Harekette bölünmenin derinleşmesi ve rekabet sermayeye yarar

1 Mayıs İstanbul’da iki ayrı meydanda kutlandı. Bu durumun geçici bir ayrılık mı, yoksa hareketin daha derin bölünmesinin  bir işaret fişeği mi olduğu üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gerekiyor. Belirtiler hareketteki bölünmenin derinleşeceğini, en azından bu yönde bir çaba içine girilmekte olduğunu ortaya koyuyor. Bu bakımdan bu ayrılık, işçi hareketinin daha derin bir bölünme ile karşı karşıya kalabileceğini, kısır sendikal rekabete doğru yol alınabileceğini işaret etmesi bakımından son derece önemlidir. Saraçhane kürsüsünden, Çağlayan’da 1 mayıs’ı kutlayan işçilerin “sınıf işbirliği” yapmakla suçlanmaları, işçi sınıfının birliğini tehdit eden anlayışın nerelere kadar gidebileceğini açıkça gösteriyor. Bu nedenle işçi sınıfı hareketinin seksenli yılların ortalarında başlayan yükselişini ve hareketin bazı temel özelliklerini hatırlatmakta sayısız yarar bulunuyor. Özellikle bugün çıktıkları kürsüleri işçi hareketine borçlu olanların, bu kürsüleri keskin “solcu” çıkışlarına alet etmeleri, bu hatırlatmayı daha bir gerekli kılıyor.

1988-91 ARASI İŞÇİ HAREKETİ KİMLERİN OMUZLARINDA YÜKSELMİŞTİ?
İşçi hareketinin yakın tarihinde 1987-88 yılları ve hemen bunun ardından gelen 1989 Bahar Eylemleri son derece önemli bir yer tutmaktadır. ’87-88 yıllarında özellikle metal işkolu ağırlıklı fabrika eylem ve direnişleri, işçi sınıfının yeni bir mücadele dönemine uyanmakta olduğuna işaret ediyordu. ’89 Bahar Eylemleri, işçi sınıfının ana gövdesinin harekete geçtiği bir dönem oldu. Sınıfın uyanışı ve mücadeleye atılması, sınıf hareketi tarihinin başka bir döneminde görülmeyen kitleselliğe ulaştı. Bu yükseliş ‘90 1 Mayıs’ı ve Zonguldak direnişi ile devam etti. 3 Ocak genel Eylemi, ardından Paşabahçe ve Erdemir gibi grev ve direnişler yaşandı. Kazlıçeşme ise daha önceki dönemin bir mücadele odağıydı. 
Yukarıda anılan dönem, işçi hareketinin ülkenin politik ve sosyal yaşamına damgasını vurduğu bir dönem oldu. Hareket çok ileri politik talepler öne sürmese de, politik hakların genişlemesine, sermaye ve gericiliğin halk üzerindeki cenderesinin önemli ölçüde kırılmasına, 12 Eylül yenilgi psikolojisinin aşılmasına yolu açtı. Burada şu sorular gündeme geliyor, ve bugünkü tartışmalar dikkate alındığında, sorulmaları zorunlu oluyor. Yüz binlercesi ayağa kalmış olan, sermaye basınına “adım adım geliyorlar” başlıkları attıranlar işçiler miydi yoksa başkaları mı? Ve ikincisi, kuşkusuz bir dizi farklı düşüncelerine rağmen birlikte ayağa kalkmış bu işçiler, acaba hangi sendikanın tabanıydılar? Ayağa kalkanların “şucu” ya da “bucu” olarak bölünmeyip bir hareket oluşturmak üzere birleştikleri ve bu işçilerin ana gövdesini Türk-İş’li işçilerin oluşturdukları, işçi hareketine ilgi duyan hemen herkes tarafından biliniyor. Hareket Türk-İş üst yönetimine rağmen gelişen bir hareket oldu. İşçilerden gelen mücadele istek ve kararlılığı hareketin ilerleyişinde belirleyici oldu ve alınan kararlar önceleri fabrika komiteleri, daha sonra yerel platformlar aracılığı uygulandı. Burada kısaca belirtmek gerekir ki, 1994’deki yeniden yükselişte de Türk-İş tabanının katılımı ağırlıklıdır; 20 Aralık’ı, 20 Temmuz’u zorlayanlar da asıl olarak bu işçilerdir.
Bu dönemdeki (’88-91) işçi hareketinin –konumuzu ilgilendirdiği kadarıyla– işçi, emekçi mücadelesi üzerindeki bazı etkilerini şöyle sıralayabiliriz. İlk olarak, mücadeleye atılan işçiler, işçi sınıfının tabandan birliğini sağlamayı önemli ölçüde başardılar. Uyanan ileri işçi kitlesi ile daha geriden gelen ana kitle büyük oranda birleşmeyi başardı. Bu etki o kadar büyüktü ki, işçi hareketinin otoritesi dönemin 1 Mayıs tartışmalarına da son noktayı koymuştu. “Devrimciler”in, “solcular”ın Taksim’de 1 Mayıs’ları mı, yoksa işçi hareketinin tabandan birliğini sağlayan 1 Mayıs mı? Bu sorun, işçilerin 1 Mayıs’ı ile çözüldü! Taksimciler, –son 1 Mayıs öncesi kolaycılıkla ileri sürüldüğü gibi Türk-İş’in değil– işçilerin otoritesine boyun eğmek zorunda kaldılar. Sadece onlar değil, sermaye ve gericilik de 1 Mayıs’ı tanımak zorunda kaldı! İşçilerin birliğine dayalı 1 Mayıs kutlamaları, Türk-İş vb. yönetimi ya da daha genel ifade ile sendika bürokrasisinin bir dayatması olarak değil ama, işçi hareketinin tabandan gelen zorlamasının sonucu “gelenekleşti”.
İkinci olarak, işçi hareketi demokratik hak ve özgürlüklerin elde edilebileceği zemini genişletti, gerici yasaları önemli ölçüde paçavraya çevirdi. DİSK’in yeniden kurulması da –bu kuruluşun doğruluğu ya da yanlışlığı bir tarafa– işçi hareketinin bu kazanımı üzerinden gerçekleşti. Ama aynı zamanda sermaye ve gericilik de sendikal rekabetin işçi hareketine yeniden sokulması, ileri işçi birikiminin parçalanıp, zayıflatılması olanağını burada gördü ve çözümsüzlükten “fırsat” çıkardı. Bütün bunlar bir tarafa, DİSK, yeniden kuruluşunu, yıllardır Çağlayan’da 1 Mayıs’ı kutlayan, geçmiş mücadelelerden süzülüp gelen işçilere, onlarla birlikte mücadeleye atılan diğer işçilere borçlu olduğunu unutmamalıdır.
Üçüncü olarak, işçi hareketi yükselttiği kitlesel mücadelesi ile, toplumun diğer emekçi kesimleri üzerinde olumlu bir etkiye sahip oldu, onlar arasında mücadeleye atılma, mücadelelerini geliştirme isteğinin yaygınlaşmasına neden oldu. Bu kesimlerin başında ise kamu emekçileri geliyordu. İşçi hareketinin durgunluğa girdiği dönemde, bu hareketten moral alan kamu emekçilerinin hareketi yükseldi ve gelişti. KESK’in işçi hareketinin bu yükselişi üzerinden mücadelesini geliştirdiği, bu yanıyla işçi hareketine çok şey borçlu olduğu unutulmamalıdır. KESK’te etkili ve egemen olan –eski DY ve şimdi ÖDP– küçük burjuva anlayışın, zaman zaman kamu emekçilerini, işçilere karşı rekabet içine sokma gibi gerici bir çabası olsa da, kuşku yok ki kamu emekçilerinin geniş kesimleri bu tarihi hatırlamakta ve ona sahip çıkmaktadır.
Kamu emekçisi hareketinin ciddi sorunlar ve zorluklarla yüz yüze olması ve bunları aşmada problemler yaşamasında, bu hareketin, işçi hareketinin geri çekilmesiyle ciddi bir maddi ve moral dayanaktan yoksun kalmasının önemli payının olduğu görülmeli; kamu emekçileri ve KESK’in esenliğinin, işçi sınıfının birliği ve hareketinin yükselişini gereksindiği teslim edilmelidir.

İŞÇİ HAREKETİNİN BİRLİĞİ SINIFIN KAZANIMI, BÖLÜNMESİ VE SENDİKAL REKABET SERMAYE VE GERİCİLİĞİN KAZANIMIDIR
Bugün işçi hareketi bölünmenin derinleşmesi ve sendikal rekabet tarafından tehdit edilmektedir. Saraçhane kürsüsünden edilen sözler başkaca bir anlama gelmemektedir. Üstelik bu anlayış Saraçhane ile sınırlı kalmamış, İzmir’de de kürsüden işçiler arasında sendikal rekabeti kışkırtıcı çağrılarda bulunmuştur. Alınan tutumlar ve yapılan açıklamalar dikkate alındığında, eğer olup bitenden gerekli sonuçlar çıkarılmaz, sağ duyulu davranılmazsa, önümüzdeki dönemde işçi hareketinin, sorumsuzca davranışlarla rekabet ve bölünmeye –bu, girişte işaret edildiği gibi, salt sendikal bir bölünme değildir, ileri işçiler arasında da, onların zorladıkları ortak mücadelede de bir bölünmedir– sürüklenmek istendiği, böyle bir tehlike ile karşı karşıya kalacağı anlaşılmaktadır.
Oysa işçi hareketi tarihinde aldığı tüm ağır yenilgileri sınıfın bölünmesi nedeniyle almıştır. Sermaye ve gericiliğin güçleri, işçi sınıfı hareketini güçten düşürmek, sınıfı yenilgiye sürüklemek için sendika bürokrasisini, sendikaların uzlaşmacı üst yönetimlerini kullanmışlar; bununla da yetinmemişler, hareket içerisinde bölünme yaratacak, var olan bölünmeleri derinleştirecek eğilim ve akımların önünün açılmasını bir biçimde sağlamışlardır. 12 Eylül’ün hemen  öncesinde 1 Mayıs’ın yasaklanmasının, Taksim’e ordu bayrağının dikilmesinin, bu saldırı karşısında sınıfın ciddi bir tepki gösterememesinin, giderek 12 Eylül yenilgisine sürüklenmesinin en önemli nedenlerinden birisinin, işçi sınıfı içerisindeki derin bölünme, emekçi ve halk hareketindeki bölünme olduğu unutulmamalıdır.
Peki, ama, bugün işçi ve emekçi hareketini daha derin bir bölünme ve rekabete sürüklemek isteyenler, bu süreçten güçlenerek çıkabilirler mi? Bunun olanaklı olmadığını peşinen belirtmek gerekiyor. Çünkü bu bölünme, sınıfın, emekçi hareketinin ana gövdesi ve bunlarla birliğin tayin edici olduğunu anlayan ileri kesimleri ile, işçilerin diğer mücadeleci kesimleri ve onların ileri unsurları arasındaki bir bölünmeye karşılık düşecektir ve dolayısıyla sendikal hareketi güçlendirip kitleselleştiren bir bölünme olmayacaktır. Bunun objektif anlamı; hangi konfederasyonda olurlarsa olsunlar, sınıfın ileri kesimlerinin, bir arada, sınıfın ana kitlesi üzerinde bir otorite ve çekim merkezi olma olanağını yitirmeleri olacaktır. Bu kitleselleşme ve güç toplama olanağını ortadan kaldıracağı gibi, sınıf ve emekçi hareketi karşısındaki sorumlulukların yerine getirilemeyecek olması anlamına da gelecektir.
Elbette olası bu tarz bir bölünmenin zararları bununla da sınırlı kalmayacaktır. ’80’lerin ortalarından itibaren asıl olarak Türk-İş tabanına dayanan hareketlenme, sendika bürokrasisini yer yer yenilgiye uğratmış, işçiler mücadelelerini, “kendi içlerindeki” sermaye fraksiyonunu tasfiye etmeye doğru genişletmişlerdi. Yıkılamaz denilen bazı sendika yönetimlerinin tepe taklak –Harb-İş– gitmesi, bazılarının işçilerin ayaklanmasını zor bela –Türk Metal– bastırması, bu mücadelelerin birikimi üzerinden gerçekleşmişti. İşçi hareketinin durgunluğa, mevzi yenilgilere sürüklenmesinin temel nedenlerinden birisinin, bu mücadeleci kesimin bir biçimde tasfiye edilmesi ya da bir kısmının sendikal bürokrasi ile uzlaşma pozisyonuna savrulması olduğu gerçeği hatırlanmalıdır.
Bugün sınıfın ve emekçi hareketinin ileri kesimlerini koparıp alma hesaplarına dayanan –DİSK, KESK gibi konfederasyonların bazı üst yöneticilerinin anlayışı–, politik olarak ÖDP gibi partilerden kaynaklanan bu tutumun, bu ilgili kesimleri güçlendirmeyeceği, aksine hareketteki  bölünmeyi derinleştiren ve rekabete sürükleyen parti ve örgütler olarak güçsüzleştireceği bilinmelidir. Bunun başlıca iki nedeni vardır. İlk nedenden, yani bölünmenin derinleştirilmesi tehdidinden kısmen söz edildi. İkinci neden ise, bu sendikaların üst yönetimlerinin –buna damgasını vuran bürokratik anlayışlar ve ÖDP vb. anlayışların– özünde ve pratik tutumlarıyla, Türk-İş üst yönetiminden farklı bir sendikal anlayışa, mücadele anlayışına sahip olmadıkları gerçeğidir. Bunu anlamak için, işçi ve emekçi hareketine bakmak yeterlidir. İşçi ve emekçi hareketinde bu kesimlerden kaynaklanan bir rüzgar esiyor mu? Bu yöne doğru bir eğilim var mı? Gerçekler olmadığını söylüyor. İşçi ve emekçi kitleler sağduyuları ile bunların (özellikle Türk- İş ve DİSK) üst yönetimlerinin, sendikacılık ve mücadele konusunda farklı tutumda olmadığını anlıyor ve görüyor. Bu neden üzerinde aşağıda biraz daha durmak gerekiyor.

SENDİKAL ANLAYIŞTA FARKLILIK VAR MI?
Son 1 Mayıs’a gelirken ilginç tartışmalar yaşandı. Alan belirlenmesi bile “devrimcilik”in ölçütlerinden sayıldı. İstanbul’da Çağlayan, Türk-İş yönetimi ileri sürülerek, “uzlaşma” ve daha da ileri gidilerek “sınıf işbirliği”nin, Saraçhane ise “devrimci 1 Mayıs”ın alanı sayıldı. Çağlayan’da “izinli”, “icazetli” kutlama vardı, oysa Saraçhane’de dayatmalar ve icazetçilik parçalanacaktı! Belirli bir anlayış –ya da anlayışsızlık–, iki konfederasyon ve beraberlerinde bir dizi solcu grubu, önemli bir işçi kitlesinden gönüllü olarak ayırıp, onları, “ne haliniz varsa görün” anlamına gelmek üzere bulundukları pozisyonda terk ederek, ne gibi bir üstünlüğü olduğu anlaşılamayan, kendisi de alanlardan bir alan olan Saraçhane’de topladı. Sonuçta, kutlama ve sahibi işçiler bölündü; henüz işçi hareketinin gücü başkasına yetmediği için, iki alanda da izinli kutlamalar düzenlendi ve ama her iki alanda da kürsülerden aynı içerikli iki slogan atıldı: Birinde “İnadına Türk-İş…”, diğerinde “İnadına DİSK…”
Peki, bir arada kutlama düzenlemeyen sendikaların, lafın ötesinde, pratik tutum ve anlayışları birbirinden nasıl farklılaşıyordu?
Bütün örgüt ve partiler gibi, sendikaların da tutumları, sadece ilan ettikleri programlardan, sarf ettikleri sözlerden, “esip gürlemeleri”nden hareketle değil, pratik mücadele içerisindeki tavırlar esas alınarak gerçekçi bir biçimde değerlendirilebilir. Yani söz değil, eylem belirleyici olmaktadır. Ülkedeki, öne çıkmış, bu tartışmanın konusu olan sendika konfederasyonlarının üst yönetimlerine bakıldığında, bunların, bu açıdan birbiriyle kesin olarak ayrışmış pratik tutumları olduğundan söz edilebilir mi? Yaşanan gerçekler, bugün bize bu farklılıkların olmadığından, en azından ciddiye alınarak üzerinde durulabilecek bir ayrılığın bulunmadığından söz ediyor.
Örneğin, işçi hareketinin kabarması ve alttan zorlaması ile Emek Platformu’nun ortaya çıktığını biliyoruz. Bu platforma DİSK ve KESK de Türk-İş gibi –Hak İş vb. nin durumları biraz daha farklılık göstermektedir– üyedir. Bu platformun işçi ve emekçi hareketi üzerinde olumlu bir rol oynadığı, ancak hareketin ihtiyaç duyduğu noktalarda, kendisinden beklenen sorumlulukla davranmadığı da bir gerçektir. Bugün ise, bu platform atıl durumdadır. Oysa, IMF Programları, özelleştirmeler, grev yasakları, düşük ücret dayatmaları, ülkenin ABD’nin emperyalist, işgalci dış politikasına bağlanması tehditleri, hükümetin gerici saldırıları devam etmektedir. Bütün bunlara karşı Emek Platformu’nun harekete geçmesi için DİSK ve KESK’ten, bunların üst yönetimlerinden –bunlara egemen olan anlayışlardan– kaynaklanan bir inisiyatif bulunuyor mu? Bunun bulunmadığını görüyoruz. (Hatta, DİSK ve KESK, saldırılar karşısında bu platformun işlevsel kılınması ve bir mücadele merkezi olarak çalıştırılması bir yana ve “solculuk” adına, ama kendileri de bir mücadele merkezi işlevi üstlenmeden, örneğin Türk-İş’in Emek Platformu’ndan dışlanması –ve kuşkusuz sonuç olarak, sendikal rekabetin geliştirilmesi ve işçi ve emekçilerin bölünmesi– tutumunu geliştirme çabasındadır. Bunun, Türk-İş’in de işine geldiğini kestirmek zor değildir.)
Peki Türk-İş ve DİSK üst yönetimlerinin sendikalaşmada, iş yerlerindeki mücadelede, toplu sözleşmelerde bir farklılıkları söz konusu mu? Tek tek işyerlerinde örgütlenme, sendikaların yeni üyelerle güç kazanması, işçilerdeki sendikalaşma eğilimlerin teşvik edilip desteklenmesi konusunda söz konusu konfederasyonlar arasında bir farklılık bulunduğunu, işçi, emekçi hareketi konusunda az çok birikime sahip, dürüst hiç kimse ileri süremez. Sadece Türk-İş üyesi TÜMTİS ve birkaç şube farklı bir tutum ortaya koymakta, mücadeleci bir sendikacılık yapmaktadır. Gerek yeni sendikalaşma mücadelesinde, gerekse başlarındaki sendikal bürokrasiden kurtulmak için –Türk Metal gibi– başka bir sendikaya geçme mücadelelerinde –Bursa vb. hatırlansın– işçilere gerekli destek verilmemiş, mücadeleci işçi tabakasının ezilmesine sessiz kalınmıştır. Ayrıca, bir dönem, DİSK üst yönetiminin “işyerini koruma” anlayışı ile sendikacılık yapmayı formüle ettiğini de anımsatmak durumundayız.
Mücadele anlayışında tutum bu da, sendikaların alta doğru örgütlenmelerinde, gerçekten işçilerin örgütlü gücü haline gelmelerinde farklı mı? İşçilerin herhangi bir sendikaya üye olmaları ile, doğrudan örgütlü bir güç haline gelmedikleri bilinmektedir. Sendikaya üye olmak, genellikle örgütlülüğe atılan ilk adım olarak kalmaktadır. Sendikaların işyerleri ve fabrikalarda alta doğru örgütlenmeleri, üyelerini gerçekten sıkıca örgütlenmiş bir kitle haline getirmeyi başarmaları durumunda, sermaye saldırılarına, tek tek patronların saldırılarına karşı ciddi direnişler ortaya çıkmakta, sınıf bilinci gelişmekte, aksi takdirde, mücadele kolayca yenilgiye sürüklenmektedir. Ancak bilinçli işçi önderlerinin olduğu yerlerde, konfederasyon ve sendika ayrımı olmaksızın, işyeri komiteleri, grev, direniş komiteleri gündeme gelmektedir. Aksi durumda, o işyerindeki mücadele, sendika bürokrasinin patronlarla pazarlık, uzlaşma, yasal yollardan eritilme girdabına çekilmektedir. Bu tür tek tek işyerlerinden örnekleri çoğaltmak olanaklıdır. Ancak hangi örneği ele alırsak alalım, bunlar, bizi, pratikte DİSK ve Türk-İş üst yönetimleri arasında bir anlayış ve yaklaşım farkı olduğu sonucuna ulaştırmayacaktır.
Sendikal alandan politik alana doğru kayalım ve ülkenin kaderinin belirlendiği anlarda, bu konfederasyonlar arasında pratik bir tutum farkının gündeme gelip gelmediğine bakalım. Bu açıdan alınan olumlu ve olumsuz tutumlarda bir farklılığın olduğu ileri sürülemez. Yani olumlu tutum alınırken de, olumsuz tutum alınırken de, ortada, diğerinden ayrışmış, ayrı bir mihrak olarak sivrilmiş, çaba göstermiş bir tutum görülmemektedir. Son zamanlardaki politik gelişmelere bir göz atalım. Ülkenin Irak’a asker göndermesine, toplumun ezici çoğunluğu gibi, bu konfederasyonlar da karşıdır! IMF programlarının uygulanmasına, zamlara, “kötü özelleştirmeye” karşıdırlar. YÖK, eğitim sorunları tartışılır ve kararlar alınır, ama konfederasyonlarımızın bu meselelerde ‘açıklama’ yapmaktan öte bir tutumları bulunmamaktadır vb..vb.. Uzatmadan bir hatırlatma yapalım; eski DİSK Başkanı –Budak– ile eski Türk-İş Başkanı’nın –Meral–, politika yapmak üzere, ilkinin başlangıçtaki tutumundan farklılaşan DSP macerasından sonra, aynı partiyi –CHP– tercih etmeleri, yeterince açıklayıcı ve ikna edici değil mi?
Bu bölümü bitirirken şu saptamayı yapmak gerekmektedir. Mevcut  sendikal anlayışları ve ortaya koydukları pratikleri ile Türk-İş ve DİSK üst yönetimlerinin birbirinden ayrışmış bir tutumları bulunmamaktadır. “Okumuş, yazmış” kitlesinin çokluğu ile KESK’in farklı bir yerde olması gerekirken, orada egemen olan anlayış nedeniyle, ülkede gelişen politik  –örneğin kamu yönetimi temel kanun tasarısı karşısındaki zayıf tutum hatırlansın–, ekonomik ve sosyal olaylar karşısında, onun da farklı bir profil çizmediği görülmektedir.

ORTAK TALEPLER İÇİN ORTAK MÜCADELE
Bugün ülke kritik bir süreçten geçmektedir. Irak’ta olan bitenler çok iyi biliniyor. Ancak ABD’nin bölgeye müdahalesinin Irak’la sınırlı olmadığı, Ortadoğu’nun diğer ülkelerini de –başta Suriye– tehdit ettiği bir gerçektir. Ülke, Afganistan’a kadar uzanan bölgedeki sorunların içine çekilmek, ABD emperyalizminin hizmetinde, BOP (Büyük Ortadoğu Projesi)’un köşe taşlarından birisi yapılmak istenmektedir. Bu amaçla NATO Zirvesi Türkiye’de toplanmakta, emperyalist şefler bölge halkları üzerine gerici kararlar almaya hazırlanmaktadır. Diğer taraftan ülke ekonomisi bıçak sırtında ilerlemekte, her an krize sürüklenebilecek olmasının nedenlerini içinde taşımaktadır. IMF ile görüşmeler sürmekte, eski ekonomik program sürdürülmekte, yeni Stand-by anlaşmaları hükümet tarafından gündeme alınmaktadır. Özelleştirmeler, sözleşmelerde düşük ücret dayatmaları, doğrudan grevlerin yasaklanması, zam ve vergiler, gerici politik saldırılar vb.. ile işçi sınıfının ve emekçi halkın sırtına yeni yükler bindirilmekte, yaşam ve çalışma koşulları ağırlaşmaktadır. Kitlelerin hükümetten beklentileri, ‘değişen bir şeyin olmadığının’ görülmeye başlaması ile hayal kırıklığına doğru dönmeye başlamıştır.
Böylesi bir döneme girilirken, işçi hareketinin kısır bir rekabet ve bölünmenin derinleştirilmesi tehdidi ile karşı karşıya kalması, işçi ve emekçi halkın mücadelesine büyük zararlar verecektir. ÖDP gibi partiler, bu konuda sorumsuzca adımlar atma, ‘hareket yeniden yükselme eğilimine’ girerken ileri kesimleri “kazanma” hesapları yapabilirler. Bunlar yanlış hesaplardır ve kendilerine bir şey kazandırmayacağı gibi, hareketi zayıflatan adımlar olarak, dönüp kendilerini vuracaktır. Ancak DİSK, KESK gibi örgütlerin üst yöneticileri, işçi ve emekçilerin kitle örgütleri olma iddiasının sorumluluğu ve ağır başlılığı ile hareket etmek zorundadırlar. Yapılması gereken, işçi ve emekçi kitlelerin ortak talepleri ve çıkarları temelinde en geniş birliği ve ortak mücadeleyi yükseltme çabasına girilmesi, tabandan böylesi bir birliğin zorlanmasıdır. Türk-İş, en fazla üyeye sahip sendika olarak, üst yöneticilerinin tutumları bahane edilerek, bu ortak mücadeleden dışlanmaya gidebilecek girişimlerle karşı karşıya bırakılamaz, geniş işçi kitlesini ikna edecek, ilerletecek çabadan vazgeçilemez. Ortak tutum içinde kalması, olabildiğince sendikal rekabet dışında tutulması –işçiler tabanda tercihlerini çoğunluğa göre zaten yapmaktadırlar– bu yolu açacak başlıca olanak durumundadır.
Bugün Emek Platformu işlevsiz durumdadır. Ancak gelişmeler onu canlanmaya itebilir, özellikle yeniden canlanması gereken yerel sendikal platformların baskısı ile, belirli adımlar atmak zorunda kalabilir. Peşinen böyle bir gelişmenin olmayacağından söz edilemez. Ama bir yandan hemen tüm sendikalar üye kaybeder ve etkileri azalırken, bir yandan da, bugün yeniden uç verme tehlikesi gösteren sendikal rekabet, hareketi derinden bölme girişimi güç kazanırsa, bu, aynı zamanda, Türk-İş üst yönetimini rahatlatan bir gelişme de olacaktır. Onlar, böylece, taban baskısından kısmen kurtulacaklar, Türk-iş bünyesindeki ileri, mücadeleci kesimleri tasfiye etme, etkisiz kılma olanağına sahip olacaklar, Türk-İş tabanını hareketin dışında tutma hesapları için daha elverişli bir zemin bulacaklardır. Açıkça vurgulamak gerekir ki, Türk-İş üst yönetimi bahane edilerek, hareketi bölmeye yönelik alınan her tutum, sınıf hareketi karşısındaki sorumsuzluğun, hareketi güçten düşürmenin adımı olacaktır.
Geçmişte, konfederasyonların, işçi hareketinin zorlaması ve iki konfederasyondaki mücadeleci işçilerin, sendikacıların çabaları ile bir araya gelmeleri, ortak tutum almaya gitmeleri, işçi hareketinin temel kazanımlarından birisi oldu. Üst yönetimlerin alınan kararlara ne kadar sadık kaldığı, kendi tabanlarında bu yönde ciddi bir çalışma içine girmedikleri ise biliniyor. Ama zaten bu, az çok sınıf bilinçli işçinin bildiği bir gerçektir, ve bu işçiler, kararlar bir kez alınınca, sorumluluğun kendi omuzlarına yıkıldığını, çabalarının belirleyici olduğunu anlamaktadırlar. Yine anlamaktadırlar ki, bu tür kararlar; kendilerine, sınıfın ana kitlesine ulaşma, meşru zemini genişleterek, onların ortak iradeyi kabul etmelerini kolaylaştırma olanağı vermektedir. Hareket yeniden yükseldiğinde, kuşkusuz kendi yolunu bulacak, kendi örgüt biçimlerini ortaya çıkaracaktır. Ancak kesin olan bir şey var ki, o da, sınıfın ana kitlesini bu hareketin içine çekemeyen, geniş emekçi kitlelerini birleştirme yeteneği olmayan bir kabarmanın, sermaye ve gericiliğin saldırısını püskürtme gücünde olamayacağıdır. O halde, işçi ve emekçi hareketine karşı sorumluluk duyan herkesin, aklını başına toplaması gereklidir, sınıfın ve emekçilerin çıkarı da buradadır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑