Her hangi bir dini tarikat ya da cemaat üzerine yapılan bir incelemede, o tarikat ya da cemaatin mensup olduğu dini algılama, yorumlama ve savunma biçimini analiz edebilmek için, işe, önce “kitap”tan başlamak gerekirdi.
Bunu yaparken, başta söz konusu cemaatin mensup olduğu dinin kutsal kitabı olmak üzere, kutsal addedilen bir dizi başka temel kaynağı masanızın bir kenarına mutlaka koymanız kaçınılmaz olurdu. Ama Fethullah Gülen söz konusu olunca, buna, pek gerek kalmıyor. Dahası Fethullah Gülen’i analiz etmeye çalışırken, örneğin İslam’ın kutsal kitabını yanı başınıza koyup, karşılaştırmalı bir mantıkla onu anlamaya çalışırsanız, işiniz, Mısır piramitlerinde yolunuzu bulmaya çalışmak kadar zor olacaktır. Çünkü, Türkiye’de devlet yapısı, sistem ile dini örgütlenmeler arasındaki ilişki, Türk dış politikası, Türkiye’nin finansal yapısı, NATO, Büyük Ortadoğu Projesi gibi bugün Gülen’le doğrudan irtibatlı hale gelmiş meselelerin hiç birisine, Kur’an ya da başka bir temel dinsel metinde rastlayamazsınız.
Eğer derdiniz, daha önce hakkında çokça kitap yazılmış bir kişinin kısa hayat hikayesini aktarmak değil de, onun bugünkü şifrelerini çözmekse, o zaman, buna uygun bir yöntem seçmelisiniz. Türkiye’de yaşanan 28 Şubat hesaplaşmasından payına düşebilecek risklerden kurtulabilmek için Amerika’ya –Suudi Arabistan’a ya da İran’a değil!– gitmeyi seçen ve son beş yıldır orada bulunan Fethullah Gülen’i anlamak açısından da, Amerikan bağlamından “İslamı keşfetmeniz” ya da İslam’ın oradan nasıl keşfedildiğine bakmanız kaçınılmaz olacaktır.
FULLER’İN ENVANTERİNDEKİ ÖZEL İSİMLER
Bir dönem CIA’nın Ortadoğu şefliğini yapan, ABD Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan (1965-1985), 1977-80 yılları arasında Türkiye’de kalan ve ABD’nin en büyük “think tank” (düşünce üretme kuruluşu) merkezlerinden biri olan RAND’da siyaset bilimci olarak çalışan Graham E. Fuller, bu açıdan başvurulması gereken en önemli kaynaklardan biridir. Fuller, Türkçe’ye yeni çevrilen kitabında, “Yıllar yılı kendilerinden ilham aldığım, kendileriyle bir veya daha fazla konuştuğum, benimle görüş ve düşüncelerini paylaşan, hatalarımı düzelten, bu nedenle kendilerine teşekkür borçlu olduğum, büyük bir bölümünü aynı zamanda iyi birer dost saydığım insanların listesini çıkarmak zor.” diyor ve ardından da “Kısmi bir listede şu isimlere yer vermek isterim” diyerek kendisine en yakın gördüğü isimleri sıralıyor. Fuller’ın sıraladığı bu özel dostluk listesinde Türkiye’den şu isimler bulunuyor: “Fethullah Gülen, Cengiz Çandar, Ruşen Çakır, Fehmi Koru, Şerif Mardin, Hakan Yavuz, Ahmed Yusuf, Ali Aslan, Ali Bulaç, Nilüfer Göle.”
Bir gücün ya da kurumun politikalarının ideolojik taşıyıcılığını yapmak, onun politikalarının oluşturulmasına katkı sunmak, organik bir bağlantıdan daha önemsiz değildir. Amerikan pragmatizmine dayanan Amerikan siyaset felsefesi, diplomasisi ve CIA, FBI geleneği, çok uzunca bir süredir, kimden nasıl faydalanacağını belirlerken, basit bir ajanlık ilişkisinin üstünde bağlar kuruyor. Temel sorunu bilgi ile uğraşmak olan kişilerin, bilginin denetimi ve yönetiminin CIA ve diğer birçok ABD kurumu açısından vazgeçilmez önemde değer taşıdığını bilmeyecek kadar cahil olamayacağını kabul ettikten sonra, girilen bu türden ilişkinin içerdiği politik ve etik sorunlar da kabul edilecektir.
Fethullan Gülen, Graham Fuller için bu açıdan özel bir isimdir. Fuller, ABD’nin yeni dönem politikaları bakımından yeniden yorumlayarak genişlettiği, “Ilımlı İslam”ın olanaklarını tartıştığı son kitabında yer verdiği “Siyasal İslam’ın Geleceği, Açmazları ve Seçenekleri” başlıklı bölümde, Gülen ve AKP’yi aynı paragrafta şu satırlarla övüyor ve onlarla ilgili öngörülerde bulunuyor: “Pakistan’da fena halde kötüleşen durum, bu ülkede daha aşırı İslamcı grupların yükselişine katkıda bulunmaktadır. Oysa (göreli) refahın olduğu, çok sıkışıp içe kapanan bir devlet ve toplum duygusunun olmadığı Türkiye’de ana akım İslamcı parti (Refah\Fazilet\AK) güçlüdür, İslamcı radikallerin sayısı azdır ve söz konusu hareketin toplumsal düzeyde tek rakibi, kendilerinden daha modernist ve apolitik olan Fethullah Gülen’in Nur İslami hareketidir. Fakat bu kırılma hatları hemen bölünmeye yol açmayabilir. İslamcılar tarihsel olarak öteki İslamcı hareketleri kamuoyu önünde eleştirme konusunda isteksiz olmuşlardır, özellikle hepsi birden kendilerini yerel rejimlerin ve Batılı devletlerin tehdidi altında hissettikleri zamanlarda. Ancak 11 Eylül’den sonra fundementelistlerle ılımlı İslamcılar arasında daha keskin bölünmeler görmeye başlamaktayız. Hareketin entelektüel ve ideolojik ortamının evrilip olgunlaşması için aslında kamuoyu önünde düşünsel tartışma ve eleştiriler hayati önem taşımaktadır.”
Fuller’in bu önerisini, “dost”u olarak andığı Fethullah Gülen’e daha önce açıp açmadığı ve örneğin tam da bu öneriye uygun bir platform olan ve yedincisi ABD’de yapılan Abant Platformu toplantılarının oluşumunda bu önerinin etkili olup olmadığı, eğer daha sonra taraflardan birinin ağzından açıklanmazsa, herhalde “ahiretlik” bir soru olarak kalacak. Ancak, belki bundan da önemlisi, Fethullan Gülen’in İslam’ı anlama biçimi ile Fuller’in ve dolayısıyla ABD, CIA ve Pentagon’un İslam’ı görme biçimi arasındaki eşgüdümün öyle ya da böyle oluşuyor olmasıdır. ABD’nin İslam coğrafyasına kan kusturduğu bir dönemde, bu ilişkinin en üst düzeye çıkmış olması ise, Gülen’in İslam yorumunun, artık ABD’nin bölge politikalarına tamamen angaje olduğu ve savunduğu İslam’ın da ABD’nin resmi İslam politikasıyla örtüştüğünü kanıtlamaktadır. Dolayısıyla Gülen, “Amerikan İslam’ı”nın bir misyoneri durumundadır.
Graham Fuller, “Nur hareketi yetmiş yıldan fazla bir süredir sahnededir ve şu anda Türkiye’deki en geniş organize dini harekettir, dünyada da en genişlerinden biridir. Gülen özellikle hareketin enerjisinin büyük bir kısmını, niteliği itibariyle hemen hemen evrenselci ve geniş manevi öğretilere dayalı olarak İslam’a modernist bir yaklaşımı savunacak okulların açılması ve çalışma gruplarının kurulması da dahil, eğitimle ilgili çabalara yönelmektedir.” dedikten sonra, bu konuda şöyle bir istihbari bilgi de veriyor: “Nur hareketinin Türkiye’de 236 ilk ve ortaokul, özellikle eski Sovyet blokuna dahil ülkelerde olmak üzere dışarıda 280 okul açmış olduğu, buralarda İngilizce ve Türkçe kaliteli seküler eğitim verildiği bildirilmektedir. 200 dolayında dini vakıf ve 211 ticari şirket bu faaliyetleri finansal olarak desteklemektedir.”
Ancak Fuller’in, bu cümlenin devamı olabilecek bir nokta olarak aktarmadığı diğer önemli bir gerçek de, ABD’nin de bu konuda özel bir destek içinde olduğudur: “Amerikan İstihbarat Servisi CIA’nın Fethullah Gülen’in cemaatine bağlı okullarda öğretmenlik yapan yaklaşık 3 bin ABD’li öğretmene yalnızca devlet görevlilerine verilen pasaporta eş değerde resmi pasaport verdiği ortaya çıkıyordu. Amerikan Eğitim Bakanlığı personeli olmayan Amerikalı öğretmenlerin normal olarak turist pasaportu sahibi olmaları gerekiyor. Buna rağmen Amerikan devleti Fethullah Gülen’in Nur cemaatına bağlı okullarında çalışanları resmi görevli sayıyor. Bu sebeple diplomatik pasaporta eş değerde resmi pasaport veriyor. Türkiye’deki karşılığı yeşil pasaport olan ‘Official Passport’ ABD’li öğretmenlere diplomatik dokunulmazlık sağlıyor.”
“ILIMLI İSLAM”IN ORTAYA ATILIŞI VE GÜLEN’E ULUSLARARASI İTİBAR KAZANDIRMA KAMPANYASI
Graham Fuller’in “Ilımlı İslam” üzerine söyledikleri ve yazıp çizdikleri, özellikle 11 Eylül’den sonra ABD’nin ortaya attığı yeni konsept ve ardından tartışmaya açıp yürürlüğe soktuğu Büyük Ortadoğu Projesi içinde güncel ve özel bir anlam kazandığı için, çokça tartışılıyor. Ancak, Fuller, “Ilımlı İslam” formülünü, Türkiye özelinde bundan çok daha önce dile getirmişti. İki kutuplu dünya döneminde, Sovyetler Birliği’nden gelen “kızıl tehdit”i çevrelemek için “Yeşil Kuşak” projesini ortaya atan ve Türkiye’nin de dahil olduğu çevre ülkelerdeki radikal İslamcı örgüt ve militanları bu “tehdit”e karşı özel olarak destekleyen ABD, Sovyetler’in çözülmesinin ardından, Ortadoğu’da bölgesel hegemonyasını güçlendirmek, ve oradan giderek, Ortaasya ve Kafkasya’ya sarkıp doğal gaz, enerji ve petrol coğrafyasının en geniş kesimini etkisi altına alabilmek için, tehdit konseptinde değişikliğe gitmiş, ve Humeyni’nin İran “İslam Devrimi”nin ardından, “kızıl tehdit” yerine “yeşil tehdit”ten söz etmeye başlamıştı. CIA’nın Ortadoğu şefliğini de yürüten Fuller açısından, “yeşil tehdit”in panzehiri de “Ilımlı İslam”dı. Türkiye açısından Kemalizm’le İslam’ın harmanından oluşturulacak bir ideolojik harç olarak görülen “Ilımlı İslam” formülü, hem sistem karşıtı tepkileri önlemek bakımından uyuşturucu bir işlev görecek, hem neoliberal politikalarla uyumlu yapısı sayesinde, IMF politikaları bakımından ayak bağı olmayacak, hem de bütün İslam coğrafyasına örnek olarak sunulabilecekti.
Fuller, bundan 14 yıl önce “Ilımlı İslam” kavramını tartışmaya açan şu açıklamaları yapmıştı:
“… dünyada hiçbir lider, ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne Gandi, sonsuza kadar yaşayabilecek bir ürün veremedi. Liderler ölüyor, önce bedenleri, sonra zaman içinde düşünceleri siliniyor. Oysa Kuran ve İncil yaşıyor. İşte Mustafa Kemal’in başına gelen de, her tarih yazmış liderin başına gelenlerden farklı değildir. Bizzat Mustafa Kemal dahi bir konuşmasında, Türkiye’ye çizdiği vizyonun kendisinden sonraki yüzyıllarda ayakta kalıp kalmayacağı konusunda kuşkularını sergilemiştir.
Atatürk’ün düşünceleri, çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama onun sayesinde yaratılmış olan bugünün kendisine entelektüel güven duyan güçlü Türkiye’si, artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir.
– ‘Yörüngesini yeniden düşünebilmelidir’ derken ne demek istiyorsunuz?
FULLER: Kemalizmin reformcu yönü, büyük ölçüde İslamın eğitim, bürokrasi, yargı üzerindeki köhne ve ezici yükünden kurtulmayı amaçlıyor.
Gerçi daha 19. yüzyılda, sonradan Atatürk’ün reform alanına giren her konuda, İslamın etkisini azaltan, modernizme dönük bir gelişme sağlanabilmiştir. Ama Atatürk, o dönemin Türkiyesi’nde İslam’ın kalkınma üzerindeki rolünün tamamen negatif olacağını düşünüyordu. Özellikle devletin bürokratik ve yapısal çerçevesi bakımından. Oysa bugün Türkiye’nin İslami özel yaşam ve kamu yaşamındaki rolü konusunda esnek olmak ve İslamın, Türkiye’nin kültürel ve entelektüel mirasının önemli bir parçası olduğunu, bastırılması gerekmediğini kabul etmek, katılaşmayı önlemek için kendisini ifade etmesine olanak sağlamak mümkündür. Geçmişteki radikal laiklik politikaları döneminde İslam’ın yaşamınızdan nasıl dışlanacağı adeta bir fikr-i sabit haline gelmişti. Bence bu, bugün daha az lazım olan bir reaksiyon.
– Yani tarihi bir uzlaşma mı öneriyorsunuz?
FULLER: İslama bakmanın çeşitli yolları var. Bence otomatik bir tehdit olarak kabul edilmesi yanlıştır. Hareketin hangi siyasi görüşleri savunduğuna bağlı. Eğer laik bir hükümet yıkılarak yerine İran türü bir rejim kurulmak isteniyorsa, bu, demokratik yapıya hasmane bir tutum.
Ama diğer yandan insanlar İslam dini kültürünün gereklerinin daha çok gözetilmesini, İslami eğitimin yaygınlaşmasını istiyorlarsa, bu otomatik bir tehdit olarak kabul edilmemeli ki bu, Türkiye’nin ulusal ve kültürel mirasının parçasıdır. ‘Tamamıdır’ demiyorum, ama parçasıdır. Son elli yılda, yapay olarak bastırılmasının bazı meşru nedenleri olabilir. Ama, artık Türkiye bu bakımdan kendisiyle barışmalıdır.
Eğer siz İslama dayalı olduğunu söyleyen siyasi partileri, daha fazla siyasileşmeye, parlamentoya katılmaya çekebilirseniz, tartışmaya açık bir platform yaratabilirseniz, bu çok daha değerli olur.”
(…)
“… İslami hareketin önündeki en büyük görev de inançları çağa uyarlamaktır. Birçok İslam düşünürü, İslamın demokrasi ile uzlaşmaz olmadığını savunuyor. İslamiyetteki ‘şura’ kavramının demokrasiye açık olduğunu söylüyorlar. Bazı İslami hareketler çok tehlikeli ve radikal, bazıları da reformist liberal. İşte, geliştirilmesi asıl cazip olan bu.
– 12 Eylül öncesi parlamentosunda Süleymancılar, Nakşibendiler ve Nurcular çeşitli siyasi partiler içinde temsil ediliyordu. Yani bir tür sisteme katılıyorlardı. Böyle bir formülasyon mu öneriyorsunuz?
FULLER: Mistik cazibelerini böyle yitiriyorlardı değil mi? Söylediğim de bu. Diğer yandan, İslam’ın bir de özel yaşamda yeri var ki, o ayrı bir konu ve her zaman teşvik edilmeli. İster İslam, ister Hıristiyanlık olsun, din, birey yaşamındaki ahlaki değerleri güçlendiriyor. Ama din siyasete soyununca, o zaman gerçekçi bazı ‘tavizler’ vermesi gerekiyor. Bu olumludur ve çok sağlıklı bir şeydir. Türkiye’de İslam’ı bu noktaya getirmek lazım. Zaten geliyor da…”
Türkiye’de 1990’ların başından itibaren konuşulmaya ve yazılıp çizilmeye başlanan “Ilımlı İslam” formülü, Hizbullah’ın ipinin çekilmeye başlandığı ortamın uluslararası koşullarını da, daha bu örgütün kanlı eylemlerde kullanıldığı yıllardan itibaren yavaş yavaş olgunlaştırmaktadır. Hizbullah’ın tedavülden kaldırılmaya ihtiyaç duyulmasına neden olan bir etken, PKK’nin silahlı güçlerini sınır dışına çekmiş olması ise, diğer bir neden de, İsrail-ABD-Türkiye stratejik ekseninin radikal İslamcı yapılara eskisi kadar tolerans göstermeyeceğiydi. ABD’nin, “kızıl tehdit”i çevrelemek gerekçesiyle bir dönem yürüttüğü “yeşil kuşak” konsepti süreci içinde besleyip büyüttüğü Usame Bin Ladin’i, bu konseptten vaz geçip “Ilımlı İslam” politikasını resmi politika düzeyine yükselttiği dönemde hedefe koyması da, aynı nedene dayanmaktaydı.
ABD’nin Fethullah Gülen ve benzerlerindeki hikmeti keşfetmesi de, “Ilımlı İslam”ı tartışmaya açtığı döneme denk gelir. O yıllarda, ABD’nin Ankara Büyükelçiliği görevini yürüten Morton Abramowitz, bugün başbakan olan ve ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki “köprü” olma rolünü gönüllü olarak yürüten Recep Tayyip Erdoğan’la, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı sıfatı ile görüşmüştü. Türkiye’de basına yansıyan ve çokça tartışılan bu görüşmeyi gerçekleştiren Abramowitz, 1996 yılında CIA Başkanlığı’na aday gösterilen ve Fethullah Gülen’e uluslararası itibar kazandırmaya yönelik Papa görüşmesini organize eden isimlerden biriydi. Fethullah Gülen, 8 Şubat 1998 Pazar günü Vatikan’a hareketinden önce yaptığı açıklamada, “Birkaç ay önce Abramowitz cenaplarının yardımıyla bu buluşma gerçekleşti” dedi. Vatikan buluşmasının temelleri Gülen’in sağlık kontrolü (!) gerekçesiyle bulunduğu New York’ta atıldı. O günlerde görüştüğü Amerikalılardan birinin de Abramowitz olduğu basına yansımıştı. Gülen’e uluslararası prestij kazandırmaya yönelik Papa buluşmasını organize edenlerden diğer kişi ve kurumlar ise şunlardı: “ABD eski Savunma Bakan Yardımcısı Richard Perle, FBI ve MOSSAD’ın paravan Yahudi örgütü Ayrımcılıkla Mücadele Birliği (Anti-Defamation League\ADL) ve MOON Tarikatı.”
Abramowitz ile görüşmesinin, ortak dostları Kasım Gülek vasıtasıyla tanışmasından sonra gerçekleştiğini açıklayan Gülen, “Abramowitz ile toplum hadiselerinin sebepleri ve sonuçları hakkında konuştuk. Daha sonra teşekkür mektubu yazdı” diyordu. Gülen, Abramowitz’e Ortadoğu ve Türkiye konusunda yazdığı kitap için destek sözü verirken, Amerika’daki Siyonist lobisinin en güçlü kolu kabul edilen ADL, Gülen’in bir kitabını Amerika’da İngilizce olarak yayımlama sözü veriyordu. Zamanın İsrail Başbakanı Benyamin Netenyahu’ya yakınlığıyla tanınan ADL Başkanı Abraham H. Foxman, Zaman gazetesindeki açıklamasında kitap olayını şöyle aktardı: “Kendisinden İslam’da hoşgörüyü anlatan bir kitap yazmasını rica ettik.”
Tüm bunlar, ABD ile Fethullah Gülen arasındaki ilişkinin sağlam dünyevi bağlara dayandığını (!) ve sistemli bir süreklilik arzettiğini gösteriyor.
GÜLEN’İ SEVDİRME VE SAYDIRMA KAMPANYASINA BİR DESTEK DE BİRGÜN YAZARINDAN
Fethullah Gülen’i önemseyen ve önemsenmesi gerektiğini vaazedenlerin listesi, Fuller’den Birgün gazetesi yazarı Mehmet Metiner’e kadar uzanıyor. Fethullah Gülen’in, ABD’nin önce beslediği, 11 Eylül’den sonra da “hedefe koyduğu” Usame Bin Ladin’le ilgili olarak Nuriye Akman’la yaptığı söyleşide söyledikleri üzerine yapılan tartışmalara katılan Metiner, gazetedeki köşesinde şunları yazdı: “Geçenlerde Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Zaman gazetesinden Nuriye Akman’a verdiği söyleşide ortaya koyduğu kimi yorumlar, metnin kendisinin nasıl farklı biçimlerde okunduğunu gösteren önemli bir belge niteliğindeydi. Ancak Gülen’in bir bütün olarak önemsenmesi gereken yaklaşımları, kimilerinin önyargı duvarlarına çarparak anlamsızlaştırılmak istendi. Ve sonuçta, tüm söylenenler ‘ateist-terörist benzetmesi’ noktasında kilitleniverdi. Hiç kuşkusuz, Gülen’in yaptığı bu benzetme, İslam içi tartışmaları yeterince bilmeyenler açısından ilk bakışta şoke edici niteliktedir. Ancak ‘İslam’ın dili’ni bilenler ve İslami camiada yapılan tartışmalardan haberdar olanlar, bu sözlerin farklı bir pozisyon tespitine vurguda bulunmak gibi bir niyete sahip olduğunu rahatlıkla görebilirler. ‘Dünyada en nefret ettiğim insanlardan bir tanesi Bin Ladin’dir. Çünkü Müslümanlığın dırahşan (aydınlık) çehresini kirletmiştir. Bir kirli imaj meydana getirmiştir. O korkunç tahribatı bundan sonra biz bütün gücümüzle tamire kalkışsak bile seneler ister.’
Gülen’in Müslüman genç kuşakları Taliban İslamcılığından kurtarmak niyetiyle yaptığı ‘ateist-terörist’ benzetmesi, her ikisinin de her düzeyde özdeş olduğu anlamında değildir. Gülen’in pek çok ‘ateist’ ile geliştirdiği dostluk ilişkisi bile tek başına bu savı çürütücü niteliktedir.”
Fethullah Gülen’i sevdirme ve saydırma kampanyasına destek veren Metiner imzasıyla yayımlanan yazı, Fethullahçı web sayfalarında hemen yer aldı, olumlu tepkiler uyandırdı cemaat içinde. ABD’nin ve İsrail’in Ortadoğu’da sürdürdükleri katliam, işkence ve tecavüzlere tek kelime laf etmeyen ve tam bir 11 Eylül misyoneri olarak davranan Fethullah Gülen’e övgüler düzen Metiner’in bu yaklaşımı ile Graham Fuller’in yaklaşımı arasındaki uyum, organik değil “küresel” bir uyum olarak yorumlanmaya kalkılsa bile, bu da, sonuçta, kulağı tersten tutmaktan başka bir anlama gelmeyecektir. Nihayetinde farklı kanallardan gelseler de, hepsi aynı havuza akıyorlar.
GÜNAHLARI ORTAK İKİ İSİM: LADİN VE GÜLEN
Ve aslında, Fethullah Gülen’in Nuriye Akman’la söyleşisinde, “Dünyada en nefret ettiğim insanlardan birisi” diye andığı Usame Bin Ladin, ABD’nin “yeşil kuşak” sürecindeki göz ağrılarından biriyse, Fethullah Gülen de, “Ilımlı İslam” politikasının yürürlüğe sokulduğu dönemdekilerden biridir. Yani Amerikan pragmatizmi açısından, Usame Bin Ladin ile Fethullan Gülen, hem karşıt hem de bir ve aynı şeydir. Onları farklılaştıran, ABD’nin farklı dönem konseptlerinin misyonerleri ve aktivistleri olmaları; aynılaştıran ise, aynı günahı paylaşmalarıdır.
Bu açıdan, ABD’nin “İslam” ve bölge politikalarını üretenlerin konuya nasıl yaklaştıklarını görmek, Ladin’i palazlandırmaktan Gülen’i öne çıkarmaya dönüşen ABD çizgisindeki değişimin, ABD pragmatizmindeki yerini anlamaya da yardımcı olacaktır. Graham Fuller, “Siyasal İslam’ın Geleceği” başlığını taşıyan kitabının Türkçe baskısı için yazdığı önsözde, bu mantığı ele veren şu saptamayı yapıyor: “Siyasal İslam önemlidir; ama ben veya başka biri siyasal İslam’ın iktidara gelmesini istediği için değil. Siyasal İslam önemlidir, çünkü İslam dünyasının hakim gerçekliği budur. Bunu görmezden gelemeyiz. Eğer bastırılırsa daha radikal ve daha şiddet yanlısı olacaktır, birçok ülkede örneğini gördüğümüz gibi. (Esasen, sistematik olarak zulme maruz kalan ve siyasal sisteme dahil olmasına izin verilmeyen her geniş siyasal hareket şiddete yönelecektir.) Dolayısıyla aslında soru, siyasal İslam’a nasıl yaklaşılmalı ki evrilsin, daha ılımlı hale gelsin, deneyim kazansın ve nihayet siyasal düzende yapıcı bir rol üstlensin sorunudur. Siyasal yelpazenin diğer unsurları için de aynı şeyi söylemek mümkündür.”
ABD’nin Fethullah Gülen’in elinden tutması ve Fuller’in ona önemli bir misyon yüklemesi de tam bu çerçeveye oturuyor. Fuller’in ABD’nin yeni dönem politikaları içinde “siyasal İslam” açısından öngördüğü, bu, ABD çıkarları bakımından yeniden yapılandırılmış İslam politikasında, Gülen ile AKP birbirini tamamlayan iki ana akım olarak yer bulmaktadır. Gülen’e, yukarıda belirtildiği gibi, önemli roller biçen Fuller, AKP’nin iktidara gelişini de, “siyasal İslam’ın tarihinde son derece önemli bir kilometre taşı” olarak değerlendiriyor ve şöyle devam ediyor: “İslam tarihinde ilk defa bir İslami parti serbest ve adil bir demokratik seçimde zafer kazanmış ve ulusal iktidara yürümüştür. Her siyasi parti gibi, AKP de kuşkusuz hatalar yapacak, bir süre sonra enerjisini kaybedecektir, halk da iktidar için onun yerine başka bir siyasi partiyi seçmeye karar verecektir. Bu son derece normaldir. Önemli olan AKP’nin iktidarda ne kadar başarılı olacağı değildir. Öteki her parti gibi onun da başarıları ve başarısızlıkları olacaktır. Önemli olan AKP’nin de, öteki herhangi bir parti gibi ‘normal’ bir siyasi parti haline gelme sürecinde olmasıdır. İslamcı bir partinin nasıl bir şey olacağına dair artık özel bir endişeye veya özel bir korkuya yer yoktur.”
Graham Fuller’in bu yaklaşımını benimseyenlerden birisi de, 7. toplantısı Washington’da yapılan Abant Platformu’na katılan ve Fethullah Gülen’den övgü ile söz eden Francis Fukuyama’dır. 1992’de yayımlanan “Tarihin Sonu ve Son Adam” başlıklı kitabıyla dikkatleri üzerine toplayan Fukuyama, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte ideolojilerin sonunun geldiğini ilan eden ve liberal demokrasinin “insanoğlunun ideolojik evriminin son noktası” ve “insan hükümetinin nihai biçimi” olduğunu öne süren “kapitalizmin ahir zaman peygamberi” olarak, Gülen hakkında şu değerlendirmede bulunmuştu: “Dışarıdan müşahede ettiğim kadarıyla Ortaasya ve Kafkasya’da Türkiye’nin nüfuzunu artırma ve namını yayma hususunda özel sektör devletten çok daha fazla muvaffak olmuş gibi görünüyor. Fethullah Gülen’in okullarının bölgede şüphesiz büyük bir tesiri oldu. Sırf Türkiye’nin yurtdışındaki tesiri ve şöhreti zaviyesinden bakılacak olursa, bu faaliyet diplomatik açıdan Türkiye için iyi bir şey.”
Abramowitz, Fuller, Fukuyama gibi ABD’nin son otuz yıllık siyasetinde öne çıkmış, etkin rol almış isimlerin Gülen’e bu yaklaşımını, Amerikan tedrisatından geçirerek, ona, yeni dönemin ihtiyaçlarına uygun bir misyon ve perspektif kazandırma çabası olarak görmek gerekir. Bu ilişkiye son derece gönüllü olarak katılan Gülen, ABD’nin, İsrail ve Türkiye stratejik ortaklığı aracılığıyla gerçekleştirmek istediği “Büyük Ortadoğu Projesi” bakımından da elverişli hale gelmiş bulunuyor.
Fethullah Gülen’in Onursal Başkanlığı’nı yaptığı ve Abant Platformu toplantılarını da organize eden Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın “Ulusal Uzlaşma Teşvik Ödülleri”, Gülen’e saygınlık kazandırma kampanyasının ulusal ölçekteki bir ayağıydı. 25 Aralık 1998’de dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e de bu kapsamda ödül veren Fethullah Gülen, 2000’li yıllarda artık uluslararası düzeye sıçramış, 11 Eylül’den sonra, ABD’nin kendisine gelecek yüklediği misyonerlerden biri durumuna getirilmiştir.
11 EYLÜL’DEN SONRA DUASI ABD VE İSRAİL İÇİN
Fuller, “Ilımlı İslam”ın ahir zaman peygamberi olarak, önümüzdeki dönemde de kendisinden çok söz ettirecek. Onun, özel bir misyonerlik işlevi yükleyerek yeni bir kimlik kazandırdığı Gülen de, “Ilımlı İslam” formülü ile birlikte, çok tartışılacak.
ABD’de 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleştirilen saldırılardan bir gün sonra dile getirdiği ve tam metni kendi adıyla düzenlenmiş olan web sitesinde yer alan Gülen’in şu sözleri, ABD açısından, onu, 11 Eylül’den sonra bir “özel isim” katına yükseltmişti:
“ABD’deki bu terör hareketi, yalnız ABD’ye yapılmış bir hareket değil, dünya barışına karşı yapılmış menfur bir sabotajdır. Bunu, ancak insanlıkla alakası olmayan cani ruhlular yapmış olabilir. Terör, bilhassa İslami bir gaye adına katiyen kullanılamaz. Terörist Müslüman, Müslüman terörist olamaz.”
Fethullah Gülen, önce Afganistan’ı, ardından da Irak’ı yakıp giden ABD’yi bu ya da benzer sözlerle hiç kınamamıştır. ABD işgal ordusunun dünya kamuoyunda yankı uyandıran işkence fotoğrafları ile ilgili olarak seyirci kalmayı seçmiştir. Gülen, aynı tutumu İsrail’in Filistin’de sivil halka yönelik olarak artırarak sürdürdüğü katliamlar konusunda da takınmaktadır. Daha da ileri gitmektedir. Örneğin ona göre, sorun Siyonizm’den değil, Filistin’den, Filistinlilerden kaynaklanmaktadır. Filistinliler “terörizm” peşindedirler ve barışa karşıdırlar! Gülen, Akman’la söyleşisinde böyle buyurmaktadır:
“Bir arkadaşımız İsrail’e gitmişti. Biraz Filistin’de de kaldı. Bana çok enteresan bir şey anlattı. Orada doktora yapan çok akıllı bir arkadaş. ‘Beş altı ay kaldım İsrail’de. Bir barış organizasyonunun yönetim kuruluna girmem için bana teklifte bulundular.’ dedi.
– Kim teklif etmiş?
‘İsrailliler tarafından teklif edildim.’ diyor. ‘Orada bir Filistinli mani oldu buna. Gördüm ki o Filistinli bir silah tüccarı. Bu kavganın devamını istiyor. Alış verişi var o işte. Belki başa yakın çok insanlar da aynı şeyi düşünüyorlar.’ dedi. Dolayısıyla birileri bu türlü hadiseleri hep canlı tutmak suretiyle bir yere varmak istiyor.”
Tüm bunlar, ABD-İsrail ekseninde kendisine bir gelecek biçtiğinin kanıtlarını oluşturuyor. Çapı o düzeyde olmasa da, Papa’ya Hristiyan alemi için yüklenen işlevin bir türevi de, ona yüklenmiş bulunuyor. Dolayısıyla bundan sonra, o, ABD açısından İslam adına kendi politikalarını destekleyen açıklamalara ihtiyaç duyuldukça, işareti alarak sahneye çıkacak, İslam adına seyirci kalınması gereken yerlerde ise susacaktır. Onun bundan sonraki bütün “hayır duası”, ABD ve İsrail içindir!.