12 Eylül generallerinin ve büyük sermayenin desteğini arkasında alan Turgut Özal’ın ANAP’ından sonra, benzer bir destekle tek başına iktidar olan AKP Hükümeti, bir süredir ciddi bir dağınıklık ve gerileme içinde. AKP ile ilgili olarak yayımlanan analiz ve yorum yazılarının bazılarında, bu, bir “çözülme” süreci olarak değerlendirilirken, kimilerinde de daha temkinli davranılarak, AKP’nin yıpranma ve güç yitirme dönemine girdiği biçiminde değerlendiriliyor.
Önümüzdeki sürecin, bu değerlendirmeleri yapanlardan hangilerini doğrulayacağı görülecek. Ama kesin olan bir şey var ki, AKP, büyük bir iç ve dış destekle iktidara geldiği dönemin AKP’si değil. Bu gerçek, AKP’ye kamuoyu araştırmaları yapan Pollmark şirketinin 4 Nisan 2005 tarihli “AKP hükümeti trend raporu” ile de ortaya konuldu. Pollmark’ın araştırmasına göre, AKP hükümetine destek, 3 Kasım 2002 seçimlerinden beri en düşük düzeye indi. Bu ankete göre, 2005’in Ocak ayında hükümeti başarılı bulanların oranı yüzde 58.5 iken, Mart ayında 23 puan gerileyerek, 35’e indi. Hükümetin ekonomik performansı ise, aynı ankete göre, 2005 Ocak ayında yüzde 62.1 iken, Mart ayında yüzde 44.7 oldu. Anket, AKP’ye destek oranını yüzde 33.7 olarak gösterirken, Erdoğan’ın siyasetçi olarak beğenilme düzeyinin ise, 2005 Ocak ayında yüzde 31.6 iken, Mart ayında yüzde 22 olduğunu ortaya koydu.
AKP’nin, sırtını dayadığı emperyalist güç merkezleri tarafından da, artık “şüphe” ile karşılanmaya başlandığını gösteren veriler var.
ERDOĞAN VE PARTİSİ İÇERİDEN VE DIŞARIDAN KUTAŞILMIŞ DURUMDA
Yeni-Muhafazakar kliğin sözcüleri, Washington’un hoşnutsuzlukların,ı Wall Street Journal (“Yeniden Avrupa’nın Hasta Adamı”) ve Middle East Quarterly dergisinde (“Yeşil Sermaye: Türkiye’de İslamcı Politika”) yayımlanan yazılarla dile getirdiler. Bu yazılarda, AKP “gizli ve sinsi İslamcılıkla” suçlandı. ABD ile birlikte AKP’nin sırtını dayadığı ve içeride de elini güçlendirecek bir koz olarak gördüğü AB ile ilişkiler bakımından da, “izlemeye alındığını” gösteren işaretler çeşitli vesilelerle yansıyor. AB ülkeleri, Kıbrıs sorunundan Kürt sorununa, Ermeni sorunundan uyum yasalarının uygulamaya geçmesine kadar bir dizi konuda, Erdoğan hükümetine daha temkinli yaklaşmaya başladılar. Bu, AKP’yi ve Erdoğan’ı yakından izleyen İslami çevreler tarafından da hissediliyor ve tartışılıyor.
Örneğin İslamcı yazar Ali Bulaç, gazeteci Neşe Düzel’in sorularına verdiği yanıtta, son dönemlerde yaşanan şovenist kışkırtmaları da bu bağlamda değerlendirerek, şöyle diyor: “AK Parti, Türkiye’yi AB sürecine intibak ettirecek bir fikri altyapıya sahip değil. Zaten toplumu da AB sürecine iyi hazırlayamadı. 2002 seçimlerinden sonra kendini bir anda IMF ve AB sürecinin içinde buldu. Bu yol haritalarını başarıyla uyguladıkça, hem toplumda problemler ortaya çıktı hem de bazı kesimler bu süreçte avantajlarını kaybetti, huzursuz oldu. Şimdi bu kesimler AK Parti’nin zaaflarından yararlanıp bir atraksiyon yapmaya, bir kaos ortamı yaratmaya çalışıyorlar. Bir ‘altın vuruş’ yapabilirler. Altın vuruş ise intihardır. Bundan toplum, hepimiz zarar görürüz.” (Radikal, 18.04.2005)
Bulaç, AKP’nin AB sürecinin gereklerini yerine getirecek bir hazırlığa sahip olmadığını belirtirken, elbette, bunu, Türkiye’nin demokratikleşmesinde AB’yi önemli bir zorlayıcı güç olarak görüp söylüyor. AKP’nin bu zaafından yararlanıp ona karşı “altın vuruş” yapmak isteyen güçleri de, yine şovenist kışkırtmalarla eş zamanlı olarak gündeme giren “derin devlet” tartışmalarında görebiliriz. Bulaç, gündeme dair tartışmalarda siyasi bir tarafın temsilcisi olarak konuşuyor ve “derin devlet” tartışmalarında eski cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de, Yavuz Donat’a yaptığı açıklamaların ardından, CNN-Türk’te söylediği (17.04.2005) “derin devlet askerdir” saptamasını paylaşan biri olarak kendi endişesini dile getiriyor.
Bulaç, AKP’nin geleneksel tabanının beklentilerini de bilen biri olarak, aynı röportajda, AB bağlamında AKP’yi zayıflatan bir başka yorumda daha bulunuyor: “Kürtlerin, Alevilerin hak ve özgürlüklerine karşı duyarlı olan AB, Sünni çoğunluğun başörtüsü, imam-hatip ve YÖK gibi hak ve özgürlük taleplerine duyarsız kaldı. AK Parti’yi destekleyen kesimler AB’den düş kırıklığına uğradı.”
Bulaç, bu tespitleri yaparken, aslında, kendisinin üç dileğini de, söylemeden, bu röportaja yediriyor: “Türkiye AB sürecinden kopmamalı; AKP kendisine karşı girişilen ‘derin kuşatma’ya karşı uyanık olmalı; AKP, AB’nin taleplerini yerine getirirken, kendi geleneksel tabanının taleplerini de bu özgürlükler parantezinin bir yerine yerleştirmeyi başarmalı.”
Ama hayat, ne Ali Bulaç’ın dediği gibi, ne de Erdoğan Başbakanlık koltuğuna oturduktan sonra “Ben onun eski danışmanıydım” diyerek ortalığa dökülüp iktidar kompartımanında kendisine de bir yer bulmaya çalışan Mehmet Metiner’in benzer dileklerine bakarak yönünü tayin ediyor.
Olup bitenlere bakıldığında, akılcı gibi görünen, ancak siyaseti etkileyen çok yönlü faktörlerle birlikte değerlendirildiğinde, birçok bakımdan da kurgusal bir nitelik taşıyan bu türden analizler, olsa olsa, konuyla ilgili olarak yapılacak ciddi bir değerlendirmenin tartışma nesnesini oluşturabilirler. Çünkü AKP’nin, hele 11 Eylül olaylarının AB kamuoyundaki etkisi ortadayken, İslami tabana ödün vermesi, hem AB’cilik yapması hem de geleneksel İslamcı tabanın gönlünü hoş etmesi, ancak kurgusal olarak mümkün olabilir. Ayrıca AKP, AB’nin Kürt sorunundaki beklentilerini karşılamaktan da uzak durmaktadır. Bu da, belki AKP’nin tabanında bir yer tutan “milli görüşçü” kesimi hoşnut edebilir, ancak AB’yi memnun etmez. Ve ne AKP’nin geleneksel tabanı, ne AB, ne de AKP’ye karşı bir “altın vuruş”u kollayan “derin güçler”, Ali Bulaç öyle istiyor diye, AKP’nin sepetindeki yumurtalara dönüşmez.
HÜKÜMETİN İÇİNDE BULUNDUĞU TABLO
AKP hükümetinin bugün içinde bulunduğu tablo şu unsurlarla tarif edilebilir:
– En yoksul kesimlerin oyunu alarak iktidara gelen Tayyip Erdoğan ve partisi; daha güven oyu almadan hazırladığı “Acil Eylem Programı” ile en büyük sermaye çevrelerinin hükümeti olacağının işaretini vermişti. O günden bugüne de, giderek daha çok sermayenin ihtiyaçlarına duyarlılığını artıran, iç ve dış büyük sermaye çevrelerinin taleplerine özel önem veren bir hükümet oldu. Yoksulların içinden çıktığını iddia edip, işsizliğe ve yoksulluğa sor verme vaadiyle oy alan bir hükümet, geçen yıllar içinde, sadece sermayenin taleplerine kulağını açarken; işçiyle, memurla, köylüyle, emekliyle kavgalı hale geldi. Hükümetin yoksullara verdiği ise; Erdoğan’ın bir gün kalkıp; “yoksullara şu kadar kömür dağıtın”, “İlk öğretim kitaplarını bu yıl parasız verin”, “Ramazanda belediye aşevlerine yardım edin”, “emekli maaşlarına benden şu kadar zam yapın” gibi, tamamen popülist, ianeci, ulufeci, vatandaşı dilenci konumuna iten bir “yardım tarzı” uygulamalarıyla sınırlıdır. AKP Hükümeti, bunu yaparken de, modern sosyal güvenlik kurumlarını yeren, onların problemlerini büyüten, vatandaşı bu kurumlardan uzaklaştıran ve nihayet özel sigortacılığı sosyal güvenliğin yerine geçiren politikaları hayata geçirme yönünde bir tutum almıştır. Bu arada, eğitim ve sağlığın paralı hale getirilmesinde bilinen adımlar atılmıştır. Dahası, gerçek ücretlerin sürekli düşmesi, kârlar artarken işsizliğin büyümesi, işçilerin, emekçilerin kazanılmış haklarının hak-hukuk tanımayan bir gözü karalıkla ortadan kaldırılması (İş Yasası, SSK Yasası değişiklikleri, Kamu Personel Yasa Tasarısı, Kamu Yönetimi Temel Yasası vb.), iki buçuk yıl boyunca, hükümetle emekçi yığınlar arasındaki ilişkileri geren kopuşturucu etkenler olarak rol oynamıştır. Yoksulların sıkıntılarına son vermek için iktidar olduğunu söyleyen bir hükümetin; icraatını, borsadaki başarıları, kârların ve rant gelirlerinin artması, ihracat rakamlarının yüksekliği, IMF’ye borç ödeme başarısı, yoksullara ve işsizlere yansımayan bir “ekonomik büyüme” gibi “makro iktisat” verileriyle savunma çelişkisi giderek büyümekte, ve bu çelişki de, geniş emekçi yığınlarla hükümet (dolayısıyla AKP) arasındaki gerilim ve uzaklığı artırmaktadır. Kısacası, Tayyip Erdoğan’ın iki buçuk yıllık hükümetinden, en zenginler, dış ve iç sermaye odakları, uluslararası finans çevreleri, vurguncular, hortumcular, havada vurup tavana yiyenler memnundur. Ama alın teriyle geçinenler, işçiler, memurlar, köylüler, bütün değerleri üretenler ise, bu hükümetin uygulamalarından paylarını düşük ücret, işsizlik, yoksulluğun artması, yaşama ve çalışma koşullarının kötüleşmesi olarak almıştır.
– İç ve dış kronik sorunlar, kronik sorun olmaya devam etmektedir: AKP hükümetinin, iktidarının ilk aylarında, Kıbrıs sorunu, Kürt sorunu, Kuzey Irak sorunu gibi Türkiye’nin iç ve dış sorunlarında, bu sorunları kronik olmaktan çıkaracak adımlar atacağı izlenimi uyandırılmıştır. Ancak geçen sürede, AKP hükümeti, bu sorunları Kemalizmle hesaplaşmak, kendisine siyasi rant sağlamak üzere kullanıp bu alanlarda adım atıyor gibi görünürken, aslında bu sorunları çözme cesaret ve birikiminde bir hükümet ve parti olmadığını da göstermiştir. Türkiye’nin demokratikleşmesinden dış politikasına, komşularıyla ilişkilerine kadar pek çok konuyla ilgili Kürt sorununda hükümet, “Kürt sorunu yok dersek yok olur” diyerek işi başa almış; Kopenhag Kriterleri ve “AB’ye uyum”la sınırlı bazı zorunlu yasal değişiklikler dışında, bu konuyla ilgili hiçbir adım atmayarak, önceki hükümetlerin inkarcı, asimilasyoncu çizgisinde ısrar etmiştir. Dahası pek çok konuda ANAP’ın, CHP’nin gerisine düşerek, bölgede az çok gelişen barış ortamını bozacak girişimlerden de geri durmamıştır. Bu konuda şimdi geldiği nokta ise, ABD’ye Kongra Gel’i dağıttırmak için dil dökmek, Kuzey Irak’ta bile bir Kürt devletini savaş nedeni saymak, Kürt demokrat hareketini içerden bölmek için planlar ve politikalar geliştirmektir. Kıbrıs konusunda da hükümetin tutumu farklı olmamış; sanki Kıbrıs’ı bir sorun olmaktan çıkaracağı havası yayılmasına karşın, adada yapılan referandumun arkasından, sorun, bir içi politika malzemesine ve “AB’ye girişe bilet”e dönüştürülmüştür. Bunca çabadan, aradan geçen iki buçuk uzun yıldan sonra, bu iki önemli konuda hükümet, kendisinden önceki hükümetlerin “kırmızı çizgiler”le bezenmiş politikalarına geri dönmüştür. Bu da, AKP’den kronik sorunlara çözüm bekleyen çevreler için yeni bir hayal kırıklığı olmuştur.
Nitekim AKP, öncüllerinin deneyimiyle, özellikle askeri kanatla çatışmamaya dikkat ederek, genel olarak “statüye”, “statükoculuğa” karşı mücadele ediyor görünürken, arkasında mevziilenmiş olan TÜSİAD’ı, ABD ve AB’yi öne çıkararak, örneğin Genelkurmay’ın onlarla karşı karşıya getirilmesi taktiğini izlemiştir.
Kıbrıs konusunda, Denktaş-Demirel-Ecevit-Genelkurmay çizgisinin karşısına çıkarak; “Böyle politika olmaz, Kıbrıs’tan askeri çekip, toprak dayatmasından, bağımsız devlet dayatmasından vazgeçmeliyiz” demek yerine; tersine, bu tezin arkasından dolaşıp, sanki Türkiye’nin böyle bir politikası yok ve hükümet de bu konuda angaje değilmiş gibi; Genelkurmay ve öteki geleneksel Kıbrıs politikası savunucularını, Annan Planı üstünden BM ve AB ile karşı karşıya bırakmıştır. Hal böyle olunca, Denktaş ve öteki “sivil odaklar”, hem ağlayıp hem de Annan Planı’na boyun eğmek zorunda kalmışlardır.
Böylece hükümet, Kemalist odağa geri adım attırırken, hem elini yakmamış hem de Kemalistlere en iddialı oldukları konuda bir darbe vurmuştu.
Benzer bir hamle de, Kuzey Irak politikalarında yaşandı.
Kuzey Irak’ı kendi hinterlandı sayan Türkiye’nin, Kuzey Irak Kürtlerini zapturapt altına alıp, orada statükoyu korumayı başarırsa, Türkiye Kürtlerini de sıkı denetimde tutacağı hesabı üstünden oluşturduğu strateji karşısında, AKP hükümeti; Kuzey Irak’taki “kırımızı çizgileri”, ABD ile de işbirliği içinde kaldırmıştır. Burada da AKP, sanki kendisi hükümet değilmiş gibi, Genelkurmay’la Amerika’yı karşı karşıya bıraktı ve Amerikan baskısı karşısında, Genelkurmay, geri adım atarak, bölgedeki inisiyatifini geri çekerek, resmen değilse de fiilen, “kırmızı çizgiler” stratejisinden vazgeçti.
Ne var ki, geçtiğimiz yılın sonlarından başlayarak, gerek Kıbrıs’ta gerekse Kuzey Irak’ta, “kırımızı çizgiler” stratejisine geri dönüldü. Üstelik bu sefer hükümet, geçmiş iki yıl boyunca, bu stratejiyi bozmak üzere, bunun üstünden, bu stratejiyi oluşturanlarla hiç mücadele etmemiş gibi; “kırmızı çizgiler stratejisini” benimsediğine vurgu yaptı. Dolayısıyla hükümet, Genelkurmay ve sivil Kemalist odaklar karşısında, iki yıl içinde kazandığı mevzileri son altı ay içinde kaybederek, iktidar mücadelesinde önemli bir geri adım atmak zorunda kaldı.
Bir başka söyleyişle; en önemli muhaliflerini yenilgiye uğrattığını düşündüğü anda, AKP hükümeti, kendisini iki yıl önceki mevzilerinde buldu.
Dahası Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök tarafından 20 Nisan 2005 günü yapılan ayrıntılı açıklama, AB’den Kürt sorununa, Kıbrıs’tan Ermenistan’a, “irtica tehdidinden” Yunanistan’la ilişkilere kadar bir dizi konuda, AKP’nin çevresine bir “kırmızı çizgi” çeker nitelikteydi. TSK ile AKP’nin karşı karşıya geldiği noktalarda açıklamaların son döneme kadar Orgeneral Yaşar Büyükanıt’tan gelmesi, Özkök’ün ise, “ılımlı komutan” tavrı ile uzlaştırıcı bir misyonda görülmesi, hükümetin, son tahlilde, TSK karşısında ezilmeden yoluna devam ettiği havasını yaratırken, Özkök’ün, adeta bir “ulusal sesleniş” özelliğindeki son açıklamaları, bu dengeye de bir fren koymuş oldu.
Askerliğin kısaltılması ve bedelli askerlik gibi konularda Milli Savunma Bakanlığı tarafından yapılan açıklamaların Genelkurmay tarafından “tekzip” niteliğindeki karşı çıkışlarla yanıtlanması da, yine, TSK’nın AKP karşısında yitirdiği mevzileri geri alma politikasıyla bağlantılı bir mevzi savaşı olarak değerlendirilebilir. Genelkurmay, AKP’nin, bugüne kadar, kendisini AB ve ABD ile karşı karşıya bırakarak geriletmesi karşısında, şimdi onu, bu iki emperyalist merkez karşısında itibar erozyonuna uğradığı anda sıkıştırarak, adeta preslemiş oluyor.
Ayrıca Genelkurmay’ın AKP’yi sıkıştırdığı noktaların, Kıbrıs, Ermeni sorunu, Kürt sorunu gibi Türkiye’de onlarca yıldır üstünden politika yapılan ve “milli sorun” düzeyine yükseltilmiş konularda olması ise, hükümetin açmazlarını daha da derinleştirebilecek özellikler taşıyor. Özkök’ün açıklamalarında ABD ile ilgili kısımların “PKK için adım atmıyor” gibi bildik bir serzenişle sınırlı kalması, bunun yanında ABD ile “dostluğa” vurgu yapılması, AKP iktidarını “sinsi” bulmaya başlayan Washington’un bu “endişelerini” de arkasına almaya yönelik bir içerik taşıyor. Büyük Ortadoğu Projesi’nde ABD ile birlikte yürürken, AKP’siz yürüme gibi formüle de “yeşil ışık” anlamına gelen bu tutum, bir süredir ABD tarafından da “not edilen”, değerlendirilen ve tartışılan bir seçenek.
EMEKÇİLER AÇISINDAN DA OLANAKLARIN GELİŞTİĞİ BİR SÜREÇ
Kuşkusuz ki; Genelkurmay’ın ve sivil Kemalist çevrelerin AKP hükümeti ile mücadelesinde kayıp ve kazanımlarının, devrimci demokrat güç odakları bakımından doğrudan anlamı yoktur. Ama; bu güçlerin çarpışmasından, özellikle de AKP hükümetinin pervazsız uygulamaları bakımından zorlanacağı bir ortamın ortaya çıkması, sisteme karşı mücadele eden güçler açısından da olanaklar içeriyor. ABD, Genelkurmay, AB, TÜSİAD ya da bir başkası, bu süreci, kendi çıkarlarına uygun yeni bir hükümet arayışı açısından değerlendirebilirler ve AKP içindeki istifaları da, kendi seçeneklerini bulmaya başladıkları noktada daha da derinleştirmeye yönelebilirler.
İşçi ve emekçiler açısından ise, bu süreç, yeni bir arayışa kapı açmaktadır. En son SEKA ve TEKEL direnişlerinde, TÜPRAŞ, PETKİM ve TELEKOM gibi işletmelerin işçilerinde ve ailelerinde de açıkça görülmektedir ki; dün AKP’ye oy verenler, bugün artık gerçeğe eskisinden farklı yaklaşmakta, AKP’ye ya da başka düzene partilerine oy vermenin, kendileri bakımından, işsizlik ve yoksulluğun kader, eğitim ve sağlığın ise paralı olduğu bir düzene oy vermek olduğunu anlamaya başlamaktadırlar.
Bu, Türkiye için son derece önemlidir; çünkü bundan, emekçilerin örgütlü ve mücadele edebilecek durumda olan kesimlerinin, hak mücadelesi üstünden, sistemin başındaki hükümetle karşı karşıya geldiği ve geleceği, bu karşılaşmada, emekçilerin hükümetin sınıfsal konumununu sorgulamaya başladığı anlamı çıkmaktadır. Dolayısıyla bugün, ücret, iş güvencesi, daha iyi çalışma koşulları ya da özelleştirme nedeniyle hükümetle karşı karşıya gelen emekçi yığınların, sadece hak mücadelesi içindeki emekçiler değil, ama aynı zamanda muhalefetin dayanaklarını oluşturan/oluşturacak yeni güç merkezleri, kendi deneyimlerinden çıkardıkları sonuçlarla siyasi bir tutum almaya da yatkın hale geldikleri merkezler olduğu anlamı çıkar.
BES’in ve sağlık emekçilerinin eylemleri, AKP’nin sandığı gibi, hükümete karşı emekçilerin tepkisinin SEKA’nın belediyeye devrinden sonra da kesintiye uğramayacağını göstermiştir.
Bu gelişmeler, AKP iktidarının altındaki toprağın giderek kaydığının işaretidir ve hükümeti kuşatan güçlerden biri olarak işçi ve emekçilerin, yeni iktidar arayışına da damgalarını vurmaları, elbette onların politik güçlerinin, partisinin göstereceği yeteneğe bağlıdır.
Bitirmeden eklemeliyiz ki, “taban” kaygısıyla kendini dış destekçilerine beğendirememesine, rakipleriyle mücadelesine ve vaadlerine karşın işçi ve emekçilere ancak daha çok işsizlik ve yoksulluk vermesine bağlı olarak, AKP hükümetinin zayıflamakta oluşu ve düşüşe geçmesi süreci, kuşkusuz işçi ve emekçilerin mücadele olanaklarını çoğaltıcı etkide bulunacaktır. Ancak bu sürecin, aynı zamanda, hem güç kaybı ve gerilemeden kaynaklanarak ve üstelik süreci tersine çevirebilmek üzere işçi ve emekçilere yönelik AKP ve hükümetinin saldırılarının pervasızlaşarak artacağı bir süreç ve hem de onunla çatışarak mevzi kazanmaya yönelmiş “derinlikler”dekileri de kapsayan güçlerin, provokasyonları da içereceği bugünden görülmüş hamleleriyle, bu hamlelere dayanaklık edecek bir dizi gerici saldırı, yönlendirme ve dayatmalarla sömürülen ve ezilen kitlelerin güçlerinin dağıtılması, mücadelelerinin yönünün değiştirilmesi ve yedeklenmelerini zorlayan zor bir süreç olması beklenmelidir.