Avrupa Birliği’ne (AB) üyelik sorunu yine Türkiye gündeminin en önemli konularından biri durumunda ve toplumun çeşitli kesimleri tarafından da farklı beklentilerle yoğun bir biçimde tartışılıyor. Tartışmalar, ekonomik, yönetsel, toplumsal boyutlarıyla gelişmeleri ve olası etkilerini kapsıyor. Tüm boyutların bir bütünü oluşturması göz ardı edilerek, tartışmaların bir kısmı, örneğin tek başına yönetsel alanda AB normlarına uygunluk sağlanmasının Türkiye demokrasisinde ileri adımlara yol açacağı gerekçesiyle AB savunuculuğuna dönüşüyor.
AB tartışmaları bir bütünlük içerisinde, AB’nin dünya genelindeki kapitalist gelişimin neresinde durduğuna bakılarak yapılabilir. Kapitalist bir merkez olarak Avrupa Birliği’nde mevcut, görece farklı bir kapitalizm yoktur. Gerek AB içindeki egemen sermaye kurumlaşması, gerek ortaklık projeleri, gerekse de Dünya Ticaret Örgütü vb. uluslararası kurumlarla ilişkiler, “farksızlığı” ortaya koyuyor. Kapitalizmin eşitsiz gelişimi aynen AB için de geçerlidir. AB’nin kuruluş aşamasından itibaren, en güçlülerin çıkarları üzerinden oluşturulan bir denge hüküm sürüyor. Bu çıkarcı ve eşitsiz yaklaşım, üyeliğe yeni kabul edilecek ülkelere ilişkin karar süreçlerinde etkili olmakta ve bu, Türkiye’nin AB üyeliği tartışmalarında da görülmektedir.
AB-Türkiye ilişkisinin sanayileşme, tarım ve çalışma yaşamına somut etkileri de yukarıda özetlenen çerçevede ele alınmalıdır.
Bu yazıda AB üyelik sürecinin sadece ülke tarımına etkileri irdelenecek. Söz konusu irdeleme; bir yandan AB’nin Türkiye’ye yaptırımlarını ve bu yaptırımların olası sonuçlarını ortaya koymaya çalışacak, diğer yandan da, AB’nin eşitsiz gelişimini, en güçlülerin (İngiltere, Almanya, Fransa) dışında kalan birliğe üye ülkelerin tarımda yaşadıkları sorunlar üzerinden, teşhir etmeyi hedefliyor.
Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası dışında, Türkiye’nin tarım alanındaki politika değişiminin bir diğer temel belirleyeni, AB ve Türkiye-AB ilişkileri çerçevesinde verilen taahhütlerdir. AB programı, IMF, DB ve DTÖ kararlarıyla da zaten bir bütünlük arz ediyor. AB’nin ve üye devletlerinin, Türkiye ve diğer aday ülke halklarına yönelik, “IMF, Dünya Bankası kötüdür ama AB iyidir, farklıdır” şeklindeki söylemleri sadece aldatıcı bir propagandadan ibarettir. AB, bizzatihi, IMF ve Dünya Bankası’nı yörüngesine almış olan DTÖ’nün iç işleyişi ve gündemleri üzerinde iki belirleyici güçten bir tanesidir (Yılmaz, 2003).
Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adı altında, 1957 yılında imzalanan Roma Anlaşması ile temelleri atılan AB, Ortak Tarım Politikası’nın (OTP) ilke ve amaçlarını 1960’lı yılların başında belirlemiştir.
Bu politika 1962 sonrası uygulamaya sokuldu. OTP’nin hedefi, “tarımda teknik ilerlemenin sağlanması, tarımsal nüfusun gelirinin artırılması, piyasada istikrar sağlanması, düzenli bir ürün arzının garanti altına alınması, tarım ürünlerinin tüketicilere uygun fiyatlarla sağlanması” olarak belirlendi. Yüksek destekleme fiyatları, dış rekabete karşı sıkı bir biçimde koruma ve benzeri OTP politikalarıyla, tarımsal üretimde çok büyük artışlar sağlandı. AB’nin tarımsal üretim açısından kendine yeterliliğini sağlayan OTP, AB dışındaki ülkeler için ise, tarımsal kalkınmanın bağımlı bir çizgide oluşmasını sağlayan bir araç işlevi gördü (Göktürk, 2003). OTP’nin birlik dışındaki ülkeler açısandın bu işlevini Türkiye üzerinden somutlayabiliriz.
AB ile Türkiye’nin tarım alanındaki ilişkileri, 1963 tarihli Ankara Antlaşması’yla başlayıp, karşılıklı tavizler, tarife indirimi ve vergi muafiyetini öngören Katma Protokoller, Ortaklık Konseyi Kararları ile sürmüş, 1995 yılında imzalanan Gümrük Birliği anlaşmasıyla “taçlandırılmıştır” (Tahsin, 2001, s.76).
Gümrük Birliği Anlaşması, gümrük vergileri ve miktar kısıtlamaları ile bunlara eş etkili tedbirlerin kaldırılmasını ve üçüncü ülkelerden yapılacak dış alımda ortak bir gümrük tarifesi uygulanmasını karar altına almıştır. Türkiye ile AB arasında imzalanan Gümrük Birliği anlaşması, ilişkilerdeki etkili bir dönüşümün başlangıcı olarak nitelendirilebilir.
31.12.1995 tarihinde yürürlüğe giren Gümrük Birliği Anlaşması’nda esasen temel tarım ürünleri kapsam dışında bırakılırken, bünyesinde şeker, hububat, süt bulunduran işlenmiş tarım ürünleri (çikolata, şekerleme, çocuk mamaları, bisküvi, pasta, makarna, dondurma gibi) anlaşma kapsamına dahil edilmiştir. Bu üç ürün grubu, AB’nin kendine yeterlilik oranının en fazla aşıldığı ve bu nedenle Tarımsal Yönlendirme ve Garanti Fonu’nun yüzde 40’ından fazlasının ayrıldığı ürünlerden oluşmaktadır. Buna karşılık Türkiye’nin doğal koşullarının kendisine belli bir üstünlük sağladığı başta domates-salça konservesi olmak üzere meyve-sebze-su konserveleri kapsam dışında bırakılmıştır (Günaydın, 2002). AB’nin üretim ve rekabet üstünlüğüne ve net fazlaya sahip olduğu ürünlerin GB’ye sokulması, anlaşma imzalandıktan sonra AB-Türkiye dış ticaret dengelerinin hızla Türkiye aleyhine bozulmasının nedeni olarak gösterilmektedir (DİSK-AR, 2000).
Daha sonraki yıllarda sürdürülen müzakereler sonucu karışlıklı tavizlerin kapsamı genişletilmiştir. 1998 yılında tercihli rejimin genişletilmesi kararı ile bazı ürünlerde sınırsız vergi muafiyeti, bazı ürünlerin tarife kontenjanlarında artış, bazı ürünlerde ise vergi indirimi gibi tavizler tanınmış, fakat dış ticaret dengesi Türkiye aleyhine seyretmeye devam etmiştir. Aynı aleyhte durum, birliğe yeni katılan Doğu Avrupa ülkeleri ile AB ilişkileri incelendiğinde de görülmektedir. Bu ülkelerin, 1989 öncesi ve sonrasında birliğe üye olana kadarki süreçte, AB ile ticaretinde ortaya çıkan yeniden yapılanma çerçevesinde, dış ticaret açıkları hızla büyümüştür.
REFORMLAR VE YOKSUL ÜYELERİN HALİ
AB, gerek iç gerekse dış etkenlerden dolayı, OTP politikalarında 1990’lardan sonra iki “reform” gerçekleştirdi. 1992 yılında uygulamaya konulan “MacSharry Reformu”nu, daha sonra da bu reformun devamı niteliğinde olan Agenda 2000 (Gündem 2000) kapsamında ikinci bir “reform” izledi.
AB’nin bu reformları gerçekleştirmesindeki dış etken, DTÖ’nün kurulmasıyla sonuçlanan Uruguay-Round’udur. DTÖ müzakereleri sonucu ortaya çıkan yeni “reform” dalgası “Gündem 2000” çerçevesinde, OTP harcamaları, 2006 yılına kadar hemen hemen sabitlendi. 2001-2006 yılları arasında, özellikle fazlalık olan ürünlerde, destekleme fiyatlarının düşürülmesi öngörüldü. Destekler göreceli olarak düşük tutulsa da, hiçbir koşulda üretici gelirinin düşmesine izin verilmedi. Doğrudan yardımlar, çevresel ve kırsal amaçlı destekler sürdürülürken, müdahale kuruluşları ile piyasanın düzenlenmesine devam edildi.
OTP’nin son 20 yılda geçirdiği değişimlerdeki iç etkenleri ise, 1980’li yılların başında “kendi kendine yeterliliği” sağlayan AB’nin, bunu da aşarak, üretim fazlası ve bunun getirdiği mali yük ile karşı karşıya kalmasının yol açtığı temel sorunlar oluşturuyor. Bu dönemde, “tahıl dağları”, “süt gölleri”, “et buzulları” ve “şarap ırmakları”gibi kavramlarla karşı karşıya kalan AB’de, OTP’ye ayrılan kaynak, eleştirilerin hedefi oldu. Başta Almanya olmak üzere, OTP’nin baş finansörleri, OTP’de köklü değişikliklere gidilmesi doğrultusunda baskı oluşturmaya başladı. Portekiz, Yunanistan ve İspanya gibi tarımsal nüfusu azımsanmayacak oranlara sahip olan Akdeniz menşeli ülkelerin AB’ye katılımı, AB’nin sırtına yeni yükler getirmişti. AB’nin bu ülkeleri tarım sektörü bakımından içselleştirmesi, ancak ağır yaptırımlar sonucu olmuştur.
İspanya örneği
AB’nin söz konusu yaptırımlarının emekçi halk kesimleri açısından sonuçlarına, son genişleme gerçekleşmeden önce, Portekiz, Yunanistan ve İrlanda ile birlikte Avrupa’nın en yoksul kategorisinde yer alan İspanya örneğinden bakalım. AB’nin büyükleri arasında yer alan ve AB tarım politikalarının etkin ismi Fransa, İtalya ile birlikte, İspanya’daki bağların büyük bölümünün sökülmesini, zeytinyağı üretiminin ve başka tarım ürünlerinin sınırlandırılmasını dayattı. Bu dayatmalara boyun eğen İspanya’da üzüm üretiminde ve şarapçılıkta büyük oranlı düşüşler yaşandı. AB Ekonomik Konseyi’nin direktiflerine uyularak, yüz binlerce kök bağ söküldü. Balıkçılık büyük ölçüde geriletildi. Bundan, tabii ki, küçük balıkçılar zararlı çıktılar. Almanya, İspanya’nın kuzey ve doğu bölgelerindeki demir-çelik fabrikalarının kapatılmasını dayattı ve bunu da başardı. Bütün bu alanlarda üretimin düşmesine paralel olarak, fiyatlar, ters orantılı olarak, yükseldi. Ücretlere sınırlamalar getirildi; sendikaların da onayıyla, geçici sözleşmeler bir kural haline getirildi. İş güvencesi ortadan kalktı. Sözleşmeler aracılığıyla, işçinin paralı izin, aile yardımı ve benzeri sosyal hakları gasp edildi. İspanyol hükümetler her fırsatta İspanya’nın iyiye gittiğini söylüyorlar. İspanya’nın servetlerine servet katan burjuva kesimleri için “işler” iyiye giderken, küçük burjuva kesimler de dahil olmak üzere, emekçi halk kesimleri açısından, durum hiç de öyle değil.
Ve Yunanistan
2000’in ilk yıllarında Teselya Ovası’ndan başlayarak, köylü sendikaları temsilcileri önderliğinde tüm Yunanistan geneline yayılan; yüzlerce litre sütü, tonlarca portakal ve zeytini yollara döken, yolları traktörle trafiğe kapatan üretici eylemleri hâlâ akıllardadır. Tarım üretiminin ülkeye yeterliliğinin üstünde olduğu, önemli oranda tarım ürünlerinin ihraç edildiği, en verimli topraklara sahip olunduğu, makineleşme ve modern tarımsal üretiminin sağladığı olanaklar nedeniyle tarımın ülke ekonomisinde önemli bir yer tuttuğu Yunanistan’da, köylüler, neden topraklarını terk eder ya da üretemez duruma gelmişlerdir?
Bu sorunun yanıtı, çalışan aktif nüfusa oranı yüzde 18 olan Yunanistan köylülerinin aktif nüfusa oranının yüzde 7’ye düşürülmesini hedefleyen AB kararlarında yatıyor. Söz konusu kararlar sonucu, on binlerce köylü toprağını kaybetmiş durumda. Tarımsal üretimin önünde ciddi bir engel olarak kotalar duruyor. AB, koyduğu üretim sınırının üstünde üretim yapan köylünün ürününü ucuz fiyatla alarak, “zarara ortaklık” adı altında yaptırım uyguluyor. Benzeri politikalar, tarımdan kopan insanlarla birlikte, işsizliğin had safhaya ulaştığı bir Yunanistan tablosu yarattı.
1 Mayıs 2004 tarihinde AB’ye üye olan 10 yeni ülkeyle de sıkı tarım müzakereleri gerçekleştirilmiştir. OTP’nin sunduğu desteklerin tarımsal arazi ile doğru orantılı olarak ayarlanmasının, katılacak ülkelerin ciddi tarımsal potansiyele sahip olması nedeniyle ağır ek yük getireceği gerçeğinden hareket eden AB, ülkelerin tarımsal üretimini düşürecek şartlar içeren anlaşmayı önceden imzaladı. Hacettepe Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Şahinöz, bu ülkelerin geleceği hakkında şu tespiti yapıyor: “10’lar üyeliklerinin ilk yılında, yani 2004’te doğrudan yardımlardan ancak yüzde 25 oranında yararlanabileceklerdir. AB’ye girdikleri 2004 yılında AB’de tarımsal üretici sayısının yüzde 40’ını temsil edecek olan 10’lar, Topluluk tarım bütçesinden ancak yüzde 6’lık bir pay alacaklardır. AB’ye göre düşük bir verimliliğe, fakat yüksek destekleme fiyatlarına sahip olan başta Polonya olmak üzere, yeni üyelerde, tarımsal üretimin, tam üyelikle birlikte, büyük bir yara alması hatta tarım kesiminin büyük ölçüde boşalması tehlikesi vardır. Bu koşullarda gerçekleşecek bir uyum süreci sonunda (2013 yılında), adı geçen 10 ülkenin büyük bir olasılıkla desteklenecek çok fazla tarımsal üreticisi kalmayacaktır.”
AB KÜÇÜK ÜRETİCİYE DÜŞMAN
Küçük üretici nüfusunu hızla düşürmeye çalışan AB, büyük üreticiler için ise, kârlarına kâr katacakları bir zemin hazırlıyor. AB tarım raporları, tarıma el atmış tekellerin milyarlarca dolarlık yardımlar aldıkları, özel yasalarla güvence altına alındıkları ve kâr grafiklerini önemli oranda yükselttikleri yolundaki bilgilerle dolu. Kuzey Avrupa’da tarım alanına el atmış dev tekellerin giderek büyüdükleri ve kârlarını artırdıkları gerçeği, Ankara’da düzenlenen Tarım ve Hayvancılık Kurultayı’nda konuşan Fransa Çiftçi Konfederasyonu Uluslararası ilişkiler komisyonu üyesi Pascal Pavie tarafından dile getirilmişti. Türkiyeli üreticileri, “Avrupa Birliği’ne açılan kapılar cennete açılan kapılar değil” diye uyaran Pevie, şunlara dikkat çekmişti:
* Tarımsal ticaretin kontrolü çokuluslu şirketlerin elinde. Fransa, dünyanın en büyük ikinci ihracatçısı. Ancak çalışanların yalnız yüzde 3’ü tarımla ilgileniyor. Bu korkunç düşüş sürekli devam ediyor. Son 15 yılda çiftliklerimizin yarısını kaybettik.
* AB, Polonya’da 10 hektardan küçük çiftliklere asla yardım yapmıyor.
* Fransa’da sübvansiyonların yüzde 80’i, işletmecilerin yüzde 20’sine gidiyor. Biz bunu tersine çevirmek istiyoruz. Fransa Çiftçi Konfederasyonu olarak, çokuluslu şirketlerin tarımdaki kontrolünü reddediyoruz.
* AB, toprağı ve diğer üretim araçlarını pazarın yasalarına tabi tutuyor. Fransa son 40 yılda köylü nüfusunun yüzde 80’ini kaybetti.
* Portekiz’de 1985 yılında nüfusun yüzde 30’u tarımla uğraşırken, AB’ye girmesinden bu yana geçen süre içerisinde köylü nüfusunun yarısı yok oldu. Lizbon’un büyük binalarının gölgesinde topraksız ve işsiz insanlar gecekondu köyleri yaptılar.
AB SÜRECİNİN TÜRKİYE TARIMINA ETKİSİ
6 Ekim’de açıklanan AB İlerleme Raporu, bundan sonra, tarımın görüşmelerde birincil konu olacağı işaretini veriyor. AB’nin rapora yansıyan istekleri, IMF niyet mektuplarında ve Dünya Bankası ile imzalanan “Tarım Reformu Uygulama Projesi”nde yer alan maddelerden farklı değil. AKP Hükümeti’nin AB istekleri doğrultusunda ilk somut adımı, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı ve Hazine Müsteşarlığı’nın birlikte hazırladığı, Yüksek Planlama Kurulu’nun onayına sunulan “2006-2010 Tarım Stratejisi” oldu. Beş yıllık strateji, Türkiye’nin tarım politikalarını, hem AB’nin hem de DTÖ’nün istediği şekle sokmayı hedefliyor. Ayrıca bundan sonra, üç yıllık bir stand-by dönemi içindeki IMF gözden geçirmeleri, AB’nin gözden geçirmeleri ile paralel olacak.
AB’ye uyum çerçevesinde, en geç Kasım ayı sonuna kadar, AB’ye bir ekonomik program sunulacak. 2005-2007 yıllarını kapsayacak olan ve Maastricht ile Kopenhag kriterleri çerçevesinde Türkiye’nin gerçekleştireceği ekonomik ve yapısal programın detaylarından oluşan programın da, IMF ile yürütülen programdan farklı olmayacağı yetkili kurumlar tarafından açıklandı.
Ekim ayı içerisinde açıklanan ve AB liderlerinin 17 Aralık toplantısı için “ön bilgi” niteliği taşıyan Etki Raporu’nda, Türkiye’nin 39 milyon hektar alanına yayılan tarım sektörü, müzakereler sırasında önemli bölümü oluşturuyor. AB şu anki tablodan memnun değil:
* 68.8 milyon nüfuslu Türkiye’de, tarımsal nüfus, 25 milyon. 377 milyonluk AB’de ise, 15.6 milyon.
* Tarımın istihdamdaki payı, Türkiye’de yüzde 35, AB’de yüzde 5.
* Tarımın GSMH içindeki payı, Türkiye’de yüzde 14, AB’de ise yüzde 1.9.
Türkiye’nin katılımı, AB tarımsal alanlarına 39 milyon hektar daha ilave edecek, ve bu, 25 üyeli AB’nin tarımsal alanının yüzde 23’ü anlamına geliyor. Halen AB’de uygulanan ortak tarım politikasının Türkiye’de uygulanması durumunda, AB bütçesine ciddi bir finansal yük gelecek. Buna göre, doğrudan gelir desteği için 8 milyar Euro, pazar önlemleri için 1 milyar Euro gerekiyor. Ayrıca kırsal kalkınma önlemleri için de 2.3 milyar Euro’ya gereksinim duyuluyor.
Oysa, 10 yeni ülkenin tümüne bu alanda toplam 7 milyar Euro ödeyen AB, Türkiye’ye böyle bir kaynak aktarmayı düşünmüyor. Bu yüzden, AB, 25 milyon civarında olan tarım nüfusunun, bir an önce 10 milyonun altına indirilmesini istiyor. Türkiye ile AB ülkelerinin tarımsal yapıları arasında birkaç yılda giderilmeyecek büyüklükte farklılık var: Tarımsal nüfus oranı ve gizli işsizlik, düşük verimlilik, yüksek maliyetler, yetersiz destek, yetersiz kredi imkanları, zayıf araştırma-geliştirme faaliyetleri, parçalı ve küçük işletmeler vb.
Yapısal farklılıkların giderilmesi için, AB’nin, maddi destek sağlamak gibi ne bir programı ne de düşüncesi var. Uyum sürecinde tarım kesimine AB fonlarından yapılacak katkı, gerçekleştirilmesi düşünülen değişiklikle karşılaştırılmayacak kadar düşük kalacak. Türkiye’nin beş katı küçüklüğündeki Yunanistan’a, üyelik sürecinde, dönüşüm için 50 milyar destek verilmişti; fakat AB’nin artık böyle bir politikası yok. Son katılan üyeler için iyice azalttığı maddi desteği, Türkiye için iyice cılızlaştırdı. Türkiye’nin cılız katkıyla gerekli dönüşümleri yapabilmesi mümkün değil.
Ayrıca AB ve Türkiye tarımı arasındaki uçurumun, AB’nin Türkiye’ye dayattığı, IMF programlarıyla aynı içeriğe sahip ekonomik programla da giderilmesi olası değil. Bunun farkında olan AB, desteklerini kaldıran, tüm tarımsal KİT’lerini işlevsiz hale getiren Türkiye’den, şimdi de ticari kısıtlamalarını kaldırıp, tamamen kendisine teslim olmasını istiyor.
AVANTAJLI ALAN TARTIŞMALARI
Bütçesinin neredeyse yarısı ile, yani 50 milyar Euro ile desteklenmiş, teknolojik ve verimlilik avantajına sahip AB tarımıyla, devlet desteği ve müdahalesi çekilmiş Türkiye tarımının rekabet edebilmesi olası mıdır? Bu soruya, “Aslında AB’ye üyelik durumunda, Türk çiftçisi yeni imkanlar elde edebileceği gibi, yeni risklerle de karşı karşıya kalacaktır. O nedenle, AB’ye girildiğinde avantajlardan yararlanmak ve dezavantajlı durumları asgariye indirmek üzere, Türkiye, tarımını üyeliğe hazırlamak durumundadır” şeklinde cevap verenlerin sayısı bir hayli fazla. Soruyu, avantajlı ürünleri sıralayarak cevaplayanlar da var. Bu tezi savunanlara göre; fındık, kuru incir, kuru üzüm, kuru kayısı gibi kuru meyveler ile tütün, zeytinyağı, yaş meyve ve sebzelerde Türkiye avantaja sahip.
Dünya fındık üretiminin zaten yüzde 80’i Türkiye tarafından gerçekleştiriliyor. Türkiye’nin en büyük pazarı olan AB, her halükârda, çikolata sanayiinde kaliteli fındık kullanmak için, Türkiye’den fındık alımı yapacak. Ortada zaten bir rekabet söz konusu değil. Kalitesi dünyaca bilinen sultani üzüm de, en fazla Avrupa’da tüketiliyor. Kuru üzümde de bir rekabet söz konusu değil, şimdiki ihraç oranı kadar üzüm satışı, her halükârda sürecek. Gerekli altyapı yatırımlarının yapılması halinde, en büyük avantaj, yaş meyve ve sebze üretiminde söz konusu olabilir, ve Türkiye, Avrupa’nın manavı haline gelebilirdi. Fakat AKP Hükümeti’nin, AB’ye uyumu dikkate alarak hazırladığı “2006-2010 Tarım Stratejisi” belgesinde, Türkiye’nin AB ile rekabet edebileceği en önemli ürün olan meyve, sebze ve sera üreticisine destek verilmesi yer almıyor. Kısacası, ortada, söz edilebilecek bir avantaj bulunmuyor. Ülke ihracatının en etkin kalemleri tekstil ve konfeksiyon sektörünün hammaddesi olan pamuk ve benzeri stratejik ürünlerde ise, düşük verimlilik ve yüksek maliyetin getirdiği tartışılmaz bir dezavantaj söz konusu.
Kırsal ve tarıma dayalı sanayiler için uygun ortam ve imkanlar sağlanmadığı, yüksek verime imkan veren düzenlemeler yapılmadığı, işletmelerin kredi taleplerinin daha uygun şartlarda ve kolay erişebilir bir yapıya kavuşturulmadığı, AB’de uygulanan destekleme sistemlerinin getirilmediği, gıda ve ürünlerdeki kalite ve standartların AB seviyesine yükseltilmediği koşullarda, hiçbir avantaj oluşturulamaz. Bunların hiçbiri oluşturulmadığı için, tarımdan hızlı kopuşların, hızlı yoksullaşmanın, bölgesel farklılıkların yaratacağı huzursuzluklardan çekinen AB, önlem alınmasını talep ediyor. AB, bu amaçla, “kırsal alanda eğitimi yaygınlaştırın, gelir dağılımını iyileştirin” talimatı veriyor. Kırsal kalkınma projelerine küçük de olsa katkı sağlayacağını ilan ediyor.
SONUÇ YERİNE
Koreli iktisatçı Ha-Joon Chang, ”Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü” başlığıyla Türkçe’ye çevrilen kitabında şöyle bir benzetme yapıyor: ”Büyüklük zirvesine ulaşmış birisi, zirveye ulaşırken kullandığı merdiveni, kendisinden sonra gelenlerin tırmanmasını önlemek için tekmeleyip devirir. Koruyucu gümrükler ve kısıtlamalar sayesinde kendi sanayi gücünü, başka hiçbir ülkenin kendisiyle serbestçe rekabet edemeyeceği derecede geliştirmiş olan bir ulusun yapabileceği en akıllı şey, kendisini büyüklüğe çıkarmış olan merdiveni fırlatıp atmak ve diğer ülkelere serbest ticaretin yararlarını vazetmek olacaktır.”
Avrupa Birliği bünyesindeki ileri kapitalist ülkeler, 150 yılda sorunlarını “çözdükleri” tarım konusunda, tarımda kapitalist üretim tarzıyla kısa sayılabilecek bir geçmişi olan ülkelerin tırmanma merdivenini tekmeliyor. AB, kendisinin uyguladığı ortak tarım politikasıyla IMF’nin dayattığı tarım politikaları arasındaki uçurumu bile bile, Türkiye’ye, IMF politikalarını önermeye devam ediyor. AB kendisinin tarımı desteklerle geliştirdiği ve söz konusu destekleri uluslararası anlaşmalara rağmen henüz azaltmadığı gerçeğine aldırmaksızın, Türkiye’den destekleri neredeyse sıfırlayan bir programı uygulamasını istiyor.
Avrupa Birliği, mali ve ekonomik içerikli bir kapitalist montajdır ve onun varlığı, başka temel olguların üstünü örtmeye yetmez. Yani her halükârda, yapılan tüm düzenlemeler, en büyüklerin (Almanya, Fransa, İngiltere) çıkarına ve sermayenin daha fazla kâr güdüsüne uygun olarak yapılmaktadır.
KAYNAKÇA
DİSK-AR. 2000. DİSK Tarım Raporu. Ekim, Ankara.
Göktürk, Atilla 2003. Türkiye Tarım Politikalarının AB’ye Uyumu, Yeni Hayat Yayıncılık.
Günaydın, Gökhan 2002. “Küreselleşme ve Türkiye Tarımı”, TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası,
Tarım Politikaları Yayın Dizisi, No:3. Ankara.
Özkaya Tayfun, Işın Ferruh, Uzmay Ayşe, 2001. “Türkiye ve Avrupa Birliği’nde Tarım Sektörüne
Yönelik Desteklemeler”, www.agr.ege.edu.tr/teder.
Marco, Raul. “İspanya’dan”, Evrensel Gazetesi.
Tahsin, Emine, 2001. “Tarım Reformu ve Uluslararası Anlaşmalar”. İktisat Dergisi, s.412, 75-8.
Yılmaz, Gaye 2000. Kapitalizmin Kaleleri I (IMF, WB ve AB), Türk Tabipler Birliği Yayını.
Yılmaz, Gaye 2003. “Farklı Bir Kapitalizm: AB”! AB’nin Uluslararası Güç İlişkilerindeki Yeri, Yeni Hayat Yayıncılık.