Hükümet’in son dönemde Meclis’ten geçirdiği yasalarla “kamu reformu”nda sona yaklaşıldı. Birer “karşı-reform” olan yasaların çıkarılması tamamlanıp uygulandığında, kamu emekçilerinin varolan bütün hakları bir çırpıda ortadan kaldırılarak, 1.5 milyon kişi sözleşmeli konuma gelecek. Fakat hâlâ bu saldırıları püskürtecek bir mücadele hattı örülebilmiş değil. Sendikal hareketin bugünkü sorunları ve izlenmesi gereken mücadele hattının çok kez tartışıldığı ve üzerine yeterince söz söylendiği bir gerçektir. Fakat yaşanan saldırıların niteliği, tekrara düşme pahasına da olsa, yeniden ve yeniden sendikal alanda örülümesi gereken mücadele hattını dile getirmeyi zorlamaktadır.
SİYASAL MÜCADELE VE TALEPLER
Sermayenin emekçi sınıflara topluca saldırdığı ve bu saldırının, emekçi sınıfların “topyekûn” mücadelesi ile püskürtülebileceği sık sık dile gelen bir gerçektir. Emekçilerin bu topyekûn bir araya gelişi aslında bir siyasi mücadeledir. Fakat çoğu zaman, siyaset dendiğinde, soyut bir “düzen teşhiri” ve “sosyalizm” propagandası anlaşılır. Sanki ekonomi ile siyaset arasında bir “Çin Seddi” vardır. Saldırı yasalarının siyasi bir mücadele ile püskürtülecek olması, “siyasal mücadele” kavramını tartışmayı gerekli kılmaktadır.
Siyaset, çeşitli sınıf ve tabakaların toplumsal yaşam içerisinde, sınıfsal çelişkilerden kaynaklı nedenlerle, sınıf olarak karşı karşıya gelmelerinin sonucudur. Günlük yaşamda işçi sınıfının siyaseti, işçi sınıfı partisinin taktikleriyle hayat bulur. Bu, bazen, seçim dönemlerinde olduğu gibi, bir program etrafında şekillenirken, bazen, belirli bir veya birkaç talep üzerinden de şekillenebilir. Örneklememiz gerekirse, 3 kasım 2002 seçimlerinde oluşturulan Emek-Barış-Demokrasi Bloku, çeşitli siyasal çevreleri ve toplumsal sınıf ve tabakaları bir program etrafında birleştiren, propaganda ve ajitasyona bir dizi siyasi talebin damgasını vurduğu bir süreçtir. Ama sınıflar mücadelesinde, bazen en ekonomik içerikli talep bile, “karşıt sınıfları karşı karşıya getirdiği için”, siyasi bir içerik kazanır. 1996 yılında yaşanan Ünaldı direnişinde, işçilerin “3-S” olarak formüle ettikleri “Sendika, Sigorta, Sekiz saatlik iş günü” talebi, eylemin başında ekonomik içerikte bir talepken, sınıfın bütün dikkatinin Ünaldı’ya yönelip, bütün sınıfın talebi haline gelmesiyle, işçi sınıfı ile burjuvaziyi karşı karşıya getiren ve siyasal bir içerik kazanan bir talep oldu.
Talepler uğruna verilen mücadelede, emekçi sınıflar, karşıt sınıfı tanımakla kalmayıp, kendi sınıfsal konumlarının da farkına varırlar. Demek ki, talepler, eğer etrafında kitleleri birleştirmeye uygun taleplerse, kitleler tarafından sahiplenildikleri ve çıkarları çatışan sınıfları karşı karşıya getirdikleri ölçüde, siyasallaşır.
Şüphesiz, kamu emekçileri, sınıfsal kategori olarak, işçi değillerdir. Ama kapitalizm koşullarında, yaşam koşulları gittikçe kötüleşen ve yaşam satandardı bakımından gittikçe işçileşen bir toplumasal tabakayı temsil eden kamu emekçileri, mücadeleleri sürecinde, kendilerini, müttefiklerini ve düşmanlarını tanıma fırsatı bulacaktır. Sermayenin, kamu hizmetlerinin yeniden yapılandırılması hedefiyle emekçi sınıflara yönelttiği saldırı, çıkarılan yasaların uluslararası sermayenin en aracısız kurumu olan IMF tarafına dayatılması bakımından bile, siyasi bir içeriğe sahiptir. KESK ve bağlı sendikalar, kamu emekçilerinin yanı sıra, diğer emekçi sınıfları da bu mücadeleye katmayı başardıkları ve bu uğurda mücadeleyi örgütleyebildikleri oranda, aslında sınıfın siyaseti hayat bulmuş olacaktır. Burada, sınıf bilinçli kamu emekçilerine düşen rol üzerinde durmaya bile gerek yoktur.
Yineleyecek olursak, saldırılar, emekçi sınıf ve tabakaların topluca tavır almasıyla, siyasi bir zeminde püskürtülecektir. Yapılan saldırı, işçi sınıfın iktidarı olarak şekillenen “sosyalizmin” ve başta işçi sınıfı olmak üzere, bütün emekçi sınıfların dünya ölçeğinde on yıllarca süren mücadelelerle kazandıkları hakların (eğitim, sağlık, iş güvencesi vb.) gasp edilmesidir. Saldırıların gerçekleşme zeminin bilince çıkarılması, saldırıların püskürtülmesinin olanaklarını da içermektedir.
SALDIRILARIN İKİ BOYUTU
Uluslararası sermayenin kamuyu yeniden yapılandırma sürecinin iki temel boyutu olup, mücadele cephesinin, bu boyutlar hesaba katılarak, örülmesi gerekmektedir.
Saldırının birinci yanı, kamu emekçilerinin istihdam biçimine ve kamu emekçilerinin sahip olduğu sosyal, ekonomik ve özlük haklarının tamamen ortadan kaldırılmasına yöneliktir.
İkinci yanı ise, toplumun genelini yakından ilgilendiren eğitim ve sağlık başta olmak üzere, kamu hizmetleri alanının, piyasa koşullarına göre yeniden yapılandırılarak, tamamen paralı hale getirilmesidir.
Saldırının bu iki temel yönü, mücadelenin de iki temel yönde örgütlenmesi gerekliliğini ve görevini göstermektedir. Birincisi, öncelikli olarak KESK’in ve bağlı sendikaların ortak bir mücadele zemininde birleşmesi, ikincisi, emek cephesinin bu saldırı yasalarına karşı birleştirilmesi görevidir.
SENDİKALARIN TALEPLER ETRAFINDA YENİDEN ÖRGÜTLENMESİ
KESK ve bağlı sendikalar, son derece kritik bir süreçten geçilmesine rağmen, saldırıları püskürtecek bir birliği yakalayabilmiş değildir. Emekçilerin birleştirilip, saldırılara karşı mücadele hattının örülebilmesi için, öncelikle, “taleplerin” kitle mücadelesindeki rolünü tekrar hatırlamak faydalı olacaktır.
Herhangi bir kitlesel mücadelede, esas olarak, kitleleri birleştirerek harekete geçiren, “taleplerdir”. Kitleler, ancak “kendi talepleri” etrafında örgütlenebilir. Eylemlerin kitleselliği ve biçimini belirleyen en önemli faktörlerden biri, “talebin” niteliği ve emekçi sınıflar için ne kadar hayati bir önem taşıdığıdır. Bu yönüyle, hükümetin kamu emekçilerine yönelttiği son saldırı, başta “iş güvencesi” olmak üzere, varolan bütün hakları bir çırpıda ortadan kaldırdığı için, bu saldırılara karşı varolan hakları koruma “talebi” son derece hayati bir taleptir.
Bunun nedenle, böylesi yasaların geri çekilmesini “talep” eden bir mücadele platformu, sadece KESK’e üye kamu emekçilerini değil, farklı sendikalara üye olan, hatta hiçbir sendikaya üye olmayan emekçilerin en geri bilinçli kesimlerini bile harekete geçirme potansiyeline sahiptir.
Saldırı yasaları çok önceden gündeme gelmesine rağmen, kitlelerdeki böylesi yasaların geçmeyeceği yönündeki düşünce ve sendikalardaki rehavet nedeniyle, bugüne kadar bir tepki örgütlenemedi. Ama özellikle son dönemlerde, burjuva medyada da sık sık böyle haberlerin gündeme gelmesiyle, işin ciddiyeti, kamu emekçileri tarafından daha iyi kavranmaya ve “yasaları geri çektirmek için ne yapmamız gerekir?” sorusu sorulmaya başlandı.
Bu durumda, açıktır ki, hem KESK’in iç birliğini yakalaması hem de KAMU-SEN ve MEMUR-SEN ile ortak bir mücadele zemininde buluşması, “saldırı yasalarına karşı” geliştirilecek bir mücadele ile mümkündür.
Çoğu zaman yapılan eylem takvimi tartışmaları, aslında anlamsız tartışmalar olmaktadır. Çünkü, bugüne kadar kazanımla biten hiçbir eylem, önce eylem reçetesi konularak, kazanılmamıştır. Kitleler, talep/talepler için birleştiğinde, mücadele başlamıştır. Ama talebin elde edilmesi Ankara’ya girmekten geçiyorsa, Ankara’ya gidilmiştir. Eğer talebin kazanılması, aylarca süren bir grevden geçiyorsa, örneğin TÜMTİS’in yaptığı gibi, aylarca greve gidilmiştir. Bazen bir talebin kazanılmasına, bir imza kampanyası bile yeterli olabilir. Sorun, kitlelerin talebi sahiplenerek, sonuna kadar gitmeye hazır olmasıdır.
O halde, yapılması gereken, işyerleri temelinde, “Toplu Görüşme” sürecini, kongreler sürecini ve EĞİTİM-SEN’in kapatılması sürecini, birlikte, kitleleri talepler etrafında birleştirip örgütlenmelerini yenileme ve örgütsüzleri örgütlemenin bir basamağı haline getirmektir.
EĞİTİM-SEN’İN KAPATILMASI
Daha önce gazetede çıkan köşe yazılarında da belirtildiği gibi, EĞİTİM-SEN’nin kapatılma davası, bir yanıyla Kürt sorununda inkarcı anlayışın devam ettiği ve bu sorunu sahiplenen kişi ve kurumların, sistemin baskılarından nasibini alacağının bir ifadesi iken, diğer yandan da, saldırı dalgası karşısında, emekçileri “manivelasız, komutansız” bırakmanın bir girişimidir. Çünkü sermaye de, esas olarak, emekçilerin gücünün “örgütlülüğü”nden geldiğini bilmektedir. Bu yönüyle, sermaye emekçi sınıfların örgütlenmelerine son derece tahammülsüzdür. Mücadele ile kurulan kamu emekçileri sendikalarının en büyüğü olan EĞİTİM-SEN’e kapatma davası açılması ile geçen yıl binlerce tekstil işçinin Uşak’ta sendika girişimlerini engelleyen zihniyet aynıdır. Yine birkaç ay önce, Çorum’da binlerce kiremit işçisinin sendikalaşma hareketinin boğulması çabası, sermayenin, emekçilerin örgütlü davranmalarına tahammülsüzlüğün ifadesidir.
Egemen sınıfların bile Kürt sorununda esnemeğe yöneldiği, devlet televizyonunun, göstermelik de olsa, Kürtçe dahil farklı dillerde yayına başladığı, Kürtçe dil öğretim kurslarının açıldığı bir dönemde, tüzüğünde anadilde eğitimi savunduğu gerekçesiyle, EĞİTİMSEN hakkında kapatılma davası açılması, egemen sınıfların ikiyüzlülüğünün ifadesidir. Aynı tahammülsüzlüğün, kamu emekçilerin geri bilincinden hareketle, sendikal hareketi zayıtlatmanın bir vesilesi yapılmak istenmesi ise, kabul edilebilir değildir. Çünkü; sendikalar, hem sınıfın ve emekçilerin birliğini hem de halkların eşit ve gönüllü birliğini savunmak durumundadır. Sendikalar, etnik kökenlerine göre emekçiler arasında ayrım yapamaz, onları bu temelde bölemez. Kaldı ki, KESK ve bağlı sendikların tüzüklerinde, bu, açıkça ifade edilmektedir.
Saldırılar karşı yürütülecek çalışma içerisinde sürdürülecek çok yönlü bir aydınlatma faaliyetiyle, hem Kürt sorununda sistemin bugüne kadar emekçilerde yarattığı bilinç çarpıtmasının ortadan kalkmasının önü açılacak, hem de dava, sermeyenin saldırılarına karşı, bir bütün olarak emekçilerin kendi örgütlerini ve taleplerini savundukları, sahip çıktıkları bir zeminde gelişmiş olacaktır.
TOPLU GÖRÜŞME SÜRECİNİN ÖNEMİ
İşçi sınıfı, daha iyi yaşam koşulları için topluca hareket etme gereksinmesiyle birlikte, taleplerini ortaklaştırmış ve bu süreçten “sendikal örgütler” ve bu örgütlerin gerçekleştirdiği “Toplu İş Sözleşmeleri” ortaya çıkmıştır. Demek ki, işçiler bakımından “Toplu İş Sözleşmeleri”, kamu emekçileri bakımından “Toplu Görüşme”* süreci, ortak taleplerin işverene karşı savunulduğu dönemdir. İşte bu özellik, emekçilerin bu dönemde çok daha duyarlı olmalarına neden olur. Bu dönemlerde, sendikaya üye olsun-olmasın veya farklı konfederasyonlara üye en geri bilinçli emekçilerin bile, gözü-kulağı sendikalarda, sendikaların söylediklerinde ve tutumlarındadır.
Geçen yıl “Toplu Görüşme” süreci, hükümet karşısında sendikaların bölünmesi ve dahası kitlelerin gözü görüşmelerdeyken, KESK’in, görüşme masasını KAMU-SEN’e bırakması nedeniyle, iyi değerlendirilmemişti. Ama bu yılki “Toplu Görüşme” süreci, iktidarın saldırılarıyla, varolan tüm hakların ortadan kaldırılmasının hedeflendiği bir sürece denk düşmesi nedeniyle, saldırı yasalarına karşı aydınlatma ve mücadeleyi örmek için bir fırsat niteliği taşımaktadır.
Eğer bu “Toplu Görüşme” süreci “saldırı yasaları”na karşı mücadele dönemi olarak gerçekleşecekse, ilk yapılacak iş, işyeri örgütlenmelerinin yenilenmesidir. İşyerlerinde birliği sağlamak, ancak “Toplu Görüşme Komiteleri”nin kurulmasıyla mümkündür. Onun için sınıfın devrimci partisinin sendikal alana ilişkin yaptığı “Her işyerinde; sendikalı sendikasız, şu ya da bu konfederasyona bağlı olduğuna bakılmaksızın, 657’li mi, sözleşmeli mi, taşeron mu, vakıf elemanı mı gibi ayrım yapmadan (dönemin gerçekleri açısından bakıldığında, asıl unsuru, KESK üyelerinin meydana getirmesi kaçınılmazdır), her işyerinde bir sendikal mücadele komitesi (birliği, grubu vb. adları ile olabilir) kurulmalı ve mücadele, işyerlerinin temeline döndürülerek, tabanın inisiyatifinin ilerletilmesi için, sendikal örgüt biçimi de, bu amaca uygun hale getirilmelidir… İçinde bulunulan koşullarda mücadelenin (aynı zamanda ‘Toplu Görüşmeler’in) bu ‘birlik komiteleri’ üstünden yürütülmesi önem kazanmıştır” tespiti, hayati bir önem taşımaktadır.
Unutmamamız ve yeniden ve yeniden hatırlamamız gereken, kamu personel rejiminin nasıl bir saldırıyı gündeme getirdiğinin farkında olan ve işyerlerinde örgütlenen kitlelerin, talep kabul edilinceye kadar mücadele kararlığını sürdüreceğidir.
KONGRELER SÜRECİ
Sendika kongreleri sadece listelerin yarıştığı, yeni yönetimlerin seçildiği dönemler değildir. Kongreler, saldırılara karşı emekçilerin, dönemin ihtiyaçlarına göre, mücadele zemininin yenilendiği, yine dönemin ihtiyacına göre, işyerinden yönetimlere kadar bu yenilenmenin gerçekleştiği süreçler olmalıdır. Bu yenilenmenin yansıması, şubelerden genel merkezlere kadar emekçilerin irade birliğinin sağlanmasıdır.
KESK’in, kuruluşundan bu yana hiç olmadığı kadar, iç birliğe ve bununla birlikte, kamu emekçilerinin birliğini sağlamaya ihtiyacı vardır. Çünkü; aslında, “memurluk” olgusuyla birlikte, kamu emekçileri sendikaları da, var olma veya yok olma sürecindedir. Sorun, varlık-yokluk sorunudur. Onun için, kongreler süreci, sınıfın devrimci partisinin belirttiği gibi, “kamu emekçileriyle hükümetin karşı karşıya geldiği, kamu emekçilerinin talepleri uğruna birleştirildiği” bir süreç olduğu ölçüde, önemli bir süreç olacak ve işlevini yerine getirmiş olacaktır. “Bu yüzden de, KESK gibi bir mücadeleci sendikacılık merkezinin genel kongresi süreci, işte bu saldırıyı püskürtmenin takvimi olduğu kadar, aynı zamanda, KESK’in birlik ve bütünlüğünü güçlendiren bir süreç olarak değerlendirildiği ölçüde anlamlı olabilir. Başka bir söyleyişle, KESK’e bağlı sendikalar ve kamu emekçileri; sermaye güçlerinin saldırılarını püskürttükleri ölçüde KESK’in birlik ve bütünlüğünü geliştirme şansını yakalayacakları gibi, KESK içinde birliği ve bütünlüğü koruyup, bürokratizm, grupçuluk, konformizm, menfaatçilik gibi tutumları aştıkları ölçüde de saldırıları püskürtme, KESK’i güçlendirme fırsatını elde etmiş olacaklardır.”
Daha önce sözü edilen “Toplu Görüşme Komiteleri”, aslında, saldırılar püskürtülene kadar işlevselliğini devam ettirecek örgütlerdir. Bu yönüyle, kongreler süreci, eğer, işyerlerinde talepler etrafında birleşmenin ve mücadele etmenin süreciyse, belirtilen perspektifle kurulacak komiteler üzerinden kongreleri örgütlemek, esas görev olmalıdır.
Delege sayısı üzerinden pazarlıkla oluşan yönetimlerin ve bu pazarlıklar üzerinden şekillenen şube kongrelerinin gerçekleştirilmesi, hangi çevre yönetimlere gelirse gelsin, emekçileri birleştirme ve bu birlik üzerinden saldırıları püskürtme amacına hizmet etmeyecek ve var olan kısır döngünün devamını sağlayacaktır. Yönetimleri oluşturmak için girilecek bütün birlikler, sağlanacak bütün ittifaklar, aynı zamanda, saldırı yasalarına karşı oluşan birlikler ve ittifaklar olmalı ve kongrelere, genel olarak kongre sürecine rengini vermelidir. Bunun için, “benim adamım, senin adamın” pazarlığı yerine, siyasi görüşü ne olursa olsun veya hangi çevreye mensup olursa olsun, yasalara karşı mücadele perspektifi olan kişilerin yönetimlerde yer alması, asıl amaçtır.
EMEKÇİLERİN SALDIRI YASALARINA KARŞI BİRLEŞTİRİLMESİ
Yasalar “eğitim, sağlık” gibi temel hizmetleri tamamen piyasalaştırmak ve tamamen paralı hale getirmektedir. Daha ucuz ve daha rahat ulaşım hizmetleri ortadan kaldırılmak istenmekte,hizmet ödemeleri ve faturalarının şişmesi hedeflenmektedir. Bu yönüyle, sorun, bütün halkın sorunudur.
TÜMTİS Antep şubesinin, Antep’te toplu taşımacılık sektörü bakımından, özelleştirmenin sonuçlarından mağdur olan ve zarar gören tüm kesimleri, işçileri ve halkı, kamuoyunu aydınlatarak, ortak mücadeleyi yaratması ve saldırıyı geri püskürtmesi, bir talebin nasıl ele alınması gerektiğinin somut örneğidir.
İlk adımda, saldırının muhatapları olan belediye otobüsü şoförleri özelleştirmeye karşı şubelerinde birleşmiş, ve karardan vazgeçilmediği koşullarda, sonuna kadar mücadele edeceklerini ilan etmişlerdir. Özelleştirme, diğer yanıyla, halkın yararlandığı ulaşım imkanını da hedef aldığı için, TÜMTİS, bu yönüyle, özelleştirmenin püskürtülmesi için, çağrılar çıkardığı halkı da bu sorun etrafında birleştirmeyi başarmıştır. TÜMTİS yönetici ve üyeleri, bir yandan bugüne kadar hiçbir konfederasyon ayırımı yapmadan mücadelelerine omuz verdikleri ve haklı olarak güven ve saygılarını kazandıkları sendika şubelerini özelleştirme etrafından birleştirmiş, öbür yandan imza kampanyaları, basın açıklamaları vb. yöntemlerle, kamuoyunu bilgilendirmişlerdir. Ama sorun, sadece bilgilendirme süreciyle kısıtlı kalmamış, mahallelerde toplantılar yapılmış, ve onlarca muhtar, bizzat imza toplayarak, özelleştirmeye karşı TÜMTİS’le omuz omuza mücadele edeceklerini ifade etmişlerdir.
TÜMTİS’in bir şubesinin yaptığı, aslında bugün KESK’in, şube başkanıyla, üyesiyle örnek alarak, yapması gereken şeydir. Eğitim ve sağlık, toplumun en çok ihtiyaç duyduğu hizmetlerdir. Emekçiler, bu haklardan her gün daha fazla mahrum kalmaktadır. Hükümet, yönelttiği saldırıları, eğitim ve sağlık başta olmak üzere kamu hizmetlerindeki “kara tablo” üzerinden şekillendirmekte ve faturayı, kamu emekçilerine kesmeyi hesaplamaktadır. Bu saldırıyı püskürtmenin yolu ise, başta KESK üyesi kamu emekçileri olmak üzere, tüm kamu emekçilerinin, kamu hizmetlerindeki çöküntü ve yıkımın IMF programlarıyla ilişkisini topluma kavratarak, birleşik bir emek cephesinin yaratılması görevini üstlenmelerinden geçmektedir.
İŞ GÜVENCESİNİN GASPINA KARŞI ETKİLİ BİR AJİTASYON
Başarının önemli ayaklarından birisi de, etkili bir propaganda-ajitasyondur. Yukarıda da belirtildiği gibi, sorunun birinci yönü, saldırıların muhatabı olan kamu emekçilerinin, talepleri etrafında birleştirilmesidir. Propaganda ve ajitasyonun merkezinde, “iş güvencesinin ortadan kalkacağı” olmalıdır. Bu, diğer taleplerin önemsenmediği anlamına gelmez. Fakat öncelikle, saldırı yasaları bakımından, sorunun esas düğümlendiği nokta; ekonomik, sosyal ve özlük haklarından önce, saldırının “iş güvencesine dayalı olan istihdam şekline” yönelik oluşudur. Çünkü iş güvencesinin olmadığı ve milyonlarca işsizin bulunduğu bir yerde, sermayenin hedeflerini gerçekleştirmesi oldukça kolaydır. Bugün üniversite mezunları bakımından bile işsiz sayısı, 1,5 milyona yaklaşmıştır. Aç kalmamak ve hayatını idame ettirmek için, özel sektörde olduğu gibi, sigortasız, düşük ücretle çalışmayı kabul etmeye hazır milyonlar mevcuttur. Özel sektörde işveren, nasıl ki, işsiz kitlesini, “işçileri terbiye etmek” için bir silah olarak kullanıyorsa, ve aç kalma tehlikesine karşı milyonlarca işçi, sigortası ve bazen asgari ücreti bile bulmayan ücretlerle çalışmak zorunda kalıyorsa, kamu sektöründe olacak olan da odur.
Kamu emekçileri, haklı olarak, milyonlarca işsizin bulunduğu bir ortamda, en çok iş güvencesini önemsemektedir. İş güvencesinin kitleler tarafından ne kadar önemsendiği, üniversite sınavına da yansımıştır. Yakın zamanda sonuçlanan üniversite sınavında, örneğin “öğretmenlik” mesleğinin en çok tercih edilen mesleklerden biri olması ve mühendisliklerin puanını geçmesi, başka şeylerin yanı sıra, öğretmenlerin sahip olduğu “iş güvencesi” dolayısıyladır. Yine yapılan devlet memurluğu sınavına bu kadar ilgi gösterilmesi, devlet memurlarının şu ana kadar sahip olduğu “iş güvencesi” nedenliyledir.
Sağlıktan, eğitime, haberleşmeye hemen her sektörde “taşeron”, “sözleşmeli” vb. istihdam biçimleri alabildiğine yaygınlaşmış durumdadır; sözleşmeli öğretmenler, çalıştıkları saat başına ücret almakta ve hiçbir sosyal haktan yararlanamamaktadır. Sağlık alanında, taşerona bağlı olarak, çoğunlukla asgari ücretle çalışma vb. yaygındır. Böylesine yalın ve sıradanlaşmış gerçekler, propaganda ve ajitasyonumuzun inandırıcı ve etkili olmasını sağlayacak somut örneklerdir.
Öte yandan, alanın somut sorunları bakımından bir diğer gereklilik, kamu emekçilerinin mücadelesinde, grevli, toplusözleşmeli sendika hakkının öne çıkarılmasıdır. Eğer mesele düalist mantıkla ele alınırsa, “iş güvencesi” ile “grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı” talepleri, sanki karşı karşıya gelen iki talepmiş gibi görülebilir. Ancak yaşanan süreç de göstermektedir ki, tek başına “iş güvencesi” vb. hakların yasalarda olması, bu hakların garanti altına alındığı anlamına gelmemektedir. Hakların korunmasının en önemli şartı, kamu emekçilerin birliğinin ifadesi olan “grevli toplu sözleşmeli sendika” hakkıdır. Bunun nedenle, her ne kadar propaganda ve ajitasyonun çıkış noktası “iş güvencesi” olsa da, her aşamada kamu emekçilerinin örgütlü birliği olmadan, bu hakların korunamayacağı vurgulanmalı ve “grevli toplu sözleşmeli sendika” talebi öne çıkarılmalıdır.
ZAAFLARIN YAŞANMAMASI İÇİN AZAMİ DİKKAT
Kamu emekçilerini bekleyen en büyük tehlikeler, hangi sebeple olursa olsun, beklentiye girilmesi; konfederasyonlar arası çekişmelerin yaşanması; sendika içi tartışmalara, grup çekişmelerine boğularak, esas görevin; “emekçilerin saldırı yasalarına karşı birleştirilmesi ve örgütlenmesi görevi”nin tali plana itilmesidir.
Yapılması gerekenler noktasında, işçi sendikalarından TÜMTİS’in çalışmasını örnek vermiştik. Sermayenin azgınca saldırdığı, sendikaların alabildiğine birliğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde, TÜRK-İŞ ile HAK-İŞ arasıda yaşananlar ise, ne yapılmaması gerektiğinin en uç örneğidir. Milyonlarca sendikasız işçi varken, HAK-İŞ’in ve bağlı sendikalarının orman ve belediye işkolunda, hükümetten aldığı güçle, TÜRK-İş ve bağlı sendikaları aleyhine, örgütlenmeye ve üye devşirmeye yönelmesi, sendikal rekabetin yanı sıra, işverene dayalı sendikacılığın uç örneğidir.
Hükümetin teşvikiyle yaratılmaya çalışan sendikal rekabete rağmen, hak kayıplarından dolayı, kamu emekçilerinin rahatsızlığı ve tepkisini bilen konfederasyon genel başkanlarının, bu dönem daha farklı bir tutum alacaklarını ve birlikte mücadele edeceklerini beyan etmeleri, olumlu bir tutum olarak değerlendirilmeli ve geliştirilmelidir.
Özellikle unutmamız gereken, saldırının niteliği bakımından, diğer dönemlerle bu dönemi ayırmaktır. KESK’ten belki şimdiye kadar zamanlı veya zamansız birçok çağrı yapıldı. Şimdiye kadar yaşanmış olan bazı başarısızlıklar, bu sürecin de böyle sonuçlanacağı anlamına gelmez. Önceden de belirtildiği gibi, sermaye ve hükümetin saldırısına karşı tepkiler örgütlenebilirse, bu, en geri kamu emekçisini bile kararlı bir mücadele sürecine katar. Başarı da, bu kitlesellikte bir mücadelenin örgütlenmesine bağlıdır.
TALEPLER UĞRUNA MÜCADELE VE PARTİ
Uluslararası sermayenin saldırılarının püskürtülmesi, sendikalarda, kitlelerin taleplerini merkeze alan anlayışın yerleşmesi ile mümkündür. Saldırılarım uluslararası sermaye merkezli olması, verilecek mücadelenin de, aslında, uluslararası sermaye ve yerli işbirlikçilerine karşı gelişeceği anlamına gelir. Talepler üzerinden şekillenen hareketin, karşıt sınıflar arasında mücadele perspektifi ile ele alınmasını sağlayacak, ve mücadeleyi, işçi sınıfının iktidar mücadelesine bağlayacak olan, sınıfın partisidir. Bu yönüyle, sendikal mücadele ile ilgili oluşturulan bütün tartışma platformlarında, “sınıf sendikacılığı” anlayışıyla hareket etmeyen hiçbir sendikal hareketin başarı şansı olmayacağı vurgulanmıştır.
Burada işçi basınının önemini bir kez daha vurgulamak gerekir. Sınıfın partisinin politikaya müdahalesi talepler üzerinden şekilleneceğine göre, günlük politika yapmak için bir araca zorunlu olarak ihtiyaç vardır. Bu araç, gazetedir. Gazete, bir yandan tek tek işyerlerinde ortaya çıkan ve sanki birbirinden bağımsızmış gibi görünen birçok talebin bütün sınıfın ortak talebi haline gelip, sınıfın sınıfa karşı mücadelesinin zeminine dönüşerek siyasallaşması ve talebin kazanılma olanaklarını yaratır. Diğer yandan, sendikal mücadeleye sınıf perspektifini hakim kılacak olan da gazetedir. Basitleştirerek ifade edersek, sınıf bilinçli kamu emekçisinin görevi, talepleri gazete üzerinden örgütlemektir. Böylece, hem emekçi sınıfların talepler üzerinden örgütlenmesi, hem de günlük gelişen olgu ve olaylarla, dünyada ve Türkiye’deki gelişmelere sınıf ve sınıf mücadelesi “penceresi”nden bakılması sağlanmış olacaktır.
Sendikaları bu perspektife kazanma ve sendikal mücadele anlayışını yenileme görevi, saldırı yasalarına karşı mücadelenin örgütlenmesi, başta, tabii ki, fedakarca, kararlılıkla ve cesaretle çalışan sınıf bilinçli sendikacıların omuzlarındadır. Başarı veya başarısızlık, tarihsel görevlerin yerine getirilip getirilmemesiyle ilgilidir. Bu nedenle, herkes, özellikle sınıf bilinçli kamu emekçileri, mücadele karşısındaki konumlarını yeniden sorgulamalıdır.