Giderek kesintisiz hale dönüşen, yok ettiği insan sayısı, büyüyen etki gücü ve ABD’nin ve peşinden diğer burjuva yönetimlerinin çağın düşmanı sıfatını yakıştırdıkları “terör”, tam da, egemenlik kurmak için her türlü yol ve yöntem kullanılan bölgenin tam ortasında bulunması bakımından, Türkiye’de, daha büyük yankılar buluyor. Gerçekten de, Türkiye; paylaşım kavgalarının, emperyalist devlerin birbirlerini zayıflatma, güçsüz kılma çatışmalarının tam orta yerinde bulunuyor. Bu rekabet ve egemenlik kavgasında, pek çok bakımdan harekat üssü olarak kullanılıyor. Tamamen emperyalizme, özel olarak da Amerikan emperyalizmine bağımlı politikalar, Türkiye’yi, hem kavgaların ortasına taraf durumda atıyor, hem de hedef durumuna getiriyor.
Sadece etrafımızdaki savaş, bombalama, suikastlarla dolu tabloya göz atmak bile, durumun vahametini görmeye yetiyor.
Güneydoğumuzdaki komşu Irak Amerikan işgali altında. Çatışmalar tüm şiddetiyle sürüyor. Öbür tarafta, İsrail, Filistin halkına, tarihte az görülür bir nefret ve azgınlıkla yıllardır saldırıyor. Kelimenin tam anlamıyla, açık bir soykırıma tanık olunuyor. ABD ve İsrail, hedef olarak, sıraya İran ve Suriye’yi koyuyor. Bu ülkelere yönelik saldırıların “uygun” bir zamanda başlamayacağının hiçbir garantisi yok. İran’da nükleer silah üretimi olduğu gerekçesiyle başlayan ABD-İran gerginliği giderek geriliyor.
Kuzeyimiz, Rusya ve Kafkaslar, aslında örtülü savaşın sürdüğü merkez durumunda. Daha geçtiğimiz haftalarda Kuzey Osetya’da meydana gelen okul baskını ve yüzlerce çocuğun ölmesi, hem çatışmalarının şiddetinin hem de terör denilen savaş aracının hangi amaçlar için kullanıldığının açık göstergesi. Doğuda ise, Afganistan sorunu hâlâ çözülebilmiş değil. Türkiye’nin de askerleriyle yer aldığı Afganistan’da, ne ABD ve NATO tam bir egemenlik kurabilmiş durumda ne söylendiği gibi bir “istikrar” söz konusu.
İşte, Türkiye egemenlik mücadelelerinin kızıştığı çatışma bölgelerinin tam ortasında yer alıyor; Amerikan çıkarlarına endekslenmiş dış politikasıyla hedef haline gelirken, her geçen gün daha fazla köşeye sıkışıyor veya sıkıştırılıyor.
NEDEN DOĞU?
11 Eylül’de Amerika’da ikiz kulelerin vurulması yeni bir sürecin başlangıcına işaret ediyordu. Yıllar boyu komünizmi merkezi düşman konumuna oturtan ve dünya üzerinde bütün egemenlik mücadelesini, manevra ve ataklarını bunun üzerinden yapan ABD ve emperyalizm, soğuk savaşın sona ermesiyle birlikte, yeni bir konsept arayışına girdi. Tüm tarih boyunca düşmansız yaşayamamış efendilerin dünyasında, düşmansız kalmak asla olmayacak bir şeydi. Çünkü genel olarak sömürü sisteminin sürmesi, hem yığınların uyutulması, biriken öfkenin başka kanallara yönlendirilmesi, hem de kendi egemenlik amaçlarının belli bir zemine oturtulması için, düşman, her zaman gerekli ve kaçınılmaz bir dayanak noktasıydı. 11 Eylül’de “İkiz Kuleler”in vurulmasının ardından, ABD, büyük bir propagandayla yeni düşmanı ilan etti: “Küresel terör!”
“Küresel terör, insanlığın, dünyanın yeni belası, büyük düşmanıydı.”
“Küresel terör insanlığı tehdit ediyordu.”
Amerikan propaganda grupları bunun alt yapısını da hazırlamışlardı. “Medeniyetler Çatışması” adlı sipariş kitaplar, “Doğu-Batı çelişkileri”, “Dinler savaşı”, “Uygar olanla uygar olmayanın uyumsuzluğu” üzerine yapılan kurgular, uydurulan teorilerle “küresel terör” edebiyatına dayanak noktaları oluşturuluyor, yeni düşman, “tüm yanları ve kapsamlı bir çalışmayla” huzurlara çıkartılıyordu. Böylece Batı’ya karşı Doğu, düşman kampın içersine konuluyordu.
Aslında, neden “Doğu” sorusunun yanıtı, yine yıllar öncesinde, Amerikan belgelerinde, “Think Tank” da denilen, Amerika’ya politika üreten, hedefler sunan, gerek dışişleri gerekse istihbarat kuruluşların yan kolu gibi çalışan kuruluşların çalışma raporlarında vardı.
Daha 1950’li yıllarda CIA belgelerinde, petrol bölgesi olan Ortadoğu’nun, ele geçirilmesi gereken öncelikli yer olduğu belirlenmişti bile. Bu belirleme, ABD’nin yakın hedefini saptamakla kalmıyor, aynı zamanda, emperyalist paylaşım, egemenlik çatışmalarının merkezini işaret ediyordu. Hiç şüphesiz, bu belirleme, nedensiz, durduk yerde değildi. Emperyalizmin temel ihtiyaç ve karakteristiği, bu belirmenin baş nedeniydi.
Emperyalist kapitalizm, hammadde kaynaklarına el koyma ve pazarlar üstünde egemenlik sağlama üzerine inşa edilmişti. Hammadde kaynakları kimin denetimindeyse, kim o kaynakların üzerinde söz sahibiyse, kendi bugünü ve geleceğini güvence altına alıyor, rakiplerinin üzerinde de büyük bir güç kazanıyordu. Böylece rakipleri üzerinde baskı kurabilir, denetimindeki kaynakları tehdit ve şantaj aracı olarak kullanabilir, kendisi için ayrıcalıklar sağlayabilir ve bitip tükenmek bilmeyen yeni taleplere girişebilirdi. Bunun için, öncelikle hammadde kaynaklarını denetimi altına alması lazımdı. Ama bu da yetmezdi. O kaynaklardan rakiplerin dışlanması, tecrit edilmesi, rekabet alanının dışına itilmesi gerekirdi. Bu ise, sürekli ve kıyasıya bir mücadeleyi, direkt ya da başkalarının üzerinden dişe diş kavgaların, çatışmaların, çelmelemeler, entrikalar ve nihayetinde saflaşmaların kaynağını oluştururdu.
Nitekim öyle de oldu. ABD, petrol bölgesinde büyük bir etki gücüne ve denetim ağına erişti. Kendine bağlı yönetimler oluşturdu, ya da var olan yönetimleri, rüşvet, satın alma, komisyonlar verme, ABD’de de ayrıcalıklar tanıma, bazen de şantaj ve tehdit yoluyla kendisine bağladı.
Ama bu kadarı bile yetmiyordu ona. Yetemezdi de. Çünkü emperyalist kapitalizm hep daha fazlayı ister, ulaşılacak en azami kâr peşinde koşardı. Her yeni etkinlik, yeni egemenliklerin zorunluluğunu beraberinde getirirdi. Artık yeni fetihler, işgaller, egemenlik savaşları bir tercih değil, kaçınılmaz olandı. Çünkü rakipler de boş durmamakta, onu kuşatmaya, zayıflatmaya çalışmaktaydı.
Öte yandan da, egemenlik savaşımında emperyalizme daha rahat harekat alanı sağlayacak, kendisini yığınları gözünde meşru pozisyona büründürecek ve rakiplerini de peşinden sürükleyecek gerekçeler lazımdır her zaman. Bunun yolu da, düşmanlar yaratmak, bütün sınıf ve tabakaları kendi peşine takacak “ortak düşman” bulmaktan geçmektedir.
Bir dönem, bu düşman, “kızıl hayalet” olmuştu. Bütün egemenlik girişimleri, hammadde kaynaklarına el koyma çabaları, uzun bir dönem boyunca, “insanlığın ortak ürünlerini” “kızılların” eline geçmesinden korumak adına propaganda edilmişti. Kapitalistler için kendilerine ait olan tüm şeyler “özel mülkiyet”, başka ülkelere ve halkalara ait olan şeyler ise “insanlığın ortak malıydı!”
Sovyetler Birliği’nin kapitalist yola girdiğini açıkça ilan etmesi ile birlikte “kızıl tehlike” de bitmiş oluyor, yeni bir düşman gereksinimi ortaya çıkıyordu. 11 Eylül’de “İkiz Kuleler”in vurulmasının ardından ortaya sürülen yeni düşmanın “küresel terör” ve kaynağının Doğu, özel olarak da “Arap” dünyası ilan edilmesi, ABD’nin tüm ihtiyaçlarıyla örtüşüyordu! İşte buradan, gerek 11 Eylül’de “İkiz Kuleler”in vurulması ve gerekse “küresel terör” edebiyatının ardındaki güçler ve nedenler de daha rahat anlaşılabiliyordu.
ABD; “insanlığı tehdit eden ‘küresel terör’e karşı” dünyayı koruyacak, “insanlığın ortak kaynakları”nı insanlık adına işletecekti! Geri kalanlar da, bu “kahramanca mücadele”de ABD’yi destekleyecekler, emrine girecekler, yoksa ya “terörizmden yana” ya da “küresel terörün hedefi” olacaklardı! Ya da ikisi birden. “Küresel terörün” kaynağı ise, “Doğu-Batı uyuşmazlığı”, “uygarlıklar”, “dinler” çatışmasıydı! Bu durumda terörün kaynağı, otomatikman Ortadoğu oluveriyordu. Öyleyse Ortadoğu, yani petrol bölgesi “terörden” temizlenecek, insanlığın “ortak kaynakları insanlığın ortak hizmetine” sunulacaktı!
Böylece ABD, yeni düşman “küresel terör”le hedefine giden yolun önünü açıyor, rakiplerinin üzerinde baskı kuruyor, işgal ve hegemonya girişimlerine mazerete yaratıyor, yığınları korkutuyor ve aynı zamanda da “küresel terörü” kendi ihtiyaçları doğrultusunda rakip ülkelere karşı kullanıyordu. Çünkü örgütleyici ve düşman “terörizmin” yaratıcısı bizzat kendisiydi!
En basitinden şu bile kaynağı göstermek için yetiyor:
Bugün “küresel terör”ün en büyüğü olarak gösterilen ve neredeyse ölümsüzlük mertebesine yükseltilen “Usame Bin Ladin”, Rusya’ya karşı savaş için Afganistan’a ABD tarafından gönderilmemiş midir? Onun, vakti zamanında, CIA ile dolaysız bağlantısı sır değildir ki! Kaldı ki, Ladin ailesi, hem Arabistan’ın zengin ve önde gelen ailelerindendir hem de ABD ve özel olarak da baba Bush’la ortak yatırımları vardır! Nitekim Ladin’in yönettiği söylenen eylemlere bakıldığında, ABD’nin zararına değil yararına eylemler olduğu, ABD’nin tezlerini güçlendirdiği görülecektir!
Mesela, Türkiye halkı ABD’den nefret ediyor, Irak halkına destek verip Irak direnişine sempati mi duyuyor; İstanbul’da İngiliz Konsolosluğu önünde bombalar patlar, Türkiyeliler ölür, Irak direnişçilerine lanet okunur!
Amerika’da Irak işgaline karşı güçlü muhalefet mi oluşuyor, halk yollarda protesto gösterileri yapıp işgalin haksız mı olduğunu söylüyor; bir Amerikalının kafası kesilir, görüntüler, başta ABD olmak üzere, tüm dünyada gösterilir, ve böylece, “buyurun size, destek olduğunuz caniler” dedirtilir!
Ama aynı zamanda, o, “küresel terör”, rakiplerini zayıflatmak, göz dağı vermek ve bazı hatırlatmalar için Rusya içlerine kadar sokulur!
RUSYA’DA NELER OLUYOR
Kuzey Osetya’da yaşanan okul katliamının ardından, gözler, bir kere daha Rusya üzerine çevrildi. Rusya’da neler oluyordu? Çeçenistan, Gürcistan, Abhazya, Azerbaycan, Osetya, NATO, üsler derken, her geçen gün biraz daha karışan, büyük tezgahların döndüğü Rusya’da, kimler, ne yapma peşinde dolanıyor, hangi hesaplar görülmeye çalışıyordu?
Tüm zayıflamış görünümüne karşın, Rusya, her şeyden önce, tarihin en eski ve güçlü devletlerinden olma özelliği taşıyor, Çarlık’tan sosyalizme kadar sayısız deney ve tecrübeyle yoğrulmuş bulunuyordu. Bugünkü durumunun geçicilik arzettiği, belli bir toparlanma sürecini atlattıktan sonra, yeniden, eski gücü ve heybetiyle tarih sahnesindeki yerini alacağını tahmin etmek zor bir şey değildi. Bu bakımdan, Rusya’ya lazım olan şey; zamandı. Bu ara dönemi kazasız belasız, sessiz ve derinden atlatma, zaman zaman geri çekilerek, tavizler verir görünerek, zaman zaman diş göstererek, hedefe doğru ilerleme peşindeydi. Kestirmeden söylemek gerekirse, Rusya zamana oynuyordu.
Başta ABD olmak üzere, diğer emperyalistler de, pekala bunun farkındaydılar ve bu yüzden de, ABD, o “gerekli zamanı” Rusya’ya tanımak niyetinde değildi. Bunun en kolay ve kestirme yolu da, sürekli iç karışıklıklar çıkartmak, ayrılıkçılığı, halklar arasındaki düşmanlıkları kışkırtmak, güvensizlikleri yaymak, milliyetçilik bayrağını yükseltip Rusya’yı yalnızlaştırmak, enerji kaynaklarına sahip olarak ya da denetimi altına alarak, ekonomik anlamda zayıf düşürmekti.
Öte yandan da, gerek Hazar bölgesi gerekse Kafkaslar, Ortadoğu’dan sonra, dünyanın en güçlü enerji kaynaklarına sahip bölgesiydi. Bu anlamda, Rusya, sahip olduğu konum ve kaynaklar bakımından, ne Çin ne Japonya ne de Avrupa ülkeleri gibi dışa bağımlı olmadığı gibi, ihracatçı ülke konumundaydı. Ama onun bu artılarını ortadan kaldırmak için, en başta toparlanmasına izin vermemek, Kazakistan, Türkmenistan, Kafkaslar, Hazar bölgesi gibi zengin enerji kaynaklarına sahip bölgeleri ele geçirmek gerekliydi.
Bunun için en zayıf halkadan işe başlandı. Çeçenistan ilk adım için seçildi. Ardından Azerbaycan, Gürcistan, Özbekistan, Türkistan, Kazakistan’da yoğunlaşıldı. Bunların tümündeki faaliyetlerde ABD’nin en sıkı dostu ve “stratejik ortağı” Türkiye idi!
Çeçenistan’daki Rusya karşıtı faaliyetlerin ana istasyonlarından birisi olmayı Türkiye üstlenmişti. Söz konusu eylemcilerin Türkiye’de CIA ile ortak eğitildiği, lojistik desteğin Türkiye’den sağlandığını sağır sultan bile duymuştu. Azerbaycan’da düzenlenmeye kalkışılan ve başarısız olan darbe girişiminin ardında Türkiye’nin olduğu, bizzat zamanın Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel tarafından itiraf edilmiş, darbenin “kahramanlarından” Ferman Demirkol, son anda rica minnet, Türkiye’ye getirilmiş ve zamanın İstanbul üniversitesi Rektörü Kemal Alemdaroğlu tarafından gayri hukuki biçimde öğretim üyeliğine atanmıştı.
Gerek Çeçen gerekse Azerbaycan içlerindeki çalışma ve kışkırtmayla, Türkiye, o çok şikayet ettiği “terörün” merkezinde ve hizmetinde yer alıyor, bu yüzden de, bu konuda dünyanın gözünde tüm inandırıcılığını yitiriyor, ama aynı zamanda, Rusya’nın gözünde de düşman kamptaki yerini alıyordu.
Ayrıca ABD, İran’ı bölmeye yönelik Azeri kışkırtmasını da, Azerbaycan üstünden yapıyordu. ABD’nin, İran Azerilerini İran’a yönetimine karşı ayaklandırıp, büyük Azerbaycan devletini kurmaya yönelik özel bir ordu kurmaya çalıştığı, bu kişileri Azerbaycan’da eğittiği ve yine İran Azerilerine yönelik radyo yayını yaptığı meydana çıkmıştı. İşi ilk yöneten ve örgütleyen kişi ise, Latin Amerika’daki kontrgerilla faaliyetlerinin örgütleyicisi, uyuşturucu kaçakçılığından Amerikan Kongresi’ne ifade vermiş, ABD Özel Harp Dairesi Başkanı Albay Oliver Norht’tu!
Ve yine, buradaki faaliyette de Türkiye-Amerikan ortaklığı vardı.
Gürcistan’da Amerikan etkinliğinin artması, ince ayar bir darbeyle, iktidara, Amerikan eğitiminden geçmiş CIA ajanı Şakvaaşvili’nin getirilmesi; ABD açısından, bölgede kendisine daha büyük kapıların açılması, bölge açısından ise, işlerin daha da karışacağı, çelişkilerin, çatışmaların kızışması anlamına geliyordu. Nitekim öyle de oldu. Şakvaaşvili işbaşına gelir gelmez, önce Acaristan’a bindirdi, ardından Abhazya, ve Güney Osetya’ya göz dikti, tehditler yağdırıp fiili müdahale ve saldırılara girişti.
Bu sırada Gürcistan’da Amerikan özel kuvvetleri bulunuyor ve Güney Osetya ve Abhazya’ya yönelik operasyonlarda Özel Amerikan Kuvvetlerine mensup askerlerin görev yaptığı meydana çıkıyordu. Meydana çıkan bir başka şey daha vardı: Amerikan Büyükelçisi, Gürcistan Bakanlar Kurulu’nun bazı toplantılarına katılıyor, gerek Acaristan gerek Güney Osetya gerekse Abhazya’ya yönelik saldırı ve operasyonlardan önce, Şakvaaşvili, Amerikan Büyükelçisiyle bir araya geliyor, son sözü ABD söylüyordu.
Bu arada NATO da devreye girmiş, Rusya’yı içten ve dıştan kuşatma işinde aktif görev almıştı. Ukrayna, Gürcistan, Azerbaycan, Kazakistan gibi ülkelerde NATO için ön hazırlık yapılıyor, buradaki eski üsler yavaş yavaş devreye sokulmaya çalışıyordu.
Elbette tüm bu girişimler karşısında, Putin’in liderliğiyle birlikte, yeniden toparlanma sürecine giren ve kendisine güven kazanan Rusya da boş durmuyordu.
O da, Çeçenya içersinde bir dizi operasyonla yönetime ağırlığını koyuyor, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki bitip tükenmek bilmeyen sorunlardan kendi lehine faydalanıyor, işine geldiğince, iki taraf da kendisine muhtaç olduğu için gerginliğin sürmesinden fayda sağlıyor ve ona göre pozisyon alıyordu.
Rusya, enerji kaynakları bakımından zengin iki ülke Türkmenistan ve Kazakistan’la arayı düzeltmiş, dışa satılan petrolün kendi üzerinden geçmesini garantiye almıştı. Böylece hem dışa satılan petrolün denetimi kendisinde oluyor hem de pay alarak gelir sağlıyordu.
Bu arada, ABD’nin sıkıştırma ve tehditlerine karşı, hem AB hem de Çin’le ilişkiler geliştiriliyor, Çin’le tarihin en büyük ekonomik, siyasi ve askeri anlaşmaları imzalanıyordu. Bir bakıma Rusya ile Çin, ABD’ye karşı ittifak yapıyordu.
Gürcistan, Acaristan, Güney Osetya ve Abhazya ile Rusya’yı sıkıştırmaya çalışırken; Rusya da, Güney Osetya ve Abhazya’nın arkasında yer alıyor, onlara askeri desteğini sunuyordu.
İşte Kuzey Osetya’daki sonu büyük faciayla biten okul baskını bu koşullarda oldu. Her ne kadar katliamın ardında yalnızca Çeçenlerin adı geçse de, asıl şef, her zaman olduğu gibi, Amerika’ydı; Gürcistan taşeronluk yapmıştı. Rusya’nın iddiasına göre, eylemciler Gürcistan’da eğitilmişlerdi. Ve elbette Gürcistan’la birlikte adı geçen bir ülke daha vardı: TÜRKİYE!
Ancak olay, Rusya tarafından da, tıpkı ABD gibi, kendi lehine sonuçlar doğuracak biçimde kullanıldı. Görünen o ki, bu saldırıdan Rusya da kârlı çıkıyor. Çünkü o da, “teröre” karşı mücadele adı altında, çevresine daha sert ve otoriter davranacağını, gerekirse komşularının içlerinde operasyon yapacağını ilan ediyor! En azından saldırılarına meşru bir zemin yaratma peşinde koşuyor. Aba altından sopa gösteriyor.
Yine “küresel terör”ün kaynağını görebilmek açısından, Özbekistan’da yaşananlar, çok çarpıcı bir örnektir.
Bir süre öncesine kadar Özbekistan ile ABD’nin arası çok iyiydi. Hatta Özbekistan’ın Rusya’dan uzaklaştığı, tamamen Amerikancı olduğu varsayılmaya başlanmıştı. Özbekistan kapılarını ABD’ye açmış, hem askeri üsler sağlama hem de NATO’nu taleplerini karşılama bakımından her türlü kolaylığı sağlayacak gibi görünüyordu. Fakat Putin bu ülkeyle yakından ilgilenmeye başladı. O arada, devreye Çin girdi. Çünkü Özbekistan, Rusya ile Çin arasındaki en büyük kapılardan birisiydi. Rusya Çin ortak harekatı, işbirliği, karşılıklı ticaret, enerji koridoru projeleri, Özbekistan’ın ABD’ye karşı olan tavrını değiştirdi ve bu ülke Rusya’nın en yakın müttefiki oldu. İşte o andan itibaren, birkaç zaman öncesine kadar methedilen Özbekistan yönetimine karşı, ABD tarafından olumsuz propaganda kampanyası başlatıldı. Özbekistan yönetimi tarafından ülkede faaliyeti yasaklanan ve ünlü spekülatör Soros tarafından finanse edilen “insan hakları” kuruluşları aleyhte yayınlara başladı.
Ve bir şey daha oldu! Bu ülkede birden Hindistan, Afganistan kaynaklı olduğu söylenen Hizb-ul Tahrir örgütünün Özbek yönetimine karşı yoğunlaştırılmış eylemleri başladı! Ne tesadüf!
Yine Dağlık Karabağ sorunundan ötürü yıllardır boğaz boğaza giden Ermenistan ile Azerbaycan’ın bu kavgasından Rusya kârlı çıkıyor görünüyor. Bir süre önceye kadar Ermenistan Rusya’ya yakın dururken, Gürcistan gibi olmasa da, dengeleri daha çok gözetmeye çalışarak, Azerbaycan da Amerikancılığa oynuyordu. Ama Dağlık Karabağ sorunundan ötürü sıkışınca, mecburen Rusya’ya doğru döndü ve ABD’nin istediği askeri üslere yeşil ışık yakmadı. Buna karşılık, NATO da, Azerbaycan’la ortak tatbikatı iptal etti. Önümüzdeki dönemde Azerbaycan’da terör eylemleri gelişir ya da Hizb-ul Tahrir veya Talibanlar peydahlanırsa şaşırmamak lazım!
ÖNÜMÜZDEKİ DÖNEMİN POTANSİYEL TERÖR MERKEZLERİ!
İçinde bulunduğumuz yıllarda dünyanın en hızlı gelişen ve önümüzdeki yıllar açısından da gelişmeyi sürdüreceği görülen bölge, Uzakasya olarak gösteriliyor. Elbette, bölgenin başını, 1,2 milyarlık devasa nüfusu ile Çin çekiyor ve emperyalist tekellerin başını döndürüyor.
Yine enerji ihtiyacı bakımından, önümüzdeki yıllarda en büyük talep artışı bu bölgeden gelecek. Çin, bu talepte en büyük pay sahibi. Oysa Çin, petrol kaynakları bakımından zengin bir ülke değil. Şimdilik, petrol ihtiyacının ancak yüzde 2 kadarını kendi üretebiliyor. O da, sorunlu bölgesi Çin Uygur Özerk Bölgesi’nin hemen dibinde. Buranın güvenliği Çin’in başını ağrıtıyor. Çin de bu bölgedeki “terörden” rahatsız! Uygur bölgesinde ayrılıkçı hareketler örgütlendiğini ve kendisine karşı kışkırtıldığını söylüyor ve bundan da TÜRKİYE’yi sorumlu tutuyor!
Durmadan artan talebiyle enerjiye bağımlığı büyüyen Çin, bu ihtiyacının büyük bölümünü petrol bölgesinden karşılıyor. Bu ise, Ortadoğu’ya, dolayısıyla ABD’ye bağımlılık anlamına geliyor. Çünkü gerek Petrol Körfezi gerekse Uzakasya’ya uzanan enerji yolu, yani Hint Okyanusu Amerika’nın denetiminde bulunuyor. Bu yüzden, yeni arayışlara giren Çin, Kazak ve Türkmen petrolleriyle ilgileniyor. Bu ülkelerin petrol ve doğalgazını, Rusya’nın da katılacağı bir boru hattıyla, Özbekistan üzerinden, Uzakasya’ya taşımanın anlaşmaları yapılıyor.
ABD’nin baskılarına karşı, Çin, Rusya, Kırgızistan ve Kazakistan, Özbekistan ve Tacikistan’ın içersinde yer aldığı Şangay İşbirliği Örgütü kuruldu. Şangay İşbirliği Örgütü, Asya’da yeni enerji koridorları yaratmak üzerinde çalışmalar yapıyor. Kazakistan ile Çin arasında yapılması planlanan petrol boru hattı projesi hayata geçerse, sadece Kazak petrolleri değil, Rus petrolünün de Çin’e ihracı gerçekleşecek.
İşte bu noktada soru şudur: ABD bu işe ne kadar izin verecektir? Ya da seyirci kalacak mıdır?
Üstelik Çin, kendisini silah üretimi konusunda da geliştirmiş, petrol karşılığı İran ve S. Arabistan’a füzeler satmış, bu ise, İsrail ve ABD’nin hayli canını sıkmıştır. Ama ABD ile henüz kapışma aşamasında olmadığını bilen ve tıpkı Rusya gibi zamana oynayan Çin, İsrail ile de iyi ilişkiler geliştirmekten geri durmamakta, iki ülke arasında ticaretten silah alım satımına kadar değişik anlaşmalar imzalanmaktadır.
Bir yanda, dünyada en hızla gelişen, muazzam büyüklükte ve tekellerin ağzının suyunu akıtan bir pazar. Büyüyen ve büyüdükçe ağırlığını hissettiren, bölgede dev güç olmaya doğru yürüyen ve tam olgunluğa eriştiği andan itibaren, rekabetçi olarak, ABD’nin karşısına dikilecek Çin. Diğer yanda da, bölgede hakimiyetini kaybetmek istemeyen ABD.
ABD, Çin’in gelişimini gözleri kapalı seyredecek midir?
Bu sorunu yanıtı, ABD’nin yeni konseptinde vardır: “Küresel terör”
Amerikan istihbarat ve dışişleri raporlarında Uzakasya’ya dikkat çekilmiş, önümüzdeki dönem en büyük kavgaların bu bölgede yaşanacağı öngörülmüştür!
Nitekim, geçtiğimiz ayın son günlerinde, ABD’de yapılan bir açıklamayla, sürgünde Doğu Türkistan hükümeti şimdiden ilan edilmiştir.
Önümüzdeki süreçte bölgede işlerin karışması, Tayvan, Singapur, Malezya, Endonezya, Uygur Özerk Bölgesinde olayların tırmanması, zaten Dünya Ticaret Örgütü ile ve Tayvan meselesiyle sıkıştırılan Çin’in başının daha fazla ağrıması sürpriz olmayacaktır. Bu bakımdan, denilebilir ki, önümüzdeki dönem açısından, Ortadoğu’dan sonra, ortamın en fazla kızışacağı, hesaplaşmaların zor kullanılarak çözümlenmeye çalışılacağı yerlerden birisi bu bölgedir.
Ayrıca gerek enerji kaynakları gerekse Rusya ile Çin arasında enerji koridoru olmaya soyunmaları bakımından Özbekistan, Tacikistan, Kazakistan, Türkmenistan, “küresel terör”ün yakın hedefleri arasındadır! Çünkü ABD’nin politikalarına karşı hareket eden herkes, o hedefin merkezindedir. Emperyalist rekabette güç, gücünü yetirendedir!
“Küresel terör”, üzerinden devasa propaganda mekanizması çalıştırılsa da, ABD’nin “düşmanı” değildir, hizmetinde olmakla da kalmamaktadır, “avucunun içinde”dir.
TÜRKİYE’NİN DURUMU
Emperyalist hegemonya, egemenlik kavgalarının en yoğun biçimde sürdüğü ve her geçen gün işlerin daha fazla kızışıp sertleştiği, daha büyük savaşlara gebe, “küresel terör”ün merkezi ve hedefi durumunda olan bölgenin tam ortasında bulunan Türkiye, kendi geleceği açısından, nasıl bir konumdadır? Nasıl bir politika izlemektedir?
Aslında bu sorunun en kestirme, basit ve çarpıcı yanıtı, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerinde, en kör gözlerin bile görebileceği biçimde karşımızda durmaktadır. Türkiye’nin, AB macerasında, sürekli itilip kakılan, aşağılanan ve horlanan bir ülke konumuna düşmesinin en baş nedeni, işte, Türkiye’nin, bölgede bugüne kadar sergilediği kişiliksiz, karaktersiz, taşeron politikalarından başkası değildir. Çünkü dıştan bakıldığında, gerek Ortadoğu’daki ülkeler gerek Kafkaslar gerekse de Avrupa’nın gözünde, Türkiye, ABD’nin ileri karakoludur. Türkiye’nin söylediklerine, ABD’nin söyledikleri olarak bakılmakta, bu sözler, bir bakıma, ABD politikalarının, çıkarlarının karikatürü olarak değerlendirilmektedir.
Elbette bu değerlendirmeler, boş ve temelsiz değildir. Türkiye, kendi boyuna posuna bakmadan, “Büyük Türk Devleti” gibi “yüksek projeler” üzerinden, bölgesel güç olma hesaplarına fena halde dalmıştır! Tabii ki, bunda, Amerikan kışkırtmasının etkisi vardır. Çünkü bu “yüksek ideallerle” gazlanmış Türk devletinin “derinlikleri”, en başta Rusya Federasyonu içersinde, Rusya’ya karşı ayrılıkçılığı kışkırtan çalışmaların içersine girip, kovboyculuk oynamaktadır. Çeçenistan meselesinde, gerek Rusya gerekse Avrupa ülkelerinin gözünde, Türkiye, “Çeçen terörü”nün ardındaki güçlerden birisidir. Azerbaycan’da Haydar Aliyev’e düzenlenmeye kalkışılan darbenin ardında Türkiye çıkmıştır. Türkmenistan ve Özbekistan’a da yakın bir ilgisi vardır. Ama tüm bunlar, ABD’nin Rusya ile ilgili planlarıyla tam bir uyum içersindedir! Ne büyük tesadüf!
Bu kadarla da kalmamaktadır. Şu anda Rusya Federasyonu’nun içindeki en büyük karıştırıcı durumundaki Şakvaaşvili, Türkiye’nin en yakın dostlarından birisi olup, Şakvaaşvili’nin Türkiye ziyaretinde gördüğü birinci dereceden ilgi, ortak çalışma, üst düzey ilişki açıklamaları, Türkiye’yi, otomatikman resmi düzeyde taraf haline getirmiştir. Yine kukla Irak yönetiminin ilk resmi dış ziyaretini Türkiye’ye yapması ile birlikte ele alındığında, Türkiye, Amerika’nın adamlarının dayanışma merkezi gibidir.
Rusya ile Çin arasındaki ve Rusya’yla Hint Okyanusu arasındaki ülke ve petrol bölgesine doğudan komşu olması bakımından son derece stratejik öneme sahip olan Afganistan’da da, ABD ve NATO’nun bayraktarı, Türkiye’dir. Hatta Türkiye’ye, yabancı kuvvetlerin koordinatörlüğü görevi verilmiş, Eski Dışişleri Bakanı ve CHP milletvekili Hikmet Çetin bu göreve atanmıştır! ABD’nin Afganistan’da aşiretlerle uyuşturucu ticareti karşılığı anlaştığı ve önlerini açtığı, şu anda dünyanın en büyük uyuşturucu merkezlerinden birisinin Afganistan olduğu göz önüne alınırsa, Hikmet Çetin’in ne şanlı bir görev icra ettiği daha iyi anlaşılabilecektir.
(Burada bir ilginçlik daha vardır: Dünyanın şu anda uyuşturucu üretim ve sevk merkezi olarak bilinen iki bölgesi vardır: Latin Amerika’da Kolombiya, Meksika vb. ülkeler ve Afganistan. İki bölgede de ABD özel kuvvetleri cirit atamakta, Amerikancı yönetimler işbaşında bulunmaktadır. Buyurun size bir büyük tesadüf daha!)
Biraz aklı başında düşünüldüğünde, Türkiye’nin ABD gazlaması politikalarının kendisini ne kadar büyük bir bataklığın içersine sürüklediği görülmektedir. Birincisi, son olarak Azerbaycan’ın makas değiştirmesi, Özbekistan’ın Rusya’ya dönmesi, aynı biçimde Tacikistan ve Ukrayna ile Putin’in yakınlaşması, yine Rusya, Çin, Tacikistan, Özbekistan, Kazakistan işbirliği, bunların ortaklığıyla kurulan Şangay İşbirliği Örgütü, Gürcistan’ı yalnızlığa sürüklemektedir. Rusya, yüzyılların birikimi, deney ve tecrübesiyle, Gürcistan’ı direkt olarak vurmasa, açık bir saldırıya girişmese de, etrafından dolanarak çepeçevre kuşatmakta, sıkıştırmaktadır. Bu, aynı zamanda, Türkiye’nin sıkıştırılması ve yalnızlığı demektir.
Şakvaaşvili’nin gelecek açısından en küçük bir şansı yoktur. Türkiye, Amerikan çıkarları ve hormonlanmış “Büyük Türk Birliği” zırvalığının peşinden “yitik bir general”e yatırım yapmakta, aynı zamanda kendisi yitirmekte, ama çok sayıda düşman kazanmaktadır.
İsrail ile ilişkileri nedeniyle Türkiye, Ortadoğu halklarının gözünde son derece kötü bir durumdadır. Son İran ziyaretinde, Tayyip Erdoğan için İran gazetelerinde yapılan yorum, ABD tarafından gönderilmiş olduğudur! Yani bu kadar güvenilmez bir yönetimi vardır Türkiye’nin!
Diğer yandan da, “bölgesel güç” olmak, Amerikan gazıyla, ırkçı rüyalarla olacak bir iş değildir. Her şey bir yana, bunun için, en başta ekonomik güç ve çekim merkezi olmak gerekir. Oysa, kendisi üç beş yüz milyon dolara muhtaç, 250 milyar dış borç, 40 milyar dolarlık dış ticaret açığıyla Türkiye, ne tür bir “güç” olmaktan söz edebilir? Bir-iki milyar dolarlık nakit paranın yurt dışına gitmesiyle krize giren Türkiye, hangi kozlarla, bölgesel güç olup bölgede dengeleri değiştirecektir? Üstelik, kendisi yeminli Amerikancılığı oynayan Türkiye’nin, toplam ithalat ve ihracatının yüzde 60’ından fazlası Avrupa’yladır!
Nitekim hayallerle boyundan büyük işlere kalkan Türkiye dış politikası, Amerika tarafından, tam bir bar fedaisi gibi kullanılmakta, tetiği çektikten sonra zaman zaman sırtı sıvazlanmakta, işine gelmediği zaman da, kulağından tutulup, “senin bölgesel güçlüğün buraya kadar” denilerek bir kenara atılmaktadır! Irak meselesinde, “çuval hadisesi”nde, Türkmenlerin bombalanması olayında böyle olmuştur. Üstelik ABD bu kadarla da yetinmemiş, Osman Öcalan vasıtasıyla “Kürt meselesine bu kez dolaysız olarak el atmıştır!”
Yine, daha önce, NATO konsepti çerçevesinde, Azerbaycan ordusunda Türk subayları eğitmenlik yapmaktaydı. Son NATO planı çerçevesinde, Türkiye, Azerbaycan ordusunun eğitim işinden de dışlandı. “Evli evine, köylü köyüne” döndü!
Şimdi böyle bir dış politikaya sahip, daha doğrusu, ABD’nin günlük çıkarlarına endekslenmiş zırvalığın peşindeki Türkiye’ye kim, neden güvensin? Neden AB’ye alsınlar?
Üstelik, işin en trajikomik yanı, bunca hizmeti ve kendini feda etmesine rağmen, Türkiye, ABD’ye de yaranamamıştır. Türkiye halkının direnmesi ile tezkere geçmeyince, ABD’nin Türkiye’ye “güveni sarsılmış”, birazcık bozulmuştur. Ancak bazılarının dediği gibi de, Türkiye, gözden çıkartılmamıştır. Hegemonik savaşımlarda bir metre kare yer bile emperyalizm açısından önemliyken, Rusya, Ortadoğu, Karadeniz, Akdeniz’in ortasında, Avrupa’dan Uzak Asya’ya açılan kapı durumundaki Türkiye’nin jeopolitik önemi hiçbir zaman görmezden gelinmeyecektir. Zaten sorun önemsizleşip önemsizleşmemesinde değil, gerçekten bağımsızlıkçı bir politikayla yönetilip yönetilemeyeceği, onun bunun taşeronu olup olmayacağı, saygınlık kazanıp kazanmayacağındadır.
Gerçek şudur ki, Türk dış politikasının bugün beş paralık kıymeti harbiyesi yoktur. Oysa Türkiye, gerçekten halk iktidarının yönetiminde olsa, bölgede hem de büyük bir çekim merkezi olabilir, bölge halklarını doğrudan etkileyebilir, bölgedeki dengelerin değişimine gücünün ötesinde katkılarda bulunabilir.
YENİ SOĞUK SAVAŞIN GÜNCEL VESİYONU: “KÜRESEL TERÖR”
Her ne kadar, soğuk savaş denilince, emperyalist kapitalist dünya ile Sovyetler Birliği akla geliyorsa da, aslında, görünür olanın dışında, en büyük ve keskin savaş, emperyalistlerin kendileri arasında sürmektedir. Hammadde kaynaklarına el koyma ve pazar alanlarını ele geçirme, rakiplerini zayıf düşürme üzerine kurulmuş emperyalist kapitalist sistemde daha başkası mümkün değildir. Bu bakımdan, günümüzde yoğunluk kazanan “küresel terör”, yeni soğuk savaşın yöntemlerinden birisi olarak karşımızdadır. “Küresel terör” olgusu, “öfkeli anti Amerikancılar”ın işi değil, bizzat ABD ve ona karşı onun silahıyla yanıt vermek isteyen rakiplerinin baş vurduğu araçlardan birisi olarak karşımızdadır.
Burada, bombanın pimini çekenin, bombayı yerleştirip patlatanın kim olduğunun hiçbir önemi yoktur. Dünyanın dört bir tarafına yayılmış, “mükemmel biçimde örgütlenmiş”, “her bir şeye yetişen, her taraf ulaşan ama bir türlü bulunamayan” Bin Ladin masalı bile ne kadar komik duruyor! Dolayısıyla “küresel terörün” ardındaki güce, bombayı patlatanların kimliğine bakıp ulaşılamaz. Yakalananların ya da ölenlerin kimliğine bakıp “küresel terörün” ardındaki gücün kimlik tespiti yapılamaz.
Bunu anlamak için, sermaye ilişkilerine, egemenlik savaşımlarına, hegemonya planlarına, emperyalistler arası rekabete, tekellerin mücadelesine ve “terörün” kimin işine yaradığına bakmak lazımdır. Bakınca da, tüm gerçekler, çırılçıplak orta yerde gözümüze batmaktadır.
Polisiye filmlerinin değişmez bir sözü vardır: “Katili bulmak için paranın izini sür, katile ulaşırsın.”
Ya da şöyle de denilebilir: Cinayette en çok yaygarayı yapan kimse ona dikkat et! Kim dikkatleri başkalarının üzerine çekmek istiyor, başkalarını hedef gösteriyorsa, katil odur!