önemli. Bu belgede “mevcut ve potansiyel tehlikeler” olarak “parçalanma, komşu ülkelerdeki çatışmaların Gürcistan’a yayılması, askeri müdahale, Rus askeri üsleri, örgütlü suç ve uluslararası terörizm” sıralanıyor. ABD kılavuzluğunda yazıldığı kesin görünen bu “güvenlik” belgesi, enerji kaynakları açısından Rusya’ya bağımlılığın sakıncalarına dikkat çektikten sonra, “öncelikli politikalar”a geçiyor: Ordunun güçlendirilmesi, toprak bütünlüğünün tekrar tesisi, Avrupa-Atlantik entegrasyonu, dış ilişkilerin güçlendirilmesi… Bu ifadeler, “baş tehdit” olarak Rusya’nın görüldüğünün, Abhazya ve Güney Osetya’yı boğma yönündeki faaliyetlerin tırmandırılacağının ve NATO’ya başvuru sürecinin hızlandırılacağının ilk elden ifadesi. Belgede ABD ile ilişkiler “stratejik ortaklık” olarak tanımlanıyor ve son 10 yıl içinde ABD’nin “yardımları”na övgüler yağdırılıyor. Bu övgülerin en pratik ifadesi ise, Gürcistan’ın Irak ve Afganistan’a gönderdiği yüzlerce asker…
Bu kapsamda, ABD öncülüğünde kurulan, ancak bir süredir işlevsiz olan GUAM blokunun (Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan, Moldova) tekrar canlandırılmasından bahsediliyor. Söz konusu bloka Özbekistan da dahildi, ancak bir süre önce ayrıldı.
Belgenin ilginç noktalarından biri, Ukrayna’da yaşanan Amerikancı “sivil darbe” sürecine atıfta bulunulması: “Gürcistan ve Ukrayna arasındaki ikili ilişkilerde yeni bir dönem başlamıştır” sözleriyle, yeni Amerikancı müdahalelerin, bu ikili tarafından, teşvik edileceği vurgulanıyor.
Bir başka ilginç nokta ise, NATO üyesi Türkiye’nin “önde gelen bölgesel ortak” olarak tanımlanması. Türkiye ile ilişkiler de “stratejik ortaklık” olarak nitelendiriliyor.
Gürcistan’ın (aslında ABD’nin) kısa vadeli hedeflerinin Abhazya ve Güney Osetya liderliklerinin bir şekilde tasfiye edilmesi ve Rus askeri üslerinin kapatılması olduğu görülüyor. ABD Başkanı Bush, 10 Mayıs tarihinde Tiflis’e yaptığı ziyarette, “toprak bütünlüğü meselesinin çözümünün, NATO’ya giriş için zorunlu olduğunu” söyleyerek, Saakaşvili’ye adeta Osetya ve Abhazya’ya saldırma emri vermekteydi.
Ancak bu iki amacın gerçekleştirilmesi, Gürcistan’ı daha büyük bir etnik kargaşaya sürükleme potansiyeline sahiptir. Çünkü sadece Osetler ve Abhazlar değil, Ermeni azınlık da Rus üslerini bir tür “garanti” olarak görüyor. Ermeni yazar Armen Hanbabyan’a ait şu “eski” satırlar, Ermeni nüfustaki artan tedirginliğin bir ifadesi: “Sadece Orta Asya değil, bütün Transkafkasya, Batı nüfuzuna geçirilmek isteniyor. Kısa bir zaman içinde Amerikalılar ve Türkler Azerbaycan’a doluşacak… Ancak Azerbaycan’ın ABD için güvenli bir alan haline gelmesi için, Karabağ meselesinin çözülmesi ve İran-Ermenistan işbirliğinin bitirilmesi gerek. Rusya’nın çekilmesi, Amerikan ve Türk faktörlerinin sahneye girişi, Ermenistan-İran yakınlaşmasında katalizör rolü oynuyor.” (“Gürcistan Sadece Başlangıç”, Nezavisimaya Gazeta, 18 Mart 2002)
Diğer yandan, Saakaşvili kliği ile rakip klikler arasındaki çekişme, gün geçtikçe tırmanmakta. Geçen Şubat ayında, Gürcistan Başbakanı Zurab Zavia’nın şüpheli ölümünün ardından, Nino Burcanadnze’nin iktidardaki etkisi azaltıldı. Öyle ki, Burcanadze, Acaristan’ın “ele geçirilmesi”nin 1. yıldönümü törenlerine bile başlangıçta çağrılmadı. Devrik lider Şevardnadze döneminde iktidar koridorlarından tasfiye edilen Megrellerin ise, yeni bir hamle için “pusuda beklediğini” söylemek mümkün. Bu arada, şaibeli bir “seçimle” işbaşına gelen Saakaşvili’nin halk nezdindeki desteği yüzde 30’lara düşmüş bulunuyor. Elektrik ve su gibi temel ihtiyaçların dahi karşılanamaması nedeniyle hükümete karşı sokak gösterileri patlak verirken, insan hakları savunucuları, “hiçbir şeyin değişmediğini” söylüyorlar.
Belgede ifade edildiği üzere, ABD’nin Gürcistan’ı avuçta tutması için Türkiye kilit bir ülke. 1997’de imzalanan Türk-Gürcü askeri işbirliği anlaşmasından sonra Türkiye, Gürcü silahlı kuvvetlerine 37.4 milyon dolar ve çok sayıda askeri ekipman bağışladı. Türk egemen sınıflarının “ABD maşası” olarak oynadıkları uğursuz rolü, Rus general Vladimir Romanenko özetliyor ve keskin bir uyarıda bulunuyor: “NATO’nun amacı, Türkiye üzerinden Orta Asya’ya uzanmak. Bunun için, Gürcistan’a ihtiyaçları var. Ve bu ihtiyacı iyi gören Saakaşvili, fırsattan istifade ederek kendi gündemini de ilerletiyor… Ama Batı, Kafkasya milletlerinin niteliklerini anlamıyor. Gelişmelerin patlamayla sonuçlanabileceğini, bütün bölgenin savaşa sürüklenebileceğini görmüyor.” (RIA Novosti, 15 Temmuz 2004)
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde geniş bir heyet, 11 Ağustos 2004’te, Tiflis’i ziyaret etti. Erdoğan burada, “siyasi meselelerde Gürcistan’a tam destek verildiğini, Gürcistan’ın NATO’ya girmesi için arabuluculuk yapabileceklerini” söylüyordu. Kısacası, Kafkasya yangınına “körükle” gidiliyordu!
‘RUSYA EKSİ UKRAYNA’ FORMÜLÜ
ABD’ci müdahaleler açısından “en büyük lokma”nın Ukrayna olduğunu söylersek, doğruyu ifade etmiş oluruz. 2004 yılı sonlarında, birkaç ayı bulan bir “tartışmalı seçim” süreci ile, “denge adamı” olarak bilinen Devlet Başkanı Leonid Kuçma ve onun “halefi” olması beklenen Viktor Yanukoviç safdışı bırakıldı, “Turuncu Devrim’in lideri” olan Amerikancı lider Viktor Yuşçenko, devlet başkanı koltuğuna oturtuldu.
48 milyon nüfuslu Ukrayna, Avrupa’nın en büyük ikinci ülkesi. Sınır komşuları Beyaz Rusya, Moldova, Polonya, Romanya, Slovakya ve Macaristan. Ukrayna aynı zamanda, ilk Rus devletinin köklerinin atıldığı ülke. SSCB döneminde, diğer Sovyet cumhuriyetlerinin “ekmek deposu” olan Ukrayna, Karadeniz’in kuzey sahillerinde yer alıyor ve tarihte uğruna sayısız savaş verilmiş olan Kırım Yarımadası’nı içeriyor. CIA kaynakları, ülkeyi “Avrupa ve Asya arasında stratejik bir nokta” olarak tanımlıyorlar. Bu açıdan; Rusya ve Hazar Denizi enerji kaynaklarının Batı’ya aktarılmasında anahtar ülkelerden biri. Bu açıdan en önemli hat, Odesa-Brody hattı.
Sovyet döneminde Hazar petrolü bu hat üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmaktaydı. Bugün de, Rus petrol ve doğalgazının Batı Avrupa’ya naklinde, en önemli hatlardan birini oluşturuyor. Öyle ki, Rus doğalgaz ihracatının dörtte üçü, Ukrayna topraklarından geçiyor. Başkent Kiev’den geçen Dinyeper nehri, Rusya-Beyaz Rusya arasında kilit bir ulaşım yolu. Bununla da bitmiyor: Ülkenin zengin yeraltı ve yerüstü kaynakları arasında kömür, demir, manganez, doğalgaz, petrol, tuz, sülfür, titanyum, magnezyum, nikel, cıva ve kereste bulunmakta.
Ancak Ukrayna, esas olarak, Rusya’nın bir “uluslararası aktör” olma azminin kırılmasının kilidi niteliğinde. Neomuhafazakâr ideolog David Frum bu durumu şöyle açıklıyor: “Rusya artı Ukrayna, Rus İmparatorluğu demektir. Bu imparatorluk ise asla demokratik olamaz.” Demek ki, “Rusya eksi Ukrayna”, Rusya’nın sadece bölgesel bir aktör olmaya indirgenmesinin formülüdür.
Bütün bunlar göz önüne alındığında, Kiev’de patlak veren Rus-ABD çekişmesinin, SSCB’nin dağılmasından sonra iki emperyalist gücü karşı karşıya getiren en büyük olay olduğu söylenebilir. ABD’nin Yuşçenko’ya desteğini vermesinden sonra, iktidara gelebilmek için Rusya’ya yanaşmaktan başka çare göremeyen Başbakan Viktor Yanukoviç, Moskova ile görüşmelerinde çok cazip teklifler sunmuştu: Devlet Başkanlığı’na gelmesi halinde, Rusça’nın ikinci resmi dil yapılması, Rusya ile ekonomik, askeri ve siyasi ilişkilerin, kalıcı kurumlar eliyle güçlendirilmesi gibi… Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, bütün gözlemcileri “şaşırtan” bir biçimde, seçimlerden önce üç kez Kiev’i ziyaret etmesinin ardında bu vaatler yatmaktaydı. Kısacası Rusya, Yanukoviç şahsında, ABD’ye karşı “son 15 yılın en büyük fırsatı”nı yakalamıştı.
Ancak seçim sürecinde Yanukoviç aleyhine yürütülen ABD güdümlü kampanya, çeşitli hile ve usulsüzlükler sonucunda, Yuşçenko koltuğa oturuverdi. Gazeteci Ian Traynor, gözlemlerini şöyle anlatıyordu: “Yuşçenko kampanyası bir Amerikan yaratımıydı: Dört yılda dört ülkede (Sırbistan, Gürcistan, Beyaz Rusya, Ukrayna) itaatsiz rejimleri devirmek için kullanılan, gelişkin ve mükemmel uygulanan bir Batı tarzı kitle pazarlaması. ABD’nin Belgrad Büyükelçisi Richard Miles, Sırbistan’da Slobodan Miloseviç’in devrilmesinde anahtar rol oynamıştı. Miles, daha sonra Tiflis’e geçti ve Eduard Şevardnadze’nin devrilmesinde yer aldı. ABD’nin Beyaz Rusya Büyükelçisi Michael Kozak ise (ki kendisi özellikle Nikaragua’daki örtülü operasyonların uzmanıdır), Devlet Başkanı Aleksander Lukaşenko’yu devirmek için benzer bir kampanya yürüttü. Kozak başaramadı, ama bütün bunlardan elde edilen tecrübeler, Kiev’deki zaferde kullanıldı.” (The Guardian)
“Kiev Zaferi’nin” sonuçları, aradan kısa bir süre geçmesine rağmen Rusya tarafından olanca şiddetiyle hissedilmeye başlandı. Birkaç önemli gelişmeyi sıralayalım:
1. Ukrayna’nın kamuya ait doğalgaz ve petrol şirketi Neftegaz Ukrainy’nin yöneticisi Aleksey İvçenko, Türkmenistan’dan Avrupa’ya uzanan yeni bir doğalgaz boru hattı projesine katılabileceklerini söyledi. Böylece Rusya, aradan çıkarılacaktı. Bu amaçla, yeni bir konsorsiyumun kurulması çalışmalarına başlandı.
2. Ukrayna Başbakanı Yuliya Timoşenko, petrolü Rusya’dan satın almaktansa uluslararası piyasadan satın almayı tercih edebileceklerini söyledi.
3. Devlet Başkanı Yuşçenko; Ukrayna, Rusya, Beyaz Rusya ve Kazakistan’ı kapsayan “Ortak Ekonomik Bölge” projesinden çekilmeyi planladıklarını açıkladı.
4. Ukrayna, NATO ve Avrupa Birliği’ne üye olma yönündeki faaliyetlerini hızlandırdı. NATO’nun Ukrayna’yı içine alması halinde, ABD güdümlü bu saldırı ittifakı, Rusya ile 1300 kilometrelik sınırı tamamen kontrol altına almış olacak. (Bu noktada, “Finlandiya sorunu”na kısaca değinmek gerekiyor. 2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin yanında yer alan Finlandiya, bugün de ABD ile birlikte hareket etmekte. NATO, Finlandiya limanları ve hava sahasını kullanma talebinde bulunurken, Finlandiya hükümeti de, 2. Dünya Savaşı’nda Rusya’nın eline geçen Karelian Isthmus bölgesini talep etmeye başladı. Kısacası ABD’nin askeri erimi, mevcut NATO sınırlarının da ötesine taşıyor.)
5. Halen Rusya’ya yakın olan doğudaki Donetsk havzası baskı altına alındı. “Demokratik” Yuşçenko rejimi, Donetsk Bölge Meclisi Başkanı Boris Kolesnikov’u tutukladı ve onun serbest bırakılması için gösteri yapanlar aleyhine dava açtı. Yine Rusya’ya yakın işadamlarından Eduard Prutnik’in ortak olduğu NTN televizyonunun başkent Kiev dışına yayın yapma lisansı iptal edildi.
İlginçtir; tıpkı Gürcistan’da olduğu gibi, Ukrayna “devrimi”nin liderleri de birbirlerine girmiş bulunuyorlar! Geçtiğimiz ay içinde Devlet Başkanı Yuşçenko, ülkede baş gösteren benzin sıkıntısı nedeniyle Başbakan Timoşenko’yu suçladı. Gözlemcilere göre Timoşenko (ki kendisi, Rusya Başsavcılığı tarafından rüşvet ve yolsuzluk suçlamalarıyla aranmaktadır), Rusya’ya karşı çok daha hızlı ve sert adımların atılmasını istiyor. Yuşçenko ile, iktidarı kaybetme ve ülkenin doğu-batı olarak ikiye bölünmesi korkusuyla, “daha temkinli” davranmaktan yana.
Bu çekişmede Timoşenko’nun galip gelmesi halinde, kısa süre içinde, geçmişte Rusya ile birlikte girilen bir dizi projenin rafa kaldırılacağı öngörülebilir. Bu projeler arasında; Temmuz 2002’de Ukrayna doğalgaz dağıtım altyapısının geliştirilmesine yönelik Ukrayna-Rusya-Almanya ittifakı, Ekim 2002 ve Ocak 2003’te Gazprom ve Neftegas Ukrainy arasında imzalanan ortaklık anlaşmaları da bulunuyor. Diğer yandan, Türkmenistan-Ukrayna arasında Moskova’nın gözetiminde imzalanan doğalgaz anlaşmalarının iptal edilmesi ve Rusya’nın devre dışı bırakılacağı yeni anlaşmalar imzalanması söz konusu olabilecek. Bu arada, Rusya’nın Ukrayna’da bulunan Karadeniz filosunun da akibeti belirsiz hale gelecek.
ABD, tarih boyunca büyük güçler arasında çekişmeye sahne olmuş bu denize hakim olabilmek için başka adımlar da atıyor. Romanya ve Bulgaristan’ın 2007’de Avrupa Birliği’ne üye olması halinde, Avrupa’nın yeni sınırları, Karadeniz’e uzanacak. Bu iki ülke, NATO’ya çoktan üye oldular ve her ikisi de, ABD’ye Karadeniz kıyısı ve diğer bölgelerde askeri üsler sunuyorlar. Bu kadar “stratejik” mevzilerin söz konusu olması nedeniyle; Gürcistan veya Ukrayna başta olmak üzere, Rusya’nın “kanat ülkeleri”nde ABD’nin “işi bitirdiğini” söylemek büyük bir yanılgı olacaktır. Rusya, bu ülkelerle olan tarihsel, etnik, ekonomik ve coğrafi bağları sayesinde önemli avantajlara sahiptir. Gürcistan ve Ukrayna’da, sözde “devrim”in liderleri arasında baş gösteren çekişmelerin arka planında, Rusya’nın gölgesi bulunmaktadır. Rusya’nın önümüzdeki dönemde, gerek Doğu Avrupa, gerekse de Kafkasya ve Orta Asya’da ağırlığını artırması, daha “agresif” bir politikaya yönelmesi beklenebilir.
KIRGIZİSTAN’DA KARGAŞA
Amerikan emperyalizminin son büyük hamlesi, Kırgızistan’da geldi. Kırgızistan’daki Askar Akayev rejiminin, Gürcistan ve Ukrayna’da yaşananların ardından, “koltuk korkusu” ile Rusya’ya yaklaşmaya başlamış olması, uzun süredir arasını iyi tuttuğu ABD’yi tedirgin etmekteydi. Kırgızistan topraklarında, birbirinden birkaç yüz kilometre mesafede, bir Rus ve bir ABD askeri üssünün bulunuyor olması, bölgedeki çekişmenin boyutları hakkında bir fikir verecektir. Akayev’e bağlı meclis, önce, ABD Büyükelçisi Steven Young’u “Ukrayna’dakine benzer bir ayaklanma hazırlamak” ile suçladı. Meclis, daha önce Ukrayna, Gürcistan ve Sırbistan’da görülen Washington güdümlü “gençlik örgütleri”nin ülkede ortaya çıktığını, PORA adındaki bu örgütün Soros Vakfı tarafından fonlandığını, ayrıca Sırbistan’daki OTPOR örgütü ile ilişkili olduğunu belirtiyordu. Ardından, Akayev, Gürcistan’ın artık bağımsız bir ülke olmadığını söyleyerek, bu hükümetin Soros’tan maaş aldığını hatırlattı. Soros bağlantılı vakıf ve “sivil toplum örgütleri”, tasfiye edildiler.
ABD için bardağı taşıran son damlanın, Kırgızistan’daki askeri üsse AWACS keşif uçakları konuşlandırılmasına izin verilmemesi olduğu sanılıyor. Nitekim, bu talebin reddedilmesinden birkaç hafta sonra, başkent ve diğer kentlerde ayaklanmalar patlak verdi.
Yine de, Kırgızistan’daki olayların “yüzde yüz Amerikan imalatı” olduğunu söylemek gerçekçi olmayacaktır. Daha çok, Kırgız halkının yaşadığı işsizlik, açlık, yoksulluk gibi sorunlar nedeniyle “patladığı”, bu patlamanın ABD tarafından uygun kanallara akıtılmak istendiği söylenebilir.
Buna rağmen, “Kırgız devrimi”nin akibeti belirsizdir; Akayev rejiminin baskısı altında güdümlü de olsa bir muhalif hareketin güçlenmesine izin verilmemesi ve halkın ABD planlarına kuşkuyla bakması nedeniyle, bugün iktidarı ele geçirmiş görünen güçler kontrolü ele alabilmiş değiller. Kırsal bölgelerde köylü kitleleri büyük çiftlikleri işgale girişirken, kentlerde işçilerin açlık grevi, yürüyüş gibi eylemleri devam ediyor. Kırgız işçi ve emekçiler, sözde “devrimci”ler tarafından kendilerine verilen vaatlerin takipçisi olduklarını gösteriyorlar. Bu arada, Batı yanlıları da, tıpkı Gürcistan ve Ukrayna’da olduğu gibi, ama rejim değişikliğinden çok daha kısa bir süre sonra, birbirlerine girmiş görünüyorlar.
Yeni hükümetin yetkililerinden gelen “hem ABD hem de Rusya’ya eşit mesafede oldukları” ve “Rusya ile ilişkilerini her zaman çok iyi tutacakları” yollu demeçler, bu ülkede “rejim değişikliği”nin yolunda gitmediğinin ilk göstergeleri oldu. Kırgızistan’daki süreç, belirsizliğini korumakta. 24 Mayıs 2005’te Rus gazetesi Pravda’da yayınlanan başyazı, bu ülkede de Gürcistan ve Ukrayna benzeri gelişmeler yaşandığına işaret ediyordu. Bu makaleye göre, Kırgızistan’daki mücadele, “isyan”ın liderleri Kurmanbek Bakiyev ve Felix Kulov arasında yaşanmaktaydı. 10 Temmuz’da yapılacak olan devlet başkanlığı seçimleri yaklaştıkça, Kulov-Bakiyev çekişmesinin şiddetlenmesi mümkün görünüyor.
ÖZBEKİSTAN’DA DÜŞEN MASKE
Özbekistan’da geçen ay yaşananlar ise, ABD’nin “demokrasi aşkı”nın gerçek yüzünün bir kez daha ortaya çıkmasına vesile oldu. Özbekistan; kuzeyde ve batıda Kazakistan’a, güneyde Türkmenistan ve Afganistan’a, doğuda ise Tacikistan ve Kırgızistan’a komşu. 26.5 milyonluk nüfusuyla, Orta Asya’nın en kalabalık ve en güçlü orduya sahip ülkesi. Dünyanın ikinci büyük pamuk ihracatçısı, aynı zamanda önemli bir petrol ve altın üreticisi. En çok ihracatı Rusya ve Çin’e yaparken, en çok ithalatı Rusya ve ABD’den yapıyor.
“Büyük Oyun”un Özbekistan ayağı, ülkenin enerji kaynaklarının nereye ve hangi yollardan gideceği ile ilgili. ABD yönetimi, Çin’in bu ülkedeki enerji kaynaklarından pay almasına kesinlikle karşı çıkıyor. Bu uğurda, Rusya ile bile işbirliği yapmaya razı. Ancak Moskova, Pekin ile işbirliği yapmaya daha meyilli görünüyor. Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) 30 Haziran tarihli Zirvesi’nde, Moskova ve Taşkent arasında bir “stratejik ortaklık” anlaşması imzalandı. Pekin ise, Taşkent’e 1.5 milyar dolarlık yardım yapacağını ilan etti. Böylece Özbekistan, Çin tarihinde en çok “yardım” verilen ülke oluyor.
ABD’nin Asya’daki önemli müttefiki Japonya da, Özbekistan’ın enerji kaynaklarıyla yakından ilgili. Japonya Dışişleri Bakanı Yoriko Kawaguchi, 21 Ağustos’ta Taşkent’i ziyaret ederek, Kerimov yönetimine 150 milyon dolarlık kredi verdi. Japonya’nın son birkaç yıl içinde Özbekistan’a verdiği kredi ve “yardım” miktarı, böylece 2 milyar dolara yaklaştı.
ABD-Özbekistan ilişkileri ise, özellikle 1990’larda, Vahhabi güçlerin bölgede aktifleşmesiyle birlikte güçlendi. CIA ve İngiliz gizli servisi MI6, Özbek devlet güçlerini eğitmeye başladılar. 11 Eylül saldırıları ve Afganistan işgali, Özbekistan’ın kıymetini daha da artırdı. ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, Şubat 2004’te Taşkent’e yaptığı ziyarette, bu ülkenin “terör karşıtı koalisyonun kilit ülkelerinden biri” olduğunu söylüyor, yeni mali yardım ve krediler vaat ediyordu. Bu arada, Afganistan işgalinin ardından kurulan Karşi/Hanabad Hava Üssü, ABD uçaklarına ev sahipliği yapmaktaydı.
İslam Kerimov rejimi, Fergana Vadisi’ndeki Andican kenti ve civarında geçtiğimiz haftalarda patlak veren “İslami” ayaklanmayı sert bir şekilde bastırdı. Yüzlerce kişinin ölümüyle sonuçlanan bu müdahalenin ardından emperyalist merkezlerden yükselen itirazlar, geçmiş örneklere nazaran pek cılızdı! Dahası, bir NATO komutanı, isyancıların “uyuşturucu tüccarı ve şeriatçı oldukları” suçlamasında bulundu.
KERİMOV KULLANILIP ATILABİLİR Mİ?
Gelinen noktada, Batı’dan gelen kimi itirazların “formalite icabı” olduğunu düşünmemek için bir neden bulunmuyor. Ne de olsa İslam Kerimov rejimi, Afganistan işgali ve sonrasında ABD’ye önemli hizmetlerde bulundu; topraklarını ABD askerlerine ve üslerine açtı. Hatta, CIA ajanlarının “işkence seferleri”nde en çok kullandığı ülkelerden birinin Özbekistan olduğu anlaşıldı. Bu seferlerde, CIA tarafından ele geçirilen “terör şüphelileri”, uygun bir ülkeye götürülüp işkenceli sorgulardan geçiriliyorlar. Böylece, “teknik olarak”, ABD işkence yapmamış oluyor! Geçtiğimiz haftalarda New York Times’ta yer alan habere göre Özbekistan’a bu şekilde “düzinelerce” tutsak götürüldü.
Kuşkusuz, İslam Kerimov’un, Mikhail Saakaşvili veya Viktor Yuşçenko gibi ABD’nin “kayıtsız şartsız desteğine” sahip olduğu söylenemez. Bush yönetimi, hem kendi halkı nezdinde, hem uluslararası kamuoyunda teşhir olmuş bu despotun yerine “daha taze” bir lideri arzu ediyor kuşkusuz; ancak mevcut şartlarda böyle bir alternatif de bulabilmiş değil.
Özbekistan’daki belirsiz durumun, Rusya’nın işine yarayacağı söylenebilir. 1990’dan beri ülkenin başında olan Kerimov, komşularında yaşanan gelişmeleri endişeyle izliyor ve onca yıl ABD’ye hizmet etmiş olan Şevardnadze (Gürcistan) ve Kuçma (Ukrayna) gibi liderlerin, kullanılıp atıldıklarını müşahade ediyordu. Muhtemelen “büyük komşu”ya sığınma ihtiyacı duymuş olacak ki, GUAM blokundan çekildi ve Soros Vakfı gibi “beşinci kol” kuruluşlarına karşı kendince tedbirler almaya başladı.
Rusya’nın Andican isyanı sürecinde Kerimov’a tam destek vermesinin, (bu rejimin devamı halinde), Kerimov’un Moskova’ya daha da yakınlaşmasını sağlayacağı söylenebilir. Ancak tabii, böyle “sallantılı” bir müttefikin ne kadar dayanacağı da bir soru işareti. ABD’nin Afganistan’ın başkenti Kabil ve Kandahar’da kalıcı askeri üsler oluşturma planı hayata geçirilebilirse, Kerimov’a duyulan ihtiyaç azalacak ve “yeni arayışlar” gündeme gelebilecektir.
Bu şartlar altında, diğer bölge ülkeleri de “kadife darbe”lere karşı yeni tedbirler alıyorlar. Tacikistan ve Beyaz Rusya, topraklarına yeni askeri üsler inşa ediyor. Beyaz Rusya, hava savunma sistemlerini güncelliyor. Ayrıca bu yıl içinde, Rusya ve Beyaz Rusya arasında ortak bir bölgesel hava savunma sistemi ile ilgili bir anlaşmanın imzalanması gündemde.
Bütün bu tedbirler karşısında, “yeni hedefin” Beyaz Rusya olduğuna dair işaretler gözden kaçmıyor. Washington Post gazetesi, bu ülkedeki Amerikan yanlısı “insan hakları savunucusu” İrina Krasovskaya’nın Aralık ve Ocak ayı içinde Washington’a birçok kez gidip geldiğini bildiriyordu.
Mayıs ayı içinde de, Rusya gizli servisleri, bir dizi “hükümet dışı kuruluş”un bu ülkede darbe planladığı suçlamasında bulundu. Federal Güvenlik Servisi (FSB) Müdürü Nikolay Patruşev, Bratislava’da bir araya gelen “bazı yabancı örgütler”în, “yeni kadife darbeler” planladığını belirterek, bu örgütler arasında ABD Barış Kuvvetleri, Suudi Kızılayı ve bazı Kuveytli örgütlerin bulunduğunu söylüyordu. Patruşev’e göre Beyaz Rusya’da darbe gerçekleştirmek için ayrılan 2005 bütçesi, 5 milyon dolar kadardı.
ABD ve Avrupa Birliği tarafından “diktatör” olmakla suçlanan Aleksander Lukaşenko, halen bu iki emperyalist gücün ekonomik, siyasi ve diplomatik ambargosu altında. Batı medyası, Lukaşenko’yu “Avrupa’nın Saddam’ı” olarak nitelendiriyor. Minsk’te yaşanabilecek bir “rejim değişikliği”, Ukrayna’dan sonra Rusya’nın uluslararası bir güç olma planlarına yeni bir darbe indirebilecektir. Bu nedenle olsa gerek, Rusya da elini çabuk tutarak, Beyaz Rusya’yı ekonomik, siyasi ve askeri açıdan kendisine bağlamanın yeni araçlarını yaratıyor.
***
Görüldüğü gibi ABD, Rusya ve Çin’in nüfuzunu azaltmak, bu ülkelerin çok ihtiyaç duyduğu enerji kaynakları ve koridorlarının kontrolünü ele geçirmek için “sonuç alıcı” adımlar atıyor. Batı Avrupalı emperyalistlerin bu mücadelede alacağı pozisyonun, çekişmenin seyrini belirleyeceği söylenebilir. Nitekim hem Moskova, hem Washington, Avrupa Birliği ile ilişkilerini güçlendirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Ancak ABD’nin talepleri, bir dönemin sıkı müttefiki olan Batı Avrupalı emperyalistleri rahatsız edecek noktayı çoktan aştı. Emperyalistler arası mücadelenin karakterini daha iyi anlayabilmek ve ABD’nin hedefinde sadece Rusya veya Çin’in olmadığını anlayabilmek için, 11 Mart 2005’te Wall Street Journal gazetesinde yayınlanan habere bir göz atalım. Bu haberde, ABD Savunma Bakanlığı Pentagon’un yeni bir “siyaset belgesi” hazırladığı belirtiliyordu. Belgeye göre Pentagon “ön saldırı doktrini”ni bir adım ileri götürerek, savaşlara daha “proaktif” bir yaklaşım getiriyor ve küresel askeri egemenliğin “bölgesel savaş alanlarının ötesinde” olduğunu vurguluyor. Bu kapsamda; ABD’ye düşman olmayan, ancak “stratejik” görülen ülkelere karşı askeri operasyonlar dahi gündeme gelebilecek.
Wall Street Journal’den aktaralım: Belgenin temeli, ABD’nin, Irak ve Afganistan gibi spesifik alanların çok ötesinde bir küresel mücadele içinde olduğu fikri. Ordu için sunulan vizyon; sırf belli çatışmalara tepki göstermeye odaklanmaktan çıkmış, dünyayı değiştirmeye odaklanmış bir güç olmak, ABD’nin savaş halinde olmadığı ülkelere daha fazla önem vermek.
Bu kapsamda, ABD ordusuna dört temel “görev” biçiliyor:
1. İç terörist tehditleri etkisiz kılmak için, ‘başarısız devletler’ ile ortaklıklar kurmak,
2. Terörist gruplara karşı saldırılar düzenlemek,
3. Çin ve Rusya gibi ‘stratejik bir dönemeçte’ olan ülkelerin tercihlerini etkileyebilmek,
4. Düşman devlet ve terörist örgütlerin kitle imha silahı elde etmesini önlemek.
Birinci hedef bağlamında, dünyanın farklı bölgelerinde “yerel güçleri kontrol ve pasifize etmek” için özel bir askeri güç oluşturulması tartışılıyor. Bu da, çok sayıda ülkeye, oradaki “başarısız devlet”i kurtarmak için (mesela Özbekistan!) askeri danışmanlar ve özel kuvvetler göndermek, ABD çıkarlarını gözetecek “yerel ordular” kurmak anlamına geliyor. Bu orduların görevi, ABD’ci rejimlere karşı halk muhalefetini bastırmak olacak.
Belgede Çin ve Rusya’dan “potansiyel tehdit” olarak bahsediliyor ama “gayrı resmî” rakipler arasında Fransa, Almanya ve Japonya da sıralanmış. Bu “cephe”ye karşılık, “ortak”lar olarak İngiltere, Avustralya, İsrail ve Kanada’dan bahsediliyor.
Uzmanlar, bu belgede NATO veya BM gibi “uluslararası ittifak”ların neredeyse hiç yer almadığına dikkat çekiyor. Örneğin, askeri analist Loren Thompson, “Clinton yıllarında koalisyon savaşı, stratejimizin merkez unsurlarından biriydi. Şimdi ise yönetim, Avrupalılardan neredeyse hiçbir şey beklemiyor” demiş. (Los Angeles Times)
Görüldüğü gibi ABD, Avrupalı “ortak”larına hiç de dostça yaklaşmıyor. Fransa ve Almanya’nın Balkanlar, Doğu-Orta Avrupa ve Kafkasya politikalarını önümüzdeki dönemde bu yaklaşıma karşı yeniden saptamaları halinde, Türkiye’yi çevreleyen bölgedeki hakimiyet savaşı, daha da fazla kızışacaktır. Bu şartlar altında, Türkiye’nin, birkaç yıl içinde boyası dökülmekte olan, pamuk ipliğindeki ABD’ci rejimlere destek vermesi, tıpkı Irak ve Filistin’deki işgallere verilen destek gibi, bölge halklarının ülkemize karşı duyduğu tepkiyi artıracaktır. Türkiye, AKP Hükümeti ve Genelkurmay eliyle, hem Ortadoğu’da, hem Kafkasya ve Orta Asya’da “ateşin içine” sürülmektedir. Bu gidişatı durdurabilecek tek şey, ülkenin gerçekten bağımsız bir bölge politikası izlemesidir.