“Medeniyetler çatışması” kitabı üzerine notlar

Samuel Huntington’un 1996 yılında kaleme aldığı “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabında geliştirdiği tezlerle bugün polemik yürütmenin bir gereği var mıdır? Tezlerin kendisine bakarak yanıtlayacak olursak, “hayır bir gereği yok” demek lazım. Ancak bu soruyu, bu tezlerin, gerek günlük politikada ve gerekse entellektüel yaşamda işgal ettiği yer ve yüklendirildiği boyutları dikkate alarak yanıtlayacak olursak, hiç şüphesiz “evet bir gereği var” demek gerekiyor. 1996 yılında yazılmış bir kitapta dile getirilen görüşlerle bugün polemik yürütmemizin nedeni de işte bundan ibarettir…
Huntington’ın tezlerine iki açıdan yaklaşılabilir: Birincisi, bu tezler; adeta dünyaya gözlerini yeni açmış birinin, etrafında gördüğü en çarpıcı olay ve gelişmeleri abartıp mutlaklaştırması, dünyanın tayin edici olay ve gelişmelerinin bunlar olduğunu düşünmesi olarak yorumlanabilir. Zira, Huntington, bu tezleri, “Soğuk Savaş”ın sona ermesini izleyen ilk yıllarda kaleme almıştır; aklı sıra, söz konusu yıllarda ortaya çıkan olay ve gelişmeleri “derinlemesine” tahlil ederek, “Soğuk Savaş sonrasının doğası”nı ortaya koymaktadır. Bu, kuşkusuz “iyimser” bir yaklaşımdır ve olsa olsa Huntington’ın yüzeyselliğini açıklayabilir. Fakat bu tezler, bir de şöyle değerlendirilebilir: “Soğuk Savaş”ın sona ermesi gibi tarihi bir dönemeçte ortaya çıkan olay ve gelişmeleri; insanlığın ilerleme eğilimine, sosyalizmin yenilgisiyle vurulmuş olan darbelerden daha ağır darbeler indirecek ve uygun bir şekilde devreye sokulduğunda başarı vaat eden emperyalist bir stratejinin unsuru olarak görme, ve bu olanaktan hareketle, bu olay ve gelişmeleri teorize etme. Bu yaklaşım, Huntington’ın boyunu aşmakta, ama hizmetinde çalıştığı devlet aygıtları ve strateji kuruluşlarının onun gibi “uzman” ve “araştırmacılar”dan faydalanma düzeyi ve tarzını ortaya koymaktadır. Sanırız Huntington’ın tezlerinin bu iki boyutu dikkate alınmadan; bu denli yüzeysel ve dar bir “bilimsel çalışma”nın, bu kadar kendinden söz ettirmesi ve dünya kamuoyunun gündemine sokulması çelişkisinin başka bir açıklaması yapılamaz.
Nitekim, ilginç bir durumla karşı karşıyayız: Huntington’ın temel tezlerine dayanak yaptığı argümanlar, hiçbir ciddi bilimsel tartışmaya dayanamayacak kadar yüzeysel ve keyfidir. Gelgelelim, yakın geçmişin bazı olayları; 11. Eylül ve 11. Mart tipi saldırılar, “Haçlı Seferi” söylemleri, “medeniyetler çatışması”nı öngören Huntington’ı haklı çıkartıyor gibi görünüyor. “İslam fobisi”nin yer yer histerikce yaygınlaştırılmaya çalışıldığı “Batı” ülkelerinde; “İslami terör”, “İslamcı köktendincilik”, “terör ve İslam” tartışmalarından geçilmiyor. Bu çerçevede; terörü, İslam dininin felsefesinde içselleşmiş bir eğilim olarak açıklayan tezlerle karşılaşılabildiği gibi; “Avrupa’da dini çatışmalar: Haç ve Yarım Ay” vb. gazete başlıklarına da rastlanılabiliyor.
Öte yandan, türbanın politik bir sorun haline getirilip gündem konusu kılınabildiği Batı Avrupa’da, “Avrupa Birliği’nin değerleri”yle ilgili burjuva siyasetçileri ve aydınları arasında yürüyen bazı tartışmalar da, bu yönde işaretler veriyor. “Avrupa’nın değerleri – Hıristiyan kökenli mi değil mi?” tartışmaları sadece bazı gazetelerin sayfalarını işgal eden bir konu olarak gündeme gelmiyor. Bu konu, “Batı’yı Batı yapan değerler”de, bireysel ve toplumsal özgürlüklerde vb. “Hıristiyanlığın ayırdedici bir yeri ve rolü” olduğunu savunan Avrupa’nın gerici çevrelerinin bu doğrultudaki görüşlerinin Avrupa anayasasının önsözüne yazılması talebiyle politik bir sorun haline gelebiliyor. Bu gelişmeler karşısında, bazı siyasal ve entelektüel çevreler, “Hıristiyanlığın rönesansı” saptamasında dahi bulunuyorlar. “Siyasal İslam” karşısında giderek aktifleşen bir “Siyasal Hıristiyanlık” eğilimini gözlemleyebiliyorlar…

DÜNYA NEREYE GIDIYOR?
Elbette 500 sayfayı aşkın bir kitapla ilgili birkaç sayfalık bir yazıda, sorunu tüm genişliğiyle ele almamız mümkün değil. Sorunun kültür ve tarih felsefesiyle, antropolojiyle, ekonomiyle vb. ilgili pek çok yönü bulunmakta. Burada bu yönlerine değinmeyeceğiz; çünkü bizi, Huntington’ın felsefeden, tarihten vb. kendi temel tezlerini haklı göstermek için aldığı referanslar ilgilendirmiyor, bizi burada tezlerin kendisi ilgilendiriyor.
Huntington’ın ifadesine göre, “Medeniyetler Çatışması” adlı kitabı, “Soğuk Savaş’tan sonra küresel siyasetin evriminin bir yorumunu yapmayı amaçlamaktadır.”  Bu evrimin yönü ise; “ortaya çıkmakta olan küresel siyasetin en temel ve en tehlikeli boyutu”nun, “farklı medeniyetlerdeki gruplar arasında çatışmalar olacağı” tezinde formüle edilmektedir.  Evrimin kendisi ise, şu gelişmelerde ifadesini bulmaktadır:
“Soğuk Savaş’tan sonraki yıllar halkların kimliklerinde ve bu kimliklerin sembollerinde” -henüz devam eden- “değişikliklere tanık oldu.”
– “Soğuk Savaş sonrasında, dünyada bayraklar, haçlar, hilaller ve hatta baş örtüsü de dahil olmak üzere kültürel kimliğin diğer sembolleri göz önünde tutulmak durumundadır. Çünkü kültür önemlidir ve birçok insan için kültürel kimlik en anlamlı şeydir. İnsanlar yeni ama çok kez de eski kimliklerini keşfetmekte…”
– “Kimliklerini arayan, etnik durumlarını yeniden keşfeden halklar için düşmanlar olmazsa olmazdır. Potansiyel olarak en tehlikeli düşmanlıklar dünyanın en büyük medeniyetleri arasındaki fay çizgisinde yer almaktadır.”
Günümüz dünyasının belli başlı “çağdaş medeniyetleri” ise şunlardır: Sinik (Çin), Japon, Hindu, İslam, Batı, Latin Amerika ve “muhtemelen Afrika”.
Huntington, 1989/90 sonrasında, “çok kutuplu, çok medeniyetli” bir dünyada yaşadığımızı saptıyor. Ona göre, medeniyetlerin “çekirdek devletleri”, Soğuk Savaş döneminin süper güçlerinin yerini almaktadırlar:
– “Artık Soğuk Savaş sonrası dünyada halklar arasındaki en önemli farklılıklar ideolojik, politik veya ekonomik değil, kültüreldir. Halklar ve uluslar insanoğlunun karşı karşıya kaldığı en temel soruyu yanıtlamaya çalışıyorlar: Kimiz biz?”
– “Ulus devletler dünya olaylarında temel aktörler olarak kalmaktadır.”
– “Bu yeni dünyada yöresel politika, etnik duruma dayalı veya en azından ona bağlı politikadır. Küresel politika da medeniyetler politikası olmaktadır. Süper güçlerin rekabeti yerini medeniyetlerin çarpışmasına bırakmıştır.
“Bu yeni dünyada en yaygın, önemli ve tehlikeli anlaşmazlıklar sosyal sınıflar, zengin ve yoksul veya diğer ekonomik olarak tanımlanmış gruplar arasında değil, farklı kültürel varlıklara ait halklar arasında ortaya çıkacaktır.”
Aslında bu çatışma başlamıştır bile. Diyor ki: “Şayet Müslümanlar, Batı’nın İslam’a savaş açtığını ileri sürüyorsa ve Batılılar da İslami grupların Batı’ya savaş açtığını ileri sürüyorsa, savaşa çok benzeyen bir şeyin seyretmekte olduğu sonucunu çıkarmak akla yatkın gibidir.”
Ona göre; Somali, Ruanda, Bosna, Kafkasya, Orta Asya veya Keşmir’de yaşananlar, “medeniyetlerin kanlı çarpışmaları”yla karşı karşıya olduğumuzun göstergeleridir. Bu çatışmaların “akraba ülkeler”i harekete geçirdiğini; Rusya’nın, Sırplar’a; Suudiler, Türkiye, İran ve Libya’nın da Boşnaklar’a destek vermesini bunun kanıtı olarak ileri sürüyor.
Özetleyelim: “Soğuk Savaş sonrası dünya politikasının temel ekseni böylece Batı gücü ve kültürü ile Batılı olmayan medeniyetlerin gücü ve iktidarı arasındaki etkilenmeler olmaktadır. Soğuk Savaş sonrası dünyanın yedi veya sekiz medeniyetten oluştuğunu söyleyebiliriz. Kültürel benzerlikler ve farklılıklar, devletlerin birlikte hareket etmelerini, menfaatlerini ve husumetlerini biçimlendirmektedir. Çok etkileyici bir gerçek de şu ki, dünyadaki en önemli ülkeler farklı medeniyetlerden çıkmaktadır. (…) Uluslararası gündemdeki anahtar sorunlar Medeniyetler arasındaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır. İktidar veya güç uzun bir dönemdir egemen olan Batı’dan, kutuplu, Batılı olmayan medeniyetlere kaymaktadır. Küresel politika çok kutuplu ve çok medeniyetli bir duruma gelmiştir.”

CİDDİ BİR CİDDİYETSİZLİK!
Görüldüğü gibi, “çok orijinal” algılama ve yorumlama kapasitesine sahip bir kafayla karşı karşıyayız! Bu kafaya göre, “kültürün güçlü olduğu bir dünyada klanlar ve etnik gruplar birer takıdır, uluslar birer alaydır ve medeniyetler birer ordudur.”  Huntington için, “Doğu Asya’nın yükselişi ekonomik büyümedeki büyük başarılarından kaynaklanırken, İslamcı Yeniden Doğuşun başlaması ise nüfus artışından hız almıştır.” Bunun için o, Müslümanlar hakkında konuştuğunda, öncelikle “Müslüman demografik istila sorunu”ndan söz açmaktadır.  Ve tehdit tablosu hazırdır: “…toplam olarak Müslümanlar 1980’de dünya nüfusunun yüzde 18’ni oluştururken, muhtemelen 2000 yılında yüzde 20’sini ve 2025 yılında da yüzde 30’nu oluşturacaklardır.”  Yani, sayıları hızla büyüyen Müslümanlar Batı’yı istila ediyorlar! Ve daha kötüsü, “Avrupa’nın ‘İslamlaşma’ tehlikesini Avrupa’nın ‘Afrikalaşması’ tehlikesi izleyecek”miş!
“İslam’ın kanlı sınırları” reddedilemezmiş. Zira: “Müslümanların dövüşkenliği ve şiddet düşkünlüğü, ne Müslümanların ne de Müslüman olmayanların yadsıyabileceği yirminci yüzyıl sonu olgularıdır.”
Huntington bu incileriyle, sadece günümüz dünyasında kol gezen “İslam fobisi”nin teorik temellerini sunmuyor (“Batı için temel sorun İslamcı köktendincilik değildir. Bu sorun bizzat İslam”dır! ); o, aynı zamanda, “İslamcı Yeniden Doğuş”un temelini oluşturan nüfus artışının daha “derin” anlamlarını kavramamıza yardımcı oluyor: “İlk olarak” diyor, “genç insanların protestoya, istikrarsızlığa, reforma ve devrime önayak olan kimseler olduğu belirtilmelidir.”  Bu böyle olduğu için, şu, bir rastlantı sayılmamalıymış: “Belki de İran nüfusu içinde genç nüfusun 1970’lerde aşırı bir biçimde artması … ve 79 yılında İran Devrimi’nin olması … bütünüyle rastlantısal değildir.”  Böylelikle, onun sayesinde, devrimlerin kısa formülünü keşfetmiş bulunuyoruz: Gençliğin nüfusa oranı (15-24 yaş arası nüfus) sakın yüzde 20’yi geçmesin! Geçerse; devrimlerin, ayaklanmaların gündeme gelmesi işten bile değildir!
Nedenini bilmiyoruz ama, bu incilerin yer aldığı sayfalardaki Huntington’ın başka “önemli” bir saptaması, Türkçe çevirisinde yer almamış. Ya yayınevinin genel bir dikkatsizliği ya da çevirmenin anlaşılabilir bir işgüzarlığı (‘bu saçmalığı da çevirmeyeyim’ anlamında!) olabilir. Önce çevrilen kısmı okuyalım: “Veriler gerekli özen gösterilerek ele alınmalı ve gerekli uyarılarla birlikte, tahminlerin Bosna ve Arnavutluk’taki genç nüfusun oranının yeni yüzyıla girerken hızlı bir biçimde düşeceğini gösterdiği belirtilmelidir.”  Bundan hemen sonraki, atlanılan yan cümlede ise, Huntington şu saptamayı yapıyor: “Bu durum”, yani Bosna ve Arnavutluk’taki genç nüfusun oranının hızlı bir biçimde düşmesi, “ya  eski Yugoslavya’da bir barışın sağlanmasını kolaylaştırabilir ya da ama Sırplar ve Hırvatlar’ın Müslümanlar’a karşı yeni saldırılarının önünü açabilir.”
Müslüman halk ne yapsın şimdi? Çocuk yapmaya devam ederse, barış ihtimalini düşürecek, yok çocuk yapmayıp genç nüfusun oranının düşmesini sağlarsa, Sırp ve Hırvatların saldırısıyla karşı karşıya kalacak. Üstü bıyık, altı sakal yani! 
Huntington genel olarak, “Batı’nın İslam’la hiçbir sorunu olmadığı” görüşüne katılmıyor, “1400 yıllık tarih aksini kanıtlıyor” diyor. Ona göre, İslam ve Hıristiyanlık arasında 1400 yıldır süren ve “derinden derine çatışma eğilimli” olan bir ilişki bulunmaktadır. Bu ilişkiyle kıyaslandığında, “liberal demokrasi ve Marksizm-Leninizm arasındaki yirminci yüzyıl çatışması”, “kısa ömürlü yüzeysel bir tarihsel olgudur”!  Başka bir deyişle, Ekim Devrimi, sosyalizm, işçi iktidarları vb., bütün bunlar, tarihte bir sapmadan ibarettir! Dolayısıyla, sosyalizmin yenilgisiyle birlikte, dünya ve tarih yeniden asıl mecrasına girmiş, 1400 yıllık asıl çelişki ve savaşlarına dönmüş bulunuyor! (Zira; “komünizmin çöküşü, Batı ve İslam’ın ortak düşmanını ortadan kaldırdı ve her birinin, diğerini büyük tehlike olarak algılamasına yol açtı.”
Müslümanlar Avrupa için “ivedi bir sorun yaratırken, Meksikalılar da aynı sorunu ABD için yaratıyor.”  ABD için buradan doğan sorun şöyle tarif ediliyor: ABD’ye göç eden Meksikalılar “kimliklerini koruma eğilimindeler”, üstelik bunların ABD’de “yerleştiği bölge on dokuzuncu yüzyıl ortasında Meksika’nın yenilgiye uğramasının ardından ABD’nin yönetimine” geçen bir bölgedir. Bu ise şu anlama gelebilir: “Meksika’nın ekonomik gelişmesi neredeyse kesin bir şekilde Meksikalıların yitirdikleri toprakları tekrar elde etmeye yönelik bir politika izlemeleriyle sonuçlanacak öç duygularını uyandıracak. Zamanı gelince, on dokuzuncu yüzyıldaki Amerikan askeri yayılmasının sonuçları, yirmi birinci yüzyılda Meksika’nın demografik genişlemesiyle tehdit edilebilir ve muhtemelen tersine çevrilebilir.”
“Muhtemelen”! Huntington “bilim adamı” titizliğinden de hiç prim vermiyor gerçekten! Ama elden ne gelir? Emperyalist “Batı” ve onun “tanrı buyruğu”yla lideri olan ABD “gerilemekte” bir kere! Irk ve kökene göre ABD nüfusu verileri de, İspanyol kökenli olmayan beyazların oranını giderek yüzde 50’lilere çekecek (tahminen 2050’de), geri kalanını da İspanyol kökenliler, siyahlar, Asyalı ve Pasifik Adaları’ndan gelenler oluşturacak!
Huntington çizdiği genel tablodan “Batı” için şu sonuçları çıkarıyor: “Medeniyetler arasındaki değişen güç dengesi, (kitap boyunca, bu değişimin, “Batı”nın bir bütün olarak gerilemesi anlamına gelen ciddi herhangi bir verisiyle karşılaşmak mümkün olmadı; ama “tehditleri” gerekçelendirmek için bu korkuluğu iddia etmek gerekiyor! -A.C.) Batı’nın silahlanma, insan hakları, göç ve diğer meselelerle ilişkili olarak amaçlarına ulaşmasını giderek daha da zorlaştırıyor. Bu durumda kayıplarını en aza indirmesi ise, Batı’nın diğer toplumlarla ilgilenirken ekonomik kaynaklarını bir ödüllendirme ve cezalandırma stratejisiyle (yani havuç-sopa politikasıyla -A.C.) ustaca kullanmasını, diğer toplumların Batılı ülkeleri birbirine düşürmesini zorlaştıracak biçimde bütünlüğünü desteklemesini ve politikalarını koordine etmesini ve Batılı olmayan uluslar arasındaki farklılıkları destekleyip (yani bölme, kışkırtma ve istikrarsızlık politikaları -A.C.) bunları kendi lehine kullanmasını gerektiriyor.”
İşte çıkarılan bu sonuçlarda, Huntingtoncu ciddiyetsizliğin gerisindeki ciddiyeti görüyoruz: Demek oluyor ki, bu tezler, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle varlık gerekçesini yitiren “Batı kampı”na yeni bir varlık gerekçesi ve platformu sunmayı amaçlıyor. “Hür dünya”, “Batı medeniyeti”ne indirgeniyor; haliyle düşmanlar da değişiyor: “Hür dünya”nın hasımı “komünizm” iken, “Batı medeniyeti”nin düşmanı da, başta İslam (petrol ve nakil yolları) ve Konfüçyusçu (koca Asya pazarının yanı sıra, esasta Çin) olmak üzere diğer medeniyetler oluyor. Eh, her bir medeniyetin de bir “çekirdek devleti” olduğundan ya da olması gerektiğinden, “Batı medeniyeti”nin çekirdek devleti de kendiliğinden anlaşılıyor: ABD! Başka bir deyişle, uluslararası planda tam da, “ABD’nin dünya önderliği ve hegemonyası için artık bir neden kalmadı” denilebilecekken, Huntington ileriye fırlıyor: “Hayır efendim, var!” diyor.
Böylelikle, “medeniyetler çatışması” tezinin özünün, ABD emperyalizminin dünya egemenliğini zorunlu ve meşru kılmaya hizmet eden bir platform yenilemesi olduğu ortaya çıkıyor.

HUNTİNGTON DÜNYASI
Tabii, insan “acaba, bu kişiyle aynı dünyada ve aynı tarihte mi yaşıyoruz?” diye sormadan edemiyor. Hiç şüphesiz, Huntington’ın tezi baştan yanlış ve hedef saptırıcı. Dünyanın mevcut güçleri arasındaki bölünmeyi, kültür-medeniyet platformuna oturtuyor ve rekabet ve çatışmanın bu temel üzerinde cereyan ettiğini iddia ediyor.
Çizdiği dünya tablosunun, bizim yaşadığımız, gördüğümüz dünyayla hiçbir ilgisi yok. Kuşkusuz medeniyetler vardır, ancak medeniyet “kampları” yoktur. Huntington’ın dile getirdiği, nesnel gerçeklik değil, istemdir. Onun en homojen yansıttığı “Batı medeniyeti”, aslında en kıyasıya rekabetin ve dalaşmaların yaşandığı kamptır. Bu kampın gerçek niteliği de emperyalist olmasıdır. Üstelik “Batılı ülkelerle” de sınırlı değildir: Japonya, Rusya “Batılı” değillerdir ama, emperyalisttirler. Müslümanların çoğunlukta yaşadığı ülkeler vardır ama, bir “İslam medeniyeti” temelinde bir araya gelmiş bir “İslam dünyası” yoktur. Huntington, “Batı’nın gücünün azalması”ndan, “gerileyen Batı’dan” söz ediyor. Ama bugün aklı başında hiçbir insan, “güç” kavramının unsurları sayılabilecek hiçbir alanda bu iddiayı doğrulayacak bir veri ileri süremeyecektir. 
Huntington’ın kitabı, kelimenin tam anlamıyla, “orijinallikler”le doludur. Örneğin “akraba ülkeler”i kastederek diyor ki, “bu ülkeler bu yardımları, güç sağlamak, ekonomik çıkar veya ideolojik nedenlerle değil, kültürel açıdan kendilerini bu insanlara yakın hissettiklerinden yapmışlardır.” !
“Kültürel ve ekonomik işbirliği” ara başlıklı bölümde ise, şunları okuyoruz: “Bölgeler ancak söz konusu coğrafyanın kültürle çakışması ölçüsünde bir işbirliği temeli oluşturabilir. Kültürel yakınlığı içermeyen bölgesel yakınlık tek başına birliktelikle sonuçlanmadığı gibi, bunun tam tersini besleyebilir. Askeri ittifaklar ve ekonomik ortaklıklar, mensupları arasında işbirliği olmasını gerektirir, işbirliği güvene dayanır ve güven de en fazla, ortak değerlere ve ortak kültüre sahip toplumlarda serpilir.”  Yani ekonomi de, askeri ittifak da “kültürü izler”! Demek oluyor ki; Türkiye, ABD ile ortak değer ve kültüre sahip olduğu ve bu ortaklıklara dayanan bir güven üzerinden işbirliği yapabildiği için NATO’nun üyesidir!
“Gelgelelim, günümüzün dünyasında bir ülkenin içinde yer aldığı ortaklıkları ve düşmanlıkları biçimlendiren temel etken kültürel kimliktir. Bir ülke Soğuk Savaş dönemine özgü kamplaşmalardan uzak durabilir ama kimliksiz yapamaz. ‘Hangi taraftansınız’ sorusunun yerini çok daha temel bir soru, ‘Kimsiniz?’ sorusu almıştır. Her devlet bu soruya bir yanıt vermek zorundadır. Bu yanıt, yani bir devletin kültürel kimliği, o devletin dünya siyasetindeki yerini, dostlarını ve düşmanlarını tanımlar.”
Öyle ise; Türkiye, AB’ne girmek istiyor olmayacaktı; Kazakların, Kırgızların, Taciklerin, Özbeklerin dinmeyen talepleri karşısında Türki Cumhuriyetler Birliği’ni kurmuş olacak; İsrail ile stratejik ortaklık tekliflerine “hayır!” deyip, çoktan, bu ortaklığı Filistin ile kurmuş olacaktı; Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Baltık ülkeleri, Bulgaristan, Romanya vb., AB ve NATO’yla değil, Slavların doğal lideri Rusya ile ittifak kurmuş olacak; Meksika, ABD ile değil Latin Amerika ülkeleriyle büyük bir ittifak içinde yer alıyor olacaktı! Çin ile Japonya, ortaklaşa kurdukları bir Doğu Asya Birliği içinde bir araya gelmiş olmalıydılar ve Avrupa, barındırdığı çeşitli kültürlerden insanlarıyla, tam bir barut fıçısına dönüşmeye başlamalıydı! vb. vb.
Huntington, başka bir alemden konuşuyor mutlaka: “Günümüzde ortaya çıkmakta olan dünyada küresel gücün modası geçmiştir, küresel bir topluluk ise gerçekliğe uzak bir düştür. ABD dahil olmak üzere hiçbir ülkenin küresel ölçekte önemli bir güvenlik çıkarı yoktur.”
Burada, bu hafifliği hafifletecek şöyle bir neden ileri sürülebilir: Huntington, bunu 11. Eylül 2001’den çok önce yazdı, yani, ABD’nin 11 Eylül üzerine tüm dünyayı kendi güvenlik alanı olarak ilan edeceğini bilemezdi. Kabul edelim, ama, bu durumda da, şöyle bir sorun doğuyor: Huntington’ın tezleri, 11 Eylül gibi olayları genel olarak öngörmekteydi (kültürel ve dini motifli saldırılar). Görüldüğü gibi, bir tezinin doğrulanması, diğer tezinin yalanlamasını beraberinde getiren pek “sistematik bir konsept” ile karşı karşıyayız!
Onun literatüründe İkinci Dünya Savaşı, “Batı’nın 1939 ile 1945 yılları arasında cereyan eden iç savaşı” oluveriyor! Peki, şu “hepsinden farklı” olan “yalnız ülke”, kendine özgü medeniyeti olan Japonya; peki, başta Sovyetler olmak üzere Slav halkları veya Magrip ülkeleri; onlar bu “iç savaş”ın dışında mıydılar?
Tabii genel olarak şöyle bir sorun daha çıkıyor: Farklı medeniyetler ya da onun tabiriyle medeniyetlerin fay hatlarındaki çatışmalar, kültürel kaynaklı çıkıyor diyelim. Bir an için nesnel gerçeğin bu olduğunu kabul edelim; peki “Batı medeniyeti”nin kendi içindeki çatışmaları ve rekabeti (ABD ile Avrupa, Avrupa’nın kendi içinde vb.) bugün nasıl açıklayacağız? Bunları “iç savaş” olarak geçiştirsek de, günümüz dünyasında kavga ve çatışmaların kaynağı kültürel olduğu tezini, yine ayakta tutamayacağız. Zira dünyayı etkileyen bu çatışmalar “kültürün belirleyici olduğu günümüz dünyasında” bir olguysa, o zaman, ancak “kültürel kaynaklı olmaları” gerekmiyor mu?
Huntington’ın kitabındaki “orijinallikler” bir yönden yüzeysellik kaynaklıyken, diğer yönden keyfiyetiyle göze batmaktadırlar. Örneğin Avrupa nedir, doğu sınırları nerede başlar, nerede biter sorusuna da çok basit yanıtlar buluyor. Şöyle diyor: “Bu sorulara verilebilecek en cazip ve kapsamlı yanıtlar, yüzyıllar boyunca Batılı Hıristiyan halkları Müslüman ve Ortodoks halklardan ayıran büyük tarihsel çizgi tarafından sağlanmaktadır. Bu çizginin varlığı dördüncü yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun bölünmesine ve onuncu yüzyılda Kutsal Roma İmparatorluğu’nun kurulmasına kadar gerilere uzanır.”  Burada da “kültürel sınır çizgisi”, “siyasal ve ekonomik sınırı” belirliyor. Başka bir deyişle, 21. yüzyılın siyasal ve ekonomik sınırlarını, 4. yüzyıl ile 10. yüzyılda oluşan “tarihsel çizgi” belirliyor!
“Medeniyetler mantığı”nı, işine geldiğinde, NATO’ya da uyarlıyor: Ona göre, “Soğuk Savaş sonrası dünyada NATO, Batı medeniyetinin güvenlik örgütüdür.”  Bu mantık, Yunanistan ve Türkiye’nin üyeliğinin devamını açıklayamadığı gibi, Batı’nın “Avrupa’daki varlığı”nın (AB) çekirdek ülkeleri Almanya ve Fransa’nın NATO’ya rağmen, Avrupa Ordusu’nu inşa etme gayretlerini de açıklayamamaktadır.
Kısacası, “medeniyetler mantığı”nın kaçınılmaz bir şekilde gündeme getirdiği sorunları, Huntington, kitabının tümüne egemen olan keyfiyetiyle “çözüveriyor”: “Doğru” diyor, “Batılı olmayan” Türkiye’nin üyeliği “medeniyetler mantığına” uymuyor, ama bu, zaten “Soğuk Savaş döneminin birer ürünüydü”  deyip işin içinden çıkıyor. Yunanistan da “Batı medeniyetinin bir parçası değil” ama, “Batı medeniyetinin önemli bir kaynağı olarak Klasik medeniyete ev sahipliği yapmıştır.”! 21. yüzyılın siyasal ve askeri ilişki ve olgularını açıklarken, duruma göre, ve keyfiyete dayalı mantığa nasıl uygun düşüyorsa, kah 20. yüzyılın, kah 20. yüzyıl öncesinin “tarihsel olgular”ına dayanmaktadır. Tabii, biz de, bu keyfiyeti örnek alarak, şöyle iddia edebiliriz: Yunanistan Klasik medeniyete ev sahipliği yapmışsa, İslami düşünürler ve Arap medeniyeti de bu klasik medeniyetin kaybolup gitmesini engellemiş ve sonraki çağlara aktarılmasını sağlamıştır!
Huntington, Soğuk Savaş’ın bitimiyle yeni bir dönem başlatıyor. Ama bu yeni dönem, sanki bir boşlukta başlıyor! Bir önceki dönemin devrettiği hiçbir şey yok. Yeni başlayan dönemin kalkış noktası, bir önceki dönemde olup bitenlerin oluşturduğu şartlar, bıraktığı/biriktirdiği sorunlar yok!
Soğuk Savaş döneminde, kültür ve medeniyetlerden bağımsız ve heterojen ittifaklar kurulmuş. (“ABD, … geniş, çeşitli, çok-medeniyetli ülkelerden oluşan bir gruplaşmanın merkezinde yer alıyordu.”  Bu bir olguydu yani. Soğuk Savaş bittikten sonra, bu ittifaklar dağılmış, dahası, yeni ittifaklaşmalara gidilmektedir. Bunlar da, bu sefer, güya kültürel ve medeniyetsel ortaklıklara göre oluşmaktadır. Peki neden? Neden şimdi medeniyete göre bir araya gelinecektir? Soğuk Savaş’taki kamplaşmayı belirleyen, sadece soyut düşünsel ve dünya görüşüyle ilgili farklılıklar mıydı? Yani, salt bir fikir savaşı mıydı? Değilse, bu kamplaşmayı belirleyen nesnel neden ve somut çıkarlar, “Batı-Doğu kamplaşması”nın ortadan kalkmasıyla birlikte ortadan mı kalkmıştır? Huntington’ın bütün kitabında bu soruya verilmiş bir yanıt yoktur; onun açısından bu soru gündeme de gelmemektedir. Çünkü o, bütün meseleyi düşünsel planda ele almaktadır: Marksist-Leninist ideoloji çökmüş, çöküşü bir ideolojik boşluk yaratmıştır, bu boşluğu, şimdi din ve medeniyetler doldurmaktadır. Dolayısıyla şimdi, bunların arasında gerçekleşen bir çatışmayla karşı karşıyayız. Bu kadar!
Tarihte “medeniyetler arası savaşlar” olmuş mudur? Olmuştur kuşkusuz, ama olduğu her yerde medeniyet farklılığı ve buna dayandırılan kültürel, dini, ahlaki vb. gerekçeler, gerçek nedenleri gizleyen gerekçeler olarak işlev görmüşlerdir. Ama tarihte, salt medeniyetler savaşı olmamış, ondan daha fazla “medeniyet içi savaşlar” olmuştur. Ortaçağın mezhep savaşlarını, 30 Yıllık Savaşı, köylü savaşlarını vb. neyle açıklayacağız? Bütün Ortaçağ; dinin ve tanrıbiliminin (teolojinin), nasıl, nesnel sınıf çelişkileri ve çıkarlarının bir kisvesi olarak işlev gördüğünün sayısız trajik ve kanlı örnekleriyle doludur. Kısacası, dünya politikalarında medeniyetler ve dinler, her zaman, egemenlik ve hegemonya amaçlarına ulaşmada araç olarak kullanılmıştır. Medeniyet ve dinlerin, egemenlik politikalarının bir unsuru haline gelmesi, bu bakımdan, yeni bir olay değildir. Yakın geçmişte Balkanlar’da “başarılı” bir şekilde de uygulanmıştır. Huntington’ın demagojisi şudur ki, o, bu yöntemin, kendi başına bir amaç haline geldiğini iddia etmektedir. Aslında bu demagoji, bizzat, bu yöntemin bir parçası ve ifadesidir.
Bu bakımdan, “medeniyetler çatışması” tezi, teorik bakımdan, çatışmaların görüngü biçimiyle gerçek nedenlerini kasıtlı olarak tersyüz etmekten ibarettir. Bu tersyüz edilme de zorunludur. Zira, aksi durumda, Soğuk Savaş sonrası yükselen milliyetçilik ve bu kisve altında sürdürülen çatışma ve savaşlara bakılarak, artık kültürler (dinler) arası çatışmalar dönemine geçildi iddiası gerekçelendirilemez.
Gelgelelim, ona göre, İslam ve Hıristiyanlık arasındaki çatışmanın nedenleri, “…on ikinci yüzyıl Hıristiyan özlemleri veya yirminci yüzyıl Müslüman köktendinciliği gibi geçici fenomenlerde yatmaz. İki dinin doğasından ve bu dinlere dayalı medeniyetlerden kaynaklanır.”  Bu zatın dediklerini ciddiye alacak olursak, şunu düşünmemiz gerekecek: Bu 1400 yıllık sürede çıkan çatışma ve savaşların nedenleri, uhrevidir! Dünyevi nedenleri yoktur; bunlar, olsa olsa bu uhrevi amaç ve nedenleri etkileyen faktörlerdir! Zira; “İslam ve Hıristiyanlık arasındaki şiddetli çatışmanın düzeyi, zaman içinde, demografik büyüme ve küçülmelerden, ekonomik kalkınmalardan, teknolojik değişikliklerden ve dini bağlanımın yoğunluğundan etkilenmiştir.”  Başka bir deyişle, “ekonomik gelişme”, “nüfus artışı” ve filanca “tarikatın dirilmesi” gibi dünyevi olgu ve faktörler, uhrevi amaçlı “Haçlı Seferleri”ni olanaklı kılmışlardır sadece!
Görüldüğü gibi, neden ve sonuç arasındaki ilişkiyi tersyüz eden sakat bir tarih anlayışına sahip tam bir ortaçağ kafasıyla karşı karşıyayız! Ve elbette, buradaki olay, tarihin öyle ya da böyle yorumlanmasıyla sınırlı değil, bu ortaçağ kafası, günümüzün koşulları ve gelişmelerini de böyle değerlendiriyor ve öngörüyor. Ona göre, yukarıda belirtilenlerle “mukayese edilebilir bir etkenler karışımı, 20. yüzyıl sonlarında İslam ve Batı arasındaki çatışmayı” artırmış bulunuyor.  (sf.312)
Huntington’ı ciddiye alalım ve bu tezlerini, güncel olan Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile ilişkilendirelim: Yani; demokrasi, liberalizm, hukuk devleti ve benzerlerini “Batı medeniyetine özgü” ve sırf ona ait değerler olarak düşündüğümüzde, o zaman BOP’u “çöken Batı’nın” Ortadoğu ve Asya’ya kendi medeniyetini dayatması olarak yorumlamamız gerekir; o zaman BOP’un, kelimenin tam anlamıyla, bir Haçlı Seferi’nden ibaret olduğunu söylememiz lazım! (Tabii ki, işin gerçeği öyle değildir. Zira, BOP bir “medeniyet taaruzu” değildir. Aslında BOP çıkarması, ABD cephesinden bakıldığında, Huntingtoncu platform yenilemesi girişiminin geri tepmiş olduğunun, manevra ve söylem değişikliğinin zorunlu hale geldiğinin somut bir göstergesidir.)

“TEKİL MEDENİYET İLE ÇOĞUL MEDENİYET” İKİLEMİ
Huntington, şu saptamasıyla okuru şaşırtıyor: “Bir medeniyet, ancak emperyal olduğunda evrensel olabilmekte”dir!  Dolayısıyla, evrensel medeniyeti savunmak, “emperyal” bir medeniyeti önkoşullamaktadır. Neden? Çünkü ancak “emperyal” konuma gelmiş medeniyetler, evrensel medeniyet mertebesine ulaşmışlardır!
Haliyle o, evrensel medeniyete karşı çıkıyor. Ama burada bir sorun bulunuyor: İnsanlığın genel gelişme aşamasının ifadesi ve kazanımı olmuş uygarlık ürünleri ve nimetleri yok mu? Var. Peki, medeniyetlerin varlığı (çok kültürlülük) evrenselliğin inkarı olarak ele alındığında, bu genel uygarlık ürünleri ve nimetlerini sahiplenme ve onlardan faydalanma sorununu ortaya çıkarmayacak mı? Huntington’a göre, çıkarmayacaktır, çünkü o, bir sokak sihirbazının kıvraklığıyla, bu evrensel ürünleri ve nimetleri “Batı medeniyeti”nin mülkiyetine geçirmiş bulunmaktadır. Basit ama, “Batılı olmayan medeniyetler”den toplumlar için pek ağır sonuçları olan bir hamle! Nitekim böylelikle, örneğin demokrasi, “Batı medeniyeti”yle eşitlenmekte, özdeşleşmektedir. Dolayısıyla, “Batı kültürü” dışında demokrasi bir paradoks haline gelmektedir. Demokrasinin, insanlığın evrensel bir kazanımı olarak değil, “Batıya dair” ve “Batı”nın egemenliği dışında uygulanamayacak bir “değer” olarak ele alınışını görmekteyiz burada!
Huntington aynen şöyle yazmaktadır: “Müslüman toplumlarda liberal demokrasinin kök tutmasındaki genel başarısızlık, 1800’lerin sonunda başlayan ve bütün yüzyıl boyunca yinelenen ve hâlâ da devam eden bir olgudur. Bu başarısızlığın kaynağı, bir ölçüde İslam kültürünün doğasının ve toplumunun Batılı liberal kavramları sevmemesi, onlara barınak sağlamamasında yatmaktadır.”
Anlaşıldı: demokrasi, Müslüman toplumlar için uygun değil! Tabii, Müslüman toplumlar, kendi medeniyetlerinin inkarı üzerinden demokrasiyi isteyebilirler. Huntington, bu bakımdan, Kemalizm’i örnek gösteriyor. Onun, başarılı görmediği Kemalizm tarifinde, Kemalizm, adeta “Batı”nın karşısında bir boyun eğiş ve ulusal olanın inkarı olarak görünüyor!
Huntington için medeniyet, her şeyden önce değerler, din, ideoloji ve siyasal rejim biçimleri vb. olarak, üstyapısal ögelerdir. Oysa medeniyet, her şeyden önce, neyin, nasıl ve neyle üretildiğiyle ölçülür, üretim tarzıyla ayrışır…
Modern uygarlık (yani kapitalist uygarlık); sınai devrimi, bilim ve teknoloji, gelişkin üretici güçler gibi, günümüz uygarlığının üzerinde yükseldiği esas temelden ayrı ele alındığında, bu uygarlığa tekabül eden tüm üstyapı unsur ve öğeleri de maddi koşullarından soyutlanmış ve koparılmış olur. Huntington’ın bütün medeniyet “teorisi”, bu ayrıma, bu soyutlanmaya dayanmaktadır. Bu bilimdışı ve vülger yönteme başvurmak zorunda. Zira, aksi taktirde, Hıristiyanlıktan burjuva demokrasisini geliştiremez ya da demokrasiyi Hıristiyanlığa dayandıramaz.
Bunu da, “tekil medeniyet ile çoğul medeniyetler arasında bir farklılığı” saptayarak  yapıyor. Çoğul medeniyet altında, “her biri kendine göre medeni olan birçok sayıda medeniyet” kastedilmektedir.  Kendisi de zaten, “çoğul anlamda medeniyeti” bu kitabında incelediğini belirtmektedir.
Fakat sorun şu: çoğul anlamda medeniyetler soyutlaması, olsa olsa her bir medeniyetin kendisini ve özelliklerini açıklamak bakımından anlamlı olur. Ama o, burada durmuyor: “Batı medeniyeti” ile “tekil medeniyeti” özdeşleştiriyor. Buradan, “Batılı olmayan medeniyetler”, ister istemez, tekil medeniyet (genel uygarlık) ile karşı karşıya getirilmiş oluyor. Daha doğrusu; “Batılı olmayan medeniyetler” ile tekil medeniyet arasında bir uyuşmazlık çıkıyor!
Huntington, ideolojinin yerini kültürel kimlik ve bunun temel öğesi olarak da din aldı, diyor, ve böylelikle, aslında kültürel kimliği, daha doğrusu dini asıl ve tek ideoloji olarak karşımıza çıkarıyor.
Huntington’ın tezlerinde genel olarak insanlık yok. Homojen bir bütün olarak yansıttığı “medeniyetler”de ise, sınıflar ve onların nesnel çıkarları ve bu çıkarların koşullandırdığı çatışmalar yok. “Huntington dünyası” bir faraziyedir. Sunduğu perspektifle, bizi, dinden başka bir ideoloji bilmeyen ortaçağ karanlığına sürüklemek istemektedir.
“Medeniyetler çatışması” tezinin “küresel politika” alanındaki misyonu ise, açık olsa gerek: “Batı dünyası”nda ABD’nin hegemonyasının teorik gerekçelerini sunmak; “İslam fobisi”yle, petrol ve diğer enerji kaynaklarının bulunduğu ülkelerde emperyalist denetim ve boyunduruğu meşru ve zorunlu kılmanın gerekçelerini ortaya koymak, ve başta Çin olmak üzere Asya’da, ABD emperyalizminin aleyhine gelişecek bütün potansiyel gelişmeleri boğmanın gerekçelerini var etmek, yeni bölme ve parçalama hamlelerinin teorik kılıflarını hazırlamak.
“Huntington dünyası”nın nesnel gerçek dünyayla ilişkisi de, bu politik misyondan ibarettir. Başta ABD olmak üzere, dünya gericiliği, bu tür tezlerden faydalanmaya çalışmıştır ve ileride de faydalanacaktır. Ancak, 11 Eylül gibi, Huntington’a “alın işte kanıtı” dedirtebilecek bir olayın yaşanmasına rağmen, dünya, “Huntington dünyası”na dönüşmemiştir.
Türkiye’de ise, AKP şahsında, Müslüman, ama ülke tarihinin en Amerikancı hükümetinin bulunması gerçeği, Huntingtoncu tezleri pratik olarak çoktan yalanlamış bulunmaktadır!

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑