Fransız Devrimi ve ona paralel olarak gerçekleşen sanayi devrimi ile birlikte “çalışma özgürlüğü” adı altında patronların emri altına alınan, yaşamak için işgüçlerini satmaktan başka hiçbir şeyleri olmayan işçiler, kendilerine dayatılan her türlü koşulu kabul etmek zorunda kaldılar. Sanayi devriminin ilk yıllarında işçilerin uzun çalışma saatlerine karşılık düşük ücret almaları, zamanla hiçbir koruyucu önlem alınmaksızın kadın ve çocukların günümüze kıyasla çok uzun süreler fabrikalarda çalıştırılmalarını beraberinde getirdi.
İşçi sınıfının kitlesel ve örgütlü mücadelesinin temel dayanaklarından birisi olan çalışma sürelerinin kısaltılması talebi, işçilerin fabrikalarda 15–16 saat çalışmak zorunda bırakıldığı yıllardan itibaren işçi sınıfının ve sendikaların öncelikli talepleri arasında yer aldı. 19. yüzyılda işçi sınıfının başta sendikaları aracılığıyla yürüttüğü çalışma sürelerinin kısaltılması mücadelesi, 19. yüzyılın ortalarından itibaren “8 saat çalışma, 8 saat dinlenme, 8 saat kendini yeniden üretme” talebi etrafında şekillenerek, dünyanın dört bir yanında sendikal mücadelenin öncelikli konu başlıklarından birisi oldu. İngiltere ve ABD başta olmak üzere pek çok ülkede işçi sınıfı, “8 saatlik işgünü” mücadelesi üzerinden örgütlü gücünü ve etkisini arttırmaya başladı. İşçi sınıfının yürüttüğü örgütlü mücadele sonucunda çalışma süreleri kısaltılabildi.
Çalışma sürelerinin kısaltılması, tarih boyunca işçi sınıfı ve onun örgütlü güçleri ile burjuvazi ve onun hizmetindeki hükümetler arasındaki temel mücadele alanlarından birisi olmuştur. İşçiler, özellikle sendikaları aracılığı ile yaptıkları toplu pazarlık görüşmelerinde, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanması, çalışma yaşamının insanileştirilmesi, işçinin iş dışında kişiliğini geliştirmesine olanak tanınması ve ekonomik durgunluk döneminde işsizliğin artmasının engellenmesi gibi nedenlerle haftalık ve günlük çalışma sürelerinin kısaltılması için çeşitli öneriler ileri sürmüşlerdir. İşin ve işçinin korunması yolunda alınan tedbirlerin en başında çalışma sürelerinin sınırlandırılmasının gelmesi, çalışma sürelerinin işçilerin lehine düzenlenmesi sorunun önemini arttırmıştır.
Çalışma sürelerinin kısaltılması konusu son dönemde AKP’li bakanların peş peşe yaptığı açıklamalar ile yeniden gündeme geldi. Her zaman olduğu gibi konu, yazılı ve görsel basın tarafından “İşçilere müjde, çalışma süreleri kısalıyor” şeklinde tamamen yanıltıcı ve aldatıcı bir içerikte sunuldu. Hükümetin bakanları, sanki önceden aralarında işbölümü yapmışlar gibi, birbirinden farklı gibi görünen, ancak aynı amaca hizmet eden ilginç çıkışlarıyla kamuoyu oluşturmaya çalıştılar.
Çalışma sürelerinin uzunluğu ile ilgili ilk açıklamayı geçtiğimiz Şubat ayı başında Devlet Bakanı Ali Babacan yaptı. Devlet Bakanı Ali Babacan, Capital Dergisi’ne verdiği ve basına da yansıyan demecinde, işsizlik sorununun fazla mesainin kaldırılması ile çözülebileceğini belirterek, haftalık mesainin 10 saat azaltılmasını önerdi. Her yıl 500-700 bin gencin işgücüne katıldığını hatırlatan Babacan, işgücü piyasasının esnekleşmesinin önemli olduğunu belirterek, çalışma süresinin kısaltılmasından bahsederken, hükümetin asıl hedefinin “Ulusal İstihdam Stratejisi” ve “Orta Vadeli Program”da da yer alan işgücü piyasasının esnekleşmesi olduğunu açıkça belirtti.
Babacan, çalışma sürelerinin kısaltılmasında, bir yöntem olarak “Gözden Geçirilmiş Avrupa Sosyal Şartı”nın ilgili hükümlerini göz ardı ederek, resmi çalışma sürelerinin kısaltılmasını söz konusu etmemektedir. Babacan, çözümü, daha az kişi ile daha çok iş yapmak (sayısal esneklik) anlamına gelen, işçinin daha kolay işten çıkarılabildiği esnekliği, işin niteliğini ve işçinin gelirini düşüren kısmi zamanlı çalışmayı yaygınlaştırmakta aramaktadır. Türkiye’de yasal olmadığı halde haftalık 60 saatin üzerinde çalışan 6 milyon kişi, bakan Babacan açısından bir sorun olarak görünmemektedir.
İşsizlik sorununun çözümü ve kıdem tazminatı fonu tartışmalarına paralel olarak gündeme gelen çalışma sürelerinin kısaltılması tartışmalarına Kalkınma Bakanı Cevdet Yılmaz da katılarak, tıpkı Babacan gibi, Türkiye’deki yüksek çalışma saatlerinin kısaltılmasıyla işsizlik oranlarının düşürülebileceğini söyledi. Çalışma sürelerinin kısaltılmasıyla daha fazla insanın işe kavuşmuş olacağını, böylece çalışanların kendilerine “daha fazla vakit ayıracakları bir yaşam modeli” oluşturacaklarını iddia eden bakan, hükümetin bununla ilgili bir çalışma içinde olduğunu belirterek, tıpkı Babacan gibi, çalışma saatlerinin uzun olmasının nedeni olarak işgücü piyasasının katılığını gösterdi.
Hükümetin iki bakanının çalışma sürelerinin kısaltılması konusundaki açıklamalarının ardından, Enerji Bakanı Taner Yıldız ise, “Güneş enerjisinden daha fazla yararlanmak” adına, kamu emekçilerinin mesai saatlerinin “güneşin doğduğu vakte” çekilmesini ve Cumartesi günleri de çalışılmasını önerdi. Neresinden bakılırsa bakılsın, çalışma sürelerinin esnekleştirilmesini amaçladığı her halinden belli olan böylesi bir önerinin “enerji tasarrufu” gibi bir gerekçeye dayandırılarak ileri sürülmesi, olası itirazları engellemek için yapıldığını gösterdi. Enerji Bakanı’nın “daha çok çalışmamız lazım” diyerek mesai saatlerini yeniden düzenlenmesini önermesi, hazırlıkları süren yeni istihdam paketinin içeriği ile ilgili ipuçlarını verir nitelikteydi.
Hükümetin her üç bakanının da, biri diğer ikisinden farklı şekilde ifade ediyor olsa da, benzer şeyler söylemeleri ve çalışma süreleri ile ilgili işgücü piyasasının esnekleşmesi gerektiğine özellikle vurgu yapmaları, bugüne kadar esnek çalışma ilgili olarak hayata geçirilen yasal düzenlemeler ve fiili uygulamaların sermaye ve hükümet açısından yeterli görülmediğini gösteriyor. Bu noktada, bugün zaten büyük ölçüde esnekleşen çalışma sürelerinin, önümüzdeki dönemde nasıl daha esnek hale getirileceği konusunun açıklanması gerekiyor.
ÇALIŞMA SÜRELERİNİN ESNEKLEŞMESİ VE KISMİ SÜRELİ ÇALIŞMA
Çalışma süresi denildiği zaman, yasal olarak, “işçinin kendisini işverenin emrine amade tutmak zorunda olduğu süre” anlaşılır. Çalışma süresini düzenlenmesi yetkisi, kural olarak “işveren”e, yani kapitaliste aittir. İşçinin, çalışırken, kendisini süresiz bir biçimde sürekli olarak sermaye sahibi kapitalistin “emrine amade” tutması, işçiler açısından son derece ağır sonuçlara yol açtığından, işçi sınıfının mücadelesi sonucunda burjuvazi çalışma sürelerini yasal olarak kısaltılmak zorunda kalmıştır.
Çalışma sürelerinin yasal olarak düzenlenmesi bakımından Türkiye’deki duruma baktığımızda, işveren karşısında zayıf olan işçinin korunması düşüncesinden hareketle, çalışma sürelerine kimi sınırların getirildiği görülür. Çalışma sürelerini ilk kez düzenleyen 1936 tarihli, 3008 Sayılı İş Kanunu, haftalık ve günlük çalışma süresi ölçütlerini benimseyerek, işçinin işte geçireceği normal süreye sınırlar koymuştur. Kanunda haftalık çalışma süresi genel olarak 48 saat olarak belirlenmiş, Cumartesi günü tam veya kısmi çalışılmasına göre, diğer günlerdeki normal çalışma sürelerinin üst sınırlarını göstermiştir.
Çalışma süreleri ile ilgili hukuksal sınırlamalar, işyerine veya yürütülen işlere yönelik olmayıp, genellikle “işçilere” ilişkindir. 4857 sayılı iş kanunundan önce yürürlükte olan 1475 sayılı İş Kanunu’ndaki çalışma süreleri ile ilgili düzenlemelerde, sanayi toplumuna geçişteki standartlaştırma ilkesi benimsenmiş ve çalışma sürelerine esneklik getirmek yerine, zaman ve programa bağlı, sıkı ve katı düzenlemelere gidilmiştir. Haftalık çalışma süresinin iş günlerine eşit ölçüde bölünmesi zorunluluğu ile günlük çalışma süresine de azami bir sınır getirildiğinden, işyerinde günlük çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi olanağı büyük ölçüde sınırlanmıştır.
2003 yılında yürürlüğe giren 4857 Sayılı İş Kanunu’yla, özellikle çalışma süreleri ve özellikle bu sürelerle bağlantılı olarak düzenlenen esnek çalışma biçimleri açısından pek çok değişiklik yapılmıştır. Çalışma süreleri konusunda 1475 ile 4857 sayılı kanunların karşılaştırılmasında karşımıza çıkan ilk sonuç, kuşkusuz başta çalışma süreleri olmak üzere, pek çok noktada yaşanan esnekleşme uygulamalarının çalışma mevzuatına girmiş olmasıdır.
1970’lerden sonra meydana gelen ekonomik ve teknolojik gelişmeler, sermaye ve hükümetlerinin elinde, çalışma süresinin kısaltılmasına karşılık “esnek çalışma süreleri” fikrini ön plana çıkarmıştır. İşçi sendikalarının işçilerin herhangi bir kaybı olmadan çalışma sürelerinin kısaltılması taleplerine karşısında, patronlar ve onların çıkarlarının koruyucusu olan hükümetler, esnekliği, özellikle de esnek çalışma sürelerini ileri sürmektedir.
Çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi, ancak yeni çalışma biçimleri olan esnek çalışma şekillerinin yaygınlaşması sonucunda uygulama alanı bulmuştur. Esnek çalışma şekilleri, geleneksel işçi-işveren ilişkilerini, çalışma yeri, süresi ve şartları açısından önemli ölçüde değiştirmeye başlamıştır. Sanayileşmiş ülkelerin birçoğunda, çalışma sürelerinin belirlenmesinde, bireysel iş yasalarına göre toplu iş sözleşmeleri daha etkilidir. Bununla birlikte, esneklik ve esnek çalışma, günlük, haftalık çalışma sürelerine üst sınır getiren bireysel iş yasaları hükümlerinin değişmesinde ve bu sınırlandırmanın kaldırılmasında etkili olmaktadır.
Özellikle sermayedarlar ileri sürülen görüşlerde, devletçe konulan mevzuat hükümlerinin çok katı olduğu, değişen koşullara uyum sağlayamadığı ve giderek işçi-işveren ilişkilerinde kapalı bir düzene yol açtığı iddia edilmektedir. Patronlar, çalışma sürelerinde esneklik talepleriyle, değişen koşullara uyum sağlayan, ortaya çıkan farklı sorunlara farklı çözümler getirilmesine olanak tanıyan kurallara gereksinim duyduklarını sık sık dile getirmektedir. Bu yaklaşıma göre, devletçe konulan “katı” ve “emredici” kuralların payı azaltılmalı, taraflara daha geniş bir hareket alanı sağlanmalıdır.
Sermaye açısından çalışma sürelerinin azaltılması, hiçbir zaman tek başına bir konu olarak değil, özellikle part-time, yani kısmi süreli, geçici ve belirli süreli çalışmanın yaygınlaştırılması açısından önemli bir fırsat olarak değerlendirilmektedir. AKP Hükümetinin “Ulusal İstihdam Strateji Belgesi”nde de açıkça belirttiği gibi, çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi uygulamalarında hedeflenen kamuoyunda part-time çalışma olarak bilinen kısmi süreli çalışmanın yaygınlaştırılmasıdır.
Çalışma yaşamında, uzun bir süre, işçinin “iş görme borcu”nu yerine getireceği, yani işgücünü –şüphesiz karşılığını almadan– kapitaliste kiraladığı zaman itibariyle standart olarak “tam süreli” çalışma yaygın olarak uygulanmış iken, 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren, diğer esnek çalışma yöntemleri ile birlikte “kısmi süreli çalışma” biçimleri artan bir şekilde uygulanmaya başlanmıştır. İstihdamda esnekliği sağlayan kısmi süreli çalışmalar, özellikle kadınlar, gençler ve ek iş yapmak isteyenler gibi toplumun belli kesimlerine yönelik olarak uygulanmaktadır. “Ulusal İstihdam Stratejisi”nde kadın ve gençlerin istihdamının arttırılacağı hedefinin yer alıyor olması, bu kesimlerin tam zamanlı değil, kısmi zamanlı olarak istihdam edilmelerinin planlandığını göstermektedir.
Kısmi süreli çalışma, 4857 sayılı İş Kanunu’nun 13 üncü maddesinde düzenlenmiştir. Buna göre, “İşçinin normal haftalık çalışma süresinin, tam süreli iş sözleşmesiyle çalışan emsal işçiye göre önemli ölçüde daha az belirlenmesi durumunda sözleşme kısmî süreli iş sözleşmesi” sayılır. Bu madde ile kısmı süreli çalışmada temel alınacak kriterin çalışma süresi olduğunu vurgulanmıştır. Bununla birlikte, kısmi süreli çalışma, “İş Kanununa İlişkin Çalışma Süreleri Yönetmeliği”nin 6. maddesinde “İşyerinde tam süreli iş sözleşmesi ile yapılan emsal çalışmanın üçte ikisi oranına kadar yapılan çalışma” olarak belirlenmiştir. Bu çerçevede, örneğin bir işyerinde tam süreli ya da emsal çalışmanın 45 saat olduğu bir işyerinde kısmı süreli çalışma bunun üçte ikisi oranında, yani 30 saat olacaktır.
Kısmi süreli çalışmanın belli başlı üç özelliği vardır. Bunlar; iş süresinin kısalığı, iş ilişkisinin sürekliliği ve iş ilişkisinin serbestçe kurulmasıdır. Kısmi süreli çalışmanın temel özelliği, esas olarak çalışma süresinin kısaltılmasına dayanmasıdır. Doğal olarak, kısmi çalışma; karşıtı olan tam gün çalışmadan, temelde yukarıda sözü geçen özelliği sayesinde ayırt edilebilir. Çalışma şekline ve tarafların anlaşmasına göre, süresi bakımından kısmi süreli çalışma çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Örneğin, hafta, ay, yıl vb. belirli zaman dilimlerinde çalışılabileceği gibi; normal iş günlerinin belirli bir oranında, örneğin haftalık 25 ya da 30 saat çalışma veya ayda 120 saat çalışma vb. olarak kararlaştırılabilir.
Kısmi çalışmayı oluşturan çalışma süresinin kısalığı, sürekli olma niteliği taşımalıdır. Bu nedenle, çalışma sürelerindeki kısalma, iş ilişkisinin devamı boyunca söz konusu olmalıdır. Dolayısıyla, süreklilik niteliği sayesinde kısmi çalışma, dış görünümü itibariyle kendisini anımsatan “kısa çalışma”dan ayırt edilir. Kısmi çalışmanın meydana gelişi, esas olarak işçi ile işçinin işgücünü karşılığını ödemeden kiralayan sermaye sahibi kapitalistin “özgür” iradelerine dayanır. Dolayısıyla, çalışma sürelerindeki kısalma, “hizmet sözleşmesi” olarak tanımlanan işçinin işgücünü sermayedara karşılıksız olarak kiralama akdinin kurulması anından, yani başlangıcından itibaren, tarafların “anlaşması” ya da doğru söyleyişle, –eğer ücret indirimi olmadan çalışma süresinin kısaltılması talebi işçiler tarafından mücadeleyle koparılıp alınmamışsa– iş sürecinin örgütlenmesinin tüm diğer yönlerinde olduğu gibi, kapitalist tarafından işçiye dayatılmasıyla gerçekleşir. Bu anlamda kısmi çalışmanın, sonradan ortaya çıka nedenler yüzünden çalışma süresinin zorunlu olarak, yani tarafların iradesi dışında kısaltılmasına dayanan kısa çalışmadan ayırt edilmesi gerekir.
Çalışma süreleri üzerinden yapılan tartışmaların büyük bölümü, çalışma sürelerinin kısaltılmasından çok, bu sürelerinin bireyselleştirilmesi ve esnekleşmesi yönündedir. Çalışma süresinin esnekleştirilmesi kavramı, çalışma saatlerinin kısaltılması kavramı ile özdeş değildir. Dolayısıyla iş sürelerinin esnekleştirilmesi, zorunlu olarak iş sürelerinin kısaltılması sonucunu doğurmamaktadır.
Esnek çalışma biçimlerinden en yaygını olan kısmi süreli çalışma ile daha fazla kişinin istihdam edilmesi mümkün iken, Türkiye’de tam zamanlı çalışanların zaten düşük olan ücret düzeylerinin kısmi süreli çalışma ile daha da düşmesi, sosyal ve özlük haklarında gerilemeler yaşanması kaçınılmazdır. AKP hükümetinin yıllardır patronların sırtında “yük” olarak gördüğü, başta kıdem tazminatları olmak üzere, çeşitli işgücü maliyetlerini aşağıya çekme girişimleri ile birlikte değerlendirdiğimizde, bir süredir gündemde olan çalışma sürelerinin kısaltılmasına, emek ve sermaye temsilcilerinin birbirinden tamamen farklı açılardan baktıkları açıktır.
DÜNYADA VE TÜRKİYE’DE ÇALIŞMA SÜRELERİ
Sanayi devriminin yaşandığı dönemde, günlük çalışma suresi 15-16 saat, haftalık çalışma süresi ise 90 saat civarındadır. 1870 yılı itibariyle işçiler yılda ortalama 2,900 ile 3000 saat arasında, son derece ağır koşullar altında çalışmak zorunda kalmışlardır. İşçi sınıfı mücadelesinin yükselişe geçtiği 19. yüzyılın ikinci yarısından 20. yüzyılın son çeyreğine kadar geçen sürede dünyada, özellikle Avrupa’da çalışma sürelerinin değişimi azalma yönünde olmuştur.
Çalışma sürelerinin düzenlenmesi konusunda son yirmi yılda önemli politika değişiklikleri, istihdam oranlarını (istihdamda görünmek demek daha doğru) arttırmak için zorunlu olarak ülkelerin gündemine girmeye başlamıştır ki, “istihdam artırmak” ya da işsizliği önlemek” gibi saf demagojiler bir yana bırakılırsa, gerçekte, değişikliklerin tümü, işgücünün fiyatını düşürmeye yöneliktir. Özellikle, çalışma ilişkilerinin büyük bölümünde “esneklik” kavramının önem kazanması, çalışma sürelerinin esnekleştirilerek, başta işgücünün fiyatının düşürülmesi olmak üzere, çeşitli düzeylerdeki hak kayıpları ile birlikte çalışma sürelerinin kısaltılmasını beraberinde getirmiştir.
Bazı OECD Ülkelerinde Ortalama Haftalık ve Yıllık Çalışma Saatleri ile
Part-Time Çalışma Oranları
Ülkeler Haftalık Çalışma Süresi (Saat) Yıllık ÇalışmaSüresi (Saat) Kısmi süreliÇalışma oranı
Hollanda 30,6 1377 %37,1
İrlanda 35,0 1664 %24,8
İngiltere 36,4 1647 %24,6
Almanya 35,7 1419 %21,7
Avusturya 37,8 1587 %19
Belçika 36,9 1551 %18,3
İtalya 37,8 1778 %16,3
Fransa 38,0 1554 %13,6
İspanya 38,6 1663 %12,4
G. Kore 45,9 2193 %10,7
Yunanistan 42,3 2109 %8,8
Polonya 40,6 1939 %8,7
Portekiz 39,0 1714 %9,3
Çek Cum. 41,2 1947 %4,3
Macaristan 39,8 1961 %3,6
Türkiye 49,3 1877 %11,5
OECD Ort. 34,0 1749 %16,6
OECD üyesi ülkeler içinde haftalık ve yıllık çalışma süreleri ile kısmi süreli çalışma sürelerini karşılaştırdığımızda, çalışma süresinin uzunluğu ile kısmi süreli çalışma arasında ters yönlü bir ilişkinin olduğu görülmektedir. Haftalık çalışma süreleri açısından baktığımızda, OECD ülkeleri içinde haftalık ortalama çalışma süresi en az olan ülke Hollanda iken, Türkiye, yüzde 49,3 ile, haftalık ortalama çalışma süresi açısından en çok çalışılan ülke durumundadır.
Hollanda OECD ülkeleri arasında yıllık çalışma süresi açısından 1377 saat ile en az çalışılan ülke iken, Güney Kore, 2193 saat ile, işçilerin yıllık ortalama çalışma süresi en uzun olan ülkedir. Bir süredir yaşadığı kriz nedeniyle iflasın eşiğine gelen Yunanistanlı emekçiler, 2109 saat ile OECD ülkeleri içinde Güney Kore’den sonra en çok çalışılan ülke durumundadır.
OECD ülkelerinde yıllık ortalama çalışma süresi 1749 saat iken, Türkiye’de bu süre 1877 saat ile OECD ortalamasının 128 saat üzerindedir. OECD’nin hesaplamalarının kayıtlı işgücü üzerinden yapıldığını ve Türkiye’de istihdamın yüzde 44’ünün kayıt dışı olduğu düşünüldüğünde, Türkiye’deki haftalık ve yıllık çalışma sürelerinin OECD verilerinin çok üzerinde olduğunu tahmin etmek zor değildir.
Haftalık ve yıllık çalışma süreleri üzerinden yapılacak değerlendirmeler, işgücüne katılım oranlarından bağımsız değerlendirilemez. “Türkiye açısından işsizlik oranlarını etkileyen iki temel olgu bulunmaktadır. Bunlardan birincisi işgücüne katılım oranlarında düşüklük, bir diğeri ise çalışma sürelerinin son derece uzun olmasıdır. Birinci durum işsizlik oranlarını baskılayan bir unsur, işsizlik oranlarının düşük görünmesini sağlayan bir etmen durumundayken, ikincisi işsizlik oranlarının artıran bir etmen durumundadır.”
OECD ülkelerinde ortalama işgücüne katılım oranı 2011 yılı itibariyle yüzde 69 iken, Türkiye’de bu oran, TÜİK tarafından son açıklanan Temmuz 2011 itibariyle, yüzde 51,2’dir. İşgücüne katılma oranı erkeklerde yüzde 73, kadınlarda yüzde 27 düzeyindedir. Bu rakamları OECD ülkelerindeki en yaygın esnek çalışma biçimi olan kısmi süreli çalışma üzerinden değerlendirdiğimizde, karşımıza daha dikkat çekici sonuçlar çıkmaktadır. Yine belirtilen ülkeler üzerinden örnek vermek gerekirse, Hollanda bugün OECD ülkeleri içinde yüzde 37,1 ile kısmi süreli çalışmanın en yaygın olduğu ülkelerden birisidir. Ancak bu oranın üçte ikinden fazlasını kadın işgücü oluşturmaktadır.
Türkiye’de kısmi süreli çalışma oranı 2010 yılı itibariyle yüzde 11,5’tir. Ancak bu rakamın AKP iktidara geldiğinde yüzde 6 olduğu düşünüldüğünde, geçtiğimiz dokuz yılda kısmi süreli çalışmada iki kat artış yaşandığı kolaylıkla görülebilmektedir. Yine OECD verilerine göre , Türkiye’de istihdam edilen erkeklerin sadece yüzde 6,7’si kısmi süreli çalışıyorken, istihdam edilen kadınların içinde bu oran yüzde 23,4’ü bulmaktadır. Kısmi süreli çalışmada OECD ortalaması toplamda 16,6 iken, bu oran, erkeklerde 8,9, kadınlarda 26,3’tür. Cinsiyete göre bakıldığında, kısmi süreli istihdamın asıl hedef kitlesinin kadınlar olduğu anlaşılmaktadır.
Çalışma sürelerinin esnekleşmesi açısından kısmi süreli çalışmanın hedef işgücünün kadınlar ve gençler olduğu görülmektedir. “Ulusal İstihdam Stratejisi”nde kadınların ve gençlerin istihdamının arttırılmasına yönelik önerilerin en somut anlamı, işgücüne katılımın düşüklüğü ve işsizlik sorunu nedeniyle AKP hükümetinin, kadınları ve gençleri tam zamanlı değil, kısmi zamanlı istihdam etmeyi planladığı anlaşılmaktadır. Kısmi süreli çalışmada ücret, sigorta ve sosyal haklar bakımından tam zamanlı çalışanlardan daha sınırlı haklara sahip olunması, yıllardır sermayenin çözmeye çalıştığı patronların üzerindeki “istihdam yükü”nü azaltmak için bulunmaz bir fırsat olarak görülmektedir.
ÇALIŞMA SÜRELERİNİN KISALTILMASI: NEDEN VE NASIL?
Çalışma süreleri bakımından işçi sınıfının ilk hedefi, özellikle sanayileşmenin ilk dönemlerinde, bütün Batı Avrupa ülkelerinde son derece uzun olan günlük ve haftalık çalışma sürelerinin kısaltılması ve çalışma sürelerine bir üst sınır getirilmesi olmuştur. İş sürelerinin kısaltılması düşüncesi, her şeyden önce, işçi sağlığı ve iş güvencesinin sağlanması ve iş süreleri bakımından işçinin korunmasına dayanır. Bunun yanında, “çalışma yaşamını insanileştirmek”, “işçinin kişiliğini geliştirmesine olanak tanımak” da çalışma sürelerinin kısaltılmasının temel gerekçelerini oluşturmuştur. Nihayet, iş sürelerinin kısaltılmasının, işçileri koruma düşüncesi yanında, özellikle ekonomik durgunluk dönemlerinde istihdam olanakları yaratarak işsizliğin azaltılması işlevi göreceği fikri özellikle işçi sendikaları tarafından sık sık belirtilmektedir.
İnsanların, hiç durmaksızın sürekli olarak çalışması mümkün değildir. Çalışma sürelerinin kısaltılmasını haklı gösteren birden çok neden sayılabilir. Uzun çalışma süresi işçinin sağlığını bozduğu gibi, onun zihnen ve fiziki gelişimini de engelleyen bir faktördür. Çalışma psikolojisi açısından bakıldığında da çalışma süresinin kısaltılması gerekir. Yapılan saha araştırmaları, işteki performansın, çalışma süresinin uzunluğu ile doğru orantılı değil, aksine ters orantılı olduğunu tespit etmektedir. Çalışma süresinin sınırlanması, mevcut işin halen çalışanlarla işsizler arasında daha iyi bölünmesini sağlaması açısından da önemlidir.
Mevcut çalışma sürelerini kısaltan uygulamalar iki kategoride incelenebilir. Birincisi, işçilerin çalışma sürelerinde herhangi bir değişiklik meydana getirmeyen, mevcut çalışma sürelerini esnek hale getiren ve yeniden yapılandıran düzenlemelerdir. Bunlar, kısaca, esnek çalışma zamanları olarak adlandırılmaktadır. 4857 sayılı İş Kanunu’nda esnek çalışma zamanlarına, esnek kısmi çalışma, telafi çalışması, çağrı üzerine çalışma, yoğunlaştırılmış iş haftası gibi örnekler verilebilir. Sermaye örgütleri ve onların sözcüleri olan hükümetler, tıpkı devlet bakanları Ali Babacan ve Cevdet Yılmaz’ın yaptığı gibi, “çalışma sürelerinin kısaltılması” derken, çalışma sürelerinin bu şekilde esnekleştirilmesini, dolayısıyla patronların sırtındaki istihdam maliyetlerinin azaltılmasını ifade etmektedirler.
Çalışma sürelerini kısaltan uygulamalardan bir diğeri ise, mevcut çalışma süresini azaltan ve düzenleyen uygulamaları içermektedir. Çalışma sürelerini kısaltan uygulamalar, verimlilik artışlarıyla birlikte ücrette herhangi bir azalma olmaksızın çalışma sürelerinin kısaltılmasını gündeme getirmektedir. Örneğin Fransa’da yapılan bir çalışmada, fazla çalışmaların kaldırılması halinde, 650.000 yeni işçinin istihdam edilebileceği saptanmıştır. Bundan hareket eden hükümet, önce 39 saat olan haftalık çalışma süresini 35 saate indirmiş; arkasından da, sistematik ve yoğun bir biçimde fazla çalışma yapan işletmeler için bazı yaptırımlar getirmiştir. Böylece bir taraftan işçilerin birim zamanda daha yoğun çalışması sağlanırken, diğer taraftan istihdam artmıştır.
Fransa’da, 1 Şubat 2000 tarihinden itibaren 20 ya da daha fazla işçi çalıştıran işyerleri bakımından haftalık çalışma süresi 35 saat olarak belirlenmiş; bu sürenin altında yapılan çalışmalar part-time çalışma olarak nitelenmiştir. Fransa’da bir işyeri yılda en çok 130 saat fazla çalışma uygulamasına gidebilmekte; fazla çalışma yapılan bir işyeri bakımından haftalık çalışma süresi (35+9=) 44 saati aşamamaktadır.
Çalışma süreleri ülkelerin ekonomik yapılarını önemli ölçüde etkilemekte, çalışma sürelerinde yapılacak değişiklikler dikkat çekici sonuçlar yaratabilmektedir. Gerçekten, çalışma sürelerinin arttırılması, ilk adımda üretimi arttırıcı bir etki yaratmakla birlikte, istihdamı olumsuz şekilde etkilemektedir. Buna karşın, çalışma sürelerinin işçilerin hak kaybına uğramadan düşürülmesi, patronların kârının azalması anlamına gelecek, ancak mutlak anlamda istihdamı arttırıcı bir etki yaratacaktır. Özellikle fazla çalışmanın sınırlandırılması ile birlikte, çalışma sürelerinin azaltılması istihdam üzerinde son derece olumlu etkiler yarattığı bilinmektedir.
SONUÇ
Sanayi devrimi uygarlığı, günlük yaşamı, makinelerin işleyişinin ritmine uydurarak, uyku saatini, uyanma saatini, çalışma saatini, dinlenme ve eğlenme saatini kendi işleyiş mantığı içinde düzenlemiştir. İşe başlama ve bitiş saatleri önceden belirlenmiş, uzun mücadeleler sonucu kazanılan “sekiz saat işgücü” uygulaması yasal hale gelerek, çalışma yaşamında asgari bir düzen oluşturulmaya çalışılmıştır. Günümüzde devlet, şüphesiz ki kanun koyucu işlevinden geri çekilmemekte, tersine “torba yasa”ların içine bile tıkıştırdığı kanun değişiklikleriyle eskiden standartlaştırılmış olanları, konulmuş standartlarla birlikte değiştirerek tartışmasız biçimde kapitalistlerin çıkarına olan her şeyi yapmaya yönelmiş, yeni standartlar olarak ilke ve çerçevelerini kararlaştırdığı yeni esnek çalışma koşullarının uygulanması yönünde görünüşte “taraf” iradelerine, gerçekte ise işçiye kırıntısı tanınmazken yalnızca kapitaliste tanınan “serbestlik” alanını genişletmeyi hedeflemiştir. Bu durum, özellikle çalışma sürelerinin esnekleştirilmesinde kendisini açıkça göstermektedir.
Çalışma süresi kavramı, son yıllarda hızla yaygınlaşan esnek, kuralsız ve güvencesiz istihdam uygulamaları ile birlikte yeniden tartışılmaya başlanmıştır. Esnek çalışma biçimlerine yasal bir zemin kazandıran 4857 sayılı İş Kanunu’nun yapılış sürecinde teknolojik yenilenmenin, yeni hayat tarzlarının ve çalışma davranışlarındaki yapısal değişiklikler vb. gibi pek çok faktörün göz önünde bulundurulduğu iddia edilmiş ve eski İş Kanunu’nun çalışma sürelerine ilişkin hükümleri, ekonomik ve teknolojik gelişmelerle oluşan günümüz çalışma hayatında yaşanan gelişmelere cevap veremez düzeyde “katı” olarak değerlendirilmiştir.
Çalışma sürelerinin patronların istek ve beklentileri doğrultusunda esnekleştirilmesi, sermayenin özellikle kriz dönemlerinde karşı karşıya kaldığı risklere karşı anında refleks geliştirebilmelerine ve değişen koşullara zamanında uyum sağlamalarına olanak sağlayabilir. Çalışma sürelerinde gerçekleştirilen esneklik uygulamaları işletmeler için, tabii işletmenin mülkiyetine ve iş sürecinin örgütlenmesinin tüm denetimine sahip kapitalistler için pek çok olumlu düzenleme getirirken, aynı tespiti işçiler açısından yapmak mümkün değildir.
İş hukukunda sık sık gündeme getirilen “sözleşme serbestisi” sermaye ve emek arasındaki ekonomik, sosyal ve sınıfsal ilişki ve çelişkilerden soyutlandığında bir anlam ifade etmez. Dolayısıyla özellikle işçilerin çalışma koşullarını ilgilendiren kararlarda “tarafların aralarında anlaşmaları” koşuluna bağlanan kararların büyük ölçüde patronlar ve onların çıkarlarının savunucusu olan AKP hükümetinin istekleri şeklinde sonuçlanacağını tahmin etmek zor değildir.
Sendikalar tarafından savunulan ya da savunulması gereken, çalışma sürelerinin işçilerin ücret ve sosyal haklarında herhangi bir kısıtlamaya gidilmeden azaltılması olmalıdır. Çalışma sürelerinin yasal olarak sınırlandırılması, her şeyden önce, işçilerin çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirme duygusuna dayanmak zorundadır. Sendikalar açısından çalışma sürelerinin kısaltılması konusu bu temelde ele alındığında anlamı olacaktır.