Yağmanın diğer adı: özelleştirme

IMF ve Dünya Bankası’nın “küreselleşme sürecinde yeniden yapılanma” adı altında tüm ülkelerinin önüne koyduğu yaptırımlardan birisi de özelleştirme olarak karşımıza çıktı.
Özelleştirme, gelişmiş kapitalist ülkelerde, daha önceleri “Sovyet tehdidine karşı” kapitalistlerin sosyal alanda uygulamaya mecbur kaldıkları sosyal yapıların tamamen tasfiye edilmesi, kamusal alanların büyük sermayeye peşkeş çekilmesi; geri kalmış, emperyalizme bağımlı ülkelerde ise, emperyalist yağmanın önündeki tüm engellerin kaldırılması, ekonominin savunmasız ve güçsüz bırakılması, en kârlı alanların, hazır kurulu işletmelerin, yine yabancı sermaye ve onun işbirlikçisi yerli büyük sermayeye peşkeş çekilmesi olarak işlev görüyor.
Bugün tüm dünya kapitalist sisteminde yoğun bir “özelleştirme harekatı”nın yaşanması, “yeniden yapılanma” sürecinin bir sonucudur.
Sovyetler Birliği ayaktayken, bu ülkedeki emekçiler lehine sağlanan muazzam ilerlemeler, ülke nimetlerinin, kaynaklarının birkaç şiş göbekli kapitalist için değil, milyonlarca emekçi için kullanılması; kâr, çıkar, rant değil, emekçi yığınların talep, dilek ve ihtiyaçlarının temel alınması, yaşam standartlarının hızla yükselmesi, konut sorunundan sağlığa, eğitimden kültürel alanlara kadar sınırsız genişlikte düzenlemelere gidilmesi, kapitalist ülkeleri ve genel olarak kapitalist sistemi de ister istemez tedirgin ediyordu. Her ne kadar Sovyetler Birliği’ne karşı akıl almaz yalan ve iftiralarla dolu muazzam bir propaganda kampanyası sürdürülüyor, eğitimden medyaya, sanattan bilime kadar her şey bu propaganda dahilinde kullanılıyorsa da, sosyalizmin başarıları, sadece yalan karşı propagandalarla örtülemiyordu. Kapitalist yönetimler altında yaşayan milyonlarca emekçinin Sovyet Birliği’nden etkilenmesinin önü kesilemiyor; işçiler, emekçiler Sovyetler’deki gelişmelerden, düzenlemelerden, sürekli hale gelen iyileştirmelerden etkilenip kendi hükümetlerinden daha fazla şey talep ediyorlardı. Sadece kuru laf kalabalığının, akıl almaz yalanların kendi emekçilerini kandırmaya yetmeyeceğini gören burjuvazi de, yaşam standardı çıtasını yükseltmek, tavizler vermek zorunda kalıyordu.
Şimdi savunulan devletin “kamusal alanlarda ne işi var” düşüncesinin tersine, devlet, kapitalist de olsa, kamusal alanlara girmeye, halka şimdikinden daha fazla hizmet götürmeye mecbur kalıyor; “sosyalizme” karşı “sosyal devlet” anlayışı ileri sürülüyordu. Bunun neticesinde de, kapitalist devlet, ister istemez hastanelerden postanelere, okullardan konut sorununa kadar pek çok alana girmek zorunda kalmıştı.
Bu arada, kapitalist devlet, sermaye birikiminin henüz yeterince sağlanamadığı, büyük sermaye gerektiren işlere de el atmıştı.
Bu anlamda, hastanelerden eğitime kadar sosyal alanlara yatırım, katkı, kapitalistlerin ulufesi değil, emekçilerin kazandığı haklar olarak karşımıza çıkmaktaydı.
Yoksa dünyayı sömürmek, yeni yer altı ve yerüstü hammadde kaynaklarına el koymak, nüfuz alanları yaratmak, pazar alanları peşinde koşmak, sömürge ve yarı sömürgeler ele geçirmek, vurgun, talan, yağma, spekülasyonlarla milyarlarca doları cebe indirmek gibi temel görevleri varken, kapitalizmin, insanların sağlığını, konut sorununu, defterini-kitabını düşünecek hali yoktu.!
Sovyet Birliği’nin çökmesi, Rusya’nın kendisini kapitalist olarak ilan etmesiyle birlikte, kapitalizm sırtındaki büyük bir yükten kurtulmuş oldu. O güne kadar istemeden de olsa yapmak zorunda kaldığı hizmetlere noktayı koydu. Ve adeta geçmişin intikamını alırcasına, emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik büyük bir saldırı kampanyası başlattı. Bunun adına da “yeniden yapılanma”, “değişim”, “yapısal reformlar” gibi adlar koydu.
Şöyle demek istiyordu kapitalistler: “Bu güne kadar sizin için istemeden, yüreğimiz kanayarak yapmak zorunda kaldığımız bir takım hizmetleri burada noktalıyoruz. Noktalamakla da kalmıyor, yavaş yavaş, ortam uygun oldukça geri alamaya başlıyoruz. Herkes başının çaresine bakacak. Hizmet almak isteyen parayı bastırıp istediği hizmeti alacak. Parası olmayan parasızlığına yanacak.”
Kapitalistler, bir kez daha oyun oynuyor, ellerindeki geniş ve etkili propaganda araçlarıyla, medyası, kitapları, eğitim sistemiyle, gerçekleri her zaman olduğu gibi bir kez daha büyük bir yalancılıkla tahrip ediyorlardı. Söz konusu hizmetler zaten halkın emeğinden sağlanan değerlerle, ülkenin kaynaklarıyla yapılmıştı. Kimsenin kimseye ulufe bağışladığı yoktu. Tersine, halkın sırtından, ülke kaynaklarından beslenen kapitalistlerdi.
Yeniden yapılandırmanın temel taşlarından birisi olarak, özelleştirmeler ileri sürüldü. Bunun ileri sürülen ana gerekçesi de, devletin hizmetten, kamusal alanlardan çekilmesi gerektiği, sosyal alanların, KİT’lerin ekonominin sırtında büyük bir “kambur” olduğuydu. Oysa, insanların temel ihtiyaçlarını karşılamak, hastane, okul yapmak, alt yapı hizmetlerini yürütmek, nasıl olabilir de, devletin sırtında yük olarak görülebilirdi? Hani kapitalist öğretiye göre, devlet tüm vatandaşlarına hizmet sağlar, eşit davranırdı? Hani devlet, insanların refahı ve huzuru için çalışırdı? Ve nasıl olabilirde, devlet sadece kârı hedefleyebilir, yapacağı hizmetlerde kâr şartını arardı? Devlet kapitalist bir işletme miydi? Bizzat kapitalist ideologlar, devletin vatandaşların hizmetinde olduğunu söyleyip durmuyorlar mıydı?
Ama, işte Sovyetler Birliği çökmüş, burjuvazi de bu durumu moralsizleşen işçi sınıfı ve emekçilere karşı yoğun bir ideolojik propagandayla birlikte haçlı seferine dönüştürmüştü.
Büyük kapitalist ülkeler özelleştirmeye girişti. Bu, aynı zamanda, işçi sınıfı ve emekçilerin o güne kadar kazandığı ekonomik ve sosyal hakların belli bir program dahilinde tasfiyesi sürecinin bir başlangıcıydı.

GERİ KALMIŞ BAĞIMLI ÜLKELERDE ÖZELLEŞTİRMENİN MANTIĞI
Bizim gibi geri kalmış ve bağımlı ülkelerde özelleştirme, yukarıda sayılan hedeflere yönelik olmasının yanı sıra, bir başka amaca daha hizmet etmektedir. Bu da, emperyalist yağma önünde engel olabilecek ve ekonominin yerli olarak nitelenebilecek kaynaklarını ele geçirme, tahrip ve yok etme, dayanak noktalarını ortadan kaldırıp, bugünkü küreselleşme denilen olgunun temel hedeflerine uygun olarak, yerel ekonomiyi emperyalist sermayenin tam anlamıyla uzantısı durumuna getirmektir. Daha kestirme biçimde söylemek gerekirse, ülkeyi kelimenin tam anlamıyla dışa bağımlı hale getirme. Kendi başına bir ekonomi ve ülke olmaktan çıkan, ancak dış sermayenin bir parçası olarak kendine yaşam hakkı tanınan bir duruma sokma.
Nitekim son zamanlarda Türkiye’deki ekonomi tam da bu çerçevede şekillenmiş; Sabancı, Koç gibi Türkiye’nin en büyük sermayedarları, yabancı sermaye ile ortaklıklarında küçük ortak durumuna düşürülmüş, ya da sadece dağıtımdan pay alır hale sokulmuşlardır. Toyota, Fiat, Ford vb. buna örnektir.
Özelleştirmelerin boyutları incelendiğinde, gerçekten de bunların, birkaç bin işçinin işsiz kalmasıyla sınırlı olmadığı, tarımdan enerjiye kadar ülkenin ekonomik yapısını hedef aldığı, alt yapıyı tahrip ettiği ve giderek her alanda korkunç bir yıkım ve sınırsız bir dışa bağımlılıkla karşı karşıya olunduğu görülecektir.
Örneğin, Et ve Balık Kurumu’nun özelleştirilmesi, ülke hayvancılığına indirmiş bir darbe olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine SEK’lerin özelleştirilmesini aynı kategori içersinde değerlendirmek gerekir.
Hatırlanacaktır, özelleştirmeler ilk gündeme geldiğinde, öyle bir yalan bombardımanı başlatılmış, öylesine aşağılık bir propaganda sürdürülmüştü ki, Türkiye’nin içinde bulunduğu bütün sıkıntıların vebali KİT’lere yüklenmişti:
“KİT’ler, halkın sırtındaki kamburdu”
“KİT’ler, memleketi yiyip bitiriyordu”
“KİT’ler varken, bu ülke asla düzelmezdi.”
“Bütün borçların nedeni, KİT’lerdi”
“KİT’lerdeki işçiler çok ücret alıyordu.”
“Özelleştirmeler bir olsun, bakın memleket nasıl düzelecek, ekonomi nasıl şaha kalkacaktı.”
Ancak gelinen noktaya ve bu yalan propaganda altında vahşice sürdürülen özelleştirmeler sonucu ortaya çıkan tabloya bakınca, hiç de anlatılanlara uygun bir tablo çıkmıyor karşımıza.
DPT verilerine göre; 17 yılda 408 kuruluş özelleştirilmiş. Bu kurumların özelleştirilmesinden elde edilen gelir, 4 milyar 474 milyon dolar. Özelleştirilmeler için yapılan masraf ise, 4 milyar 574 milyon dolar. Yani devlet, 408 kuruluşun satışından 100 milyon dolar zarar etmiş.
Hani özelleştirmelerle büyük gelirler sağlanacak, yüklerden kurtulacaktık?!
Ki bu hesaplara, özelleştirilen işletmelere sonradan “işletme kredisi” adı altında aktarılan paralar dahil değildir. Bu paralar gizlenmeyip ortaya konulsa, memleketin nasıl talan edildiği, kaynakların nasıl yağmalandığı çok daha net biçimde ortaya çıkacaktır.
Mesela, Balıkesir SEKA işletmesi, binlerce dönümlük arazisi, yüzlerce lojmanı, işletmesi, makineleri, depolarındaki stokları ile birlikte AKP’nin beslemesi Albayraklar gurubuna 1 milyon dolar civarında verilmiştir.
Albayraklar, Tayyip Erdoğan’ın İstanbul Belediye Başkanı olmasıyla birlikte belediyeden aldığı ihalelerle peydahlanan bir şirkettir. Koskoca SEKA Balıkesir işletmesi, 1 milyon dolar civarında bir paraya bunlara ikram edilmiştir. İstanbul’da Sarıyer’de, Beykoz’da, Zekeriyaköy’de villaların 1 milyon dolara satıldığı hesap edilirse, ortadaki peşkeşin nasıl gözükara olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Ama bu kadarı da yetmemiştir. Hemen ardından Albayraklar’a hükümet tarafından yine yaklaşık 1 milyon dolarlık bir işletme kredisi verilmiştir! Yani, koskoca işletmenin yanı sıra üstüne de para verilmiştir! Buyurun özelleştirmenin memlekete faydasını!
Bugünlerde özelleştirilmesi gündemde olan ve yabancı sermayenin ağzını sulandıran TEKEL’de de aynı oyunlar karşımızdadır.
Tekel, sadece sigara fabrikaları olarak değerlendiremez. Tekel, bu ülkede tütünle uğraşan yüz binlerce insanın gözü kulağı, yaşam alanıdır. Tekel’in özelleştirilmesi demek, yüz binlerce tütün üreticisinin gırtlağının sıkılması, ülkeye milyon dolarlık katkı sağlayan bir tarımsal alanın boğazlanması demektir.
Tekel, bu yıl devlete 3,9 katrilyon lira ödeyecektir. Bunun 2,4 katrilyon lirası ÖTV, 945 trilyon lirası KDV, 146 trilyon lirası SSK primi, 550 milyar lirası Savunma Sanayi Destekleme Fonu, 9 trilyon 82 milyar lirası Afetler Fonu’na, 1,5 trilyon lirası Sivil Savunma Fonu’na, 110 trilyon lirası Tütün Fonu’na, 12,5 trilyon lirası işsizlik sigortası primi, 13,4 katrilyon lirası Emekli Sandığı’nadır.
İşte, özelleştirilmek istenen TEKEL, ekonomiye böylesine büyük katkılar sağlayan böyle dev bir işletmedir. Tabiri caizse “altın yumurtlayan tavuk”tur! Ve bu tavuğun başı vurulmak istenmektedir. TEKEL’in özelleştirilmesini, tütün üstünde oynanan oyunlarla birleştirmek gerekir. İşte o zaman, facianın boyutları daha iyi anlaşılabilmektedir.
Türkiye, yıllardır tütün ihracatında dünyada ilk beş sıradaydı. Türkiye, bu ihracatından 450.000 milyon dolar gelir sağlamaktayken, dönemin başbakanı Özal, sigara üretiminde tekeli kaldırarak, yabancı sigara tekellerine iç piyasayı açtı. Böylece tütün ihraç eden Türkiye, tütün ithal eder duruma düştü. Sürekli kösteklenen, sabote edilen Tekel sigara fabrikalarına 1986’dan beri hiçbir yatırım yapılmadı. Kalitesiz üretim için her türlü sabotaj yapıldı. Yabancı sigara tekellerinin, iç tüketimde %60’a varan bir pazar payı elde etmeleri sağlandı. Tütün üretimine kotalar konarak, 1999’da 251.000 ton olan üretim, 2000 yılında 208.000 tona, 2002 yılında ise 120.000 tona düşürüldü.
Şimdi Türkiye’ye Amerika’dan ve Nijerya’dan Virjinya tipi tütün ithal edilirken, Yunanistan’dan da Türk tipi tütün ithal edilmektedir. Zaten zor durumdaki Türk tütüncülüğüne son darbe, Amerika’da hazırlanıp gelen Kemal Derviş’in kabul ettirdiği tütün yasası ile vuruldu. Devlet artık tütün almayacak, üretici, tüccarın insafına terk edilecekti.
Oysa tütünün bir başka önemi şuradan gelmektedir ki, Türk tütünü en kıraç ve verimsiz topraklarda yetişmektedir. Bu topraklarda başka bir ürün yetişmemektedir. Tütün üretimi küçük arazi parçalarında aile tarımı olarak yapılmaktadır. Yani yalan propagandanın söylediği gibi, tütün ekmesinler başka bir şey eksinler demekle sorun çözülmemektedir.
TEKEL’in özelleşmesi; Marlboro, Camel, Kent ve diğer yabancı sigaraları üreten uluslararası tekellerin ve onların ülkedeki uzantıları, komisyoncuları Sabancıların, Koçların önlerindeki son engelin kaldırılması demektir. Bu ise, yerli tütüncülüğün ölmesi, yabancı tütünün ülkeye dolması anlamını taşımaktadır. 500.000 civarında ailenin, yani yaklaşık 2,5 milyonluk nüfusun ve Tekel fabrikalarında çalışan otuz bin işçinin ekmeğine göz dikilmesidir.
Marlboro, Camel, Kent, Sabancı, Koç için, yüz binlerce ailenin feda edilmesi, Türkiye’nin tütücülüğünün gırtlaklanması… Ne vatanseverlik ama!
Aynı şey şeker pancarı ve şeker fabrikaları için de geçerlidir. Aynı oyunlar şeker üzerine dönmekte, Cargill’e her türlü kolaylık, ayrıcalık sağlanır, Bakan Kemal Unakıtan’ın oğlu bu işten yüz binlerce dolar vururken, yüz binlerce pancar üreticisinin ipi çekilmektedir.
Sümerbankların özelleştirilmesine aynı şekilde bakmak lazım. Mesele, sadece birkaç fabrikayla sınırlı değil. Yüz binlerce pamuk üreticisini, ülkenin pamuğunu ilgilendiriyor.
Aynı tezgahlar pamukta da döndürüldü. İthalatın serbest bırakılması, düşük fiyatlar, devlet desteklerinin kaldırılması, kotalar, pamuk üretiminin ve üreticinin belini kırdı. Ve yine aynı sona gelindi.
Uzun yıllar dünyanın en önemli pamuk ihracatçılarından olan ve daha yirmi yıl öncesine kadar ihracatının %15’ini pamuk satarak karşılayan Türkiye, uygulanan politikalar sayesinde, artık yılda 550-600 milyon dolarlık 500.000 ton pamuk ithal ediyor. Bunun % 40’ını Amerika’dan yapıyor.
İşte bir ülkenin ekonomik alt yapısını böyle yok ediyorlar, dışa böyle bağımlı hale getiriyor, böyle borçlandırıyorlar. Bu yüzden de, Sümerbanklar, şeker fabrikaları, Tekeller yağma talan satılıyor, tarım mahvoluyor, yerli ürünler yok ediliyor, dışardan ürün alınıyor.
Yine örneğin TÜPRAŞ’ı ele alalım. TÜPRAŞ, Türkiye’nin en stratejik işletmelerinden birisidir. Bırakın kârı zararı, bir ülkenin geleceği için en önemli ve mutlaka elinde olması gereken kurumlarından birisidir. Ama bu işletmenin bile başını yiyorlar. Bir yanda en hamasi milliyetçilik yapıyor, “vatan bölünmez” nutukları atıyorlar, diğer yandan da, ülkenin en stratejik işletmelerini, hem de yabancı ortaklı konsorsiyumlara peşkeş çekiyorlar.
Stratejik olmanın yanında, kapitalist işletmecilik mantığıyla bakıldığında bile, bir insanın TÜPRAŞ gibi bir işletmeyi satması için aklını yemesi lazım. Hangi kapitalist kendisine katrilyonlar kazandıran, dev bir işletmeyi zararına satar? Ölene kadar her tarafta vır vır konuşan, “satılsın kardaşım” diye nutuk atan Sabancı, SASA’sını neden bedavadan birilerine vermiyor? Ya da Koç, Arçelik’ini, BEKO’sunu niye sırtından atmıyor?
TÜPRAŞ ise, on Sabancı, Koç alır. İşte bu işletmeye gözlerini diktiler, göz göre yiyecekler.
TÜPRAŞ’ın rakamlarına bakmak bile, nasıl bir katliam peşinde olunduğunu gösteriyor bizlere.
TÜPRAŞ, Türkiye’nin rafineri kapasitesinin yüzde 86’sına sahip. Ham petrolün yanı sıra LPG ve diğer petrol ürünlerinin ithal ve depolamasında da en büyük alt yapı onda. Yalnızca son dört yılda 2 milyar dolar yatırım harcaması yapılan TÜPRAŞ’ın  yeniden kuruluş değeri, 7 milyar dolar. Yıllık 660 trilyon kârı olan işletmenin cirosu, 19, 3 katrilyon (13,5 milyar dolar). Hazineye katkı payı 7,7 MİLYAR DOLAR.
Nasıl oluyor da 7 milyar dolarlık bir işletme, 1,3 milyar dolara satılmaya kalkılıyor?   
Hem de 2003 yılında 14,3 milyar dolar ciro gerçekleştiren TÜPRAŞ’ın cirosu;
kendisinin peşkeş çekilmeye kalkışıldığı Vestel Elektronik’in cirosunun 17, Tatneft’in cirosunun ise 3 katı kadar olmasına rağmen! TÜPRAŞ’ın ödediği vergi ise, Vestel Elektronik A.Ş.’nin ödediği verginin 370 katıdır.
Yine özelleştirilmek istenen TELEKOM’a bir bakalım ve memleketin nasıl yağmalandığını anlayalım.
Telekom, TÜPRAŞ gibi, Türkiye ekonomisine en büyük katkıyı yapan kurumlardan birisi.
Türk Telekom’un yıllık geliri 9,5 katrilyon lira. 2003 kârı ise, 1,5 milyar dolar. Ödediği 900 trilyon 216 milyar liralık vergi ile Türkiye’nin kurumlar vergisi rekortmeni.
Şirketin yılın ilk üç ayındaki kârı, geçen yılın aynı dönemine göre, yüzde 17.1’lik artışla, 656 trilyon liraya ulaştı. Yılın ilk üç ayında cirosunu, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 17.8 artırarak, 2 katrilyon 206 trilyona çıkardı. Kurumun toplam net gelirleri, yüzde 8.7’lik artışla, 1 katrilyon 710 trilyona çıktı. Telefon gelirleri yüzde 19, data gelirleri yüzde 2.9, kablo TV gelirleri yüzde 1.5 artış gösterdi. İlk üç aydaki kontör geliri yüzde 43, konuşma gelirleri de yüzde 17.2 arttı. Üç aydaki yatırım giderleri, yüzde 74’lük artışla 47 trilyon oldu. Sabit telefon abone sayısı 18.9 milyona ulaştı. Üç ayda, abone başına aylık geliri yüzde 29 arttı.
Her şey apaçık ortada. Bu ülkenin en güzide kuruluşları, ekonomisinin can damarları bir bir yok edilmek isteniyor. Yabancı tekeller ve onların işbirlikçileri yağma edercesine memleketin tüm değerlerine büyük bir aç gözlülükle saldırıyor.

ÖZELLEŞTİRMELERE KARŞI ÇIKMAK VATANI SAVUNMAKTIR.
Özelleştirmelere karşı eylemler yapan işçilerin son zamanlarda en çok attıkları sloganlardan birisi, “TÜPRAŞ’ı, TEKEL’i, Sümerbank’ı” savunmanın vatanı savunmak olduğudur.
Yukarıda aktarılan rakamlar, küreselleşme denilen emperyalist yağmanın hedefleri, IMF ve Dünya Bankasının “yeniden yapılanma” adıyla tüm bağımlı ülkelerin önüne olmazsa olmaz şart olarak koyduğu özelleştirmelerin ülke ekonomisinde yarattığı tahribatlar, en güçlü işletmelerin ve ona bağlı tarım vb. alt yapıların bir bir yok edilmesi dikkate alındığında, işçilerin bu sloganı ileri sürerken ne kadar haklı olduklarını ortaya koymaktadır.
Şimdi gelinen noktada çok açık biçimde ve acı deneylerle anlaşılmıştır ki, özelleştirme, birkaç bin işçinin işini kaybetmesi meselesi değildir. Bunun ve alıcı yerli ve yabancı kapitalistlerin tatlı kârlar uğruna yükselttikleri mal ve hizmet faturalarıyla halkın iliğini emmelerinin yanında, özelleştirmenin hedefinde bağımlı ülkelerin son sınırına kadar bağımlı hale getirilmesi, emperyalist sermaye önündeki bütün direnç noktalarının yerle bir edilmesi, dayatmalara, şantajlara, yaptırımlara karşı tüm dayanak noktaların yok edilmesi, yani savunmasız ve çaresiz bıraktırılması vardır.
Bu bakımdan özelleştirmelere karşı çıkmak, işçilerin dediği gibi, “vatanı savunmakla eş değer”dir. Özelleştirmeler ise, vatanı satmak ve vatan hainliğiyle eş değerdedir. Dolayısıyla bugün için özelleştirmelere karşı mücadele, emperyalizmle dişe diş mücadele alanlarından birisidir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑