28 Mart 2004’te yapılan yerel seçimler, kuşkusuz ki, hem yerel yönetimlerin büyük bir bölümünün AKP’nin eline geçmesi hem de pek çok konuda geleneksel yaklaşımları yıkacak olguları açığa vurmasıyla, önümüzdeki aylar ve yıllarda çeşitli yönleriyle tartışılacaktır.
Ancak, seçimin hemen sonrasında da çıkarılacak önemli sonuçlar olduğu açıktır.
Partimizin Genel Yönetim Kurulu, 3-4 Nisan 2004 günü yaptığı toplantıda; yerel seçim çalışmasını değerlendirmiş ve bir dizi karar almıştır.
Hiç kuşkusuz ki; 3 Kasım ve 28 Mart seçimleri, sermayenin medya gücünü yalnızca destekçi ya da yönlendirici olarak değil ama bir provokatör olarak da devreye soktuğu, devasa medya gücünün AKP’nin arkasında birleştiği seçimler olmuştur. Seçim çalışmaları sürecinde AKP’nin yüzde 57-58 oy alacağını tartışılmaz bir gerçek gibi propaganda eden medya, anket üstünden seçim ortamını provoke ederek, AKP’nin başarısında önemli bir rol oynamaktan öte, seçimin bir hafta önceden bittiği havasını yayarak adeta bir anket terörü estirmiştir.
* * *
Seçime bir bütün olarak yaklaşıldığında; partilerin bu seçimdeki pozisyonları şöyle tespit edilmiştir:
1-) AKP, seçimden oylarını artırmış olarak çıkmıştır. AKP’nin oylarını artırmasının nedenleri şöyle sıralanabilir:
a-) Her şeyden önce AKP, bir yerel seçimde, hükümet olmanın geleneksel avantajını kullanmıştır. AKP bu gücü, sadece pasif olarak da kullanmamış, iktidarda olmasını halka karşı bir şantaja dönüştürmüştür. “Hizmet istiyorsanız AKP’yi seçin” AKP’liler tarafından adeta bir slogan haline getirilmiş, Başbakan ve bakanları bunu her vesileyle yeniden yeniden öne sürmüştür.
b-) Hükümet partisi olan AKP, henüz yıpranmamış olmanın avantajını kullanmıştır. IMF’ci politikaların yıkıcı sonuçlarıyla Ecevit Hükümeti’nin IMF kılavuzluğunda giriştiği krizin yükünü halka yükleme operasyonunun tepkisini DSP, MHP, ANAP almış, bu tepki; Ecevit ve ortaklarını tarihe gömmüş, ama meyvesini (enflasyonun düşmesi, faizler ve döviz fiyatların düşmesi gibi kimi global ekonomik göstergelerin üstünden “ekonomi düze çıkıyor” propagandasına fırsat veren tablo) AKP toplamış ve bu parti, o politikaların pervasız bir devamcısı olduğu gerçeğinin henüz halk tarafından fark edilmemiş olmasından yararlanmıştır.
c-) Sermaye güçleri, DP’nin güçlü yıllarında bile olmadığı kadar AKP’nin arkasında birleşmiştir. İç (TÜSİAD, MÜSİAD gibi sermaye örgütleri, ticaret ve sanayi odaları, değişik adlardaki Mason locaları, esnaf-şoför odaları gibi kitlesel temelli organizasyonlar; çeşitli sendika yöneticilerine kadar uzanan çevreler…) ve dış sermaye çevreleri, AB ve ABD başta olmak üzere (IMF, DB gibi finans merkezleri) Türkiye’nin politikasına yön veren dış güç odakları, kendi aralarında çekişseler bile, AKP’nin arkasında yer almakta birbirleriyle yarışmışlar; 17 aydır süren desteklerini seçimlerde de her biçimde göstermişlerdir. Bunlara, irili ufaklı Sünni temelli dini cemaatlerin, tarikatların da, birlik ve bütünlük içinde AKP’nin arkasında yer almasını ekleyebiliriz.
d-) Bugüne kadar medya grupları, hiçbir siyasi partinin arkasında, AKP’nin arkasında olduğu kadar blok olarak hareket etmemiştir. Doğan Grubu, Çukurova Grubu, Fetullahçı, Nurcu, Nakşibendi gazete ve TV kanalları, Akitçiler, Yeni Şafakçılar, TRT, Star Grubu, Ilıcaklar’ın Tercümanı– her biri, kendi tarzlarıyla, AKP’nin birer propaganda merkezi olarak hareket etmişlerdir. Medyanın; seçim ortamını provoke etmek üzere bir CHP yöneticisiyle anket kuruluşunu da kullanarak, yaratılan “anket terörü”nün AKP karşıtı partiler içinde yarattığı moral çöküntüsünü bir yana bıraksak bile, AKP’nin oylarını en az birkaç puan artırdığını (anketin bir AKP-CHP karşıtlığı ve kutuplaşmasını kışkırtarak, CHP’ye, Güçbirliği ve öteki laik kesimlerden oy aktarıp yarar sağladığını da düşünmek gerek) söylemek abartı olmaz.
f-) Meclis’teki tek muhalefet partisi olarak CHP’nin etkisizliği, Baykal ve kliğinin karşı partileri güçlendirmedeki “yetenekleri” de, AKP’nin en önemli avantajlarından biri olmuştur.
Ancak, bunlara rağmen; AKP’nin oy artışı, anketler aracılığı ile fırtınası koparılan “rekorlara” da ulaşamamıştır. Hatta, 3 Kasım’la karşılaştırıldığında, Erdoğan’ın mitinglerine katılım ve AKP’nin hareketlendirdiği coşku ve sürükleme gücünün düşüklüğü, onun yükselişini esas olarak tamamladığını da göstermekte, AKP’nin “yelkeni”nin, karşısında bir muhalefet odağı bulunmamasından da güç alarak, “iktidar olma”nın avantajlarıyla ve 3 Kasım “rüzgarı”nın esintileriyle şişebildiğini ortaya koymaktadır. Ancak; seçim sürecinde oluşturulan hava, AKP bakımından sağlanan motivasyon ve sunulan destek; önümüzdeki dönemi anlamak bakımından önemlidir.
Sermaye güçleri tarafından, AKP; AKP Hükümeti’nin önceki hükümetlerden devralıp sürdürdüğü ekonomi ve siyaseti yenileme, emek güçlerini ezme, kazanılmış haklarını ortadan kaldırma amaçlı programı hayata geçirmede teşvik edilmiş; AKP oylarının artması, bu partinin hükümetini halk düşmanı politikalara bağlamıştır. Deyim yerinde ise, yerli ve yabancı güç odakları AKP’ye; “kendini ellerimize bırak gerisini merak etme” demişlerdir.
Bundan şu sonuç çıkar ki; önümüzdeki dönem, IMF güdümlü ekonomik program ve ona bağlı olarak yenilenmeye çalışılan siyasi ve idari yapıya yönelik operasyonları hükümet kararlılıkla, eskisinden daha acımasız hamlelerle yürütecek, emek ve halk düşmanlığında hiçbir sınır tanımayacaktır. Öyleyse bu dönem; emekçiler, halk, Demokratik Güçbirliği için zorlukların, ama aynı zamanda, hareketin zemininin genişlemesi için de yeni imkânların ortaya çıkacağı bir dönem olacaktır.
AKP’nin yükselişinden çıkarılacak en önemli sonuç da budur.
2-) CHP, oy kaybına uğramış; “ana muhalefet” iken bile oy kaybederek, “başarıları”na bir yenisini eklemiştir. Bu seçimde aldığı sonuçla bir kez daha görülmüştür ki, CHP, politika ve tutumlarıyla kuşkusuz bağlantılı olarak, AKP’nin ve “iktidarı”nın şöyle ya da böyle bir alternatifi olmadığı ve olamayacağını bir kez daha kanıtlayan, halk yığınları açısından, bugün olmazsa yarın, etrafında birleşebilmek üzere umut veren gelişme ve güçlenme halinde bir güç değil, elindekini korumaya uğraşan, ama sürekli kaybeden, gerileme halindeki bir güçtür.
Kuşkusuz CHP denilince, seçim yenilgisi bakımından, parti içi hizip çatışmalarından rant kavgasına, bürokratizmden abes bir laiklik ve “solculuk” zihniyetine kadar pek çok konu gündeme gelmektedir. Bu seçimlerde de, CHP’nin seçim taktiğinde, bütün kronik hastalıklarının etkisini görmek mümkündür.
Bürokratik, halka tepeden bakan bir parti olduğu; rantçılıkta ve rüşvet dağıtımında öteki partilerden pek de geri kalmadığı görülmüştür. İstanbul, İzmir ve Ankara’nın zengin semtlerinin CHP’ye, yoksul semtlerinin AKP’ye oy vermesi bile, uzun geçmişiyle CHP’nin, halk yığınları, yoksul kitleler karşısındaki pozisyonunun ibretlik bir ifadesidir. Ankara halkının üstelik de yarısından fazlasının Melih Gökçek gibi bir “fenomen”e oy vermek zorunda kalmasının nedeni, CHP solculuğunun, solculuğu bölücülüğe götürmesinin, halka tepeden bakan halkçılığının bir “abidesi”dir. Ne var ki, CHP’de ortaya çıkan oy kaybı, beklenenden daha az (aslında yüzde hesabıyla 1 puan civarında olan gerileme, seçmen sayısındaki artışa ve katılım oranındaki düşüşe karşın, mutlak rakam olarak hiç de az olmayan 1 milyon dolayında) olmuştur. Halkın hiçbir talebini sahiplenmeyen ve hiçbir ciddi muhalefet yapmadığı için bir umut ışığı olamayan, bu nedenle iç çekişmelerinin artması kaçınılmaz olan CHP’nin, rakamların da ötesinde gerileme halinde oluşunda şaşılacak şey yoktur. Dolayısıyla Güçbirliği’nin; daha demokratik, daha emekten yana bir Türkiye için CHP’ye gitmiş geniş halk kesimlerinin kazanılması yönünde çaba harcaması gerekecektir. Bunun için, başta, kuşkusuz, Güçbirliği’nin yaklaşım, tutum ve çalışmalarından ders çıkararak, kendisini, halk muhalefetinin gerçek bir odağı ve mücadele merkezi olarak konumlandırması zorunludur.
3-) “DYP ve MHP yeniden yükselişte mi?” sorusu sadece “oy” açısından sorulursa, MHP ve DYP’nin oylarının bir miktar arttığı gözlenmektedir. Buradan, sermaye güçlerinin AKP’nin seçeneği olmayı; hiçbir emek, hak hukuk kaygısı taşımayan bu iki partiye sipariş ettiğini, vatan-millet edebiyatlı iç politikayı bu partilerle sürdürmeyi tercih ettiğini söyleyebiliriz. Bunun içindir ki, medya; bu iki cesedi tabutlarından alıp, yeniden canlandırma teşviğiyle, halkın önüne koymuştur. Anlaşılmaktadır ki, bu iki “misyon” partisi, öyle DSP ve ANAP gibi, “kendiliğinden” ve kolaylıkla yokoluş çukurunda kaybolmayacak, bunun için mücadele etmek gerekecektir. Ancak bu partilerin canlanması için de bir hayli destek gerekmektedir. Sermayenin güç odakları, bu iki partiye ilk desteği seçimler üstünden vermek istemiş; CHP’de gerilik, eskiye bağlılık, statükoculuk olarak suçladıkları “vatan-millet edebiyatı”nı, “Kıbrıs’ta çözümsüzlük”, “piyasa karşıtlığı” gibi argümanları, bu iki partinin “direngenliği”nin, “kendilerini yenilemelerinin dayanağı” olarak sunmuş, üstelik bunda bir çelişkiye düşme kaygısını da taşımamıştır.
Bu da göstermektedir ki; sermayenin uzmanları, bilim adamları çifte standartlıdır ve statükoyu savunan DYP ve MHP’yi gelecekte güçlü partiler olmaya aday gösterirken, bugün onlardan çok “güçlü” olan CHP’yi, aynı nedenle, geleceksiz diye çöpe atmaktadırlar. Kaldı ki, MHP ve DYP kadar milliyetçi olan DSP, İP, BBP ve diğer milliyetçi partiler de oy kaybetmeye devam etmektedir.
* * *
Her şeyden önce yerel seçimler, bir kez daha göstermiştir ki; sermaye partileri ve arkalarındaki güçler, yerel seçimleri, rant dağıtımıyla yerel güç odaklarını yedekleyip besledikleri bir mekanizma olarak kullanmaktadır.
Bu durum, birinci olarak; bütün sistem partileri arasında ve bu partilerin yerel örgütleri ve yerel parti örgütleri içindeki çıkar gruplarının çıkar kavgası olarak kendisini ortaya koymaktadır. Ama rant ve çıkar mekanizması burada tamamlanmamakta; aynı zamanda, seçim bölgelerindeki nüfus içinde yaygın rüşvet ağının üstünden, halk yığınlarının oylarının denetim altına alındığı bir alt mekanizmayı da devreye sokmaktadır. Rüşvet; avanta, ranttan pay vermekten seçmenlere iş vaadine, kömür, küçük erzak paketleri dağıtmaktan elden para vermeye kadar, çeşitli biçimler altında olabilmektedir. Yoksulluk ve insanların zorunlu ihtiyaçları ne kadar büyümüş ve aciliyet kazanmışsa, rüşvetin miktarı küçülmekte ama yaygınlaşmakta ve rüşvete dayalı ilişkinin sayısı artmakta, emekçilerin onurlarını kıracak biçimler daha da yaygınlık kazanmakta, ahlak bozukluğunu artırıcı bir etki uyandıracak düzeye varmaktadır. Öte yandan bu, rüşvet dağıtımı ile oy toplama arasındaki ilişkiyi doğru orantılı olarak artırmakta, oyların kişisel irade ürünü olarak şekillenmesi oranını düşürmektedir.
Bu gerçeği herkes tarafından görünür kılarak, yerel seçimler; emek ve devrimci demokratik güçlerin bu alanda sermaye partilerini yenilgiye uğratabilmeleri için; sermayenin rant dağıtım mekanizmasını parçalayıp, emekçi yığınları demokrasi, bağımsızlık ve hak –emeğin hakları– mücadelesine çekecek, parlamentarizmi ve ona bağlanmış olan rantçılığı aşacak bir karşı güç odağı oluşturmanın zorunluluğunu bir kez daha göstermiştir.
Aslında bu saptamayla ifade edilen, son 50 yılda yapılan bütün seçimlerin gösterdiği bir gerçektir. Ama, önceki seçimlerde, her seferinde yeni bir bahaneyle gerçeklerin üstünü örtecek nedenler bulunabilirken, 3 Kasım 2002 ve arkasından gelen 28 Mart 2004 seçimleriyle birlikte; sermaye partileriyle –onların yaşam alanında– girilen bir yarışta; halk güçlerinin, emek güçlerini temsil eden partilerin seçimleri almasının (ve seçimleri aldıktan sonra halkın beklentilerine yanıt vermesinin) çok özel koşullarda mümkün olabileceği herkesin kabul edeceği bir gerçek haline gelmiştir.
Bu yüzdendir ki; Demokratik Güçbirliği’nin başarılarının, eksiklerinin ve erdemlerinin “teknik düzeyde” değerlendirilmesiyle yetinilemez. Ancak bu; Güçbirliği’nin oluşumu ve partimizin Güçbirliği’ni kavrayışı, örgütlerimizin ele alışındaki zaafların ve olumlulukların üstünden atlanması gerektiği anlamına gelmez. Bu, Güçbirliği’nin diğer bileşenleri açısından da kuşkusuz geçerlidir.
Nitekim gerek seçimden önce yapılan tartışmalarda, gerekse seçimler boyunca seçim çevrelerinde yapılan çalışmalarda görülmüştür ki:
– Demokratik Güçbirliği’nin bu seçimlerde oynaması gereken rol, bu rolün yerine getirilmesinde Güçbirliği partilerine, bu partilerin örgütlerine, hatta birer birer üyelerine düşen rol, partimiz de içinde olmak üzere, Güçbirliği partilerince yeterince anlaşılamamıştır.
EMEP’le sınırlı konuşursak, bu anlayamama kendisini, Blok’a, ÖDP ve SHP’nin eklenmesiyle oluşan genişlemenin, bize, daha önce bağlantı kuramadığımız, ve SHP yandaşlarından da öte, “sosyal demokrasi”nin etkisi altındaki çok geniş bir halk kesimine hitap etme, onlarla diyalog kurma imkânı sağlayacağı –özellikle seçim sürecinin başlarında– gözden kaçırılmasında, yine başlangıçta, devrimci parti ve militanlarının, halkın geniş kesimleri içinde yer tutma ve onları birleştirme temel amacını anlama ve düstur edinmeye bile yabancı, halktan kopuk “saflık” peşindeki “solcu” çevrelerin yaptıklarıyla benzerlikler taşıyarak, ideolojik kararlılık konusu olması gereken Karayalçın’ın ve sosyal demokrasinin misyonu, SHP’nin durumu vb. üstüne –sınıfın ve halkın birliğini sağlama ve örgütlenme ve mücadelesinin yolunu açma amaçlı– politik/taktik esnekliğe sığmayacak “çeşitlemeler” etkili olup yer yer öne çıkabilmiş ve Güçbirliği’nin yarattığı fırsatlar gölgelenmesinde göstermiştir. İkinci olarak, bu durum kendisini, yine özellikle başlangıçta, parti seçim çalışmasının EMEP adaylarının olduğu yerlere daraltmasında görülmüş, bu ise, bir yönüyle de, seçim öncesi ısrarlı adaylık pazarlıklarının bir devamı olarak ortaya çıkmış, ama her iki zaaf da, Güçbirliği ve yarattığı olanakların kavrayış yetersizliği ortak paydasına oturmuş, kaynağını onda bulmuştur. Sözü edilen anlayış yetersizliği ve ürünü olarak beliren zaaflar, yer yer ve özellikle Güçbirliği’nin diğer bileşenlerinden gelen benzer zaaflar karşısında bir tür korumacılıkla pekişerek –ama çoğu durumda kalıntılar haline gerileyerek– sürenlerin ötesinde, seçim çalışmasının ilerleyen günlerinde esas olarak aşılmış ve nitekim az çok Güçbirliği’nin gereğine uygun çalışmanın yapıldığı seçim çevrelerinde bunun etkisi görülmüş; önceki seçimlerde bağlantı kurulamayan pek çok çevre ile diyalog kurulabilmiş; hatta bu çevrelerin Güçbirliği’ne oy verdiği de gözlenmiştir.
Sözü edilen zaafların ve benzerlerinin EMEP’e özgü olmakla kalmadığı ve Güçbirliği’nin diğer bileşenleri açısından da geçerli olduğu söylenmelidir. Güçbirliği deneyinden, her partinin öncelikle kendisine dönük sonuçlar ve dersler çıkarmasını doğru yöntem bilerek –aksi halde, ilerletici sonuçlar çıkarmak bir yana, zaten yaşanmış olan “sen-ben” çekişmesinin sürdürülmesine hizmet edileceği ortadadır–, biz, kendimize ilişkin olanlara işaret ettik. Bu, Güçbirliği bileşenlerini hatasız varsaydığımızdan değildir. Ve, daha ileri giderek, belirtilebilir ki, 28 Mart ve Güçbirliği tartışmaları ve çalışmaları sürecinde, benzeri zaaflardan payına en azı düşenin partimiz olduğu, sanırız, tek tek Güçbirliği’nin tüm bileşenleri tarafından teslim edilecektir.
GYK’mız, bu ve benzeri zaafların; uzunca sayılabilecek tarihleri boyunca şimdiye kadar hiç bir araya gelmemiş ve hiçbir ortak çalışma yürütmemiş, hatta bunun olabilirliğini bile düşünmemiş, böyle bir birliğin kültür haline gelmesine temel olacak pratik deneye sahip olmayan bir dizi partinin ilk kez oluşturdukları bir Güçbirliği sürecinde ortaya çıkmasında şaşılacak bir yön görmemektedir. Hele farklı sınıf çıkarlarını esas alan, karşıt referanslara, tarihlere ve programatik temel farklılıklara sahip partilerin de bir araya geldikleri 28 Mart birliği düşünüldüğünde, ortaya çıkması kaçınılmaz sayılabilecek zaaflar üzerinden değil, ama olumluluklardan yaklaşıldığında, kuşkusuz karşılıklı eleştiriler ve özeleştirilerle birlikte, Güçbirliği’nin, üzerinden yürüyebileceği bir temeli az çok attığı ve bugün böyle bir temele sahip olduğu belirtilmelidir.
-GYK’mız, Güçbirliği ve seçim çalışmalarına ilişkin kavrayış yetersizlikleri, hata ve zaafların, yalnızca teknik ya da uygulamada ortaya çıkan ve alt örgüt kademelerini ilgilendiren eksiklik ve yanlışlıklar olarak ele alınmamasının doğru olacağı düşüncesindedir. GYK’mız o görüştedir ki, bunlar, hem Partimiz ve hem de Güçbirliği’nin tüm partileri tarafından bir eğitim ve düzeltme faaliyetinin, partilerinden başlayarak, Güçbirliği’nin yenilenmiş sağlam bir temele oturtulmasının temeli edinilecek türdendirler. “Fraksiyonculuk” ya da aynı anlama gelmek üzere dar “particilik” yapılarak zaafların üstünün örtülmesi ya da “ortaklar”ın üzerine atılması yolu tutulmadan yapılacak değerlendirme ve düzeltmeler, güçlü bir Güçbirliği’ni yaratmanın koşulları arasındadır.
– Genel olarak seçime katılma platformunun belirlendiği programın oluşturulmasından sonra, yerel seçim bölgelerinde aday belirlemelerinde partiler arasında ayak oyunları, her partinin kendi adayının en öne geçmesi için girişilen manevralar, grupçuluk, kişisel çıkar kaygıları, özellikle de kazanma ihtimali olan bölgelerde devrimci ahlakla bağdaşmayan girişimler, bu seçimlerde değişik düzeylerde de olsa da Güçbirliği partilerinin hemen tümünde, bütün kademelerinde görülmüştür. Aday belirlenmesi sürecindeki tutumlar ve gösterilen olumsuzluklar, seçim süreci boyunca da; birlikte ve, ortak çalışmayı, bir muhalefet ve güç odağının dayanışma içindeki mücadelecileri olarak davranmayı engellemiştir.
– Güçbirliği içindeki SDP’nin “SHP varsa biz yokuz” tutumu, bu parti yöneticilerinin Güçbirliği dışındaki kimi mihraklara açıkça “imza ve güç verme”si, ÖDP’nin pek çok seçim bölgesinde adaylarını çekip Güçbirliği’ni açığa düşürerek CHP’yi desteklemesi, CHP ile ayrı bir güçbirliği yapması, kendi çatısı altında girmediği bölgelerde çalışmalara katılmamayı genel tutum edinmesi gibi, hiçbir şekilde birlik fikriyle bağdaşmayacak girişimlerinin, elbette ki, yukarıda sözü edilen partilerin ya da örgütlerin kavrayışı-kavrayışsızlığı, tepkili davranma, kırgınlık ifadesi gibi bir birlik içinde olabilecek “yanlışlar” kategorisini aşan tutumları, Güçbirliği’nin geleceği için ayrıca ele alınması gereken tutumlardır. Ölçek farkları dikkate alındığında genelleşmemelerine, ve bir ölçüde “yanlışlar” olarak kalmalarına karşın, bunlara, SHP’nin Ankara’nın ilçeleri, Antep ve Hatay gibi yerlerde liste vermek kendisine bırakılmışken –örneğin partimizi açmazda ve alternatifsiz bırakarak– aday göstermeyip CHP ve adaylarını işaret etmesi, pek çok yerde –Fehmi Işıklar dışta tutulursa, İzmir örneğinde olduğu gibi– “Güçbirliği” sözcüğünü bile kullanmaması, çatının farklı olduğu yerlerdeki çalışmalara ilgi göstermemesi gibi tutumları, çatı farklılığı durumunda çalışmalara katılma isteksizliği tutumuna yer yer DEHAP’ın da düşme eğilimi göstermesi, eklenmelidir.
– Güçbirliği’nin oluşum sürecinde karşılaşılan problemler, yer yer koltuk kavgası görünümü kazanan aday çekişmeleri, –en azından partimiz açısından– sosyal demokrasiyle birlikte iş yapmada (ve tersi, sosyal demokratlar açısından en azından partimizle birlikte çalışmada) ortaya çıkan, ve belirtildiği gibi, tahmin edilebilir ama asgariye indirilebilir olan sıkıntılar; Güçbirliği’nin en önemli ağırlığını oluşturan Kürt tabanın SHP’yi tanımada ve benimsemede güçlük çekmesi ve oy verme sıkıntıları, DEHAP çatısı altında daha büyük bir heyecanla seçime katılacak kesimlerin bir bölümünün gönülsüzce ve çok geç hareketlenmesi, seçim çalışmasının geç başlaması, AKP başta olmak üzere düzen partilerinin rüşvet dağıtımı, vaat yağmuru içinde gerçeğin kaybedilmesi gibi yollarla oy satın alınması… ve yerele indikçe bunlara eklenebilecek başka pek çok etken, yetersizlikler, yeteneksizlikler, elbette seçimden başarıyla çıkılamamasında rol oynamıştır. Ama, “bütün bu sıkıntıların en azından bizim tarafımızdan şikâyet edilen yanları ortadan kaldırılsaydı da; sonuç farklı olacak mıydı” sorusu akla gelebilir.
Elbette bazı farklar olabilirdi. Örneğin kaybedilen bazı yerellerde seçimler kazanılabilir; genel açıdan oy oranı da, sermaye propagandacılarının “Güçbirliği oy kaybına uğramadı” diyecekleri bir düzeye çıkarılabilirdi. Ama bu, Güçbirliği’nin sorununu çözmüş olmaz; halkın bizden beklentisi ve bizim Güçbirliği’ne biçtiğimiz misyon bakımından, bizim, “bu seçimlerden başarıyla çıktık” dememize yetmezdi. Çünkü, 3 Kasım 2002 ve 28 Mart 2004 seçimleri birlikte değerlendirildiğinde şu veriler açıkça ortaya çıkar:
a-) Güçbirliği’nin (Blok’un) zemininin genişlemesi için çeşitli parti ve siyasi çevrelerin bir araya gelmiş olması yetmez, yetmemiştir Tersine, Güçbirliği; çeşitli emekçi kesimlerin birleştirilmesi; sadece Kürtlerin, devrimcilerin, solcuların, sosyal demokratların değil, her milliyetten halk için bir mücadele odağı olarak biçimlenmesi gereken bir odaktır. Nitekim 3 Kasım’a göre, Blok’a ÖDP ve SHP katılmıştır, ama genelde oy oranı düşmüştür. Ve elbette bu düşmenin “suçu”, yalnızca katılan partilere yıkılamaz. Aradan geçen sürede, güçbirliği yaparak 3 Kasım’da seçime giren Emek-Barış-Demokrasi Bloku’ndan, beklenenler gerçekleşmemiş; Blok, süreci, kedisini alternatif bir güç odağı olarak inşa etmek; emek ve demokrasi mücadelesine bir taraf olarak katılmak, gidişata müdahale etmek yerine, kendisiyle ilgili sorunlarla boğuşmakla geçirmiştir. Ama bundan daha da önemlisi; geçen süre içinde, halk yığınları açısından onlara güven veren, “bu güç odağına katılırsam demokratik haklarım artar, özgürlükler genişler, sendikal mücadelem, ekmek mücadelem, özgürlük mücadelem güçlenir” fikrini oluşturup geliştirecek bir çaba, bir inisiyatif gösterememiş; en iyimser değerlendirmeyle, sermaye güçlerinin ortaya koyduğu “çözümler”e orasından burasından itiraz eden, kutlamalar, anmalar, protestolarla güç gösterisi yapan bir tutumu aşamamıştır. Oysa Blok, mevcut güçleriyle bile, 3 Kasım seçimleriyle, Meclis dışındaki en geniş kesimlerin sözcülüğünü üstlenebileceği bir pozisyon elde ettiği gibi, ülkenin en dinamik güçlerinin temsilcisi olarak da, çok önemli bir rol oynama potansiyeline sahipti. Bu pozisyona sahip tek güç merkeziydi. Kendisini muhalefet merkezi olarak inşa etme ve örgütleme, ve bunun zorunlu koşulu olarak, mücadele eğilimi gösteren ve bloğun açacağı kanaldan bu eğilimi göstermesini kolaylaştıracağı işçi ve emekçilerin, Türkler ve Kürtlerin, halkın taleplerini sahiplenip eylemleri içinde ve önünde, destekçisi ve örgütçüsü olarak inisiyatif alma tutumunu geliştirmesinin koşulları fazlasıyla vardı. Bu, olanaklıydı ve halk hareketinin önünün açılması ve gelişmesi ile birlikte bir muhalefet odağı olarak Blok’un da gelişip güçlenmesi ve 28 Mart’ı farklı bir pozisyonda karşılaması anlamına gelir, bu durumda yeni katılımların sağlayacağı etki de büyürdü. Ancak halkın taleplerine sahip çıkılması ve “aşağıdan” mücadelenin kucaklanmasının (sendikalar, kitle örgütleri vb. gibi örgütlü kesimlerin katılımı ve henüz örgütlenmemiş kesimlerin Blok tarafından mücadeleye çekilmesinin) sağlayacağı olanaklar ve genişliğin önemi anlaşılamayıp, sadece yeni parti katılımlarıyla “genişleme”ye sabitlenilerek “genişleme” sorunu doğru çözümlenemediği gibi, böyle bir temel yaratılamadığından, 6 partinin güçbirliğinden de beklenen verim sağlanamadı.
b-) Blok’a ÖDP ve SHP’nin katılımı ve oluşan Güçbirliği’nin açtığı yerel seçim platformu; işsizlik, yoksulluk ve açlığın pençesindeki geniş emekçi yığınlar için etrafında birleşerek sorunlarını aşabilecekleri bir merkez görünümü ortaya koyamamıştır. Bunun doğal sonucu olarak da, yerel seçimlerde yerel sermaye odakları ve “kasaba politikacıları”nın yedekleme alışkanlığı üstünden, AKP başta olmak üzere, sistem partileri, kendi bildikleri, uzmanı ve alışkın oldukları kulvarda yarışarak, halkı kendi partilerinin arkasına yedekleyebilmişlerdir. Çünkü; bugün ekmek bulmakta zorlanan, hemen yarın işe girmek için suyun başında bir tanıdığının olmasını isteyenler, yarın küçük bir erzak çantasına sahip olmayı bile önemli kazanç görecek kadar çaresiz durumda olanlar, kendi çevresiyle, cemaatle iyi geçinmeyi tek güvencesi olarak görenlerin varlığı ve çözümsüzlüğü, bu kendi haline terkedilmişlik ve çözümsüzlüğün giderilememesi, bunun için gerekli koşulların yaratılamaması, örneğin bir önceki paragrafta üzerinde durulan alternatif mücadele odağının merkezinde olduğu bir toplumsal mücadelenin, ezilenlere yeni bir “ufuk” açıp, dayanağı, pratikte birleşmekte olan halk ve gelişmekte olan mücadelesinin kendisi olan bir çözüm kapısı göstererek yaratılacak umut ve tümünün sağlayacağı moral ve motivasyondan yoksunluğun boşluğu, her biri, kendi başına belki önemli görünmeyen, ama tümü insanları düzene bağlayan, onları düzen partilerine doğru sürükleyen bağcıklar, yerel seçimlerde oy dağılımının belirlenmesinde önemli role sahip olmuştur.
– Blok ve Demokratik Güçbirliği’nin aldığı oylar kıyaslandığında; Güçbirliği oylarındaki düşüşü açıklamak üzere; seçimin yerel olması, çatı partilerinin farklı farklı olmasından gelen oy verme güçlükleri, Kürt kökenli seçmenlerin DEHAP çatısı altında daha atak olmaları gibi nedenler söylenebilirse de; soruna daha yakından bakıldığında görülür ki, hem genelde hem de bölgede 3 Kasım’a göre oy kayması vardır. Genelde istisnalar dışında düşüş yaşanmıştır. Bölgede bazı illerde yükselişler olsa bile, oran ve mutlak rakam olarak düşüşler de görülmektedir. Her ne kadar oy sayısında ciddi bir azalma gözlenmese de, belirli istisnalarla, oy oranında azalma ve sermaye partilerine ve özellikle AKP’ye oy kaydığı bir gerçektir. Bunun ana nedeni ise; DEHAP’ın tabanı olarak şekillenen birliğin 1980’ler ve 1990’lı yıllardaki mücadelelerin üstünde, Kürtlerin ulusal hakları vb. “kimlik mücadelesi” temelinde oluşan saflaşmanın; bugün gelinen aşamada; geniş emekçi yığınların, Kürt yoksullarının iş, ekmek, daha iyi yaşam ve çalışma, sosyal yaşamın zenginleştirilmesi, daha iyi hizmet, daha iyi kentlerde oturma isteğine, yalnızca kendi başına, yeterli yanıt vermediğidir. Dolayısıyla bu, yığınların bir bölümünü, iktidar partisi AKP ile uzlaşarak, oylarını onlara vererek bir uzlaşma yapmaya yöneltmiştir. Bu durum bölgede hissedilmektedir, ama büyük kentlerde, son 10-20 yıl içinde varoşlara yerleşmiş halk içinde daha belirgin bir biçimde gözlenmektedir. 3 Kasım seçimlerinde Blok mitinglerindeki olağanüstü coşku ve kitleselliğin seçimlerde oy olarak realize olmamasının arkasında da, seçmen kütükleri sorunu vb.’nin yanı sıra ve ondan daha çok bu vardı. Kürt olarak DEHAP’a onun mitinglerine coşkulu katılım sağlayan yığınlar, yarınki talepleri için sistem partileriyle pazarlık yapıp onlara oy vermişlerdir.
– Buradan çıkarılması gereken sonuç, “kimlik” talebinden vazgeçmek olamaz. Kürt sorunu çözülmedikçe, bu talep olacak ve önemini koruyacaktır. Ancak giderek daha çok, kimlik talebinin, iş, aş ve daha iyi ve insanca yaşam talepleriyle birleştirilmesi, ve ikisinin birlikte, mücadelenin temeli edinilmesi zorunluluğu büyümektedir. Bu, DEHAP etrafında gerçekleşen birliğin; Kürt emekçilerin daha iyi ve daha insanca bir yaşam taleplerini de kapsayarak, daha geniş kesimleri birleştirecek biçimde yenilenemezse, eski birliğin de sıkıntıya girmeye başlamasıyla, giderek daha da kan kaybedeceğinin işaretidir. Bu yüzden; Güçbirliği’nin sorunu, sadece şu çevrenin katılımı, bunun da onlara eklenmesi ile değil, bundan da önemlisi; şu anda Güçbirliği’nin hâlâ en dinamik güç kaynağı ve gerçek muhalefet odağı olabilme pozisyonu açısından önem taşıyan kitle desteğinin birliğinin yenilenmesidir.
Bunun nasıl yapılacağı ise bellidir: Emekçi yığınların daha iyi yaşama, daha iyi çalışma koşulları, eğitim ve sağlık hizmetlerinin çağın imkânlarının elverdiği düzeye çıkarılması, insanca yaşam koşullarının sağlanması taleplerinin, kimlik talebinin yanı sıra, öne çıkarılmasıdır.
Dolayısıyla, iki seçimin sonuçları; bugüne kadar Blok’u ve Güçbirliği’ni adeta bloke eden; emekçilerin taleplerinin nasıl ele alınacağı sorununun bir açıklığa kavuşturulmasını dayatmaktadır. Çünkü; Kürt emekçilerin iş, aş ve insanca yaşamaya ilişkin taleplerini de mücadelenin talepleri arasına kattığımızda; artık “Kopenhag siyasi kriterleri” demekle yetinilemez. Çünkü bu durumda, Kopenhag siyasi kriterlerinin yanı sıra “Kopenhag’ın Ekonomik Kriterleri” hakkında da karar vermek gerekmektedir. Yani; “biraz öyle biraz böyle” tutumuyla “idare etme” yoluna girilmeyip, etkili, dolayısıyla ikna edici olmak zorunda olan, öyleyse, işçi ve emekçiler, halk için açık ve net talep ve görüşlere, bunlara dayalı anlaşılır ve sürükleyici bir platforma (programa) sahip, iktidarı amaçlayan alternatif bir muhalefet odağının yaratılabilmesi için; piyasa, mal ve hizmet üretimi ve dağıtımının piyasalaştırılması, ticaretin serbestleştirilmesi ilkesine “hayır” dendiğinin açıkça ilan edilmesi gerekecektir. Yine eğer emekçilerin hakları, talepleri de Güçbirliği’nin mücadelesinin dayanaklarından olacaksa; örneğin Kamu Yönetimi Temel Kanunu, Yerel Yönetimler Kanunu ya da Devlet Personel Rejimi Kanunu için, Güçbirliği ve onun saflarına katılanlar; “Bunlar statükoya zarar verir, yerelleşmeyi geliştirir, öyleyse iyidir” deyip geçemezler. Çünkü bu kanunlar statükoyu tahrip ederken, aslında yeni bir statü de kurmakta, egemenlerin düzenini güçlendiren bir statü için temel yapılmaktadırlar. Ama bunun da ötesinde, bu kanunlar, kamuda çalışan tüm emekçilerin haklarını ortadan kaldırmakta, ve nihayet, eğitimden sağlığa, yerel yönetim hizmetlerinden sosyal güvenliğe, tüm hizmetleri, piyasa malına dönüştürüp paralı hale getirmektedir. Bu ise, Güçbirliği’ni dolaysız bir biçimde ilgilendirir. Yine özelleştirme, taşeronlaştırma, esnek çalışma, iş ve sendika yasalarının değiştirilmesi sorunu, Güçbirliği’nin temel önemde sorunu olmak durumundadır. Bu durumda Güçbirliği; sistemin yeniden yapılandırılması yasaları başta olmak üzere; emek mücadelesinin talepleri uğruna mücadelede, köylülüğün istekleri, tarımın yeniden yapılanması ve bu alanın uluslararası tekellerin eline geçmesinin önlenmesi mücadelesi gibi pek çok konuda, mücadelenin başına geçmeyi göze almak durumundadır. Ve elbette, sorun bu kapsamda ele alınınca; AB’ciliğin, liberalizmin savunuculuğunun bir yana bırakılması gerekecektir. Zaten AB’ciliği, liberalizmi savunan rafine AB’ciler, rafine liberaller çoktur. Ve açıktır ki, AB’cilikte, IMF ve DB’nın da kurucu üyesi olan AB’nin tüm iktisadi norm ve dayatmalarını hareket noktası edinen ve “terörizm” konsepti ve suçlaması dahil siyasal dayatmalarını da hayata geçirmekte olan AKP (ve kuşkusuz diğer düzen partileriyle de) yarışılamaz; böyle bir yarışmaya girilemeyeceği gibi, bunda başarılı da olunamaz. Yine bu durumda, NATO’ya, BOP’a, Irak’ın işgaline, Kuzey Irak’a, Kıbrıs’a dair söylenecek söz gerekecektir. Aynı zamanda, Güçbirliği’ni, “solcuların birliği”nden daha geniş bir yelpazeye açmak gerekecek ve bu tür bir birlik fikriyle yürünemeyeceği anlaşılacaktır. Ve Güçbirliği’nin açılım yapması bakımından, liberal kalıntılarla, tek başına ayakta kalma gücünü yitirmiş kimi çevrelerle yapılacak bir birliktelikten değil, on milyonlarca emekçiyi içine almayı olanaklı kılacak biçimde savunacağı talepleri ve platformunu belirlemiş bir birlikten, Güçbirliği’nin bu tarz bir genişlemesinden söz etmek gerekecektir.
Bu yüzdendir ki; seçim sonuçlarını bu açıdan değerlendirmek bir zorunluluktur. Her yeni adım, yeni bir saflaşmayı, eskiden birlikte olanların yeni koşullarda pozisyonlarını yenilemelerini, eskiden birlik içinde olmayanları da kapsamayı, eskiden birliğin içinde olan bazılarının da dışlanmasını zorlar. Önce 3 Kasım seçimi, sonra da 28 Mart seçimi, yeni bir saflaşmayı zorlamaktadır. Bunun ilk adımı da, Güçbirliği’nin siyasi platformunun zemininin, emek mücadelesinin, işçilerin, köylülerin, emeklilerin, kadınların, gençlerin, kır ve kentin yoksul emekçilerinin taleplerini kapsayacak biçimde genişletilmesidir. Seçim sonuçları, her şeyden daha çok, bunun zorunlu hale geldiğini göstermektedir.
– Elbette ki, talep yelpazesinin tüm halk kesimlerini kapsayacak biçimde genişletilmesi; hem Güçbirliği’nin kitlesel dayanaklarının genişletilmesinin hem de Güçbirliği’nin Kürt ve Türk emekçilerinin ortak mücadele mihrakı olmasının ön koşulu olması bakımından hayatidir. Ancak aynı zamanda, bu; yığınların örgütlenmesini, dişinden tırnağına silahlı, elindeki devasa medya gücüyle savaşın her yolu ve yöntemiyle halk yığınlarına her gün yeniden saldırıp onları yeniden saf almaya zorlayan sermaye güçlerine karşı mücadele edecek bir sağlamlık düzeyine çıkarmak, sendikalar başta olmak üzere tüm emek örgütlerini yeniden yapılandıracak bir örgütlenme ve mücadele hattında birleştirmek; işçiler, kamu emekçileri, gençlik, köylülük, emekliler ve öteki tüm toplumsal kesimler içindeki Güçbirliği partilerinin somut olanaklarını bu amaçla birleştirip seferber etmek anlamına gelmektedir. Çünkü, ancak böyle bir yöneliş; arayış içindeki emekçiler için, Güçbirliği’ni, ipine sarılmak gereken bir mücadele mihrakı haline getirecek; en acil talepleri için, iktidar partisiyle, sermayenin güç odaklarıyla uzlaşma eğilimine giren emekçi kesimleri, kendi güçlerine güvenmeye yöneltecek, taleplerini kendileri gibi yoksullarla, emekçilerle birleşerek, kendi güçlerine güvenerek elde etme isteğini yeniden uyaracaktır.
* * *
GYK’mız Güçbirliği içindeki çalışmanın yanı sıra; EMEP’in 28 Mart seçim taktiği ve bu taktik doğrultusunda yürüttüğü faaliyeti de değerlendirerek, merkez örgütlerinin yanı sıra tüm il, ilçe ve belde örgütleriyle birimlerde faaliyet gösteren parti örgütlerini, parti GYK’mızın Eylül kararları doğrultusunda çalışmalarını değerlendirmeye çağırmıştır. Bu amaçla; Eylül 2003’te alınan şu kararlara dikkat çekilmiştir.
2003 Eylül’ünde GYK’ya sunulan ve onaylanan raporda* partimizin yerel seçimlerden beklentisi özetle şöyle ifade edilmişti:
İlk olarak; birinci koşulu, “emekçilerle sermaye partilerinin karşı karşıya gelmesi, sermaye partileri karşısında birleşen emekçilerin adaylarıyla sermayenin adaylarını ayırması” olduğu belirtilen “belirlenmiş bazı yerlerde, seçimi kazanarak partili ya da partimizin desteklediği adayların yerel yönetim mekanizmasında mevzilenmesi”. “Bazı önemli işçi havzalarında işçi hareketinin taleplerinden çıkarak ya da az çok siyasi birikimin olduğu alanlarda partili adayların ve partiyle ittifak içindeki güçlerin (belediye başkanlığı, belediye meclisi üyeliği, iller idaresi üyeliği, muhtarlık vb. gibi) kazanması için çalışmak.”
İkinci olarak; parti örgütü ve çalışmasının yerelleşmesini ve kalıcı temeller edinmesini sağlamak, “partili olmayan çevreler ve yörede saygınlığı olan kişiler ve kurumlarla ortak iş yapan, onların üyeleriyle ortak örgütler kuran bir pozisyona ilerlemek”, “yerel seçim sürecini, partimizin yerel ilişkilerinin güçlendiği, yörenin koşullarından mücadele için yararlanmasını öğrendiği bir süreç olarak değerlendirmek.”
Ve üçüncü olarak; “halkın iktidar mücadelesi için bir iktidar seçeneği yaratmak”; “yerel seçim duyarlılığını ve yarattığı imkânları; bağımsız ve demokratik Türkiye mücadelesi ve bu mücadelenin siyasi odağı olacak bir “cephe”yi oluşturma süreci olarak değerlendirmek.”
Partimiz yerel seçim sürecinin resmen başlamasından çok önce belirlediği bu amaçlara uygun olarak; seçimlere katılma biçimi, adayların belirlenmesi ve seçime katılmalarının nasıl olması gerektiği konusunda görüşünü ortaya koymuştu.
Buna göre;
1-) Her seçim bölgesinden emek örgütleri, sendika, yöre derneği gibi kitle örgütlerinin temsilcileri, muhtar, halk indinde itibar sahibi olan kişiler, aydın ve demokrat çevrelerin sözcüleri bir araya gelerek kendi adaylarını belirlemelidir.
2-) Partiler, elbette Güçbirliği partileri, halkın temsilcilerinin belirlediği bu adayları desteklemelidir.
3-) Adayları belirleyen halk temsilcileri, aynı zamanda, o seçim bölgesinde hangi partiden seçimlere girilmesi gerektiğini de belirlemeli, tüm partiler de bu karara saygı göstererek, desteklerini belirlenen parti çevresinde sürdürmelidir.
4-) Yerel platformlar önemsenmeden, belirli bir partinin, ülke ölçeğinde “çatı partisi” olarak öngörülmesi, doğru olmadığı gibi, seçimin yerel niteliğine de hiç uygun değildir.
Kuşkusuz ki, bu işlerin kendiliğinden böyle olacağını ya da her yerel seçim bölgesinde bu çizilen ideal tabloya tamamen uyan biçimler çıkmasını beklemek, aşırı idealizm olurdu. Bunun içindir ki, öncelikle parti örgütlerimize bu çağrı yapılmış; nitekim bu doğrultuda, Adana, Ümraniye gibi bazı merkezlerde sayıları yüzü geçen örgüt ve muhtarlıkları temsil eden yüzlerce kişi bir araya gelerek, kendi adaylarını belirleyip seçimlere böylesi bir güçbirliği ile katılacaklarını ilan etmişlerdir. Aliağa’da ise, özelleştirmeye karşı verilen mücadele üstünden petrol işçileri etrafında toplanan partilerin yerel yöneticileri, sendikalar ve dernekler bir araya gelerek, seçimlere, özelleştirmeye karşı mücadele eden adaylar etrafında birleşerek katılacaklarını açıklamışlardır. Benzer örnekler, pek çok il ve ilçede hızla ortaya çıkmaya başlamıştır. Ama bu aşamadan itibaren, düzen partileri, bu örgüt ve çevreler içindeki adamlarını, ortaya çıkan birlikleri ve bunlarda temsil edilen halk tepkisini kendi yedeklerine almak için harekete geçirmiş, özellikle sendikalardaki uzlaşmacı, CHP etkisindeki yöneticiler, kimi yöre derneği yöneticileri, bu hareketi CHP’ye kanalize etmeye çalışırken, başka bazı parti yöneticileri de “partiler adaylarını belirlesin, kendi aralarında birleşsin, bu kitle örgütü temsilcileri de onları destekleme kararı alsın” diyerek; bu bileşimin, hızla “solcuların birliğine yönelmesi” için kışkırtmalara girişmişlerdir. Böylece; emekçilere yapılmış “Kendi adaylarını çıkarıp onları destekle” çağrısı, hızla, “Bizim partinin çıkaracağı adayı destekle” biçimindeki geleneksel çağrıya dönüşmüştür. Ve daha ilk adımlardan itibaren, yapılan bu baltalamalarla oluşan birlikler dağılma sürecine girmiş; bizim örgütlerimiz de, fazlaca bir çaba göstermeden, dayatılan “solcuların birliği” tarzını kabule dönmüşler; sadece, adayların ve hangi partiden seçime girileceğinin belirlenmesinin yerel platformlarda olması üzerinde ısrarlarını sürdürmüşlerdir. Bu aşamadan itibaren, partimiz; hiç olmazsa, yerel güçlerin daha inisiyatifli olması, aday çekişmesinin, partiler arasında “kim çatı olacak” gibi konularda çıkabilecek gereksiz sürtüşmelerin aşılmasını amaçlamıştır. Ancak Güçbirliği partilerinin çoğunluğunun “adayları” ve “çatı”yı merkezden belirleme baskısıyla bu girişim de sönmüş, ve sonuçta, yerel platformlar daralarak, Güçbirliği partileriyle sınırlı kalmıştır.
Şimdi bütün bunlardan sonra söylenebilir ki; partimizin öne sürdüğü biçim yeterince anlaşılmamış, düzen partilerinin uzantıları tarafından provoke edilmiş ve Güçbirliği partilerinin desteğini de sağlayamadığı için, güçlü yerel dayanaklarla daha ileri sonuçlar elde edilebilecek bir seçimde geriye düşülmüştür. Kuşkusuz ki, burada asıl dikkat çekmemiz gereken sorun, partimizin yerel örgütlerinin de; öne sürülen kapsayıcı yerel platformların öne çıkarılması taktiğinin başarısı için müdahaleleri yerinde ve zamanında yapamaması, çoğu zaman ve çoğu yerde de inisiyatifi sendikal çevrelere ve düzen partilerinin “iyi niyetli” gördüğü unsurlarına bırakarak, onların sabotelerine fırsat tanımış olmasıdır.
GYK’mız, asıl olarak sürece müdahalemizdeki yanlışları ve yetersizlikleri de tartışarak, buradan dersler çıkarılmasını ve yerel örgütlerimizin kendi alanlarındaki çalışmalarında ortaya çıkan sorunlardan gerekli dersleri çıkarma konusunda tüm örgütlerimize çağrı yapmıştır.
– Yerel seçimlerde, partimizin önemli dersler çıkaracağı bir süreçten geçtiği tespitini yapan GYK’mız; her seçim çevresindeki yerel parti örgütlerimizin kendi çalışmasının dersleri üzerinden parti içi eğitimin sürdürülmesi gerektiğine dikkat çekerken, olumlu ve olumsuz dersleriyle, en azından Kıraç (SHP çatısı ve varoş ortasında bir işçi merkezi, partimizin de son iki yıldır ağırlık verdiği bir işçi bölgesi), Çiğli (EMEP çatısı ve Organize Sanayi Bölgesi ve az çok orta sınıfların da yer aldığı bir seçim bölgesi), Burhaniye (SHP çatısı ve orta sınıf yoğun bir kıyı-turizm kentinde çalışma), Tunceli (bölgede SHP çatısı altında bir çalışma) gibi dört başlıca bölgede yapılacak ayrıntılı bir değerlendirmenin üzerinden yerel seçimden çıkarılan deneyimin sonuçlarının partimize mal edilmesi kararı almıştır. Bu bölgelere ek olarak, GYK’mız, Eskişehir’de cam işçilerinin seçimlere katılımı ve bunun yarattığı sonuçlar, Uşak’ta yine dokuma işçilerinin, adayları ile EMEP’le kurdukları ilişki gibi özel deneylerin de, parti örgütümüze mal edilmesi için gerekenlerin yapılmasını kararlaştırmıştır.
* * *
28 Mart 2004 seçimlerini, sermaye güçleri, AKP eliyle yürüttükleri halk düşmanı politikaların onaylandığını iddia ederek; halka, emekçilere yönelik sermaye saldırısını daha büyük bir karalılıkla sürdürmek için eskisinden daha büyük bir balyoz olarak kullanmayı planlamaktadır. Sermaye, seçimi, AKP’nin gücünü mümkün olduğunca büyüttüğü bir manivela olarak kullanmıştır. Emek örgütleri, sendikalar ve en önemlisi de, Güçbirliği, bu gerçeği fark etmek; bu saldırıyı püskürtecek sağlamlıkta bir “mücadele hattı oluşturmak” ve buna uygun bir örgütlenmeyi de yaratmak üzere hareket etmek durumundadırlar.
Partimiz, böyle bir mücadelenin oluşturulması için, Güçbirliği içinde ve tüm öteki alanlarda var gücüyle çalışacaktır. Ancak partimizin misyonunun; “Güçbirliği hele adım atsın biz de onu destekleriz” denmesi anlamına gelmediğine, böyle bir tutumla bağdaşamayacağına dikkat çeken GYK’mız; partimizin, sermaye saldırılarına karşı, her iş ve hizmet biriminde, her sendikal mevzide, yaşamın her alanında bir “sathı müdafaa” yapacağına, ortak mücadele hattının da zaten bu birer birer işyerleri, işkolları, bölgeler üstünden genelleşip cepheleşeceğine bir kez daha vurgu yapmıştır.