Kısa sayılamayacak bir süreden beri, hükümet sözcüleriyle ekonomi bürokratları, 2003 yılı ekonomik verilerini kullanarak –şimdi buna, 2004’ün ilk yarı yılına ait bazı göstergeleri de eklediler– “ekonomik sorunların çözüm yoluna girdiği”, ve “istikrar içinde kalkınmanın gerçekleşmekte olduğu” propagandası yürütüyorlar. Bu propaganda, IMF ile yeni stand-by anlaşmasının gündeme gelmesi, dış ticarette ve cari işlemlerde açıkların ilk yarı yılda öngörülen yıllık sınırın üzerine çıkması, borç miktarının 300 milyar dolara tırmanması vb. gibi, yeni bir kriz tehdidine işaret sayılan gelişmelerle gölgelenmesine karşın, bugün de devam ediyor.
Bu propagandanın başlıca motiflerine aşağıda kısaca değineceğiz, ve görülecektir ki, ekonominin krize girdiği koşullarda da, nispi istikrar durumunda da, tekelci burjuvazi, kapitalistler ve hükümetleri, uluslararası mali sermayenin dayatmalarını ve kendi çıkarları yönündeki ekonomi programları “kriz tehdidi altında olma”yla gerekçelendirmeye çalışarak, ezilenleri suskun kalmaya ya da taleplerini “makul düzeyde tutma”ya zorlamışlar ve kârların artırılmasını, bütün bu koşullarda gerçekleştirmişlerdir.
“EKONOMİK DÜZELME” PROPAGANDASININ DAYANDIRILDIĞI GÖSTERGELER
AKP hükümetinin sözcüleri, 2004 yılı ilk günlerinden başlayarak, ve 2003 yılına ait kimi ekonomik verileri kullanarak, “sorunların ve sıkıntıların aşıldığı” propagandasını yoğunlaştırdılar. Bu propagandanın başlıca dayanağını, 2003 yılında dış ticaret hacminin büyümesi, ihracatta belli bir artışın gerçekleştirilmesi, enflasyonun düşmesi, ekonomide büyüme, kapasite kullanımı ve üretimde artışın olmasıydı. AKP sözcüleri, ekonomiden sorumlu bakan ve üst bürokratlarla sermaye iktisatçıları, bu verilerden ve 2004’ün ilk aylarında aynı doğrultudaki gelişmelerden hareketle, 2003-2006 (bu sınır, şimdi 2007’ye çıkarılmış bulunuyor) programı döneminde, ekonomik iyileşmenin, yeni bir krizi de engelleyecek biçimde devam edeceğini ileri sürüyorlar. Onları, geleceğe dair bu denli iyimser beklentilere sürükleyen verilere bakarsak, durum şudur:
DİE verilerine göre, 2003’te ihracatta %30.2’lik artış sağlanmış; enflasyon %25-28’lere gerilemiş, kapasite kullanımı %80’ler düzeyine yükselmiş, imalat sanayiinde %9 civarında ve ekonominin tümünde %5.9 dolayında bir büyüme gerçekleştirilmiştir. Katma değer üretiminde kaydedilen bir miktar ilerlemeyi, eski ve bitirilmemiş yatırımların tamamlanması için ayrılan “devede kulak” bütçe ödeneğini ve kalkınma etkenlerinden biri olarak reklam edilen 489 milyon dolar doğrudan dış sermaye girişini buna eklemek gerekiyor. “Ekonomik durumun düzeldiği ve refah düzeyinin yükseldiği” yönündeki burjuva propagandası, ama diğer yandan işçi ve emekçilerin durumunu; işsizlik, yoksulluk ve açlığı göz ardı etmekte, on milyonlarca emekçinin; kır ve kent yoksulunun temel gereksinmelerini karşılayacak bir gelirden yoksun bırakılmaları durumunu yok saymaktadır.
Hükümet yetkilileriyle ekonomi bürokratlarının “iyiye gidiş” iddiasıyla ortaya koydukları tabloda; ücret ve maaşların düşmesi, işsizlik ve yoksullaşmadaki artış ve emperyalistlerle uluslararası tekellerin dışarıya transfer ettikleri milyarlarca dolar kaynak –bunun, on ila on sekiz milyar dolar arasında olduğu ileri sürülüyor–, dış ve iç borcun üç yüz milyar doları bulduğu vb. yer almamaktadır. Onların ortaya koydukları “iyileşme tablosu”, bu eksikli ve ‘örtük’ tablodur; ve yıllardır enflasyon oranının %90-145 arası değiştiği bir ülkede, enflasyonun düşmesi ve ihracat rakamlarının büyümesi, ekonominin iyiye gittiği ve gideceği propagandasına, bir miktar inandırıcılık ve kolaylık sağlamıştır.
İhracat artışı, enflasyonda düşme ve büyüme eğiliminin 2004’ün ilk aylarında da devam etmesi, bu propagandaya güç verirken, ona, inandırıcı olması olanağı da sağladı. Ekonomik iyileşme göstergelerinin bazıları, hükümeti ve uygulamalarını başarılı gösterme amaçlı istatistik hesap oyunlarına dayandırılmış olmalarına karşın, ekonomik durumda, örneğin 2001 ve 2002 ilk yarı yılına göre, bir miktar iyileşmenin görüldüğü bir gerçektir. 2003 yılında işçi ücretleriyle memur maaşları da, ilk bakışta ve nominal olarak (kesintiler öncesi ve enflasyon etkisinden arındırılmamış olarak) bir artışa işaret eder yöndedir. Ama aşağıda, bir ölçüde detaylı olarak göstereceğimiz gibi, bu, gerçek durumu yansıtmaktan uzaktır. Her ne kadar 2003 yılı verileri, örneğin 1994’e göre, ezilen sınıf ve kesimlerin gayrı safi milli hasıladan (gsmh) aldıkları payın bir miktar arttığını (%4.9’dan %5.3’e yükselmiş görünüyor) gösteriyorsa da, bütün bu dönem boyunca ve aradaki yıllarda, aksini kanıtlayan yeterince veri vardır. %0.4’lük fark, ne düzenli bir iyileşme eğiliminin kanıtıdır ne de örneğin 1994 ve 2001 yıllarında görüldüğü gibi, krizlerin ortaya çıkmasının ve işçi-emekçi kitlelerinin satın alma güçlerinin büyük oranda düşerek yoksullaşmalarının engelidir. Verilerin de açıkça gösterdiği gibi, yatırımların, üretim ve verim artışının gerçekleştiği yıllarda da, kriz koşullarında da kârlarını artıran tekelci sermaye, işçi ve emekçilere yönelik politikalarında, onların durumlarını iyileştirme ve işsizliğe ve yoksulluğa karşı olma gibi bir amaca sahip olmamış; bu yönlü politikaları, “popülizm” sayarak daha baştan mahkum etmiş ve hükümetlerini de, emekçilere karşı politikaları sertleştirmeye yöneltmiştir. Ekonomideki bir miktar iyileşme, yoksulluk ve işsizliğin azaltılması ve halk kitlelerinin satın alma gücünün yükseltilmesi yönünde bir işleve sahip olmamış, enflasyondaki düşme, üretim artışı ve yüksek kapasite kullanımı veya ihracat rakamlarının büyümesi, yoksulluğu azaltma veya istihdamı artırma gibi bir sonuç doğurmamıştır. Aksine, “sıkı maliye politikaları” adı altında izlenen politikalarla, işçi ve emekçilerin sırtındaki yük ağırlaştırılmış, yoksulluk daha da yaygınlaşmış ve işsizlik artmıştır.
Peki, bu durumda, ekonomide son 1.5 yılda görülen “iyiye gidiş belirtileri” üzerinden bir kısım burjuva iktisatçısıyla hükümet sözcülerinin ileri sürdükleri gibi, “krizsiz ve istikrarlı bir kalkınma yoluna girildiği” sonucuna varılabilir mi?
Bu birkaç nedenle doğru olmayacaktır. Önce, kapitalist ekonomi, ister bağımsız, isterse bağımlılık koşullarında olsun, düz bir gelişme seyri veya sürekli gerileme ya da ilerleme rotası izlemez. Yükselişler ve düşüşler kaçınılmazdır. Ekonomide büyüme oranlarının, önceki yıllarla kıyaslandığında, son iki yılda olduğundan fazla ya da onun kadar gerçekleştiği yıllar daha önce de görüldü. Ama ardından da krizler patlak verdi. İkinci olarak, bağımlılık koşullarında, emperyalizm ve uluslararası sermayenin denetim ve dayatmaları başlı başına istikrarsızlık etkenidir ve ilişkinin seyrine bağlı olarak, bağımlı ekonominin sorunları ağırlaşmaktadır. Üçüncü olarak, bugün uygulanan ve hükümet tarafından da uygulanması zorunlu sayılan ekonomi program ve planı, bu hükümet tarafından ilk kez gündeme getirilen bir plan ve program değildir. Bu program, 25 yıla yakın bir süredir yürürlükte olan IMF-Dünya Bankası programlarının Türkiye’ye uyarlanmış halidir. Gelişmelere bağlı olarak yenilenmesine karşın, ona ruhunu veren, 18.si imzalanmış IMF stand-by anlaşmalarıdır, ve bu anlaşmalara uyum ve bağlılık, Türkiye’nin sorunlarını hafifletme bir yana, daha da ağırlaştırmıştır.
Ülke ekonomisinin bu durumu ya da bağlantılarıyla önümüzdeki dönemin gelişmelerinin daha iyi anlaşılması için, içinden geçilip bugüne gelinen sürecin olgu, gelişme ve sonuçlarına bakmak gerekiyor.
UYGULANAN EKONOMİ POLİTİKALAR VE SORUNLARIN AĞIRLAŞMASI
Türkiye ekonomisinin bugünkü durumu ve gelişme seyri, önemli oranda emperyalist ülkeler, uluslararası sermaye ve kurumlarıyla ilişkilere bağlanmıştır. Çünkü bugün uygulanan ekonomik programların gerçek mimarı, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası mali sermaye kurumlarıyla işbirlikçi tekelci burjuvazidir, ve bu programlar, öncesi bir yana, 1980’den bu yana yürürlüktedir. Bu da, söz konusu süreçteki sonuçların göz önünde tutulmasını zorunlu kılmaktadır. Zira, bir yanıyla da, bugünkü durumu ve ekonomi verilerini doğru değerlendirmek ve temel gelişmelere işaret edebilmek, bu sürecin olgu ve gelişmeleriyle, ortaya çıkardığı sonuçlara bağlıdır. Burjuva propagandasının gürültüyle örttüğü şu iki başlıca sorunun cevabı da, bu sürecin verilerinde önemli dayanaklar bulacaktır. Bu iki başlıca soru şudur: a-) Son on yıllarda uygulanan ekonomi politikalarının devamı olan bugünkü program, istikrarlı ve krizsiz bir ekonomik durum olanağı yaratmakta mıdır; ve b-), propagandası yapılan iyileşmenin işçi sınıfı ve emekçiler için anlamı nedir, emekçiler ve örgütlerinin izlemeleri gereken yol ne olmalıdır?
1980 sonrası dönemde, özellikle de son on yıl içindeki belli başlı ekonomik göstergeler ise, başlıca iki olguya işaret etmektedirler. Bu olgulardan birincisi, 1980 sonrası süreçte, uluslararası tekellerin, emperyalist ülkelerle mali sermayenin Türkiye ekonomisi üzerindeki kontrolünün güçlenmiş olması, ve bağımlılık ilişkilerinin, sanayi ve tarım üzerinde tahrip edici- yıkıcı etkisinin artmasıdır; ve ikincisi, kapitalist ilişkilerin, iktisadi, politik ve sosyal yaşamda daha etkin rol oynaması ve büyük sermayenin hakimiyetinin güçlenmesidir.
Bu süreçte, Türkiye işbirlikçi burjuvazi ve hükümetleri, ülkeyi ve “ulusallık” adına ne varsa, mali sermayenin yağma sofrasına sürmüşlerdir. Özellikle 1980 askeri faşist darbesiyle oluşturulan sosyal-politik ortam fırsat bilinerek dayatılan, IMF-Dünya Bankası reçeteleriyle, ülke, daha fazla bağımlı hale getirilmiştir. 1961’den itibaren, IMF ile imzalanan stand-by anlaşmalarının iddiası “ödemeler dengesi bozukluklarını gidermek” olmasına karşın, 18.si imzalanan bu anlaşmalar sonucunda, bağımlılık güçlenmiş, bütçe açıkları ve dış ve iç borç yükü artmış, istikrarsızlık devam etmiş, sanayi ve tarımsal alanda üretim kayıpları büyümüştür.
Sermaye ve üretimin merkezileşmesi ve yoğunlaşmasının uluslararası ölçekte kaydettiği muazzam gelişme sonucunda, uluslararası tekeller ve emperyalist büyük devletlerin iktisadi hareketi ve yaşamı denetleme olanağı genişlemiş, uluslararası sermayenin baskısı altında, ekonomik kriz koşulları daha da olgunlaşmış; bağımlılık ilişkisi, istikrarsızlık ve kriz etkenlerinin en önemlilerinden biri olarak rol oynamıştır. Burjuva iktisatçıları ve politikacılarının “evrensel düzeyde serbest piyasa ekonomisine geçiş”, “dünya ülkelerinin dünya pazarıyla bütünleşmesi, mal, hizmet ve sermaye hareketinin tam serbestleşmesi” olarak gösterdikleri –onunla uyumlu olmanın zorunlu olduğunu propaganda ediyorlardı– bu gelişme kapsamında, IMF programları art arda uygulamaya konmuş, dayatılan ekonomi programları, kaynakların dışarıya aktarılmasına, rantiye ve tekelci burjuva kesimin kârlarının büyümesine hizmet etmiştir. “Ulusal program” cilasıyla, ve “bu programları uygulamaktan başka çare yok” propagandası eşliğinde uygulanan bu programlar, ezilen ve sömürülen on milyonlarca emekçinin çalışma ve yaşam koşullarını ağırlaştırmış, sorunlarının büyümesine neden olmuştur.
1994, ‘98 ve 2001 yıllarında mali piyasalarda ve bankalar alanında krizlerinin patlak vermesini, bu programlar, önlemek bir yana, deyiş yerindeyse, tetiklemişler; “krizden çıkış” için dayatılan her yeni program, emperyalist sömürü ve denetimi artırarak, istikrarsızlık etkeni olmuştur.
BAĞIMLILIĞI GÜÇLENDİREN POLİTİKALAR
Bugünkü hükümetin sürdüreceğini ilan ettiği ekonomi politikalarının uygulanmasıyla, Türkiye’nin ekonomik-sosyal sorunları daha da ağırlaşmıştır. Uluslararası tekeller ve emperyalist büyük güçlerle ilişkilerin geliştirilmesini, “ülkenin kalkınması ve halkın refaha kavuşması” için zorunlu ve kaçınılmaz gösteren burjuvazi ve hükümetlerinin, bu ilişki üzerinden sürdürdükleri ekonomi politikanın, dışa bağımlılığı güçlendirdiği ve ekonomide tahribatlara yol açıp yıkım ve istikrarsızlığı artırdığı, bu süreç içinde ortaya çıkan çok sayıdaki açık veri ve sonuç tarafından kanıtlanmıştır. Tarım ve hayvancılıkta, bir süre öncesine kadar, “kendine yeter” (ihtiyacını karşılar) durumdaki ülkeler arasında yer alan Türkiye, bugün buğday ve pirinç başta olmak üzere, tahıl ürünlerini, şekeri, tatlandırıcı hammaddesini ve et gibi ürünleri ithal eder duruma gelmiştir.
Tekelci hakimiyet, yüksek teknolojiye dayalı üretim ve büyük finans gücü, emperyalist ülkelere, ekonomiyi denetleme, şirketleri yutma ve yönetme, hisse senetlerini ele geçirme ve borç batağına sürükleme olanağı sağlamış, toplumsal yaşamın tüm alanlarına “sızma” ve onu denetlemelerini mümkün hale getirmiştir. Türkiye pazarının uluslararası sermayeye daha fazla açılmasını sağlayan son otuz, hatta 50 yıllık uygulamaların, ve özellikle de son 25 yıllık ekonomi politikalarının sonuçları; “küreselleşme”nin, “sermayeye akışkanlık kazandırarak, verimli yatırım alanlarına erişimini sağladığı” ve bağımlı ülkelerde “refaha katkıda bulunduğu” iddiasını, başka ülke pratikleri bir yana, Türkiye gerçeğinde bir kez daha geçersiz kılmıştır.
IMF-Dünya Bankası dayatmaları kapsamında gündeme getirilen “yapısal reform programları”yla, ülke, uluslararası sermayenin açık pazarı haline getirilmiş, mali sermaye ve mali spekülatörler bono-tahvil-hisse senedi işlemleri üzerinden büyük kârlar sağlamışlardır. Belli başlı devlet işletmelerinin (Telekom, THY, Tekel ve ‘kamu’ bankaları vb.) özelleştirme yoluyla uluslararası tekellerle ve işbirlikçilerine peşkeş çekilmesi, ekonomik tahribat ve tasfiyeye neden olmuş, tekelci baskı sonucu küçük ve orta boy işletmelerin iflası hızlanmış, bu politikanın sonuçları, işçi ve emekçilere, daha fazla açlık, işsizlik ve yoksulluk olarak yansımış, on binlerce yeni işsiz ortaya çıkmıştır.
Kaynakları, sanayileşme yerine, üretim dışı alanlara yönelten yatırımlara kaynak kısıtlaması ve sosyal haklara saldırı politikası, eğitim, sağlık ve sosyal hizmet alanlarında hak gaspı ve haklarda gerilemeye neden olmuş, sanayi ve tarımsal üretim alanında yıkıcı etkide bulunmuştur. Tarımsal ürün destekleme alımı, kredi, ucuz tohum sağlama politikaları, uluslararası tekeller yararına yeniden düzenlenmiş, devlet eliyle kurulup işletilen kamu işletmelerinin bir an önce ve hızla tasfiyesi gündeme getirilmiş, “özel teşebbüsün devletlerin bürokratik müdahalelerinden kurtulmasıyla verimlilik ve kârlılığın artacağı ve ülkenin kalkınması için gerekli kaynakların sağlanacağı” iddiasıyla, başlıca kapitalist devlet işletmeleri büyük tekellere peşkeş çekilmiştir.
IMF ile standby, AB ile Gümrük Birliği ve uluslararası tekeller yararına MAI-MIGA anlaşmalarıyla, emperyalist burjuvazi ve uluslararası tekeller, Türkiye ekonomisini tam denetim altına alma ve sosyal yaşamı üzerinde boğucu kontrol kurma olanağını elde etmişlerdir. Türkiye’nin, ‘90’lı yıllardan itibaren, mali alanda patlak verip ekonominin öteki sektörlerini de etkisi altına alan “kriz”lerle daha dar aralıklarla karşılaşmasında, bu anlaşmalarla ve iç ve dış büyük sermaye çevrelerinin büyük rant geliri sağladıkları yüksek faiz oranıyla borçlanma politikası özel bir rol oynamıştır. Gümrük Birliği’ne katılmayla birlikte (1996), iç piyasada sanayi mallarına yönelik koruma önemli oranda kaldırılarak, ekonomik dış baskıya alan ve olanak genişletilmiş, emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller için, Akdeniz, Ege ve Karadeniz’deki büyük limanlara, uluslararası havaalanlarına, karayolu ağlarına, kültür, turizm ve eğlence merkezlerine yakın yerlerde özel bölgeler oluşturulmuş ve bu bölgelerdeki ticari-sınai ve mali faaliyetler üzerinden tekellerin büyük kârlar elde etmeleri için özel yasalar çıkarılmıştır.
Bu uygulamaların da katkılarıyla patlak veren 94’-99-2001 krizleri, büyük tahribatlara neden oldular. 1994’te ekonomi %6.1 küçülürken, kişi başına gelir 2186 dolara gerilemişti. 1999’da, Türkiye son 55 yılın en büyük yoksullaşmasını yaşadı. Ekonomi %6.4 oranında küçüldü, gsmh 185.1 milyar dolara; kişi başına gelir 2878 dolara geriledi ve %10 oranında bir yoksullaşma gerçekleşti. 2000 yılı itibariyle 200 milyar dolar olan gsmh, 2001 sonunda 150 milyar dolara düştü. 2001’de ekonomi %9 oranında küçülürken, kişi başına gelir 2100 dolara geriledi. 1988’de 9.137; 2000’de 13.473; ve 2001 yılında 15.000 küçük ve orta boy işletme iflas etti ya da büyükler tarafından yutuldu. 2001 Şubat’ında, mali piyasalarda ve bankalar alanında başlayan kriz, ekonominin tüm sektörlerini etki altına alırken, Merkez Bankası’ndan on gün içinde 7 milyar dolarlık döviz ülke dışına kaçırıldı, gecelik repo faizleri yüzde 1700’lere fırladı, holdinglerin bankalar üzerinden çevirdikleri mali dalavereler sonucu, faizleriyle birlikte, 70 milyar dolarlık bir yük oluştu. Kriz, tekstil, otomotiv ve demir çelik sektörleri başta olmak üzere, hemen tüm sektörlerde durgunluğa ve kapasite kullanımında düşmeye neden oldu, ithalat ve ihracat arasındaki açık büyüdü, büyüme hızı ve sanayi üretimi düştü.
Israrla uygulanan bu ekonomi programları sonucu, 1980’de 4.603 milyar dolar olan dış ticaret açığı, 1990’da 9.555 milyar dolar; 2000 yılında 24 milyar dolar, 2003 yılında 18 milyar dolar olarak gerçekleşti, ve bu açık, 2004’ün sadece ilk yarısında 28.7 milyar dolara yükseldi. Yine bütçe açıklarının gsmh’ya oranı, 1991’de %5.25’den, 1996’da %8.23’e ve 2001’de %16.96’ya çıktı; ve iç ve dış borç faizlerinin milli gelire oranı, 1983’te %3.2; 1991’de %3.52 iken, 2000’de %16.43’e; 2001’de %25.3’e yükseldi.
IMF programlarının uygulandığı bütün bu dönem boyunca, bu programların uygulanması dışında “çare olmadığı” ileri sürüldü. Ama, “krizden çıkış” ve “istikrarlı büyüme” adına uygulamaya konan, daha doğru deyişle, dayatılan her yeni program, emperyalist sömürü, etki ve rant getirisini esas alması nedeniyle, istikrarsızlık etkeni olarak rol oynadı.
HOLDİNGLER YARARINA YA DA HOLDİNGLERİN EKONOMİ PROGRAMLARI
Bu süreçte tekelci işletmeler kârlarını artırdılar, holdingler, özellikle üretim dışı faaliyet alanlarında; borsa işlemleriyle büyük kârlar elde ettiler. Rant, ciro ve sanayi kârı artış gösterdi; kapasite kullanımı %70-%80 düzeyine çıkarıldı ve artı-değer sömürüsü yoğunlaştırıldı. ‘94 ve 2001 krizleri, holdinglere, yüksek faizli borç politikası sonucu, %147’lere varan faiz getirisi sağladılar.
1992-99 döneminde yıllık ortalama gelir artışı %4 iken, reel faiz oranı %32 oldu. (ISO 2001 Ekonomik Rapor) Sanayi ve tarımsal üretim üzerindeki mali yük arttı. Rantiye tabakasının milli gelirden aldığı pay, 93’te %50,1 iken; 94’te %57,6’ya, 95’te %61,3’e yükseldi. 1998 yılında, 500 büyük işletmenin kârları içerisinde faaliyet dışı gelirler, %88’e; ve 1999’da %219’a yükseldi. 100 milyar lira faiz geliri sağlayan bir milyarderden herhangi bir vergi alınmaması ve rantiyelerin yalnızca ‘on binde iki’lik bir ödeme yapmaları karar altına alındı. (Aynı dönemde, asgari ücretten yapılan kesinti oranı, % 30.9 idi.) Yüksek rant geliri, sermaye faaliyeti içinde doğrudan yatırımların oranının giderek düşmesine neden oldu. 1994-2000 döneminde toplanan 215.9 milyar dolarlık verginin 138.1 milyar doları; 2002’ye kadar toplanan 279.3 milyar dolarlık verginin 194.9 milyar doları; ve 94-2000 döneminde sağlanan 1 trilyon 276.9 milyar dolarlık milli gelirin %64’ü faizlere gitti; 1990’da her 100 liralık verginin 31 lirası faizlere giderken, 1999’da bu oran % 72’ye yükselmişti. vb.
Bu dönem boyunca, bankaların ekonomideki rolü, ve aynı anlama gelmek üzere, ekonomi üzerindeki etkisi arttı. Büyük bankalar, yıllık kârlarını %116 ila %216 arasında artırdılar. Akbank, 96’daki 37.756 trilyonluk kârını, 2003’te 1 Katrilyona çıkardı; belli başlı diğer bankaların kârları, bir önceki yıla göre, 2.5 kat artarak, 117 katrilyon liraya yükseldi.
Bugün, artık milyarları değil, katrilyonları çekip çeviren tekeller, hisse sahipliği üzerinden ve bağlı/ve ona bağlı şirketler aracılığıyla, ana sermayelerinin birçok kat daha fazlası sermayeyi çekip çevirerek, ekonomiyi denetlemekte, bu ilişkiler üzerinden büyük vurgunlar sağlamaktadırlar.
İŞSİZLİK, YOKSULLUK VE AÇLIĞI ARTIRAN POLİTİKALAR
Son 25 yıllık dönemde, ve son yıllarda “sıkı maliye politikaları” adı altında daha da sertleştirilerek uygulanan ekonomi programlarının ağır sonuçlarının tüm yükünü, denebilir ki, işçi ve emekçiler çekmişlerdir. Bu süreçte, arada mücadelenin yükselmesine bağlı olarak ücret ve maaşlarda kısmi yükselişler gerçekleşse de –ki bu artış, enflasyon artışı ve zamlar karşısında, hemen kısa sürede erimiştir–, emekçilerin satın alma gücü, esas olarak gerilemiştir. Burjuva iktisadı, açlık sınırında yaşayan işçilerle trilyonlar kazanan tekelci burjuvaları “kişi başına ortalama gelir” içinde “eşitleme” becerisini sürdürürken, zengin-yoksul uçurumu açılmaya devam etmiş, ve örneğin 2000’nin ilk aylarında, üretici köylünün eline geçen para, bir önceki yıla göre, %13.3 oranında düşmüş, asgari ücret, reel olarak, %12.4; ve memur maaşları %10.8 oranında gerilemiştir. Buna rağmen, özel sektör imalat sanayiinde, çalışan başına verim %14.2 ve çalışılan saat başı verim %10.4 oranında artmıştır. 2001’de, asgari ücret %16.8; kamu işçileri ücreti %13.7; SSK emeklisi ücreti %2.7; memur maaşları %7.5 oranında gerilemiş, ailelerin %31’i aylık temel ihtiyaç maddelerini ve nüfusun %15’i günlük temel gıda maddelerini karşılayamayacak kadar yoksullaşmışlardır. Aynı yıl itibariyle, açlık sınırında bulunanlar 9 milyona yükselirken, nüfusun üçte biri yoksulluk çekiyordu. 2003’te, açlık sınırında yaşayanların sayısı 14 milyona yükseldi ve günde ancak 1.8 dolar harcama yapabilecek kadar bir gelirle yaşamak zorunda olanlar, 28 milyonu bulmuştu. Kamu çalışanlarının gerçek net ücreti, 1993-1998 arası dönemde, %25.6 oranında gerilemişti. 2002-2004 arası 1.5-2 yıllık sürede gerçekleşen ekonomik iyileşme ve “büyüme”nin halk kitlelerinin yaşamına olumlu bir etkisi olmamış, aksine, işsizlik, yoksulluk ve sosyal haklarda kayıplar artmaya devam etmiştir. İzlenen talep sınırlayıcı ve emekçilerin gelirlerini düşürücü “istikrar politikası” sonucu, kamu sektöründe ücretler, 2002 yılında, (nominal olarak yüzde 31,7 artmış görünmekle birlikte) reel olarak % 9,2 oranında gerilemiş, –memur maaşları da, enflasyon oranında artış iddiasına karşın, ancak reel olarak % 5,7 oranında artmış– asgari ücrette yüzde 8 olarak açıklanan reel artış, hemen ardından gelen zamlarla erimeye başlamıştır.
IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan programların uygulaması, açlık, yoksulluk ve işsizliği daha da artırmıştır. Yatırımların sınırlandırılması, ücret ve maaşların düşük tutulması, ‘personel giderinin azaltılması’, tarım ürünleri sübvansiyonlarının kaldırılması sonucu, emekçilerin satın alma gücü düşmüş, ücret ve maaşlar, enflasyon karşısında ve tüketim gereçlerinin fiyatlarıyla vergi kesintilerinin artması nedeniyle erimiş, ve çalışabilir nüfus içinde işsizlerin oranı, %12.4’e kadar yükselmiştir. İstatistik hileleriyle hesaplara yansıtılmayanlar da dikkate alındığında, bu oran, %22’lere varmaktadır ve özelleştirme kapsamında işten atmalar, önümüzdeki dönemde de devam edecektir. Yalnızca ‘99’da, toplam işçi sayısının %10’u işten atılırken, 2001 krizi gerekçesiyle işini kaybedenlerin sayısı, 987 bin kişiye ulaşmış; bu oran ve sayı, yıllar itibariyle büyürken, 24 yaşına kadar olan genç nüfus içinde, işsizlik, ülke genelinde %20.3’e, kentsel alanda %22.9’a ve eğitimli genç nüfus içinde %27.3’e kadar yükselmiştir. (DİE-2000) DİE Hane Halkı Anketi’ne göre, 2002 yılında, sanayi sektöründeki istihdamda yüzde 4,7, hizmetler sektörü istihdamında yüzde 2,9 oranında artış kaydedilmiş; ancak tarım ve inşaat sektörleri istihdamında yüzde 7,8 ve yüzde 13,7 oranlarındaki daralma nedeniyle, toplam istihdamda, yüzde 0,8 oranında gerileme yaşanmıştır.
2003-2006 döneminde, gsyih büyümesinin yıllık ortalama yüzde 5 civarında olacağının ileri sürüldüğü programda, 2,2 milyon kişiye iş olanağı sağlanacağı iddia edilerek, işsizliğin düşürüleceği belirtilmesine karşın, işsizlik, 2002’deki %10.5 oranından, 2004’ün ilk yarısında %12.4’e yükselmiştir. Özelleştirmelerle ve küçük-orta işletmelerin iflasına yol açan tekelci baskı, dayatma ve yutmayla ve önce “kemer sıkma”, sonra “sıkı maliye politikası” olarak adlandırılan halka karşı saldırgan politikalar sonucu, işsizlik, yoksulluk ve açlık artmaya devam etmiştir. Sermaye ve hükümeti, üretim ve stok artışına ve kapasite kullanımıyla ve verimlilikte artışa karşın, “işçilik maliyetini düşürme” adı altında, işçi ve emekçilere düşük ücret ve yoksullaştırmayı dayatmıştır. Böylece, son yirmi-yirmi beş yıllık süreçte de, bağımlılığın derinleşmesinin ve istikrarsızlığın ağır yükünü çekenler, yine işçi sınıfı ve emekçiler olmuşlardır.
MÜCADELEYİ ACİL VE ZORUNLU KILAN BİR SÜREÇ
Ekonomide iyileşme ve büyüme üzerinden sürdürülen propagandanın, işçi ve emekçilerin durumunu ve bugün karşı karşıya bulunulan sorunları göz ardı ettiğine yukarıda değinildi. Ama, bir süreden beri, bu propaganda, bir bölüm burjuva iktisatçısıyla hükümet çevreleri ve Merkez Bankası üst bürokratları arasında “yeni bir kriz tehdidi” üzerine süren bir tartışmanın etkisine girmiş bulunuyor. “Ekonominin karşı karşıya bulunduğu sorunların ortadan kalkmadığı, sıkı maliye politikalarının devam etmesi gerektiği” yönündeki tartışmalar, üstelik, daha önceki krizlerin ortaya çıktığı koşullara benzer gelişmeleri veri alarak sürüyor. Bu tartışma ve propaganda, hükümetin ve tekellerin emekçilere saldırılarına “zorunluluk” maskesi takmak gibi bir işleve de sahip olmakla birlikte, ekonomideki düzelme iddiasının dayandırıldığı gelişmelerin, tek yanlı yorumlandığının ve ağırlaşmakta olan önemli sorunların göz ardı edildiğinin de kanıtıdır. Böylece, ekonomideki büyümenin, borçlanarak, lüks tüketim malları girişiyle, tüketici kredileri üzerinden tüketimi kışkırtarak, yabancı tekellere ucuz fason üretimle ihracatı artmış göstererek, emekçilerin yoksulluğu ve işsizliğin artması pahasına rantiye gelirlerini artırarak gidilen yolun, iddia edildiği gibi, “istikrar ve refaha” değil; aksine yeni bir krizin eşiğine çıkacağı, yeniden açıklık kazanmıştır. Sorunların ağırlaşması, dış ticaret açığının, daha yılın ilk yarısında, bir önceki yılın rakamlarını geride bırakması, iç ve dış borç miktarının 300 milyar dolar sınırını aşması, cari açıkların büyümesi, “yeni bir kriz mi geliyor?” endişesini yeniden gündeme getirmiştir. IMF ile yeni bir stand-by anlaşması imzalanması ve “yapısal reform” ve “sıkı maliye politikası” adı altında sürdürülen ekonomik sosyal saldırı programının 2007’ye kadar uzatılması karar altına alınmıştır. Büyük sermaye sözcüleri, borç çevriminin zora girdiğini, dış ticaret ve döviz açığının öngörülenin iki-üç katı büyüdüğünü belirterek, “yeni bir kriz tehlikesiyle karşılaşmamak için yeni stand-by anlaşmasının zorunlu olduğunu” söylüyorlar. Burjuva iktisatçıları, bugünkü durum ile 2001 krizi öncesi durum arasındaki benzerliklere işaret ederek, “sıcak para girişi”nin, “yatırım malları ithalatı”nın ve bankalar ve işletmeler yararına tüketicileri kredilerle borçlandırarak tüketimi artırma politikalarıyla şişirilen büyümenin, sağlıklı bir gelişme sayılamayacağını belirterek, önlem alınmasını istiyorlar.
Bu durumda, “ekonomideki büyümenin istikrarlı biçimde devam edeceği” ve “halkın yaşam düzeyinin iyileştirileceği” iddiası, somut herhangi dayanağı olmayan bir abartı olarak kalmaktadır. Aksine, gerek “ekonomik sorunların çözüm yoluna girdiği” ve “ekonomik durumun düzeldiği”yönündeki, gerekse “yeni bir ekonomik kriz tehdidi” üzerine burjuva propagandası; olgu ve olayların sermaye çıkarları yönünde saptırılarak kullanılması ve emekçilere yönelik saldırıların perdelenmesine hizmet etmektedir.
1980-2004 dönemi programları sonucu, kamu dış borç stokunun gsmh’ya oranı %80’lere çıkmıştır, ve bunun 2004 yarı yılı itibariyle %71’e çekilmesinin “başarı sayılacağı”, ekonomiden sorumlu Bakan Ali Babacan tarafından açıklanmıştır. Devlet borçlarının gsmh’ya oranı 2002’de %81.7 iken, 2003’te %85.1’e yükselmiştir. Büyük borç stoku, faiz yükünün artmasının ve yeni borç yükü altına girilmesinin gerekçesi olarak kullanılacaktır. Ankara Ticaret Odası tarafından yapılan bir araştırmaya göre, yeni borç alınmaması durumunda bile, 2010 yılına kadar 123 milyar doları iç, 147 milyar doları da dış borç olmak üzere, toplam 270 milyar dolarlık geri ödeme yapılmak zorundadır. Alınan yüksek faiz ödemeli borçların büyük bölümünün borç ana para ve faizlerinin geri ödemesine ayrıldığı, bir bölümünün askeri araç-gereç alımına gittiği, ve bir miktarının da, üst bürokrasi başta olmak üzere, personel giderlerine harcandığı, yatırımlara ya çok az bir miktar ya da hemen hiç pay ayrılmadığı bilinmektedir. Bu somut durum, borçlanarak yatırımların ve kalkınmanın gerçekleştirilmesi ve istihdamın artırılması iddiasını, önemli oranda dayanaksız bırakmaktadır.
Ancak, kapitalizmin, üretim ve üretim artışı olmaksızın kendini sürdüremeyeceği de bir diğer gerçektir. Kapitalist kârın olanağı, sermayenin genişleyen yeniden üretimindedir. Kuşkusuz, kâr esasına dayalı kapitalist sistemde, üretim ve verim artışı, halkın çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini amaç edinmez, ve kapitalist, işçinin yaşamıyla doğrudan ilgili değildir. İşsizlik, aksine, ucuz işgücü yedeği işlevini görmekte; çalışan işçiler üzerinde baskı unsuru olarak kullanılmakta ve her zaman “bir miktar işsizin olması” sistemin yararına sayılmaktadır, gerçekte de böyledir. İşsizliğin yüksek oranı, bugün önemli bir istikrarsızlık ve tehdit unsuru olmakla birlikte, tekel kârı için ‘göze alınmakta’dır. Verim ve üretim artışı ya da kapasite kullanımındaki yükselişte, istihdamın artırılması ve işsizlere iş bulunması; ücretli ve maaşlı emekçinin yaşam standardının yükseltilmesi bir hedef oluşturmamaktadır. Kapitalistler, teknolojik yenilenme olanaklarını da kullanarak, daha az işçiyle daha fazla üretmeyi esas almakta; bunu, işçilik giderlerini azaltmanın ve asgari ücreti düşük tutmanın aracı olarak değerlendirmektedirler. Kapitalizmin bu işleyişi, Türkiye gibi bağımlılık koşullarında, ve bütçesini, borç alımı ve ödemesiyle “çeviren” bir ülkede, işçi ve emekçiler için gerçek anlamda bir mengene işlevi görmektedir. Üretim ve verim artışının bu özelliği, artan borçlara dayalı bir “çark çevirme”de, dişlilerin işçi ve emekçinin bedenine ve zihnine ‘daha keskin biçimde ‘geçmesi’ni sağlamakta; ekonomik büyüme, üretim ve verim artışı, pratik olarak da kanıtlandığı üzere, işçi ve emekçiler üzerindeki yükün ağırlaştırılması; yoksulluk ve işsizliğin artması pahasına gerçekleşmektedir.
“İyiye gidiş” propagandasını boşa düşürecek gelişmeler, 2004’ün ilk yarısından itibaren uç vermeye başlamıştır. Buraya kadar olan bölümde, özellikle 1980’den bu yana uygulanan ekonomi politikalarının iktisadi sosyal sonuçlarının bazılarına işaret edildi ve gördük ki, bağımlılığı artıran ekonomi politikaları, ülkenin krizden krize sürüklenmesinin etkenlerinden biri olurken, patlak veren krizlerle, bir yandan borçlar ve faizleri artmış; dışarıya sermaye akışı hızlanmış, ve bu gelişme, işçi ve emekçilere, işsizlik, yoksulluk, açlık ve sosyal hak kısıtlamaları olarak yansımıştır.
Bugün de, hükümet, borç ve faizlerini geri ödemeyi en önemli işi ve başarısı olarak görüyor. Bu, yeni borç alımına gidileceği anlamına da geliyor. 2004’ün ilk yarı yılında 300 milyar dolara yükselmiş olan borç stoku, böylece, geri ödemelere karşın, daha da artacak ve bunun yükü, bugüne kadar olduğu gibi, emekçilerin sırtına bindirilecektir. Önümüzdeki iki yıl içinde 24 milyar dolar geri ödeme yapılacaktır. 2003 yılında, gsyih’nın yüzde 3,4’ü kadar olması öngörülen genel devlet sabit sermaye yatırımları hedefine ulaşılamamış, başlatılmış eski yatırımlara bir miktar kaynak ayrılması ötesinde harcama yapılmaması, IMF dayatması olarak kabul edilmiştir. Bu durum, 2004-2006 döneminde, yatırımların tedrici bir artışla, yüzde 4,1 seviyesine yükselmesi hedefini de kuşkulu hale getirmektedir. Dış ticaret açığı daha yılın ilk yarısında 30 milyar dolarla rekor düzeye çıkmış, cari işlemler açığı ise 10 milyar dolara yükselerek, döviz rezervlerinde 6.3 milyar dolarlık erimeye yol açacak bir miktara ulaşmıştır. Dış ve iç borç stokunun büyüme eğilimi devam etmektedir. Büyüme etkenlerinden sayılan “sıcak para girişi”nin , önümüzdeki dönemde tersine dönüşü ciddi bir olasılıktır ve yeni bir krizin önemli etkenleri arasındadır. Borç çevrimine bağlanan “faiz dışı fazla”nın artırılmasındaki hükümet ve IMF ısrarı, emekçilerin zaten sınırlı olan tüketim ihtiyaçlarının daha fazla kısıtlanmasına, satın alma güçlerinin düşürülmesine ve işsizlik ve yoksulluğun daha da artmasına yol açmaktadır ve açacaktır.
Halkın yaşamının, önceki yıllara göre, daha da kötüleşeceği ve sorunların ağırlaşacağı anlaşılmaktadır. 2004 yılı bütçesi verileri de, “ekonomik iyiye gidişin değişmeyen bir çizgide devam etmesi”nin olanaklı olmadığına işaret etmektedir. 2003-2006 dönemi için gerçekleşmesi öngörülen “yüksek oranlı yatırım”, “yeni istihdam olanakları” ve “istihdamın yıllık ortalama yüzde 2,5 oranında artması” beklentisinin gerçekçi olmadığı, aksi yöndeki verilerle ve bu programın ilan edilmesinin üzerinden geçen 1,5 yıllık sürenin ardından, açıklık kazanmıştır. “İç tüketimdeki artış”, ileri sürüldüğü gibi, “ekonomide genel bir canlanma”ya denk düşmemektedir.
Büyümede, stok değişimi ve dış talep; yüksek kapasite kullanımı oranında uluslararası tekellerin “ortaklığı” önemli bir etken olmaktadır. Patlama yaptığı ileri sürülen iç tüketim artışında, üst sınıfların lüks tüketimi önemli bir oran oluşturmakta; banka ve işletmelerin, kârlarını artırmak üzere ve tüketiciyi borç ve faiz yükü altına sokarak kışkırttığı ve emekçiler bakımından satın alınacak karşılığı bulunmayan tüketim kolaylığı, körükleyici bir etken olmaktadır. “İç talepteki artış”, kuşkusuz burjuva iktisatçılarıyla, onların izindeki liberal “sol” ekonomi uzmanlarının iddia ettikleri gibi, üretimdeki artışı geride bırakmış da değildir. Bunlar, bilinçli ve kasıtlı biçimde, kapitalist krizlerin nedenini, aşırı üretim değil, ama “aşırı tüketim” olarak gösterme çabasındadırlar. Bu bir yana, kriz koşulları da dahil, kârlarını artıran ve lüks tüketimlerinden herhangi bir kısıntıya gitmeyen büyük sermaye çevreleri, içinde bulunduğumuz dönemde de kârlarını ve bununla da ilişkili olarak tüketimlerini artırmışlardır. Diğer yandan, sonuçta yine banka ve şirket sahiplerini zenginleştiren bir uygulama olarak, tüketici kredileri ve kredili satışlar, günümüzde, daha önce olmadığı ölçüde yaygınlaşmıştır. İhtiyaçlarını karşılayacak birikimi veya geliri olmadığı halde, aralarında işçi ve emekçilerin de bulunduğu ‘tüketiciler’, bankalara borçlanarak aldıkları kredilerle veya kredi kartlarını kullanarak, satın alma güçlerinin ötesinde tüketime yönelmekte; ardından da, sonuçlarını önceden hesaplayamadan giriştikleri bu işin kurbanı olmaktadırlar. Böylece, kapitalist piyasada tüketim, yine büyük kapitalist işletmelerle bankaların kâr hanesine yazılmak üzere, “patlamış olmaktadır!” Bankalara kredi borcu bulunan tüketicilerin sayısı 3 milyon 169’a ulaşmıştır. Kredi kullanıcıları arasında 812 bin ücretlinin bulunması ve bunların toplam olarak 5.4 katrilyon liralık tüketici kredisi kullanmaları, işçi ve emekçilerin durumunun iyileşmesinin, onların aşırı tüketimlerinin göstergesi değil, aksine, zorunlu gereksinmelerini karşılamak için ücret ve maaşlarının yetmediğinin ve bankalar ve şirketler tarafından, krediler üzerinden de bağımlılaştırılarak, daha kötü duruma getirildiklerinin göstergesidir. “Kamu borç stokunun milli gelire oranının ve kamu açıklarının azaltılması” ve “sürdürülebilir bir büyüme ortamının oluşturulması” hedefli olduğu ileri sürülen politikanın, emekçilere yönelik saldırıları ağırlaştıracağı, şimdiden bellidir.
Bu politikanın nelere yol açacağı, bugüne kadarki uygulamaların önceki bölümlerde işaret edilen sonuçlarına bakılarak da görülebilir. Yukarıdaki bölümlerde, “gelir artırıcı ve harcama disiplinini sağlayıcı tedbirler” adı altında dayatılan politikalarla devlet ve özel kapitalistlerin gelirleri artırılırken, “kamu hizmeti” alanında kısıtlamalara gidilerek emekçilerin yaşamının her bakımdan daha da kötüleştirildiğini, “piyasa kurallarına dayalı ve rekabet gücü yüksek bir ekonomik yapı oluşturulması” iddiasıyla eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanlarındakiler başta olmak üzere, emekçilere yönelik saldırıların daha da artırıldığını, “yapısal reformlar” kapsamında ve “bütçe hedeflerine ulaşmak amacıyla, harcamaları azaltıcı önlemler” adı altında, ücret ve maaş artışları düşük düzeyde tutulup, personel istihdamının önemli oranda (“bir önceki yılda emeklilik, ölüm ve istifa sonucu ayrılan personel sayısının yüzde 50’sini aşmayacak şekilde”) kısıtlandığını veya tamamen durdurulduğunu göstermeye çalıştık. Bunlara, AKP hükümetinin, genel bütçe vergi gelirlerinden büyük şehirlerin “kamu hizmetleri”ne aktarılan payı yüzde 5’den yüzde 4,1’e düşürmesini, ve buna karşılık, “belediye gelirlerini artırmak” üzere, büyük şehirlerde emlak vergisini yüzde 100 artırımlı olarak uygulamaya başlamasını; “Vergi Barışı Kanunu” çıkararak büyük ve orta kapitalistlerin vergi borcunu silmesini; Emekli Sandığı’na prim kesenek oranlarını yüzde 15’ten yüzde 16’ya çıkarmasını, “isteğe bağlı sigortalılar”ın primlerini yüzde 20’den yüzde 30’a yükseltmesini; Bağ-Kur’da ilaç katılım payının sigortalılardan tahsil edilmesi ve emekli aylıklarından kesilmesini; antibiyotik kapsamındaki ilaçların kullanılmasını zorlaştırıcı yaptırımları uygulamaya koymasını ve bazı ilaç ve vitaminlere kuruluş katkısını önleyen negatif ilaç listesi uygulamasını başlatmasını; “yeşil kart uygulamasında ödenek üstü harcama yapma yetkisinin kaldırılması” yoluyla sağlıkta kamu katkısını sınırlamasını eklememiz gerekiyor.
Ekonomideki gelişmelerin,”refahı artırmak”tan, en azından on milyonlarca emekçi açısından oldukça uzak olduğunu gösterir yığınca veri göz önündeyken, uygulanan ekonomi politikanın “başarılı” sayılması ve bu politikanın sürdürülmesiyle istikrarsızlık ve kriz tehlikesinin ortadan kaldırılması olanaklı olamaz. Aksine, Türkiye ekonomisinin, –öncesi bir yana bırakılırsa– son yirmi-yirmi beş yıllık dönemi, bazı sonuçlarına yukarıda işaret ettiğimiz gibi, ülkenin daha fazla bağımlı hale gelmesine, sorunlarının ağırlaşmasına, ekonomisinin tahrip olmasına ve daha fazla istikrarsızlaşmasına yol açmıştır. Bu süreçteki uygulamaların en fazla baskı altına aldığı ve durumlarını giderek kötüleştirdiği, çalışma ve yaşam koşullarını olumsuz yönde değiştirdiği kesim ise, kuşku duyulmayacak biçimde, işçi sınıfı ve kent ve kırın tüm ezilenleri ve emekçileridir.
Bu aynı neden, bugün, emperyalizme, tekellere ve onların politikalarının programlaşması anlamına gelen mali sermaye dayatmalarına karşı mücadeleyi ve bu mücadele ile sermaye ve hükümete geri adım attırma ihtiyacını, çok daha önemli ve acil bir zorunluluk haline getirmiştir. İşçi sınıfı, kent ve kır emekçileri ve tüm ezilenler açısından, buraya kadar belirtilen olgu ve gelişmelerin anlamı, sermaye ve hükümetinin, mali sermaye ve uluslararası tekellerin çıkarlarına da uygun düşen, dahası onlar tarafından dayatılan saldırı programını sürdüreceğidir. Buradan çıkan sonuç, emekçilerle örgütlerinin, ekonominin iyileşmeye ve refahın artmaya devam ettiği propagandasının burjuva ikiyüzlülüğünü ifade ettiğini, ve durumlarında bir iyileşmenin kesin koşulunun mücadeleyi yükseltmek olduğunu bilerek hareket etmeleridir. Burjuvazi ve hükümetinden beklentici bir tutum, açıktır ki, saldırıların uluslararası karakteriyle de ilişkili olarak, haklarda daha fazla kayıplara, işsizlik, yoksulluk ve açlığın artmasına yol açacaktır. Emekçiler bakımından en küçük kazanımlar bile, bugün, yürürlükteki saldırı politikalarının püskürtülmesine bağlıdır. Bu başarılamadığında, bugünkünden de kötü dayatmalarla karşılaşılacaktır ve sermaye ve hükümetinin IMF ile yeni anlaşmaları da bunu göstermektedir.