28 Mart yerel seçimleri sonuçlarından hareketle, “solun durumu” üzerine bir tartışma yeniden gündeme getirildi. Baş aşağı çevrilmiş bu tartışma kapsamında, kendilerini “solcu”, “sosyal demokrat”, “ilerici”, “sosyalist” vb. olarak adlandıran çok sayıda aydın, üniversite hocası ve politikacı, görüş açıkladılar. İkisi ülke içinde, biri ülke dışında yayın yapan üç günlük gazetede, bu görüşler etraflıca yayımlandı. Tam da bu sırada, Kemal Derviş, “Sola, güçlenmesinin yollarını gösterdiği” iddia edilen bir “rapor”la ortaya çıktı.
“Türkiye’de sol nerede?” ve “Sol geleceğini arıyor” başlıklarıyla yayımlanan bu yazı dizileri, “solun, ciddi bir kriz içinde olduğu” varsayımını hareket noktası alarak, “sol”a, “krizden çıkış” ve “güçlenme”si için “izlenmesi gereken yol”u gösterme iddiasındaydılar. ‘Sol’ üzerine bu tartışmanın hemen dikkat çeken en önemli özelliği, “solun krizi” ve “güç kaybı” iddiasını, 28 Mart yerel seçim sonuçları başta olmak üzere, son yirmi yıl içinde yapılmış seçimlere; ve bu seçimlerdeki oy dağılımına dayandırmış olmasıydı. Böylece, bu tartışma, genel olarak “sol” üzerinden sürdürülmesine; işçi sınıfı ve “sol” üzerine birçok iddiada bulunmasına karşın, aslında ve esas olarak, sosyal demokrasinin sorunlarını merkeze alıyor ya da onun sorunlarını işçi sınıfı ve “sol”un sorunu olarak ortaya koyuyordu. Tartışmaya katılan yazar, gazeteci, parti sözcüleri ve üniversite öğretim üyelerinin büyük bir kesimi, ortaya koydukları görüşlerle, “solun güçlenmesi” için önermeleriyle, sosyal demokrat partileri esas alarak, “sol”u sağa, reformizme ve “küreselleşme” teorilerinin vazettiği sistemle daha fazla bütünleşmeye doğru çekmeye çalışıyorlardı. Bu tartışmanın yönlendirici soruları da, “sol”un sorun ya da sorunlarının kaynağını salt siyasal-ideolojik görüşler alanına sıkıştırıyor, “sol” olarak tanımlanan parti, grup veya bu tartışmanın merkezine yerleştirilen sosyal demokrat partilerin işçi-emekçi hareketiyle bağı ve emekçilerin talepleri karşısındaki tutumlarını ikincil önemde sorunlar durumuna düşürüyordu. Şu sözler bu tartışmadan çıkarılan “ortak sonuç”u özetler gibidir:
“28 Mart yerel seçimlerinden sonra sol açısından oldukça düşündürücü bir tablo çıktı ortaya. Özellikle 1980’den sonra sol oyların her seçimde düşüş eğrisi göstermesi, ciddi bir durum muhasebesini kaçınılmaz kılmış durumda. Ancak bunun için her şeyden önce solun, ciddi bir kriz içinde olduğunu idrak etmesi gerekiyor. Krizin nedenlerini sorgulama yeteneği ve sağduyusu gösteremeyen bir sol hareketin, kendisini güçlü bir iktidar alternatifi hüviyetine büründürmesi mümkün değil çünkü. Artık kalıplaşan, çözüm üretmeyen, gücü temsiliyetle orantılamayan, dünyadaki gelişmeleri okuyamayan, ezilen ve tutunamayanlara bundan 20-30 yıl öncesinin çözüm reçeteleri ile giden bir sol bakış açısının, kendisini krizden kurtarması beklenmemelidir.”
Buna karşın, bu ‘tartışma’, benzerleriyle kıyaslandığında daha “kapsayıcı” ya da geniş katılımlı oluşuyla ve hakkında çok söz edilmiş “solun durumu” üzerinden birçok sorunu yeniden gündeme getirmesiyle dikkat çekiyordu. Ancak söz konusu tartışmaya katılanların büyük bir kesimi, birçok sorunu ya temelden yanlış koyuyor ya da açıkça çarpıtıyorlardı. Burada, “Sol nerede?” veya “Sol geleceğini arıyor” tartışmasını, bu yönleriyle ve özetle ele alacağız.
DOĞRU SONUÇ İÇİN SORUNU DOĞRU KOYMAK GEREKİYOR
“Sol”un durumu üzerine tartışmanın etrafında sürdürüldüğü iki noktanın öne çıktığı görülüyor. Birinci olarak, “sol” diye genelleme yapılarak, sosyal demokrasiden işçi sınıfı devrimciliğine tüm kesimler, ‘sol’daki parti ve gruplar önce bir pota içine alınıyor. Sonra ama, “sol”un tüm sorunları, sosyal demokrasi temel alınarak yürütülüyor. Bu yapılırken ise, sanki sosyal demokrasi Türkiye’de işçi sınıfının taleplerine, sınıfsal çıkar ve kurtuluşuna bağlı bir politika yürütmüş ve bu politik-ideolojik tutum ve çizgisi nedeniyle geriye düşmüş, güç kaybetmiş gibi, Marksizm ile de ilişkilendirilmeye çalışılarak, ondan, “sınıf temelli görüşlerden vazgeçmesi” isteniyor, geriye, daha sağa, “küreselleşme”ci politikaları benimsemeye çağrılıyor. Bu yapılırken ama, tüm ‘sol’a ders vermekten de geri durulmuyor.
İkinci olarak, bu tartışmada, “sol”un durumu, son yerel seçimlerdeki oy dağılımı esas olmak üzere ve fakat son yirmi-otuz yıllık süreçteki seçimler üzerinden değerlendiriliyor. Soru ve sorun, “solun sürekli güç kaybettiği”, bunun da, “seçimlerde alınan oy ile kanıtlandığı” biçiminde konuyor.
Bu durumda, önce “sol”un ve sorunlarının, bu tartışma kapsamında tanımlandığı ve ele alındığı biçimiyle, emek hareketi ve emekçilerle ilişkisinin doğru kurulmadığı ya da hatta görmezden gelindiği üzerinde durmak gerekiyor. Yapıldığı biçimiyle “sol” üzerine tartışma; “sol”daki parti ve grupların, sermaye sistemi ve burjuva devletiyle ilişkileri üzerinden değerlendirme yerine, bir tür her derde deva sol tarifiyle, sosyal demokrat düzen solundan sosyalist “sol”a kadar, bütün bu parti, grup ve kişileri aynı potaya sokarak, ama sosyal demokrasiyi merkeze almayı da ihmal etmeden, yürütülmektedir. Oysa, burjuvaziyle proletarya; emekçilerle egemenler; işbirlikçi gericilik ve emperyalizm ile tüm ezilenler arasındaki ilişkiyi temel veri almayan değerlendirme ve tartışmalarla, “sol” yada “solun sorunları” üzerine yararlı bir tartışma yürütülemez ve doğru sonuçlara ulaşılamaz. Toplumsal sorunları ve bu sorunların çözümüne ilişkin düşünceleri, sınıfların birbirleri ve devletle ilişkileri, çıkarları, talepleri ve bunlar etrafındaki mücadeleleri ile ilişkisi temelinde ele almayan ve “sol” olarak tanımlanan parti, grup ve kişilerin durumunu da buradan “ölçüye vurma”yan bir değerlendirme, eksik ve yanlış olacaktır. “Sol”da olduğu söylenen parti, grup ve kişilerin siyasal görüşleri, kuşkusuz ancak, işçi sınıfı ve emekçilerin sorunları, talepleri, sermayeye karşı mücadeleleriyle ilişkili olduğu, bu talep ve sorunları sahiplendiği ve çözümü için yol ve yöntemler içerdiği oranda önem taşır. “Solun birliği” ve “gücü” sorunu da, ancak bu temelde doğru bir içerik kazanır. “Sol”u, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarları, talepleri ve mücadeleleriyle bağlantılı olmayan, neredeyse sınıflardan bağımsız bir politik tutum ve “kimlik tanımı” karşılığı olarak kullananlar ise, sorunu, neredeyse, kimin hangi konuda ne söylediğiyle sınırlı tutma eğilimindedirler.
Bu durumda, “sol” üzerine ve “solun sorunlarına çözüm bulma” iddiasındaki bir tartışmanın hiç değilse, sosyal demokrat ya da “sosyalist” parti, grup ve kişilerin sınıf ve emekçi hareketiyle, bu hareketin sorun ve talepleriyle ilişkileri üzerinden yürütülmesi gerekir. “Sol” da, ancak devrimci sınıf ve emekçilerin talep ve çıkarları için yürüttükleri mücadeleye katılış biçimi, mücadeledeki yeri ve işlevi üzerinden, böylece, doğru biçimde değerlendirilebilir veya “ayrıştırılabilir.”
EMEKÇİLERİN SORUN VE TALEPLERİ YERİNE “SOL”U ODAĞA ALAN TARTIŞMA, EKSİK VE YANLIŞTIR
“Sol” ya da sağ siyasal görüşlere sahip partiler gerçeği bir olgudur. Sağ ve “sol” parti, grup, kişi vb. ayrımı, gerçekte onların sermaye sistemi, burjuva egemen sınıf ve emperyalizmle ilişkileri, burjuvazi ve emperyalizme karşı ya da ondan yana oluşlarıyla bağlantılı olarak oluşmuştur. Kapitalizmi, emperyalizme bağımlılığı, baskı ve sömürüyü, kapitalizm ve öncesi toplumsal yapıdan kaynaklanan geri ilişki biçimleri ve değer yargılarını en bağnaz biçimde savunanlar, sağ, gerici, tutucu ve hatta faşist partiler; kapitalizmi kimi sosyal reformlarla, burjuva baskıcı siyasal sistemin, burjuva demokratik hakları bir ölçüde de olsa içerecek biçimde sürdürülmesini savunan reformcu-sosyal demokrat partiler; ve, sömürü ve baskı sistemini temelden reddeden ve sömürünün olmadığı bir toplumsal sistem için mücadele eden işçi sınıfı devrimciliği; bunlar başlıca siyasal odaklar olarak şekillenmişlerdir.
Başlarken söylendiği gibi, bu tartışma kapsamında görüş açıklayanların büyük çoğunluğu, işçi sınıfının mevcut bölünmüşlüğünü ya da “sol”un işçi ve emekçi hareketiyle ilişkilerini neredeyse tümüyle gözardı ederek, sosyal demokrasiye, “sınıf politikalarından uzaklaşarak güçlenmesi”ni önermektedirler. Ancak “sol” üzerine tartışma yürütenlerin bir kesimi, öteden beri, işçi ve emekçilerin sağ ya da “sol” partileri desteklemelerine, sağ ya da sol görüşlere sahip olmalarına göre oluşmuş ayrımı; bu “somut olgu”yu, sınıfın ve emekçilerin mevcut bölünmüşlük durumunu, üzerinde hareket edilecek temel alan ve değiştirilemez gerçeklik saymaktadırlar. Bu tutumların her ikisi de, işçi sınıfı ve emekçilerin sermayeye, gericiliğe ve emperyalizme karşı mücadelede birleşmesi/birleştirilmesi gibi temel bir sorunu bir yana bırakarak, sağda ya da “sol”daki emekçilerin, sınıfsal talep ve çıkarları etrafında birleştirilmeleri zorunluluğunu, en hafif deyişle ihmal etmektedirler. Güncel örnek üzerinden söyleyelim: ülke işçi ve emekçilerinin büyük çoğunluğu, geleneksel önyargı, inanç, politik-ideolojik ve kültürel etki sonucu ve taleplerinin kapitalist parti fraksiyonları tarafından istismar edilmesine aldanarak, çeşitli düzen partilerine destek vermektedirler. Bu durumda, on milyonlarca işçi ve emekçinin bu aldanma durumu ve burjuva etkiden kurtulmalarını sağlamak, buna yardımcı olacak politikalar izlemek “sol”un başlıca görevi olmalıdır. Bu da, sağda ya da “sol”da oluşlarından bağımsız olarak, emekçilerin somut talepler etrafında birleştirilmesine hizmet edecek ideolojik-politik bir çizgi ve tutumun sürdürülmesini gerektirir. Aksi tutum ise, bugün zaten politik-ideolojik görüş, mezhep-milliyet ve dini inanç farklılığı nedeniyle önemli ölçüde bölünmüş durumda bulunan işçi ve emekçilerin, bu bölünmüşlük durumlarının devamına hizmet edecektir. “Solun durumu” ya da “krizi”ni yeniden ve yeniden tartışmaya açanlar ise, bu temel sorunda, sözcüğün gerçek anlamında sorumsuz davranmakta ya da emekçileri düzen partileri arasında saf değiştirme ötesine vardırmayacak önermelerde bulunmaktadırlar.
“Sol”-sağ ayrımını bu biçimde sürdürmek, olup-gidene, sınıflar ve onların mücadelesi çerçevesinde bakmamak, sağda ya da “solda”ki parti, örgüt ve güçleri yerli yerine koyamamak; sağdaki ve “sol”dakileriyle burjuva partilerinin işçi ve emekçiler üzerindeki etkisinin sürmesine, etkili ve değiştirici bir müdahalede bulunamamak anlamına gelir. Bu da, sömürü ve baskıdan kurtuluş kavgasının kapitalist sistemin kanallarında boğulmasına, bir tür seyirci kalmak olacaktır.
Eğer sağ ve “sol” tanımı, sağ ve “sol”daki partileri ayırmak, sağcı ve “solcu” düşünce farklılıklarını belirlemek ve belirtmek amacıyla yapılacaksa, bu ayrım ve tanımlamanın, bu partilerin kapitalist sömürü sistemi ve burjuva devlet aygıtıyla ilişkileri, emperyalizme karşı tutumları ve emekçilerin talepleri, hakları ve çıkarlarına ilişkin politikaları göz önünde tutularak yapılması zorunludur.
DÜZEN “SOL”UNU DAHA GERİYE ÇEKME ÇABALARI
Üç günlük gazetede tefrika edilen “Sol” tartışmasının dikkat çeken yanlarından biri, bu tartışmanın CHP esas alınarak yürütülmesi, küçük burjuva solculuğuyla, sosyalist hareketin ona eklemlenmek istenmesidir. Bu, hem birçok kez açık olarak dile getirilmekte, hem de seçimlerde alınan oy, “solun değerlendirilmesi”nde tek ve başlıca kıstas alınarak yapılmaktadır. Tartışmaya katılanlardan çoğu, “yüzde otuzluk kemikleşmiş sol oylardan geriye düşülmesi” üzerinden “sol‘un kirizde olduğu” sonucuna varıyorlar. 28 Mart seçimlerinde AKP’nin aldığı oyu da “toplumun sağa kayması”na kanıt gösteriyorlar.
“Sol nerede?”ya da “Sol geleceğini arıyor” tartışmasına katılanlar içinde üniversitelerde öğretim üyeliği yapan profesörlerle bazı yazarların tutumu dikkat çekici. Bunlar, genel bir “sol” tanımlaması çerçevesinde tartışıyorlarmış gibi söze başlıyor, ama hemen ardından , özellikle de ayrıntılara girerken ve “solun güç kazanması” üzerine “önermeler”de bulunurlarken, sosyal demokrat partileri tartışmanın merkezine yerleştiriyorlar. “Solun krizi” tespiti yaparlarken de, CHP’nin durumunu ve “sol oyların son 20-30 yıllık serüveni” üzerinden, onun güç kaybını örnek göstererek, tartışmayı ağırlıklı olarak sosyal demokrasi etrafında sürdürdüklerini ortaya koyuyorlar.
Seçim sonuçlarının ve son 20-30 yıllık süreçte yapılmış seçimlerdeki oy dağılımının “solun krizi”nin başlıca kanıtı sayılması, aslında, sosyal demokrat partilerinin sorun ve açmazlarının, “sol” adı altındaki “bütünleştirme” üzerinden, Marksizm’in ve emekçilerin önüne sorun olarak getirilmek istendiğini gösteriyor. Aynı nedenle, sosyal demokrasinin krizi “solun krizi” olarak gösteriliyor.
“Sol”un sorunları üzerine söylenenler, sosyal demokrasinin sorunlarının örtüsü olarak kullanılmasına karşın, CHP’nin ya da sosyal demokrat partilerin güç kaybı tespiti, gerçeğe uygun düşmektedir. Sosyal demokrat burjuva partilerinin halk desteğini, giderek artan oranda kaybettikleri, bir olgudur.
Sosyal demokrasi ya da onun başlıca partilerinin son yirmi-otuz yıl içinde giderek güç kaybettikleri, 1974 CHP’sinin cunta sonrası koşulları değerlendirmesine de bağlı olarak aldığı %42’lik oy oranından, bugün %20’nin altına doğru gerilediği bir gerçektir. Ancak tam da burada, bu sonuca yol açan nedenlere bakmak gerekiyor. Kendilerini sosyal demokrat veya demokratik sol parti olarak ifade eden CHP-SHP-DSP-YTP gibi partilerin, bir kriz durumu yaşayıp yaşamadıklarından önce, bu nedenler daha önemlidir, çünkü. Buradan bakınca, sosyal demokrat partilerin, işçi ve emekçilerin taleplerine sahip çıkar göründükleri, bu taleplere uygun politikaları gündeme getirdikleri dönemlerde halk desteğini daha fazla aldıkları; kitlelerin talep ve çıkarlarına kayıtsız kaldıkları, sağ-gerici düzen partilerinin ekonomik-politik programları ve uygulamalarıyla farklılıklarının ne olduğunu ortaya koyamaz ve gösteremez duruma geldikleri dönem ve durumlarda da, emekçilerin desteğini kaybettikleri görülecektir.
Sosyal demokrasinin ya da düzen solunun güç ve destek kaybının başlıca nedeni, işçi sınıfı ve emekçilerin talep ve çıkarları karşısındaki tutum ve politikalarının öteki sistem partileriyle farklılığının giderek belirsizleşen, giderek aynileşen bir duruma gelmesidir. Kuşkusuz, sosyalizmin tasfiyesi ve işçi-emekçi hareketinin geriye atılmasının kapitalist emperyalizme ve tekelci burjuvaziye açtığı alan ve olanaklar, aynı zamanda, sosyal demokrasinin “sosyal reformcu” politikalarının alanını da daraltmış, ve sosyal demokrasi buradan da kıstırılmış olarak, mevzi kaybıyla karşı karşıya gelmiştir.
Bu böyle olmasına karşın, “solun güçlenmesinin yolunu gösterme” iddiasıyla tartışmaya katılan ‘yaşlı-başlı, koca profesörlerle yazar ve aydınlar, sosyal demokrat partileri daha geri bir konuma çekecek, işçi ve emekçilerden ve onların talep ve çıkarlarından daha fazla uzaklaştıracak reçeteler yazmaya soyunmuşlardır. Aralarında, örneğin Ecevit’in bir dönemler gündeme getirdiği “Toprak İşleyenin, Su Kullananın” sloganı ve ABD ile araya kimi sınırlar koymaya çalışan tutumuyla, işçilerin, emekçilerin ve küçük üreticinin taleplerine seslenerek gördüğü desteğe dikkat çekenleri olmakla birlikte , çoğu, “sınıf temelli politikalar izlenmemesi gereği”nden söz ederek, daha gerici-sağcı ve emperyalist burjuvazinin “yeni dönem” politikalarına uygun bir politik hatta yürümesini salık vermektedirler.
Oysa, bu politikaların güç kazandırması bir yana, Avrupa ülkelerinde çok daha belirgin biçimde görüldüğü ve Türkiye’de de yukarıda dikkat çekildiği üzere, bu politikalarla birleşildiği oranda, sosyal demokrasi, güç kaybetmeye, emekçilerden uzaklaşmaya ve onların desteğini yitirmeye yönelmiştir. Emperyalist burjuvazi ve uluslararası sermayenin saldırıları ve burjuva emperyalist ideolojik kuşatma altında, işçi-emekçi hareketinin uluslararası alanda mevzilerinden geriye atılmasına bağlı olarak, Türkiye’de de hareket önemli oranda püskürtülmüş, sosyal demokrasi de buna uyum gösterdiği oranda geriye atılmış ve aslında önemli oranda, saldırılar onun eliyle de uygulanarak, emekçilerden tecrit olması yönünde “ilerleme sağlamıştır”. Uluslararası sermaye ve tekellerin sosyalizme ve işçi hareketine karşı saldırı üstünlüğü ve başarısı sonucu, bir dönemler hareketin zorlaması ve sosyalizmin, yayılması için teşvik edici örnek oluşturması nedeniyle, onun önünü de kesmek üzere gündeme getirilen sosyal güvenlik uygulamaları da geri alınınca, sosyal demokrasi iyice zora düşmüştür. O halde, “solcu” yazar, gazeteci ve profesörlerin sosyal demokrasiye “sınıftan uzak durması” yönündeki telkinleri, aslında temelsizdir, çünkü sosyal demokrasi neredeyse bütünüyle sınıftan ve emekçilerden uzakta durmaktadır, kopuşma halindedir, hiçbir taleplerini savunmamaktadır; telkinler, onun bulunduğu yerden de daha fazla sağa çekilmesine/gericileşmesine yöneliktir.
Bu yapıldığında, yani sermayenin “küreselleşme” gerekçeli politikalarıyla birleşildiği oranda ise, kitlelerin sağcı-gerici düzen partilerine yönelmesi destekleniyor demektir. Çünkü bugün, AKP gibi partiler örneğin, bir yandan emekçilere ayak bağı olan çeşitli geri yargı ve “değer”leri kullanarak, diğer yandan uluslararası sermayenin planlarına bağlanarak güçleniyorlar. Uluslararası sermaye ve emperyalizm ile ilişkilerde teslimiyetçi, IMF ve tekellerin ekonomik-sosyal reçetelerini uygulayan hükümetlerde koalisyon ortağı olmaktan geri durmayan, Kürt sorunu ve Kıbrıs’ın statüsü ve geleceği konularında şoven-milliyetçi; işçi ve emekçilerin sosyal ekonomik ve politik talepleri karşısında demagojik ikiyüzlü söylemden öteye olumlu herhangi bir çabaları bulunmayan sosyal demokrat düzen partilerinin, bu politik hat üzerinde ısrar etmeleri durumunda halk kitlelerinin desteğini daha fazla yitirmeleri kaçınılmazdır. Avrupa’da sosyal demokrat partilerin bazı ülkelerde güç kazandığını örnek olarak gösteren yazar ve akademisyenlerin, bu partilerin, kitlelerin taleplerine karşı sermaye politikalarını uyguladıkları ülkelerde –Fransa ve Alman’ya başta olmak üzere– nasıl güç kaybettikleri, ama IMF karşıtı ve ABD ile ülkelerinin hakları üzerinden araya sınır koymaya çabaladıkları yerlerde de destek gördüklerini görmek istemiyorlar.
“SOL”A KAPİTALİZMİ İÇSELLEŞTİRME REÇETELERİ
“Solun durumu” üzerine tartışmaya katılan üniversite öğretim üyeleriyle “sol cenah”tan çeşitli yazarlar, “solun güç kaybı” ve “krizi”ni, CHP, SHP gibi partilerin oy oranındaki düşmeye bağlarlarken, “sol’un krizden çıkışı” ve “güçlenmesi” amaçlı olduğunu ileri sürerek öğütledikleri görüşler; “sol”u da, sosyal demokrasiyi de liberal gerici politikalara daha fazla bağlamaya hizmet ediyor. Sosyal demokrat partiler, Türkiye’de hiçbir zaman işçi sınıfının çıkarlarını temel alan politikalar izlemediklerine göre, “klasik sınıf politikalarının geride bırakılması” üzerinden getirilen ve kapitalist kalkınma programları hazırlanmasını öğütleyen bu görüşler, aslında, “sol”u kapitalizme içselleştirme ya da kapitalizmin “sol” tarafından benimsenmesini sağlamaya hizmet ediyor. Bu durumda, “sınıf temelli politikalar”dan uzaklaşması istenenler, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarını ve toplumsal kurtuluşu savunan “diğer sol parti ve gruplar” olmalı! Bu yazar ve akademisyenlere göre, proletarya ve emekçilerin talep ve çıkarları temelindeki bir mücadeleyle kapitalist sömürü sisteminin tasfiyesi ve böylece insanlığın sömürü ve sınıf baskısından kurtulmasını istemek, “aşılmış eski söylemde ısrar etme ve değişimi görmeme” anlamına geliyor. Vargı ve önerilerini koşulların değişmesiyle gerekçelendiren bu yazar ve akademisyenler, Avrupa’da sosyal demokrat partilerin izledikleri politikayı da tersten yorumlayarak, “Avrupa’da esen sol rüzgarların Türkiye’de de esmesi için”, sınıf temelli eski söylemin bir yana bırakılmasını ve “farklı toplumsal kesimler”le “ortaklaşma”nın yolunun bulunmasını istiyorlar. İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi, Prof. Fatmagül Berktay, “ulus devletin aşıldığını” ileri sürerek, “ulus devlete ve kimlik mücadelelerine sarılma”nın yanlışlığına dikkat çekiyor ve “sol”un, “farklı toplumsal kesimlerin politikalarını dikkate alır ve ortaklaşırsa,..” güçleneceğini vazediyor.
“Solun, küresel olgulardan ve değişime adapte olamamasından kaynaklanan genel sorunları var” diye söze başlayan Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Prof. Korel Göymen de, “Bir zamanlar sol, büyüme ve kalkınmadan ziyade, bölüşümü vurgulayan bir söyleme sahipti. Bugün yerel kalkınma başta olmak üzere sol, önce pastanın nasıl büyütüleceğini anlatmak zorunda. Sol, insan kaynaklı bir kalkınmanın reçetesini mutlaka sunabilmelidir.” “Yönetişim mantığına uygun, bütün ekonomik ve insani kaynakları potansiyelini birlikte harekete geçirerek bir yerel kalkınmanın nasıl geliştirileceği, sol partilerin gündeminde olmalıdır. Sol, bir zamanlar dile getirdiği yerel kalkınma motifini hiçbir zaman elden bırakmamalıdır. Yalnız koşullar değişmiştir; devlet eliyle kalkınma, merkezileşme ile kalkınmanın koşulları yoktur. O nedenle yerel kalkınmayı vurguluyorum” diye devam ediyor.
Öncelikle söylenmelidir ki, burjuva soluyla “bütünlük” içinde genel olarak “sol” değil, ama sosyalizm, Marksizm ya da işçi sınıfı devrimciliği, “bölüşüm”le karakterize değildir; kuşkusuz bölüşümde bir eşitliği öngörür, ancak, sosyalizmi asıl karakterize eden, üretime, üretim ilişkilerine, yani mülkiyet ilişkilerine yönelik müdahalesidir. Ve “kalkınma” ve “büyüme” sorunu da, başlıca, bu çerçevede çözümlenebilir; sorun buysa, bilinir ki, dünya ölçeğinde tanık olunmuş en hızlı iktisadi büyüme ve kalkınma sosyalist Sovyetler Birliği’nde ve “piyasa ekonomisi”nin alabildiğine sınırlandırılmasıyla merkezi planlamayla gerçekleştirilmiştir. Burada tayin edici olan kapitalizmin sınırları dışına çıkma, onu tasfiyeye girişme ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesine dayanan sosyalizmin inşasıdır. Bunun için, lafın gevelenmesi ve işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalizme –ve hele küreselleşmeye– uyumlanmaya değil, onu devirmeye ve emeğin iktidarını kurmaya ihtiyaçları vardır.
Kapitalizmi değişmez veri alarak, “sol”a, “yerel kalkınma”yı sağlama ve “pastayı büyütme” sorumluluğu yükleyen K. Göymen ise, işçiden, “işyerinin karlılığı ve rekabet gücünü geliştirme”sini isteyen kapitalistlerle aynı noktaya varıyor. “Yerel kalkınma”yı ülke kalkınmasının başlıca yolu gösteren ve bunu “küreselleşme koşulları”yla izaha çalışan Göymen ve diğerleri, kapitalist üretimin esas hedefinin daha fazla kâr olduğunu gözardı ederek, sorunu “paylaşılacak pastanın yetersizliği” olarak göstermeye çalışıyorlar. Bu, “bölüşüm adaletsizliği” üzerine sosyal-reformist, sosyal demokrat söyleme uygun düşüyor. Ama, üretimin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişkinin her tür eşitsizlik ve adaletsizliğin kaynağını oluşturduğunu, aşırı üretimin ve stok birikiminin bir “pasta” yetersizliği durumunun olmadığını gösterdiğini görmek istemiyor ya da görülmesini istemiyorlar. “Sol”a “pastayı büyütme” programları üzerinde çalışmasını öğütlemeleri bunu gösteriyor. Kapitalizm ve onun tekelci aşamasında, kaynakların yönelişini ve kalkınma politikalarını belirleyen kapitalist ekonomi yasalarını gözardı eden bu yazar ve akademisyenler, diğer yandan, uluslararası sermaye ve tekellerin hakimiyeti koşullarında, burjuva devletinin kontrolü ve denetimi altında, bunlardan bağımsız bir yerel kalkınma olabilirmiş gibi, “yerel kalkınma olanağı” kurguları düzenliyorlar. “Yönetişim mantığına uygun”(yani Japon modeli olarak da bilinen işçinin, kendisine ayıracak zamanı kalmayacak tarzda ve işyeri verimliliği ve başka kapitalistlerle rekabette kendi kapitalistinin kazanan taraf olmasını sağlamak üzere sorumluluk altına sokulması) ve “kalkınma için daha fazla üretim” sorumluluğunu işçiye ve “sol”a görev tayin ederek, fazla üretim ve daha çok kâr için tüm yolları deneyen kapitalistlerle aynı noktada birleşiyorlar. Onlara göre, “devlet eliyle kalkınmanın koşullarının kalmadığı” bir döneme geçilmiştir ve “sol”, bu nedenle, “yerel kalkınmayı dert edinerek” “bütün ekonomik ve insani kaynakları potansiyelini harekete geçirme”yi görev edinmelidir.
Bunlar, bilimsel teknik alandaki gelişmeleri ve bunların üretime uygulanmasını, örneğin az sayıda işçiyle daha fazla üretimin olanaklı hale gelmesini ve esnek çalışma yöntemlerini sanayi kapitalizmi döneminin sonu ve “klasik işçi sınıfı tanımının geçersizleşmesi”, işçi sınıfı talepleri ve çıkarlarına bağlanan mücadele stratejisinin “günün gelişmelerine cevap verememesi” olarak anlamakta, “sol”un “bu yeni durumu anlaması”, benimsemesi ve “gereklerini yerine getirmesi”ni istemektedirler. Bu yazar ve akademisyenlere göre, “sol”, “sınıf temelli politikaları” ve “eski nostaljik değerleri” bir yana bırakır ve “farklı toplumsal kesimlerin politikalarını dikkate alır ve ortaklaşırsa”, içinde bulunduğu “krizi” aşacak, güçlenecek ve “iktidar alternatifi haline gelecektir”!
“Türkiye‘de kapitalizmin ve işçi sınıfının gelişme düzeyinin abartıldığı”nı ve “kapitalizmsiz, işçisiz ve burjuvasız bir ülkede sınıf politikaları izlenemeyeceği”ni, işçi sınıfı ve emekçilerin talep ve çıkarları üzerinden sürdürülecek mücadelenin “günün gelişmelerine cevap veremeyeceği”ni vaaz eden bu liberal “sol” aydın ve yazarlara göre, bugünün Türkiye’sinde, henüz “solu üreten sosyo-ekonomik yapı söz konusu değil”dir. “Sol”a “sınıf temelli politikaları bir yana bırakması” öğüdünü, “üzerinde sınıf politikası yapacak sosyal sınıf dayanağının olmaması” gerekçesine bağlıyorlar. Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Meryem Koray, “Sol için, üzerinden politika yapacağı sosyal sınıflar yeterince var olamamıştır. Türkiye soldan, kendine göre bir şey anladı. İşçi sınıfının yeterince oluşamaması, daha çok kamu sektöründe çalışıyor olmasının getirdiği rahatlık, solun sınıf bilincini de etkiledi. Bugün özelleştirme ile birlikte sendikaların önemli bir kısmının eridiğini görüyoruz. O eriyen sınıf şu an ne yapacağını şaşırmış” demektedir. Onunla hemen hemen aynı gerekçeleri ileri süren gazeteci Yazar Nuray Mert de şöyle demektedir:
“Öte yandan sınıf diyorsun, sınıf yok ortada, sınıf dediklerin de sınıf olarak görmüyor kendisini. Beyaz yakalı insanlar giderek artıyor, onlara da sınıf diyemiyorsun. Sen bütün bunlara ne diyeceksin, kime diyeceksin, nereye diyeceksin?… Sol, sosyal devlet anlayışını da artık küreselleşme ile birlikte ele almak, dönüştürmek ve yeniden üretmek zorunda… ‘Kapitalizm dönüşmek zorunda. Mülkiyet özel ellerde olacak, piyasa ekonomisi olacak, ben gelirin hakça bölüşülmesini istiyorum’ dediği zaman, sosyal demokrasi olur… çünkü artık klasik işçi sınıfı yok. Fakat böyle diye, sosyal adalet, eşitlik, sömürü gibi kavramlarla düşünmeyi bir tarafa bırakmayalım. Ulus-devletlerin içine kapanmak hem mümkün değil, hem de solun ufkuna uygun değil. Küresel sermayenin peşine takılıp, soldan bakmayı tümüyle ihmal etmek yerine, bu ve buna benzer sorunlu alanları tespit edelim, tartışalım. En azından sol tartışma diri kalsın.”
Bu yazar, gazeteci, politikacı ve profesörler, böylece sorunu temel noktalarda saptırmakla kalmıyor, burjuva ideologlarının milyonlarca kez tekrarladıkları, ancak süregiden sınıf çatışmaları, savaşlar ve sermaye saldırıları tarafından milyonlarca kez boşa çıkarılan “sınıf mücadelesi” ve “ideolojilerin tarihe karıştığı” nakaratını, “küreselleşme” ve “sanayi ötesi toplum” vaazlarıyla yineliyor; “sınıf politikasından artık başka yerlere evrilme”yi, sınıf, ulus ve kimlik politikalarını bir yana bırakmayı öğütleyerek, kapitalizmi güçlendirerek sürdürmeyi öneren ve bunun için çaba gösteren sosyal demokrasi platformunda –K. Derviş de aynı çağrıyı yapıyor– birleşilmesi için çaba gösteriyorlar.
“Düzeni eleştirirken, klasik işçi sınıfı talepleri doğrultusunda politika üretmemek gerekir” diye, sınıfın rolünü inkar teorilerini bunun için papağanca yineliyor; Türkiye gibi kapitalist bir ülkede, kapitalizmin gelişmediği ve sermaye birikimi olmadığı iddiasını, “sınıf politikaları izlenmesinin yanlışlığı”nı kanıtlamak üzere, bunun için ileri sürülüyor, ve buna, “sanayi döneminin aşıldığı”, “sanayi sonrası topluma geçiş yapıldığı”, ve “artık sanayi döneminin solu üreten sosyo-ekonomik altyapısına sahip olunmadığı” yönündeki sanal zırvalar bunun için ekleniyor. İşçi sınıfının varlığını bile reddeden, bunca işçi düşmanı görüş ve önerilerle, doğrusu “sol”, “krizini” kolaylıkla aşar! Az-çok solcu olanın az da olsa kapitalizmi eleştirmesi beklenir; ama bu “solun krizi” çözümleyicileri, hiç kapitalistleri eleştirmiyor, ağızlarını açtıklarında, işçi sınıfına kin ve öfke kusuyor; bu ülkede, fabrikalardan atölyelere ve organize sanayi sitelerine kadar, hem de tamamı mavi yakalı, on milyondan fazla işçi, çoğu asgari ücretin altında, ağır çalışma koşullarında kölece çalıştırılıyorken, örneğin sosyal demokrasiye, üstelik onu güçlendirecek, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi için çaba göstermesini önermek bir yana, kapitalistlerin, küreselleşmecilerin yanına ve işçilerin karşısına geçip, –Erdoğan’ın Kürtler için söylediği türden– “siz yoksunuz bile” diyerek küfür ediyor.
Bu durumun daha iyi görülmesi için bir aktarma da, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Mehmet Altan’dan yapalım. Altan şöyle demektedir:
“Osmanlı’dan gelen yapı, bugüne kadar sermaye birikimine, işçi sınıfına olanak vermedi. Yani solu üreten sosyo-ekonomik yapı söz konusu değil. Cumhuriyet de bunu devralmış ve ordu öncülüğünde bir cumhuriyet oluşturulmuş. Burada burjuvazi yok, onun yerine bürokrasi var. Tüm dünyada sermaye-emek çatışması yaşanırken, bizde bu ikilem, şeriat-laiklik üstüne oturtulmuş. Bunun da solculukla alakası yok.
“…Öte yandan sanayi dönemi aşılıyor, sanayi sonrası topluma geçiş yapılıyor. Bunu da artık düşünmek zorundayız. Artık biz, sanayi döneminin solu üreten sosyo-ekonomik altyapısına sahip değiliz.
“Kapitalizm, 1929’da ekonomik kriz yaşadı, talebi kışkırtmak için de 1945’te sosyal devlet gündeme geldi. Ama bugünün işçi sınıfı, 1945’lerin işçi sınıfı değildir. Kol gücüne olan talep giderek azalıyor, o nedenle de sosyal devlete olan ihtiyaç eskisi gibi güçlü değil. Bunun içindir ki sosyal devlet kan kaybediyor. Zira sosyal devleti doğuracak dinamikler bugün giderek zayıflıyor. Bu yüzden işçi sınıfı gündemden çıkıyor, eskisi gibi özne konumunda değil.
“Liberalizm ile sosyalizm arasında 20. yüzyılda büyük farklılıklar vardı. Bu farklılıklar, ortaklıkların gözden kaçırılmasına neden oldu. Sanayi devriminin bu karşıt yapıları, sanayi sonrası dönemde karşıtlıkları ortadan kaldırarak, ortak noktaları öne çıkaran bir senteze gitmek durumundalar. Yani dünyanın sanayi dönemi çatışmaları bitiyor. Çünkü kol gücüne dayalı sermaye-emek karşıtlığı yumuşuyor, farklılaşıyor, yavaş yavaş dönüşüyor. İnsanı merkeze koyan, insanın standartlarını arttıran anlayış, sol bir anlayıştır. Solun anlamakta zorluk çektiği nokta da burasıdır.”
Bu görüşler, ülkenin bugünkü sosyal-ekonomik durumunu ve sosyal sınıf ilişkilerini önemli ölçüde çarpıtıcı özelliktedir. Kapitalizmin Türkiye’deki gelişmesi ve proletaryanın nitel ve nicel varlığının azımsanması ve görmezden gelinmesi, aslında işçi sınıfının kapitalizme ve burjuvaziye karşı mücadelesini geriye çekme, güçten düşürme anlamına gelir. Türkiye’de işçi sınıfının varlık koşullarının kapitalizmin “ana vatanı” sayılan ülkelerdekinden kimi farklı özellikler göstermesi, işçi sınıfımızın ulusal-sosyal bileşimi ve bunun köyle bağlantılı kimi özellikleri, bu maddi koşulların ve ideolojik-kültürel ortama ilişkin özelliklerin mücadele üzerindeki etkisi, Altan, Göymen, Mert ve Berktay gibilerinin “sınıfın yeterince oluşmadığı” ya da “olmadığı” iddialarını en küçük biçimde haklı çıkarmıyor. Proletaryanın sermaye ve burjuvaziye karşı mücadelesinin örgütlenme ve bilinç unsurlarına ilişkin zayıflıkları ve sonuçlarını, sermayeden ayrı nesnel sınıfsal varlığı, gücü ve toplumdaki rolünün azımsanması ya da yok sayılmasının gerekçesi edinilemez. İşçi sınıfına tepeden bakanlar, onun “alt sınıflar”dan oluşunu ve sınıfsal çıkarlarının bilincine ulaşmadaki zorluklarını, “kendini özne saymama”sına kanıt sayıp, bulunduğu her alanda burjuvaziyle yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi vb. tüm önemli talepleri için yürüttüğü mücadeleyi görmezden gelerek; proletaryanın, ancak sermaye ve hükümetlerine karşı mücadele içinde “değiştirici konumda bulunduğu” fikrine ulaşabileceği gerçeğini de karartmaya çalışıyorlar. İşçi sınıfını, “değiştirici konumda bulunduğunu” kavrama yetersizliği nedeniyle küçümseyenler, aslında proletaryaya, emekçilere ve onların sorunlarına yabancıdırlar, ve hep dışardan ve hep yukarıdan konuşurlar.
İşçi sınıfının toplumsal kurtuluş davasının dışından ona öğütler veren liberal burjuva yazarlarıyla reformist aydınlar, “sınıf ortada yok” demagojisini nakaratlaştırırlarken, sınıfın, sermayeden bağımsız ve ona karşı hareketini ilerletme, sınıf olarak örgütlenmesi ve örgütünü sağlamlaştırması için değil, işçi ve emekçilerin sosyal demokrasi eliyle ve sosyal reformlar uğruna sistem kanallarına çekilmesini sağlama üzerine kafa yormaktadırlar. “Piyasa ekonomisi”nin geliştirilmesi, benimsenmesi ve “pastanın büyütülmesi” için çalışılması yönündeki öğüt ve öneriler, bunu göstermektedir.
Türkiye gerçeğiyle ilgisi olmayan bu kurgusal “durum tespiti”nden, Türkiye kapitalizminin bu görmezden gelinmesinden, işçi sınıfı ve emekçilerin önünü açacak sonuçlar çıkarılamayacağı kesindir. Liberal sol aydın ve yazarlar, Türkiye kapitalizmine göz kapar ve işçi sınıfını yok sayarlarken, yalnızca nesnel durumu gözardı edip, oradan kaynaklı ilişkileri baş aşağı çevirmiyor; kapitalizmi de, devlet kapitalizmi ya da özel tekelci şirketlerin tüm ekonomiye hakim olmasına göre nitel farklılıklar gösterirmiş gibi ele alarak, “devlet kapitalizmi”ni asalaklık kaynağı, kaynakları israf edici ve kötülük üreticisi, ama “özel kapitalizmi”; özelleştirilmiş kapitalist işletmeleri ve tekellerin ekonomiye hakimiyetini de ilerletici, özgürleştirici ve adil paylaşım sağlayıcı, veya bütün bunların yolunu açıcı olarak sunuyorlar. Kapitalizm koşullarında “üretimin halkın malı” olabileceği yalanıyla da, kapitalistlerin, işçiyi “yönetişim modeli” vb. demagojilerle işletmelerinin rekabet gücünü ve kârını artırma sorumluluğu altına sokması çabalarına ortak oluyorlar.
Bir yandan, kapitalizmin yarattığı sınıf farklılıkları ve çelişmelerin Türkiye için henüz söz konusu edilemeyeceğini ileri sürmek, öte yandan sanayi kapitalizminin aşıldığını, temel sanayi malları üretiminin ve onu gerçekleştiren sınıfın varlığı ve rolünün önemsizleştiğini ileri sürmek; bu paradoks, bu çevrelerin durumunu yeterince göz önüne sermektedir. Sermayenin işçi sınıfı ve emekçilere yönelik saldırılarının yoğunluk kazandığı, buna sınıfın ileri kesimlerinin girişimiyle çeşitli biçimlerde direndiği, emekçi halk kesimlerinin işsizlik, açlık ve yoksullukla mücadele etmeye çalıştığı bir dönemde, “emek-sermaye karşıtlığının yumuşadığı”, “sanayi toplumu dönemi çatışmalarının bittiği” iddiasıyla, işçi sınıfı ve “sol”a kapitalist piyasaya ayak uydurma ve sermayeye eklemlenme reçetesi sunan bu yazar ve akademisyenler; burjuva-emperyalist ideologlarla burjuva, liberal ve gerici parti yöneticileri tarafından da sürekli gündemde tutulan “sanayi kapitalizminin aşıldığı”, “klasik işçi sınıfının kalmadığı” yönündeki iddiaları tekrarlayıp duruyorlar. Bütün bunlar, “sol“ üzerine onca sözün işçi sınıfının ve emekçilerin sömürüden kurtulmaları için sürdürdükleri mücadelenin ilerletilmesi kaygısıyla değil, ama kapitalizmi ve burjuva devlet sistemini bazı sosyal reformları da içerecek biçimde –K. Derviş bunu oldukça net biçimde ifade etmişti–, sahiplenen sosyal demokrasiyi halkın başına yeniden bela etmek, ama ortaya çıkabilecek nispeten ilerici-radikal eğilim ve arayışlara da set çekmek için edildiğini gösteriyor.
Bu yazarlara göre “sol”un, burada aktardığımız liberal piyasacı görüşler doğrultusunda “kendini yenilemesi”yle, fırsat eşitliği ve paylaşım olanakları da –kapitalizm koşullarında– yaratılmış olacaktır. Kuşkusuz kapitalizm, ona liberal ve gerici iktisatçılarla politikacıların yamamaya çalışmalarına karşın, hiçbir zaman fırsat eşitliği ve paylaşımcılığın sistemi olmamıştır. Kârı ve tekel kârını esas alan kapitalist üretim, fırsat eşitliği ve paylaşımcılığı değil, rekabeti, eşitsizliği ve hakimiyeti üretmiş, bu eşitsiz durumun sürdürülmesinin koşullarını oluşturmuştur. Kapitalist üretim ve “bölüşüm” sürecine, toplumsal çelişkilerinin üzerini bir ölçüde örtmeyi de amaçlamak üzere, kimi müdahalelerin yapılabilir olmasını, onun “insani de kılınabilir” olduğuna kanıt gösterenler, “bütün ekonomik ve insan kaynakları potansiyelini harekete geçirecek kalkınmayı” “sol”un sorumluluğuna verirlerken, aslında “solun güçlenmesi”ni değil, ama sermaye sisteminin zorluklarının aşılmasını dert edinmiş olmalılar. “Sol’a “kendini yenileme” üzerine öğüt veren yazar ve akademisyenlerin “günün koşullarında önemli değişim ve dönüşüm olduğu” gerekçesiyle yapılmasını istedikleri şeylerden biri de, “sol”un “ideolojisini yenilemesi”dir. “Yenileme”nin nasıl yapılacağını da gösteriyorlar: “Büyük bir toplumsal uzlaşmanın öncülüğü yapılmalı”, “özgürlükçülük, barış ve dayanışma gibi evrensel ilkeler” benimsenmeli; “piyasa”, üzerinde hareket edilecek zemin olarak alınmalı, ve yukarıda aktarıldığı üzere, “pastayı büyütme”, “yerel kalkınmayı esas alma”, “yönetişim yöntemlerini geliştirme”, “farklı sınıfların politikalarını ortaklaştırma”, “küreselleşme ile yerelleşmeyi bir arada götürme” yönünde çaba gösterilerek, kendini dönüştürme başarılmalıdır!
BUGÜN İHTİYAÇ EMEKÇİLERİ BİRLEŞTİREN YAKLAŞIMDIR
“Türkiye’de sol nerede?” ve “Sol geleceğini arıyor” tartışması kapsamında görüş açıklayan, Altan, Koray, Mert, Göymen ve Berktay gibi akademisyen ve yazarların, “sol”un içinde bulunduğu zorlukları aşması ve güçlenmesi için önerdikleri “değişim”, belirtildiği gibi, işçi sınıfı ve emekçilerin çıkar ve taleplerine bağlı bir “sol”un sorunlarını değil, esas olarak sosyal demokrasinin açmaz ve sıkıntılarını merkeze almaktadır. Ama, onlar bu tartışma kapsamında ortaya koydukları görüşleriyle, yine de, sorunu bulandırmaktadırlar. Kuşkusuz bu yazar ve akademisyenlere, neden sınıfın sorunlarını dert edinmedikleri ya da örneğin işçi ve emekçilerin burjuva reformist politik-ideolojik görüşler ve sistemin “sol” ya da sosyal demokrat adlı partilerinin de etkisinden uzaklaşmasını sağlayacak bir çabaya girişmedikleri veya bu yönlü çabalara destek vermedikleri noktasında eleştiri yöneltmek yararsızdır. Bu, zaten onların, daha baştan dışladıkları bir “alan”dır. Görüşlerinden bölümler aktardığımız yazar, politikacı, gazeteci ve üniversite hocaları, kendilerine, proletarya ve emekçilere, çıkarlarını savunma ve taleplerini elde etmek için sermayeden bağımsız örgütlenme ve sermayeye karşı mücadele hattında ilerlemeleri için yardımcı olma gibi bir görev de biçmiyorlar. Aksine, sosyal demokrasinin sorun ve açmazlarını, emekçi hareketinin de sorunu haline getirmek için çaba göstermekte; ama bunu yaparken, sorunları saptırıp çarpıtmakta; emperyalist tekelci sermaye sistemini “sanayi ötesi yeni ve ilerici bir toplumsal sistem” olarak cilalayarak, sosyal demokrat partilerin, ve genel olarak söylendiği üzere, “sol”un, bu “yeni sistemin gereklerini yerine getirmesi”ni vazetmektedirler. “Küreselleşme” olarak tanımladıkları bu “yeni evre”nin, “evrensellik, birleşme ve dayanışma”yı olanaklı kıldığını ileri sürerek, “küreselleşme olgusuna cepheden karşı çıkılmaması”nı ; “yeni olan bu durumun görülmesi”ni ve buna uygun hareket edilmesini istemektedirler. Onlara göre, “solun güçlenmesi”, işçi sınıfı ve emekçilerin taleplerinin kararlıca savunulmasıyla değil, fakat “klasik işçi sınıfının talepleri doğrultusunda politika üretme”den uzak durarak, “farklı kesimlerin çıkarlarını ortaklaştırarak”, “pastanın büyütülmesi” için çaba göstererek, hatta “yerel kalkınma programları” geliştirerek mümkün olacaktır!.
Bütün bunlar, ABD ya da AB’nin vesayeti altına girmenin de “solcu”luk sayıldığı bu dönemde, sağ-“sol” ayrımının oluşturduğu sis perdesinin kaldırılmasını daha da önemli kılıyor. Temel ayrımı, burjuvaziyle proletarya, egemen sınıf ve emekçiler arasındaki ilişkiler üzerinden yapmayan her kişi, grup ya da parti, sermaye partilerine destek veren –ya da henüz onlar tarafından aldatılan/aldatılabilen– emekçileri, onların bilinç ve örgütlenme düzeylerini gözetmeden karşıya almak, ve böylece, sömürülenleri, içinde bulunulan somut durumdaki bölünmüşlükleri üzerinden bir kez daha bölmek durumuna düşecektir. Bu, sermaye ve partileri tarafından aldatılmış ve gerçek çıkarlarına uygun düşmeyen politik hata çekilmiş büyük emekçi kitlelerini uzakta tutmak ya da onlardan uzak durmak olacaktır. Bu demektir ki, kitlelerin kendi talep ve çıkarları etrafında ve kendi mücadele deney ve tecrübeleri temelinde aydınlanıp örgütlenmelerine yardımcı olmaktır, esas olan.
Sınıf bilincine ulaşmış işçiyle sınıfın devrimci partisinin, sermaye, devleti ve hükümetleri tarafından baskı altında tutulan işçi ve emekçilerin devrimci mücadele hattında birleştirilmesi için gösterdiği çabanın, aynı anlama gelmek üzere, emekçilerin sermayeden ayrışmalarını sağlayan politika ve taktiklerin başarıyla uygulanabilmesi için, bu, zorunludur. Gerekli olan, başlıca ve temel sorun, işçi sınıfı ve emekçilerin, sermayeden ve kapitalist parti fraksiyonlarından ayrışmalarını sağlamak ve buna hizmet eden bir “sol”un sorunlarının ele alınması ve çözümü çabasıdır. “Sol”un sorunlarının tartışılması, çözümü için önermeler ve “solun birliği” görüş ya da çabaları da, ancak proletarya ve emekçilerin bu temel sorunları ve taleplerine bağlanarak ele alındığında bir yarar sağlayabilecektir. Böylece, işçi ve emekçilerin sağ ya da “sol” görüşte olmalarından önce, sömürülen ve ezilenler olarak var oldukları; işçi sınıfını, ve onun, yanına almaksızın sermaye karşıtı kurtuluş kavgasını başarıya ulaştıramayacağı kent ve kırın yoksullarıyla tüm emekçi ve ezilenleri, burjuva ideolojisinin etkisinden, burjuva devleti ve kapitalist parti fraksiyonlarının kontrolü ve kuşatmasından kurtarmayı esas alan politik-ideolojik ve örgütsel bir çizgide ısrar etmek gerektiği, açık ve kesin biçimde ortaya çıkar.
Böylece, önüne, işçi sınıfının ve tüm ezilenlerin baskı ve sömürüden kurtuluşunu görev olarak koyan parti, grup ya da kişilerin, işçi ve emekçilerin taleplerine sahip çıkarak, onların, talepleri etrafında ve devrimci sınıf ve ezilenler olarak birleşik bir güç halinde, sermaye ve gericiliğin karşısına çıkmalarına da yardımcı olma; devrimci sınıf ve emekçi hareketinin bilinçli bir parçası olarak bu mücadelenin en önünde yer alma zorunlu görevi, daha net olarak öne çıkmış olacak. Emekçi hareketinin ilerlemesine hizmet edecek tek tutum, tek politika, tek yöntem budur. Ve zaten, devrimci sınıf partisine, devrimci sınıfın parti olarak örgütlenmesine, partinin işçi sınıfının tüm kitlesi ve emekçiler içinde kesintisiz aydınlatma ve örgütleme çalışmasına kesin gereksinim de, bunun için vardır.
Yukarıda görüşleri üzerinde durduğumuz yazar, politikacı ve aydınların “sol”u ve sorunlarını yeniden tartışmaya açmaları ya da bu tartışma kapsamında önerdikleri ise, belirtildiği gibi, “sol”u, küreselleşmeci sol olarak sosyal demokratlaştırma ve sosyal demokrasiyi de daha gerici-sağcı bir konuma çekmeye hizmet etmektedir.