Türkiye’nin AB adaylığı üzerine

Türkiye’nin iç politikasında ve uluslararası ilişkilerinde, bugün üzerinde en çok durulan ve tartışılan konuların başında, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girişinin kabul edilip edilmeyeceği ve bu yöndeki adımların bir başlangıcı olarak müzakerelerin başlamasına karar verilip verilmeyeceği konusu gelmektedir. Türkiye’de kırk yılı aşkın süredir yaratılmış olan beklentiler, AB Komisyonu ve Konseyi’nin karar alacağı bugünlerde, zirveye çıkmış bulunuyor. Neredeyse şahsi olanlar da dahil olmak üzere, geleceğe ait tüm planlar, bu karar ve konuya endekslenmiş olarak yapılıyor.
On yıllardır aynı çizgiyi izleyen Türkiye egemen sınıfları, kolundan tutulup dışarı atılmak haricindeki tüm seçenekleri, “zafer” olarak sunmaya hazırlanırken, AB’nin yetkili kişi ve kurumları da bu oyundaki rollerini zevkle yerine getiriyorlar. Bir taraftan da kendi kamuoylarını tatmin edecek gerekçe ve argüman formülasyonu arayışları devam ediyor.
Avrupa Komisyonu’nun ve ardından da Avrupa Birliği Konseyi’nin, “Türkiye ile müzakerelerin başlatılması, ekonomik ve siyasi reformların uygulanması ile ilgili bir izleme mekanizmasının yürürlüğe konması ve nihai kararın ise on-on beş sene sürecek bir entegrasyon sürecinin ardından verilmesi” yönünde bir karar alacaklarına hemen hemen kesin gözüyle bakılıyor. Bu yönde oluşan eğilimi son anda değişikliğe uğratacak bir iç ya da dış müdahale, ilişkileri bozma girişimi olmazsa, kararın böyle çıkması bekleniyor.
Böyle bir karar, “herkesi memnun edecek en uygun formülasyon” olarak görünüyor. Türkiye’nin egemen sınıfları ve hükümetteki liberal dinciler, halkın beklenti ve umutlarını taze tutmaya hizmet edecek böyle bir kararı çoktan kabullenmiş bulunuyorlar. Böylesi bir umutlu beklenti durumu, yarın “AB kurallarına uyum” adı altında dayatılacak tüm “fedakârlıklara” ses çıkarmadan boyun eğmenin de gerekçesi olacaktır. Zira AB’nin izlemeye alacağı reformlar, sadece politik içerikli değildir. Hatta ondan da önemlisi, “ekonomik reformlar”dır. Kopenhag kriterleri, sadece insan haklarına saygı, azınlıklara hak, temsili demokrasi kurumlarının işletilmesi demek değildir.
Kaldı ki, Türkiye’de son zamanlarda bu yönde atılmakta olan bazı adımlar, AB faktöründen ziyade, ülkenin katettiği kapitalist gelişmenin zorunlu kıldığı adımlardır. Aslında toplumsal gelişmenin çok gerisinde ve güdük kalan bu adımların, Türkiye gericiliğini fazla zora sokmayacak bir tarzda ve kontrollü gerçekleşmesinde AB’nin olumsuz yönde bir etkisinin olduğunu bile söylemek mümkündür. Ve hepsinden de önemlisi, dünyanın başka her yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de, demokrasi, ona ihtiyacı olan toplumsal sınıf ve tabakaların mücadelesiyle kazanılmaktadır. Türkiye’deki gerici, baskıcı otoriter rejim, toplumsal gelişmenin vardığı seviyeye denk düşmemekte, dar gelmekte ve AB olsun veya olmasın, şu veya bu şekilde aşılması zaten zorunlu olarak gündeme gelmiş bulunmaktadır. Türkiye’nin toplumsal ilerlemeden yana olan güçleri, AB’den demokrasi ithal edilmesini beklememekte, onu elde etmek için mücadele etmektedirler.

KOPENHAG KRİTERLERİNİN ÖTEKİ YÜZÜ ÇIPLAK TEKELCİ KAPİTALİZMDİR
Kopenhag kriterlerinin öteki yüzü de vardır ve bunun adı da piyasa ekonomisi, neo-liberalizm ve Batılı büyük emperyalist güçlerin çıkarlarının öteki ülkelere “mevzuat” adı altında dayatılmasıdır. Üç ana başlıktan oluşan Kopenhag kriterlerinin birincisi; insan hakları, azınlık hakları, işkencenin önlenmesi ve bağımsız yargı ile ilgili demokrasi sorunlarını içermektedir. İkinci ana başlık pazar ekonomisinin geliştirilmesini, yani tekellerin yağması önünde herhangi hukuksal ve yapısal bir engelin bırakılmamasını öngörmektedir. Üçüncü ana başlık ise, AB mevzuatına uyumu, yani politik ekonomik ve ortak para konuları başta olmak üzere önceden alınmış bütün kararlara ve belirlenmiş mekanizmalara tam uyumu şart koşmaktadır.
Üye olmak isteyen ülkenin, AB tekelleri tarafından belirlenmiş ekonomik politikanın dışında durabilmesi mümkün değildir. Avrupa Birliği’nin Maastricht, Amsterdam gibi temel sözleşmelerinde detaylarıyla açıklanan bu kural ve kriterler, Konvansiyon’un hazırladığı Anayasa taslağında da ilk maddeler olarak yer almıştır. Üstelik, sonradan katılan ve bu kuralların belirlenmesinde herhangi bir katkısı bulunmayan ülkelerin, kendi ekonomilerini, belirlenen bu kurallara uydurmaktan başka bir çareleri yoktur. Örneğin AB Konseyi, telekomünikasyon sektörünü liberalleştirme kararı aldıysa, Türkiye’nin PTT’nin T’sini özelleştirmekten kaçınabilmesi mümkün değildir. Konsey, enerji sektörünün rekabete açılmasını kararlaştırdıysa, Petkim’in artık ayakta kalma şansı yoktur. Tarımda sübvansiyonların kaldırılmasını kararlaştırdıysa, Türkiye’nin pancar, pamuk, tütün üreticilerinin eşitsiz rekabete direnebilme şansları ortadan kalkmış demektir vs. vs.

GÜMRÜK BİRLİĞİ ANLAŞMASI TÜRKİYE’NİN BOYNUNA GEÇİRİLMİŞ BİR BAĞIMLILIK BELGESİDİR
Aslında Türkiye henüz Avrupa Birliği üyesi olarak kabul edilmeden de, belirtilen bu kurallara uyma yükümlülüğüne girmiştir. Uluslararası tekellerin ve büyük emperyalist devletlerin çıkarlarının koruyucusu olan IMF ve Dünya Bankası gibi kurumların direktiflerine zaten çoktan beri itaat etmektedir. Bunlara, emperyalizm işbirlikçiliği ve AB’ye girme aşkı yüzünden, 1995’den beri bir de Gümrük Birliği anlaşması eklenmiştir. Avrupa ile Türkiye arasında bir tür sömürgeci ilişkinin yeniden yürürlüğe konması anlamına gelen Gümrük Birliği anlaşması, yaklaşık on yıllık uygulaması ile de bunu kanıtlamıştır.
Gümrük Birliği anlaşmasının yürürlüğe girdiği tarihten bu yana ortaya çıkan sonuç şudur: “Türkiye’nin AB ile dış ticaretindeki açığı olağanüstü boyutlarda artmış ve 10 milyar dolara çıkmıştır. AB’den Türkiye’ye yatırım için sermaye girişi azalmış, herhangi bir mali yardım da yapılmamıştır. Türkiye’nin başka ülkelerle olan ekonomik ve ticari ilişkileri AB’nin vesayeti altına girmiştir. Tarım sektörü ile orta ve küçük çaplı işletmeler AB baskısı yüzünden çökme noktasına gelmiştir. Türkiye bugün, AB’ye çok büyük net gelir transferi yapan bir ülke durumuna getirilmiştir.” (Erol Manisalı, Avrupa Çıkmazı, ;Otopsi yay.)
Türkiye bu anlaşmaya imza atarak, kendisinin, oluşturulmasında hiçbir şekilde söz ve karar sahibi olmadığı, tek taraflı yükümlülüklerin altına girmiştir. Türkiye’nin sanayisi ve tarıma dayalı sanayisi, tarımı, ticareti tümüyle AB tekellerinin yağmasına açılmıştır. Bu anlaşmaya göre, Türkiye, sadece Gümrük Birliği’nce belirlenen kurallara uymakla yetinmeyecek, üçüncü ülkelerle ekonomik ve ticari ilişkilerinde de AB kuralları dışına çıkamayacaktır. Mesela, AB eğer Türkiye’nin komşularından birine ticari ambargo uygulama kararı alırsa, Türkiye de, bu ülke ile ticaretini kesmek zorunda kalacaktır. AB’nin kurallarını belirleyenler içerisinde ise, Türkiye yoktur.
Türkiye yarın AB üyesi olsa bile, işte bu çarkın içerisine girecektir. Bu çark, Avrupa Birliği’nin patronu büyük devletlerin ve uluslararası tekellerin istekleri yönünde dönmekte, sanayisi ve tarımı rekabet imkanlarından yoksun olan ülkelerin, küçük devletlerin ve esas olarak da tüm ülkelerin emekçilerinin ise aleyhine işlemektedir.
AB’nin varmak istediği nihai hedefin, tam “piyasa ekonomisi” ve “hür teşebbüsçülük” (yani güçlünün zayıfı yuttuğu orman kanunu) olduğu, hazırlanan Avrupa Anayasası taslağının birinci maddesinde açıkça ifade edilmiştir.
Türkiye’de ise, AB’ye girişin; demokrasi, insan hakları, herkese daha çok özgürlük ve ekonomik iyileşme ve kalkınma getireceği görüşü hakim kılınmak isteniyor. Egemen sınıfların, onların basın ve diğer kurumlardaki uşaklarının, liberal burjuva aydınların yaydıkları görüş bu yöndedir.
Bu, AB’ye yanıltıcı ve yanlış bakışın ürünü bir yaklaşımdır. Halbuki AB, başından itibaren başka amaçlar gözetilerek inşa edilmiştir ve bugün de inşası, aynı mantık doğrultusunda yürümektedir.

AB, AVRUPA EMPERYALİST DEVLETLERİNİN VE TEKELLERİN GERİCİ BİRLİĞİDİR
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından 1951 yılında kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu ile birlikte başlayan süreçte hedeflenen şey, emperyalist dünyanın yeni hakimi ABD öncülüğünde sosyalist Sovyetler Birliği’ne ve “sosyalist blok” mensubu Doğu Avrupa ülkelerine karşı, kapitalist Batı Avrupa’nın ayakta tutulması, diriltilmesi ve egemenliğinin tesis edilmesidir.
Başlangıçta 6 ülkenin (Fransa, Almanya, İtalya, Hollanda, Belçika, Lüksemburg) katılımı ile başlayan bu süreç, daha sonra başka ülkelerin (1973’de İngiltere, İrlanda ve Danimarka, 1981’de Yunanistan, 1985’de İspanya ve Portekiz) katılımı ile genişlemiş ve değişik aşamalardan geçerek 1990’lara gelinmiştir. Bütün bu döneme damgasını vuran şey, kapitalist Batı Avrupa’nın, ABD öncülüğünde, Sovyetler Birliği ve müttefiklerine karşı inşası ve mücadelesidir.
Revizyonizme sarılan ve kapitalizmi restore eden Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile başlayan yeni süreç ise, Avrupa’nın inşası bakımından yeni bir dönemin açılmasına sebep oldu. SB ve Doğu Avrupa’nın revizyonist rejimlerinin yıkılmasıyla birlikte Batılı emperyalistler arasındaki sürtüşme ve rekabet daha da arttı.
Avrupa’nın ekonomik ve siyasi entegrasyon sürecinin 1991 yılı sonunda imzalanan Maastricht  anlaşmasıyla ve Avrupa Birliği (AB)’nin ilanı ile taçlanması; aslında, ABD karşısında rakip bir başka ekonomik ve politik kutbun doğuşunun da ilan edilmesi anlamına geliyordu. Ondan sonraki AB içi düzenlemeler, “reformlar” ve genişleme politikası da, tamamen bu yeni duruma uygun olarak yürütülmüştür. Olağan ve bilinen koşullarda AB’ye girmesi yılları alacak olan, Almanya’nın “yaşam alanındaki” (lebensraum) birçok Doğu Avrupa ülkesi, alelacele birliğe dahil edilmişler ve ABD’nin bu ülkelerdeki askeri, diplomatik ve politik etkinliği nötrleştirilmeye çalışılmıştır.
AB, çekirdeğini Almanya ve Fransa’nın oluşturduğu ve Avrupa tekellerinin çıkarlarına hizmet eden bir siyasal oluşum olarak pekişmektedir. Tabii ki bunun, hiç çatışmasız ve sorunsuz gerçekleştiği iddia edilemez. Ama AB, 1990’lardan itibaren kabuk değiştirmiştir. Onun başlıca ülkeleri Almanya ve Fransa, artık ABD’ye karşı dünya hegemonyası için mücadele veren ekonomik, politik ve askeri güç olma isteğindedirler.
Bu hedef ve iddialarla hareket eden bir gücün başlıca kaygısının, söz konusu olan Türkiye gibi önemli bir ülke bile olsa, şuraya veya buraya demokrasi, özgürlük, insan hakları götürmek olduğunu düşünmek, saflık değilse halkı kandırmaktır.

ABD İLE AB ARASINDA BİR ÇEKİŞME KONUSU OLARAK TÜRKİYE
Türkiye bütün soğuk savaş dönemi boyunca, Batı ittifakının bir parçası olarak rol almış, bu ittifakın NATO, Avrupa Konseyi, OECD, BAB vb. gibi hemen tüm ekonomik ve askeri kurumlarında yer almıştır. Avrupa ile ilişkileri de bu çerçevede ve kırk yılı aşkın süredir devam etmektedir. Daha Avrupa’nın sadece 6 ülkeden oluştuğu ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) adını taşıdığı zamanlarda, 1959 başvurusu ve 1963 Ankara Ortaklık Anlaşması ile birlikte başlayan, bu, yeni Avrupa oluşumuna dahil olma isteği hep canlı tutulmuştur.
Şimdi ise Türkiye, yukarıda sözü edilen gelişmelerin, çekişme ve sürtüşmelerin tam orta yerinde bulunmakta, AB ile ABD çelişkisinin bir unsuru olarak itilip kalkılmaktadır. Bu iki emperyalist blok arasındaki çelişkilerin keskinleşeceği önümüzdeki dönemde, Türkiye, arada pazarlık konusu olmaya devam edecektir. Hatta, Türkiye’nin Avrupa Birliği içerisine alınıp alınmayacağı, öteki faktörlerin hepsinden önce, ABD ile AB arasındaki bu çatışmanın seyri tarafından belirlenecektir.
Türkiye-ABD ilişkileri, belki açıkça söylenmeyen, ama AB’de rahatsızlık yaratan en önemli unsurdur. AB’nin patronları, ABD ile bu kadar yakın bir Türkiye’nin, hizaya getirilmeden Birlik’e alınmasını, bir “Truva atını” kendi elleriyle içeriye almak olarak değerlendirmektedirler. Bu yüzden, Türkiye’nin AB’ye girişi, bir Yunanistan, Macaristan ya da Polonya kadar kolay ve problemsiz olmayacaktır. Ama Türkiye, dışarıda bırakılmayacak kadar da “önemli” bir ülkedir. Çünkü AB’deki emperyalistlerin, Türkiye’ye, sadece 70 milyonluk pazarı dolayısıyla değil, Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar ve Ortaasya’daki pazar kavgası ve hegemonya mücadelesi açısından taşıdığı stratejik önem dolayısıyla da ihtiyacı vardır ve AB’nin bu ihtiyacını Türkiye’den başka bir ülkenin karşılaması mümkün görünmemektedir.
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne alınmasını gerekli ve hatta zorunlu kılan etmenler olduğu gibi, bu konuda isteksiz davranılmasına neden olan önemli engeller de vardır.
Avantajları şöyle sıralanabilir: 70 milyonluk büyük bir pazar olması, ucuz ve nispeten kalifiye işgücüne sahip olması, genç ve tüketici bir nüfusun yoğun olması ve en önemlisi de tüm bölge için taşıdığı stratejik, jeopolitik önemi.
Dezavantajları ise, ABD işbirlikçiliğinin devletin alt birimlerine kadar yerleşmiş olması, ekonominin zayıflığı, işsizlik ve kitlesel göç korkusu, kültürel dini farklılıkların yaratacağı uyum sorunları ve nüfusunun çokluğu nedeniyle AB kurumlarında ağırlıklı bir temsiliyet hakkı talep etme tehlikesidir.
Yani, AB açısından Türkiye, kapı dışarı edilemeyecek kadar önem taşımakta, ama içeriye hemen alınamayacak kadar da tehdit unsurunu barındırmaktadır.

TÜRKİYE’NİN AB ÜYELİĞİNDEN, EMPERYALİZM VE BURJUVAZİ KÂRLI ÇIKACAK, KAYBEDEN İSE İŞÇİ SINIFI VE EMEKÇİ HALK OLACAKTIR
Peki işçi sınıfının partisi bu soruna nasıl yaklaşmalıdır ?
Tabii ki, bütün öteki meselelerde olduğu gibi, bu konuya da işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin çıkar ve talepleri doğrultusunda yaklaşılacaktır. Ülkenin çıkarı, tekeller ve emperyalist devletlerle birlikte ülkeyi soyan bir avuç zengin azınlığın çıkarları değil, geniş halk kitlelerinin çıkarlarındadır.
Temsili burjuva demokrasisinin gelip sınırına dayandığı ve “teröre karşı mücadele” adı altında, gerici anti-demokratik önlemlere kolayca başvurduğu, bunun için “kutsal insan haklarını” ayaklar altına almaktan çekinmediği koşullarda yaşıyoruz. Avrupa Birliği’nin “en demokratik” ülkelerinde bile, son yıllarda yasalardaki gerilemeleri ve fiiliyattaki gericiliği göz önüne aldığımızda, AB’den demokrasi beklemenin yersiz olduğu görülecektir. Ekonomik sosyal haklar bakımından da durum farklı değildir. Türkiye’de işçi ve emekçilere dayatılan ekonomik sosyal içerikli saldırıların benzerinin Avrupa ülkelerinde de uygulandığı ve emperyalistler tarafından geri bağımlı ülkelere dayatıldığı bir sır değildir.
“AB, Avrupa’nın büyük kapitalist ülkelerinin birliği olarak kurulmuş, tekellerin ve tekelci burjuvazinin çıkarlarını savunan, bugün de onlar tarafından yönetilen gerici bir birliktir. Türkiye’nin AB’ye girmesi, bu gerici birliği daha da güçlendirecektir. Yine Türkiye’nin AB’ye girmesi, Türkiye’deki emperyalizm işbirlikçilerinin işine gelir ve onların sorunlarını “çözmelerine” dayanak oluşturur. Emekçiler açısından ise, onları daha çok fedakarlığa zorlayan IMF reçetelerinin yanına, emekçi haklarını en az onun kadar vuran “Maastricht kriterleri” eklenmiş olur. Yani AB’ye girmek, Türkiye’nin gericiliğini, büyük patronlarını güçlendirir. Bu nedenle de işçi sınıfı ve emekçilerin, Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı çıkması, en başta yurtseverliklerinin, emperyalizme karşı olmalarının gereğidir. Ve elbette kendi ekonomik ve sosyal çıkarlarına sahip çıkmak olduğu kadar, AB’nin dayatmalarıyla karşı karşıya olan Avrupa işçi sınıfı ve emekçileriyle dayanışmalarının da gereğidir.” (EMEP 2. Genel Kongresi Çalışma Raporu)
Bugün AB’nin emperyalist karakterine vurgu yapmak, Türkiye’nin AB’ye girmesine açıkça karşı çıkmak, AB’ye girişle Türkiye’nin ezilen ulus ve emekçilerinin, işçi sınıfının bir şey kazanmak yerine, uluslararası sermayenin daha çok yağma ve sömürüsüne açılacağı gerçeğine dikkat çekmek; her zamankinden daha acil ve günceldir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑