Hızlandırılmış tren katliamı

Geçtiğimiz günlerde meydana gelen ve hükümeti sarsıcı nitelikte işlev gören hızlandırılmış tren faciası, belki de, herhangi başka bir zamanda olabileceğinden çok daha fazla ön plana çıkarak, gündemde büyük yer tuttu. Olay aslında hükümetin ülkeyi idare ediş tarzının görülmesi açısından acı bir örnek oluşturuyor;medyanın, AKP hükümetine açık bir biçimde yüklenmesi, oklarını yöneltmiş olması bakımından da ilginçlik arz ediyordu.
Osmanlı’nın son dönemlerinde işleme konan demiryolları, Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkenin ulaşımının, ticaretinin gelişiminin temel unsurlarından birisi olarak ele alınmış, “Onuncu Yıl Marşı’na” girecek kadar gelecek ve ekonominin temel unsurlarından birisi olarak görülmüştü. Cumhuriyet’in ilk yıllarında ülkeyi bir baştan bir başa “demir ağlarlarla” örmek, gelişme yolundaki temel göstergelerden birisi olarak ortaya konuyor, var olan demir ağların daha geniş ve yaygın olarak kullanılması, ülkenin her köşesine yaygınlaştırılması stratejik hedefler arasında gösteriliyordu.
Ancak otuzlu yıllarda emperyalizmle bağların sıklaştırılması, ülke ekonomisinin temellerini emperyalist ilişki ve telkinlerin belirlemesi, Amerikan otomotiv devleriyle girişilen ilişkiler, KOÇ-FORD işbirliğinin ağırlığını koyması, ekonomik gidişatı emperyalist kapitalist ilişkilerin belirlemesi, demir ağların kaderini de belirliyordu. Artık ülkenin bir baştan bir başa “demir ağlarla” örülmesi, kalkınma, gelişmişlik ve ilerlemenin gururu olarak görülmeyecek, demir ağların yerini otomotiv endüstrisinin yönlendirmeleri ve ihtiyaçları alacak; ulaşım ve taşımacılık alanındaki yapılanmayı ülkenin çıkarları değil, otomotiv tekelleri ve onların o zaman “minik” çaplı uzantısı KOÇ’un tercihleri belirleyecekti. Onuncu Yıl Marşı’nda memleketin gururu olarak yer alan demir ağlar, o zamanki deyimiyle, “Demirperde” ülkelerinin, yani “komünizmin” simgesi sayılarak, “anti-komünist” faaliyetin hedef alanları içersindeki yerini alacak, “zanlılar” listesine konulacak ve cezalandırılacaktı. Çünkü, “toplu taşıma”, “topluluk”tan (komün) hareketle, “komünizmin işiydi”. Otomobil ise, “bireysel özgürlüğü” simgeliyor, kapitalizmi temsil ediyordu! İster taşıma, ister başka bir biçimde söz konusu olsun, “topluluk” sözcüğü, anti-komünist faaliyetin temel hedefi olmalıydı.
Oysa aynı dönemlerde, Avrupa’nın ileri gelen ülkelerinde, demiryolu, ulaşım ve ticarette oldukça etkin role sahipti! Avrupalı kapitalistler, demiryollarında pek de “komünist tehlike” görmüyorlardı. Gerçi oradaki demiryolları da, giderek otomobil endüstrisinin rekabet alanı içersinde ikinci plana itilecek, türlü entrika, alavere dalavereyle gelişimine takoz konulacak, teşvik ve tercihler hep otomotivden yana kullanılacaktı; ama yine de, uluslararası rekabet, maliyetler, ulaşım olanakları, kapitalistlerin demiryollarını tamamen kurban etmesini engelliyordu. Ama ülkemizde demiryollarının komünizmim ideolojik yayılmasının gizli amaçlı bir unsuru olarak kara listeye girmesi, kafasının uçurulması kaçınılmaz olacaktı.
Emperyalistler, kendi ülkelerinde ticaret, dolaşım, maliyetler vb. unsurlar bakımından demiryollarını tümden terk etmeyecekti, ama, bizim gibi bağımlı olan ve tam bağımlılaşma sürecine girmiş ülkelere, geleceğin, modernleşmenin, ilerlemenin stratejik hattının otomotivde ve karayollarında olduğunu vaaz edeceklerdi. Otomobil, modernliğin, gelişmişliğin, çağdaşlığın, Batılılaşmanın; demiryolları ise, geri kalmışlığın simgesiydi artık!
Bu süreçten sonra, demir yollarına, “komünist dış düşman”ın içteki uzantısı gözüyle bakılırken, otomobil savunulacak kutsal varlık oluyordu. Böylece otomotiv tekellerinin rekabette silinmesi gerektiğini varsaydıkları demiryolları, bir anda ulusal düşmanlar sınıfına katılıverdi! Aslında şimdiki durumdan çok değişik bir şey söz konusu değildi. Nasıl ki ABD’nin  düşman ilan ettiği Irak, Türkiye’nin de düşmanı haline geliveriyor, nasıl ki emperyalistler, gelişmenin, Batılılaşmanın, modern bir ülke olmanın yolunun tarımın işini bitirmekten geçtiğini söyleyince ya da dayatınca tarımın ipi çekiliyorsa, demiryolları/otomotiv ve karayolları meselesinde de benzer bir durum yaşanmıştı.                                             
Böylece, tercihler “bireysel özgürlükten” yana kayarken, hem ülkenin iç dinamikleri dinamitleniyor, hem bağımlılaşma süreci hızlandırılıyordu.
Çünkü otomotiv demek; yol, yedek parça, petrol, lastik, benzin istasyonları, demekti. Kısaca, demiryolları, Amerikan arabaları için idam sehpasına çıkartılmıştı. Bu süreçten sonra demiryollarına yatırım yapılmadığı gibi, pek çok bölgede var olan demiryolları sökülecekti. Sökülmeyenler ise göz altında tutulacak, kaderine terk edilecekti!

HIZLANDIRILMIŞ TREN, HIZLANDIRILMIŞ İKTİDARIN KARİKATÜRÜ
Terkedilmiş demiryollarına el atmak AKP’ye nasip oldu, ve belki de böylece, demiryolları bugünkü mevcut sistem dahilinde, gelecek bakımdan bir kez daha büyük darbeyi de bu biçimde almış oldu. Hızlandırılmış tren faciasıyla, boynu bükük demiryolları bir kez daha atış tahtası olarak hedefe konurken, otomotiv endüstrisinin kurtları, olan biteni büyük bir keyif içersinde kıs kıs gülerek izliyordu.
Bu facia vesilesiyle sorgulanması gereken, Türkiye’nin yıllardan beri izlediği ulaşım politikaları, demiryollarının neden geri bıraktırıldığı, nasıl ve kimler tarafından sabote edildiği, neden yollara katrilyonlarca yatırım yapılır, paralar asfaltlara gömülürken, demiryollarına yatırım yapılmadığı olması gerekirken; sanık sandalyesine trenler ve demiryolları oturtulmuştu!
Bu facia vesilesiyle demiryollarına bir kez daha öldürücü darbeler indiriliyordu.
Oysa AKP’nin demiryollarına önem vereceğini söylemesi, modernizasyon girişimlerine başlayacağı biçimdeki açıklamaları, bugüne kadar hükümetlerin her konuda her şeyi söyledikleri, her konuda sınırsız vaatlerde bulundukları bilindiğinden, pek dikkate alınmamıştı. Yine de demiryollarının lafta bile olsa gündeme gelmesi, özel olarak demiryollarında çalışan emekçiler için yeni bir heyecanın başlangıcı demekti. Bütün işçiler, emekçiler gibi, onlar da, çalıştıkları işle gurur duymak, çalıştıkların işten zevk almak isterlerdi. Onlar da, tıpkı deniz otobüsleri, hızlı feribot kaptanları ve elemanları gibi göğüslerini gererek dolanmak, ne iş yaptıkları sorulduğunda gözleri parıldayarak yanıt vermek isterlerdi. Ama demiryolları deyince, akla, eski-püskü trenler, terkedilmiş kasabalara benzer görüntüler geliyor, demiryolu emekçileri de, terkedilmiş kasabaların, virane yapıların boynu bükük kahramanlarını andırıyorlardı.
Hızlandırılmış tren projesi, bu bakımdan kuşkuları içersinde barındırsa da, en azından heyecan vericiydi. Ama, her zamanki gibi, yine de meseleye ülke çıkarları, ihtiyaçlar bakımından değil, “yağmacı Hasan’ın böreği”, talan, reklam, batakçı mantığıyla yaklaşılmıştı. Demiryollarını belli bir plan dahilinde ele alıp, re-organizasyonuna gitmek, alt yapısıyla birlikte, yeni baştan ülke çapında düzenlemek ve işlerliğe kavuşturmak gibi bir kalıcı hedef yerine, tepeden inme, hızlı tren gündeme getirilmişti. Aslında yine, toplu taşımacılık yerine, parası olana, zengine hizmet öne alınıyordu. Çünkü, gerçek anlamda hızlı tren pahalı ve ancak lüks sınıfından yolcuların binebileceği bir araçtı.
Gelgelelim, bunun bile suyu çıkartıldı. Hızlı tren yerine “hızlandırılmış tren” diye bir şey icat edildi ki, dünyada ilkti! Bu, bir tuhaflık gibi görünse de, AKP’nin genel olarak ülke sorunlarına yaklaşımı göz önüne alındığında, temele uygunluk arz ediyordu. En başta, parti olarak kendileri, hızlandırılmış biçimde ABD’de kurulmuşlar, hızlandırılmış biçimde hükümet olmuşlar, medyadan hızlandırılmış bir destek almışlardı.
Yeniden canlandırılacağı açıklanan demiryollarının başına, trenlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan, bütün bildiği, belki de hayatında bir veya birkaç kez trene binmekten ibaret olan, hükümetin başının İstanbul Belediyesi ekibinden, belediye otobüs işletmesi müdürü getirildi. Ve kim bilir, söz konusu şahıs, İstanbul Belediyesi otobüs işletmesinin başına da nereden getirilmişti? Çünkü bugün Ulaştırma Bakanı olan şahıs, daha önce, İstanbul Deniz Otobüsleri’nin başındaydı. Ve oraya getirildiğinde, denizle, deniz araçlarıyla uzaktan yakından ilişkisi yoktu. İstanbul Blediyesi’den iş alan bir müteahhitti!
Aslında, AKP’nin yangından mal kaçırır gibi, kelimenin tam anlamıyla, gözü dönmüşçesine giriştiği kadrolaşma harekatının uzantısıydı, bu atama da. Köşe başlarına, oraya buraya, ellerine ne geçer, nereleri bulurlarsa kendi adamlarını yerleştirmek ve nemalanmak, ranttan, doğan veya yaratılan olanaklardan pay kapmak, ve elbette, olabildiğince, kendi dünyasal bakış açılarını her köşeye egemen kılmak anlayışının yansımasıydı, bu durum. Hem dünyasal bakış açılarının hem de yağmalama sevdasının bir sonucu olan bu kadrolaşma harekatında, atanan kişinin atandığı kurumla ilgili bilgisinin, birikiminin olmamasının hiçbir önemi yoktu. 
Demiryollarına itibar kazandırma yaygaraları, aslında bu atamayla, yeni bir itibarsızlığa uğruyordu. Ve o müdür de, İngiltere’ye yaptığı bir seyahatte hızlı trene biniyor ve çok hoşuna gidince, “ille bundan Türkiye’ye yaptıracağım” diye tutturuyordu.
Aslında, AKP’nin genel anlamda memleket idare ediş tarzının özeti de burada yatıyor. Ülkenin ihtiyaçları, alt yapı, üst yapı, gereklilikler, gereksizlikler, eldeki olanaklar, mevcut olanakların en iyi biçimde kullanılması– bunların hiçbir önemi yoktu. Müdür bey görmüş, beğenmiş ve ille bundan Türkiye’ye yapacağım diye tutturmuştu. AKP ve başbakanına ise, “ne kadar büyük” ve “halkı ve ülkenin geleceğini düşünen adam” olduğunun “kanıtlanması”, halkçılık edebiyatı ve şov gerekiyordu.
Harekete geçilmiş, hızlı tren için yeni bir alt yapı, demiryollarının yeni baştan organizasyonu, sitemin sil baştan yenilenmesi gibi uzun vadeli ve pahalı yatırımlar söz konusu olunca, hızlı tren yerine, varolan trenleri hızlandırmak keşfedilmişti.
Çalışmalara başlanmış, uzmanların, üniversitelerden öğretim üyelerinin düşüncelerine baş vurulmuş, taslaklar, raporlar hazırlanmıştı.
Eğer demiryollarının başındaki kişi, öyle uzmanlık derecesinde de değil, az buçuk demiryollarından anlasa, trenler, vagonlar, raylar, alt yapı üzerine birazcık fikir sahibi olsa, hızlandırılmış tren gibi bir şarlatanlığa asla girişmezdi. Girişmek bir yana, böyle bir şeyi aklının ucundan bile geçirmezdi. Cahil cesareti denilen şey, tam da buydu.

BİLİMİN DÜŞMANI OLARAK AKP
Tayyip Erdoğan, faciayla ilgili olarak bir gazetecinin sorusu üzerine küplere biniyor, haddini bilmekten bahsedip, “ideolojik soru” sorduğu için muhabire haddini bildiriyordu! Oysa facia, tam da bir ideolojinin sonucuydu ve ülkenin üzerinde dolaşan yeni felaket bulutları, bu facianın, olabileceklerin yanında “minicik” kalacağını ortaya koyuyordu.
Bakanlığın ve demiryolları idaresinin çağrısıyla bir araya gelen, öneri ve görüş sunan, rapor hazırlayan uzman ve üniversite hocalarının büyük bir bölümü, böyle bir projenin felaket demek olacağını, onay vermek bir yana, gündeme getirilmesinin bile saçma olduğunu söylüyorlardı. Daha sonra, bu işin gerçekten uzmanı iki öğretim üyesi, görüşlerini medyaya da yansıtıyor, tehlikelere dikkat çekiyor ve yaklaşan faciaya ve dönen dolaplara dikkat çekiyorlardı. Söz konusu görüşler, faciadan bir süre önce, profesörlerin ağzından, en açık biçimde EVRENSEL gazetesinden duyurulmuştu. Ama, AKP hükümeti ve onların “kaderci” ve çok bilmiş kadroları, bilime inanmıyorlardı ki, bilim adamlarına inansınlar! İş başına geldiğinden itibaren, TUBİTAK’tan TSE’ye kadar pek çok kurum ve kuruluşu ele geçirmek adına tarumar eden, imam, hoca ne bulurlarsa, bu kurumlara atayan AKP, elbette bilime ve bilim adamlarına zerre kadar değer vermeyecekti. Bu örnek, YÖK işine tüm varlığıyla asılan ve hedef olarak, bu kurumu ortadan kaldırmayı ve özgür demokratik üniversitesi kurmayı değil, ele geçirmeyi amaçlayan AKP’nin, bu amacına ulaşmasıyla birlikte, eski YÖK’ü AKP’lileştirmek ve zaten kısıtlanmış ve sermaye piyasasına hizmet eder duruma gelmiş üniversiteleri iyice raydan çıkartacağının göstergesidir.
Öğretim üyelerinin tüm karşı çıkmalarına, başa gelecek felakete dikkat çekmelerine rağmen, proje, aynen sürdürülecekti. İstanbul-Ankara hattında belirlenen rötuşlar, düzeltmeler, daha doğrusu göz boyamalar için ihale açılmış ve ihale Tayyip beyin dünürünün müdür ve ortak olduğu şirkete verilmişti! İşte, bir felaketin ardındaki yağmacı mantık kendini gösteriyordu. Acaba dünürün, Tayyip beyle dünür olmaktan başka, demiryolları ve trenler hakkında ne gibi bir bilgisi vardı? Hükümetler değişmekte, liberali gitmekte milliyetçisi gelmekte, milliyetçisi gitmekte imanlılar gelmekte; ama ihale, rant, eş dost kayırma, avanta, rüşvet hiç değişmeden egemenliğini sürdürmekte, herkes o nimetten payını almaktaydı.
Bilim adamlarının, uzmanların tüm itirazlarına karşın proje hayata geçirilir. Çünkü, bilim adamına inanmak, değer vermek için, önce bilime inanmak gerekmektedir. Bilime inanmak ise, soyut kişisel bir mesel olmaktan öte, ideoloji, dünyaya bakış ve yorumlamayla dolaysız bağlantılıdır.
Bütün yaşamları boyunca bilime ve bilimsel olana karşı mücadele vermiş olanlar, bilimi ve bilimselliği; tanrısızlık, tanrıya baş kaldırma ve nihayetinde kafirlik olarak nitelendirmişlerdir. Bilimsel sonuç ve verileri ters yüz edip kendi durum ve ihtiyaçlarına uygun hale getirmeye kalkanlar, ders kitaplarından bilimsel olanı atmak, yerine hurafeleri, mistik dünya görüşlerini yerleştirmek için uğraşanlar, bilime ve bilimsel olana ne kadar itibar edeceklerdir? Zaten bunu nedenle de, demiryollarının başına otobüsçüyü, denizyollarının başına kabzımalı getirmekte sakınca görmezler. Görmeyince de, statik ve dinamik hesaplar, açılar, ters açılar, eğilim, rüzgar, zemin hareketleri, demirin genleşmesi, sürtünme vb., çok da belirleyici bir önem taşımaz. Bilim ne dersi desin, imam bildiğini okur! Öyle olunca da, facia, kaçınılmaz olarak, pek çok insanın yaşamının sonu olmuştur.
Nitekim Demiryolları müdürünün Haydarpaşa Garı’na, hızlandırılmış tren projesine, daha doğrusu, hızlandırılmış tren ucubesine muhalefet eden bilim adamlarına karşı astırdığı karikatürlü afiş, AKP hükümetinin bilime ve bilim adamına bakış açısını en sade ve kestirme biçimde kanıtlıyordu. Haydarpaşa garındaki karikatür şöyleydi: Mahkeme salonunda sanık sandalyesinde inekler oturuyor. Davacı şöyle diyor: “Bu sanıklar, rahat seyredemeyeceğiz diye hızlı tren projesini engellemeye çalışıyorlar sayın hakim”!
Bilim ve bilim adamı inektir! Trene bakan öküzdür! Bu karikatür ve yaklaşımdan sonra, AKP’nin bilime ve bilim adamına bakış açısını bu kadar açık seçik ortaya koyacak başka bir şeye gerek var mıdır? İşte o bakış açısı ve bilime düşmanlık, tren faciasının temeli olduğu gibi, bundan sonra memleketi bekleyen tehlikelerin de yatağıdır.
Şimdi, halkın önüne medya ve propaganda güçleri tarafından çok başarılı ve örnek yönetim diye konulan İstanbul Blediyesi’in nasıl yönetildiği, hangi kaynakların kimlere nasıl peşkeş çekildiği, savrulduğu, olmazların cahil cesareti tarafından nasıl olur hale getirildiği daha iyi anlaşılmaktadır. Yine, bir tren projesine bile böyle yaklaşanların, İstanbul ve Marmara’yı bekleyen deprem tehlikesi karşısında bu kadar kayıtsız kalmalarının, umursamaz tavırlarının nedenleri anlaşılır olmaktadır.
Tıpkı tren faciası öncesinde olduğu gibi, deprem uzmanları, üniversite hocaları yıllardır belediyeleri, hükümetleri yaklaşan büyük deprem felaketi konusunda uyarıyorlar. Uyarmak bir yana, adeta kendilerini yırtıyorlar ve alınması gereken önlemleri tek tek sıralıyorlar. Bu uyarı ve öneriler karşısında belediyelerin ve hükümetin tutumu nedir? Tıpkı tren faciası öncesinde olduğu gibi, hükümet ve yetkililer, uyarılara ve alarm zillerine kulaklarını tıkamakta, “kadere boyun eğmeyi” ideolojilerine uygun görmektedirler. Bilim düşmanlıklarının göstergesi olarak, “hızlandırılmış tren” faciasını “Allah’tan” bulanlar, öncesinden hiçbir önlem almadıkları olası bir deprem felaketini, doğal afet olarak, haydi haydi “Allah’tan” sayacaklardır!
Aynı biçimde, orman yağması, ekolojik dengelerin bozulması, bitki ve arazi örtülerinin yok edilmesi, madencilik yasasıyla en güzel ormanların toplu katliama açılması, yağmacı kapitalist sistemle birlikte, AKP’nin durumunu ve ülkeyi bekleyen yakın tehlikeleri gözler önüne sermektedir.
Son yaşananlardan sonra, deprem ve diğer felaket olasılıkları karşısında, ülkeyi ne büyük tehlikelerin beklediği çok daha iyi anlaşılabilmektedir.

MEDYANIN YAKLAŞIMI
Facia karşısında medyanın tutumu beklenmedik bir sertlik ve eleştirisellikteydi. Hükümet olmasından bu yana, AKP hükümetine gözü kapalı destek veren, her şeyiyle vıcık vıcık yağ salan, bu yüzden toplumsal bazda zaten çok düşük olan itibarını bile yok eden medya, hükümete fena bindiriyordu. Hatta kılıcını kalkanını almış, küçük çaplı mevzi taarruzlarına, taciz atışlarına girişmişti. Anlaşılan, bu taarruz, AKP ve onun başı için de beklenmedik bir şey olmuş, birden tuhaflaşmış, şaşırmış ve sinirlenmişti; o kendine güvenli, kabadayı halinden, hazır cevaplılığından bir şey kalmamış, asit küpüne dönmüştü. Soru soran gazetecileri azarlıyor, haddini bilmek ya da haddini bildirmekle tehdit ediyordu. Oysa muhabirin sorduğu soru, bu tür olaylar karşısında tüm gazetecilerin sorduğu veya soracağı rutin, standart, sıradan sorulardandı. Herkese böyle soru sorulur, burjuva politikacıları da bu soruları, ‘evet’, ‘tabii’, ‘mutlaka’, ‘şüphesiz” diyerek geçiştirirlerdi. Klasik soruya, klasik burjuva politikacısı yanıtı!
Ama o, bu sıradan soruya bile saldırıyordu. Çünkü beklenmediği bir şeydi. Şimdi nereden çıkmıştı bu saldırganlık? Oysa, hep pohpohlanacak, övgüler düzülmeyecek miydi?
Şüphesiz medyanın bu tavrında, iç ve dış politikada, ekonomik ilişkilerde belirleyici sektörlerin, örneğin otomotivcilerin, belki de “İsrail” ilişkilerinin payı olmuştu. Belki birileri, bir yerlerden ufak bir yoklama çekip, “ayağını denk al” mesajı göndererek, “güçlü olan sen değil biziz, havaya girme, bizim pistimizde bize dans figürleri, ayak oyunları çekme” demek istemişlerdir.
Bunların hepsi mümkündür, şu ya da bu biçimde etkisinden söz edilebilir. Ama burada üzerinde durulması gereken, medyanın, tıpkı başka zamanlarda olduğu gibi, “hızlandırılmış tren” gündeme getirildiğinde de, halka bilgi vermeyerek, halkı yanlış yönden bilgilendirerek, var olan olumsuz verileri saklayarak ve hükümeti gazlayarak bu faciaya yol açmada önemli iş gördüğüdür.
Medya kendisini tarif ederken, halkı bilgilendirmek ilkesini temel aldığını bağırır durur. Ancak “hızlandırılmış tren”in en çok yaygarasını, hükümet yalakalığını yapan, medya olmuştur. Halkı yanlış yönlendirmişler, bilim adamlarının açıklamalarına itibar etmemişler, tartışmaya açmamışlardır. Medya, elindeki gücü, bir kez daha, halkı bilgilendirmek için değil, var olan doğru bilgileri gizlemek, doğruyu değil yanlışı savunmak, halkı aydınlatmak değil, gerçeklerin üstünü karartmak için kullanmıştır.

SANIK SANDALYESİNE OTURMASI GEREKEN KURUM HÜKÜMETTİR
Eğer bir şeye “göz göre göre” denilecekse, bu faciadan daha uygun olanı yoktur. Bütün uyarılara, karşı çıkmalara, raporlara, bilim adamlarının açık tutumlarına rağmen, bütün olmazlar bir araya getirilerek, bu faciaya davetiye çıkartılmıştır.
Üstelik demiryollarında görevli uzman ve mühendisler arasında bir anket yapılmış ve ezici çoğunluk bu projeye hayır demiştir.
Tüm bunlara karşın, bildiğini okuyan hükümet projeye onay vermiş, ihaleler, dünürlere, eşe dosta sunulmuş, paralar kazanılmış, kazandırılmış; faciaya da davetiye çıkartılmıştır.
Suç ve suçlu son derece açıktır. Ama tüm bu açıklığa, tartışmasız netliğe karşın, yine de, o, aynı oyun döndürülmeye çalışılıyor, suçlu olarak demiryollarının iki emekçisi hapse atılıyor. Bu, sadece yolsuzluk, bilim tanımazlık, ben bilirimciliğin ötesinde, vicdan ve ahlak sorunudur. Lafa geldiğinde, beş vakit namazdan niyazdan bahsedenlerin, ayinlerde kafa sallayanların, kendi çıkarları söz konusu olduğunda, nasıl vicdansızlaştıklarını, ahlaksızlaştıklarını ortaya koymaktadır.
Bu olayla bir kez daha görülmüştür ki, Türkiye gibi ülkelerde, her şey ince bir ip üstündedir. Her an her şey ters yüz olabilir; dünün iyileri, şaheserleri, bir anda tu kaka olup yerin dibine batırılabilir, dengeler bir anda sarsılabilir.
AKP için, bu vesileyle, taşların nispeten yerinden oynadığı, bir süreden beri sessiz görünen güçlerin yeniden sahne almaya başlayacakları, halkın ise, AKP’ye ve icraatlarına eskisinden daha fazla kuşkuyla bakacağı söylenebilir.
Şüphesiz, yeni bir sayfanın açıldığını söylemek aptallık olur. Ama, AKP için bundan sonraki virajların daha keskin olduğunu, manevra sahalarının, eskiye göre, kısmi anlamda da olsa, nispeten daraldığını söylemek mümkündür. Ama elbette bundan sonrası, asıl olarak, emek örgütlerinin göstereceği performansa bağlı olacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑