İki aylık periyotla yayınlanan “Özgür Halk ve Demokratik Modernite” dergisi, Kürt uluslaşması ve Kürt sorununun çözümünü konu edinen yazılarında, “yeni bir ulus ve devlet teorisi” iddiasını, toplumsal ve tarihsel çeşitli diğer sorunlara dair belirli ideolojik yaklaşımları da “eleştiri” konusu ederek, unsurları yönünden denebilir ki daha kapsamlı şekilde ‘yeniden’ gündeme getirdi.
Dergi yazarları bu “yeni teori”yi detaylandırmaya çalışırlarken, insanın tarihsel “serüveni”ni ve toplumsal gelişme süreçlerini kendi koşulları dışında anlayıp anlatıyor ve “zihinsel” kurgulamayı maddi-toplumsal gerçeklerin yerine geçiren bir öznelciliği esas alıyorlar. Toplumsal sorunları bu öznel idealist irdeleme yöntemi, dergi yazarlarını, insan ve toplumsal yaşamının tarihsel seyrini bilim ve aklın kullanımında irdeleyen materyalist diyalektiğe, insanın toplumsal kurtuluşunu sömürünün, sınıfların ve sınıf farklılıklarına dayalı kurumsallaşmanın ortadan kaldırılmasında gören Marksist devrimci sosyalizme karşı sistematik bir kampanya açmaya da yöneltmiş bulunuyor.
Kürt hareketinde, hareket adına öne çıkan ve aralarında “Özgür Halk ve Demokratik Modernite”nin belli başlı yazarlarının da bulunduğu kesimden yapılan bu tür açıklamalar ve kaleme alınan yazılar kuşkusuz yeni değil. “Yeni” olduğu ileri sürülen ulus, devlet, modernite, demokrasi teorileri uzun yıllardır çeşitli vesilelerle dile getiriliyor, açıklanıyor, konuşuluyor ve yazılıyor. Devlet sorunu örneğin, 1990’lı yıllardan bu yana, “bizim devlet sorunumuz yok” içerikli olarak işleniyor; devlet ve demokrasi sorununa ilişkin Marksist-Leninist teoriye de bu açıklamalarla gerekçelendirilmiş ‘salvo atışlar’ yapılıyordu. Buna, süreç içinde daha da sistematize edilerek, ulus teorisi ve ulusların kaderlerini tayin hakkı üzerine devrimci teori ve tutumun “eleştiri alanına çekilmesi” de eklenmiş bulunuyor.
“Demokratik Modernite” yazarlarının başlıca hareket noktasının “yeni bir demokratik ulus teorisinin inşası” olduğu söylenebilir. “Kapitalist modernite” ve Türk devletinin “tek ulus”çu Kürt politikası bu eleştirilerde belirli bir yer tutuyor. Ancak dergi yazarları, toplumsal alana dair sorunlara girdikleri her yerde, toplumsal yaşam ve gelişme süreçlerinin, devlet türü kurumsallaşmaların, uluslaşma ve ulusal hareketlerin; kısacası doğa ve toplum olayları söz konusu olduğunda, kendilerinin iddiasıyla tüm kuramların “aşılması” üzerinden geliştirilmiş “yeni bir kuram”ı “kanıtlamak” amaçlı gerekçelendirmelerle, Marksist tarihsel materyalizm ve sınıf mücadelesi teorisini, eleştirilerinin odağına yerleştirmeye özel bir önem vermişlerdir. Bu, “çoklu” iddialarda, a) ulusların tarih sahnesine gelişleriyle toplumsal gelişme süreçleri arasındaki ilişki; b) ulusların oluşumunda “tanım”layıcı rol oynayan/işlev gören iktisadi-sosyal ve kültürel ilişkiler ile “coğrafi” etken; c) ulusların özgürlüğü ve isterlerse ayrı bir devlet kurma dahil kendi kaderlerini özgürce belirlemelerini ulusların kendi hakları olarak gören ve buna uygun bir siyasal-sosyal pratik ortaya koyan sosyalist teori ve pratik; d) devlet aygıtıyla iktisadi-sosyal sistem ilişkisi ve sömürüye dayanan kapitalist toplumun ve onun devletlerinin ulusal baskı ve eşitsizliklerin kaynağı ve sorumluları olduğu gerçeği ya tümüyle ya da esas olarak reddedilmektedir.
Kuşkusuz bu tür iddiaların, böylesine “yeni kuram”ların (!) ya da yeni kuram geliştirme çabalarının önünde herhangi bir engel bulunmuyor. Bu gibi durumlarda, ileri sürülen görüşlerin yeni ya da “aşkın” olup olmamaları, o güne dek gündeme getirilmiş başlıca felsefi-teorik ve politik ‘kuramlar’ ile birlikte, bu “yeni olanlar”ın da binlerce yıllık toplumlar tarihinin deneyimleriyle; insanın toplumsal gerçeği ve toplumsal ilişkiler sürecinin açığa çıkardığı maddi-sosyal olgularla; üretim ilişkileri ve üretici güçlerin düzeyi ve içinde hareket edilen koşullarla nasıl bir ilişki içinde olduklarıyla, uygulanabilir ve ilerletici çözümler getirip getirmedikleriyle ‘ölçülür.’ Buradan bakıldığında da, bize göre, örneğin kapitalist-emperyalist sistemi belirleyen temel toplumsal çelişkilerin ya görmezden gelinerek ya da önemsiz gösterilerek, burjuva devlet maddi gerçek bir olgu olarak yokmuş gibi davranılarak, toplumsal sorunların ve onlardan biri olarak Kürt ulusal sorununun “çözülebileceği”nin ileri sürülmesi; yeni “demokratik ve ekolojik toplum”un bir tür “zihniyet devrimi”nin eseri olabileceğinin iddia edilmesi de dahil olmak üzere, ileri sürülen bu görüşler, yeni olmaları bir yana, varlık-düşünce ilişkisinin idealist belirlenmesiyle ve tüm toplumsal sorunları, hatta doğayı ve nesnel dünyayı “düşüncede kurgulanan izafi şeyler” olarak gösteren idealist felsefi anlayışlar üzerinden yüzyıllar ötesine kadar uzanan metafizik görüşlere dayanmaktadırlar.
Bu makalede, “Demokratik Modernite” yazarlarının ortaya koydukları söz konusu görüşlerin başlıca ulus devlet ilişkisi, uluslaşma süreci ve ulusların özgürlüğü sorununa ilişkin olanları, yalnızca belirli bazı yanlarıyla değerlendirilmeye çalışılacak. “Özgür halk ve Demokratik Modernite” yazarları, söz konusu görüşlerini, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in ulus, devlet ve demokrasi teorilerinin “bilgisi”ne sahip olarak, bu teorilerin reddi üzerinden geliştirdiklerinden, buradaki tartışmada, ileri sürülen bu görüşlerin toplumsal gelişme ve yaşam süreçlerinin, özel olarak da Kürt toplumsal gerçeğinin maddi-nesnel olgularıyla nasıl ve ne tür bir bağlantı içinde oldukları üzerinde durmak daha yararlı olacaktır. Bu bakış açısıyla söylenenlere daha yakından bakalım.
“YENİ-BÜTÜNLÜKLÜ” ULUS TANIMI VE TARİHSEL GELİŞME SÜRECİNİN REDDİ
Derginin bugüne dek yayımlanmış olan sayılarında işlenen ortak en önemli temalardan biri, yeni bir ulus tanımıdır. Ulusu, “dil, kültür, pazar ve ortak tarihe bağlayan anlayış”ı “devlet ulusu” olarak niteleyen A. Öcalan, bu “yeni tanım” etrafında ve ondan hareketle, doğaya, topluma ve toplumsal sorunlara dair birçok diğer konuda da “yeni” görüşler getiriyor. Derginin çok sayıdaki diğer yazarları da, benzer konu başlıkları üzerinden bu anlayış(lar)ı güçlendirmeyi amaçlayan çeşitli yazılar kaleme alıyorlar.
Öcalan şöyle yazıyor: “Demokratik ulusta birleştirici güç aynı ulustan olmaya karar veren toplum birey ve gruplarının özgür iradesidir. Ulusu dil, kültür, pazar ve ortak tarihe bağlayan anlayış devlet- ulusunu tarif eder ki genelleştirilemez. …Reel sosyalizmin de benimsediği bu ulus anlayışı demokratik ulusun zıddıdır. Özellikle Stalin’in Sovyet Rusyası için geliştirdiği bu tanım, Sovyetlerin çözülmesinin temel nedenlerinden biridir. Kapitalist modernitenin mutlaklaştırdığı bu ulus tanımı aşılmadıkça ulusal sorunların çözümü tam bir çıkmaza girer. 300 yılı aşkın bir zaman süresinde ulusal sorunların halen olanca ağırlığıyla devam etmesi, bu eksik ve mutlak tanımla yakından bağlantılıdır. Katı ulus-devlet sınırlarına mahkum edilmiş iktidarın en küçük hücrelere kadar sızmış olduğu bu tip ulusal toplumlar milliyetçi, dinci, cinsiyetçi ve pozitivist ideolojilerle adeta serseme çevrilmişlerdir. Toplumlar için ulus-devlet modeli tam bir baskı ve sömürü tuzağıdır, şebekesidir. Demokratik ulus kavramı bu tanımı tersine çevirir. Katı siyasi sınırlara, tek dile, kültüre, dine, tarih yorumuna bağlanmamış demokratik ulus tanımı; çoğulcu, özgür ve eşit yurttaşlarca toplulukların bir arada dayanışma içinde yaşam ortaklığını ifade eder. Demokratik toplum ancak bu tür tanımla, ulusla gerçekleştirilebilir.”
Herhangi ulusa aidiyeti dil, toprak, iktisadi yaşam ve ruhi şekillenme birliği gibi nesnel toplumsal gelişmeyle bağlı etken-unsurlarla açıklamak yerine bir “karar verme” sorunu olarak alan “demokratik ulus tanımı”, “tanım”a, yani kavramın kendisine özel-ağırlıklı bir işlev yüklüyor. Kendini bir ulusa ait görüp görmeme “zihinsel” kararı, bir ulustan olup olmamanın yerine ikame edilirken, bu, örnek olsun göçler sonucu ve uzun sürelerle başka toplumlar içinde yaşayan yeni kuşakların kendilerine “köken ulus” aramamaları türünden farklı “olgu”sal tutumlarla değil, ama “karar verme” gibi iradi-öznel ‘seçiş’ ile açıklanıyor. Ulus ve ulusa aidiyete bu yaklaşımda, hareket noktasını nesnel toplumsal gerçekler değil, bireysel iradi tercih ve karar vermeler oluşturuyor. “Sınıf, cins, renk, etnisite hatta farklı ulus kökenliliğine rağmen en genelde yaşanan ortak bir zihniyet, kültür dünyasının oluşması ulus olmak için yeterlidir” deniliyor ve üzerinde yaşanan topraklar –vatan– ile pazar birliğinin “maddi birer unsur olarak ulusun belirleyici nitelikleri” arasında sayılamayacağı ileri sürülüyor. “Dil” deniliyor, “şüphesiz kültür kadar ulus için önemli olmakla birlikte zorunlu bir şart değildir. Farklı dillerden olmak aynı ulustan olmaya engel değildir. Her ulusa bir devlet ne kadar gereksizse her ulusa tek dil, şive de gereksizdir. Ulusal dil gerekli olmakla birlikte olmazsa olmaz bir şart değildir. Farklı lehçeleri de demokratik bir ulus için zenginlik saymak mümkündür.” (abç)
Ulus “tanımı”, ulus-devlet ve demokrasi konularının birbiriyle ilişkilerine dair, derginin diğer yazarlarınca da benzer görüşler dile getiriliyor. Derginin –ve kendisinin– görüşlerini daha sistematik şekilde açıklayan Hüseyin Karakuş, ulusun “ortak dil ve kültür etrafında” örgütlenen kabile ve aşiret yapılanmalarından sonraki bir evreye tekabül ettiğini; ulusların “kimlikleşmesini bu yapı üzerinden” kurup geliştirdiğini söylerken, ulusal gelişme sürecini derginin diğer yazarlarından belirli bazı farklılıklarla ifade etmekle birlikte, “demokratik ulus” ve “devlet uluslaşması” ayrımlarını, ulus tanımı ve oluşumu safhalarını “ahlak” ile ilişkilendirerek “zihniyet”e belirleyici rol yüklemede diğerleriyle birleşiyor. Karakuş, “Kavimler yakın çağla birlikte iki farklı metotla uluslaşmışlardır. İlki toplumsalın öznesi olan ahlaki politik toplumun(yani demokratik komünalite veya demokratik toplum) uluslaşması metodudur. Kendisini ‘demokratik ulus’ olarak adlandırır. Diğeri ise, ahlak ve politik toplumu sömürerek üzerinden rant sağlayan, toplumsal özneliği pozitivist darbelerle nesneleştirmeye uğraşan devlet uluslaşmasıdır” diye yazıyor. Ona göre, bu “iki farklı” uluslaşma “metodu” ve bu “metot”lara uygun ulus tanımı ve örgütlenmesi, “devlet uluslaşması” ve “ahlaki politik toplum” farklılıklarını şekillendirmiştir.
Karakuş, bir yandan Avrupa’da Aydınlanma, Rönesans ve burjuva devrimleri dönemine işaret ederek ulus devletlerin burjuvazi ve kapitalizm ile ilişkisini reddetmezken, diğer yandan ulus ve ulus devletlerin kapitalizm ve burjuva devrimleriyle ilişkisini reddederek, derginin Öcalan ve Kuran gibi diğer yazarlarıyla birleşiyor. Bir yandan Britanya ve Hollanda’da “kapitalizmin zaferini ilan etmesi” ve Fransa’da “orta sınıfın radikal hareketi olan Jakobenizm”in hedefinin ulus devlet olduğunu söylerken, “tüm bu süreçlerin sonunda da” ulus-devlet modelinin “seçilmiş” olduğuna göndermelerde bulunup ulus devletin burjuva kapitalist niteliğini göz önüne getirirken –ki bunlar tarihsel sürece ilişkin inkardan gelinemeyecek olgular arasında yer alırlar–, diğer yandan dönüp, ortaya çıkanın aslında “bir ulus değil”, “çok kötü bir ulus inkarcılığı olduğu”nu ileri sürüyor. Daha sonra konuyu daha da açtığı bölümde ise, Karakuş, uluslaşmanın kapitalizm ile ilişkilendirilmesine tümüyle karşı çıkan bir tutuma yöneliyor.
Karakuş, “Eğer ulus kapitalizmin bir ürünü ise ve ulus devlet de kapitalizmin devlet formuysa bundan daha normal ne olabilir” diye sorarak, kendi sorusunu şöyle yanıtlamaktadır: “Ama her iki soruya vereceğimiz yanıt hayır olduğundan, bu durumu normal, olağan karşılamamak gerekir. Burjuvazi, ulusu, dil, kültür ve toprak birliği olan, bir pazar etrafında içsel örgütlenmelere giden ve siyasi otorite çatısı altında, yani devlet çatısı altında ‘gelişen’ topluluklar olarak tanımlamış ve nitekim UKKTH’yi (Ulusların kendi Kaderlerini Tayin Hakkı) devlet kurma hakkı olarak formülleştirmiştir. Ne yazık ki Marksistler de bu tuzağa düşerek aynı formülasyonu teorileştirmişlerdir.”
Bir an için, Karakuş’un yukarıdaki uluslaşma ile kapitalist gelişme arasındaki ilişkiye işaret eden sözlerini yok sayarak, kapitalizm ile ulus arasında, ikincinin birincisinin “bir formu” olmadığını kabul ederek soralım; peki ulus ve burjuva ulus devletleri kapitalizm ile ilişkisiz, onun bir formu değillerse, neyin ürünü olarak ortaya çıkmışlardır? Örneğin köleci ulus, feodal ulus, aşiret ulusu, kabile ulusu söz konusu edilebilir mi? Edilse dahi bunun tarihsel, iktisadi-sosyal dayanakları gösterilebilir mi?
Yanıtın hayır olduğu açıktır, ama biz yine de devam edelim. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Çarlık içinde yer alan “topluluklar” bir tek ulusa mı tekabül ediyorlardı? Yani bunlar örneğin Rus, Osmanlı ve Avusturya-Macaristan ulusları mı idiler? Olmadıklarına Karakuş ve derginin (D.M) diğer yazarları da sanırız itiraz etmeyeceklerdir.
Buradan çıkarılabilecek olan sonuç, uluslaşma süreci feodal toplumun bağrında kapitalist ilişkilerin gelişmeye yüz tutmasıyla başlamasına rağmen, bu sürecin ancak kapitalizmin ve onun ürünü burjuvazinin hakimiyetiyle belirginleştiği ve tek uluslu burjuva devletlerinin bu sürecin ürünü olduklarıdır. Ulusların yükselen kapitalizm çağının bir kategorisi olduğunu tanıtlayan tarihsel toplumsal gelişme ve “olgu”sal gerçek, bizatihi ulus devletlerin kuruluşu sürecidir. 1789-1871 burjuva demokratik devrimler dönemi, ulusal burjuva devletlerinin kuruluş dönemi olarak tarihte özel bir yer tutmuştur. Burjuvazi bu dönemde “eşitlik ve özgürlük” söylemiyle ortaya çıkmış ve toplumun bu taleplere sahip çıkan diğer ezilenlerini de ardı sıra sürükleyebilmiştir. Dolayısıyla, “ulusun ve kapitalizmin aynı dönemlerde veya birbirlerine yakın dönemlerde ortaya çıkmış olması kapitalizmin ulus yarattığı mantığını doğurmamalı” sözleri gerçeği değiştiremeyeceği gibi, gelişme sürecini açıklayıcı da değildir. Kapitalizm ulusların oluşmasının maddi toplumsal zeminini hazırlayıp burjuvazinin bu sürece öncülük etmesini sağlamış; bu da, ulus devletlerin kuruluşunda burjuvazinin ‘öncü’ rol oynamasını olanaklı kılmıştır. Aynı dil ve kültür etrafında odaklanmalar ulus öncesi topluluklar içinde oluşmasına rağmen, bu henüz onların aynı “kökenden gelen” diğer topluluklarla, aşiret, kavimlerle ortak ulusal birlik içinde bir araya gelmelerine yetmemiştir. Kapitalizmin, ticari ve kapitalist ilişkileri yaygınlaştırmasıyla birlikte bu “topluluklar” giderek artan şekilde dil, kültür birliğinin yanı sıra üzerinde yaşadıkları toprakları “vatan” ölçüsünde benimseyip önceki dar ve kapalı alan ekonomisinin sınırlarını aşan ilişkiler içine girmişler ve bu ilişkiler içinde “ulus olma bilinci”ni, bu maddi zemin üzerinde ve ondan hareketle geliştirmişlerdir. Burjuva ulus devletinin şurada şu zamanda, başka yerde diğer zamanlarda, Kürdistan’daysa günümüzde gündeme gelmesinin nedeni de bu toplumsal iktisadi gelişme sürecinin gösterdiği farklılıklardır.
Kapitalizmin “şafağı”nda, birçok Avrupa ülkesinde, ulusal bağımsız devletlerin ortaya çıkmasıyla bu tek uluslu devletlerde ulusal baskının esas olarak son bulduğu, fakat diğer yandan yine Doğu Avrupa ve Asya’da çok-uluslu imparatorlukların bünyesinde yer alan birden çok ulus ve ulusal topluluk açısından ayrımcılığın daha uzun on yıllar devam ettiği; bu imparatorlukların yıkılmaları süreci içinde, en gelişmiş ve diğerlerini baskılayacak güç ve örgütlenmeye bu nesnel gelişme sonucu sahip olan ulusun başa geçerek kurulan devletlere kendi “rengi”ni verdiği, diğer ulusları ve ulusal toplulukları baskı altına aldığı biliniyor. Bunun yanında, kapitalizmin emperyalist aşamasında sömürgeci emperyalist devletlerin “okyanus ötesi” alanlarda ilhaklara giriştikleri ya da kukla “bağımsız” devletler aracıyla ulusları bağımlılık altına aldıkları; ulusal baskı ve ayrımcılık sorununun uluslararası alanda varlığını bu yolla devam ettirdiği; bunun örneğin “devlet-ulusu” uygulamalarından farklı bir duruma denk düştüğü de bir gerçektir. Burjuvazinin kendi pazarına hakim olma eğilim ve istemi, bunun kavgasına tutuşması tarihsel bir olgu olmakla birlikte, kapitalizmin serbest rekabetçi döneminin en önemli burjuva ulus devletleri, emperyalist aşamayla birlikte pazar ve etki alanı kavgasına tutuşurlarken, ulusal devletlerden yana değil, ama bu tür ulus ve devletleri sömürgeleştirme, etki alanına alma, bağımlı hale getirme politikası gütmüşlerdir. Dayattıkları “ulusal devlet” değil, ulusların bağımsızlıklarının tanınmamasıdır. Şoven milliyetçilik ve ulusal baskının, ulusların oluşmasından önceki zamanlarda kabileler, aşiretler, feodal beylikler ve imparatorluklar arası çatışmalardan en önemli farklılıklarından biri de, ulusal baskı ve ayrım politikasının pazar sorunuyla olan bağıdır. Burjuvazi, daha geniş pazarlara sahip olmak ve metasını pazarlayabilmek için yeni ve başka pazarlara yönelirken, o alanlarda yaşayan halkları köleleştirmeye girişmiş, boyunduruk altına alınan ya da alınmak istenen ulus ve ulusal topluluklar, bu ‘dış’ güçlerin hakimiyetine ve asimile etme politikalarına, o alanda/topraklarda yaşayan aynı dil ve kültürden, ‘ortak duygu ‘ ve ruhi şekillenmeye sahip toplulukların ulusal direnişini geliştirerek yanıt vermişlerdir. Harekete geçirici faktör, öncelikle bu ‘ilişki biçimi’, bu nesnel durum olmuş; ortak “zihniyet” ve “karar verme” onun üzerinden, bu nesnel olgulardan güç alarak ve onların bir tür ifadesi olarak anlam ve destek bulmuştur.
Kapitalizmin “özünde ulus istismarı ve inkarı üzerinde temellen”diği iddiası ise, burjuvazi ve kapitalizmin uluslararası karakteri ve kâr için üretim sistemi olan kapitalizmin tüm sınırların ve ulusal ‘dar görüşlülüğün aşılması’, bir dünya pazarı için mücadelesi, tekeller çağında emperyalizm ve siyasal gericiliğin hakimiyeti anlamında doğrudur, ancak ulusların oluşumundaki rolü yönünden de gerçeğin reddini içerir. Burjuvazi kapitalist kâr için hiçbir değerden vazgeçmez değildir ve Türkiye’nin “Müslüman Başbakanı” Erdoğan’ın da istismar amaçlı ikide bir yinelediği üzere, sermayenin dini imanı yoktur. Burjuvazi ulusal tüm değerlerin istismarı ve halk kitlelerinin “ulusal çıkarlar” üzerinden aldatılması yoluyla sınıfsal amaçlarına ulaşmaya çalışır. Ancak bundan hareketle, onun ve devletinin hakim unsurunu oluşturduğu ulus ile kapitalizmin tarih bağı yok sayılamaz. Sürecin olguları, burjuvazinin gerici sınıf karakteri ve ulusal baskının da temsilcisi olması gerekçesiyle görmezden gelinemez. Böyle olmasaydı, ‘büyük güçler arasındaki paylaşım savaşlarının dolaysız rol oynadığı Kürdistan’ın parçalanması’ ve sonrasındaki ulusal hareketler, kapitalizmin örneğin Türkiye Kürdistanı’nda giderek hakim hale gelmesiyle bağlı olarak giderek güçlenmeyecek, Kürt hareketinin bugün gördüğü “ulusal destek” yüz yıl öncesinde de söz konusu olabilecekti, ki durumun böyle olmadığı biliniyor. Kürdistan’ın toplumsal gerçeği, ulusun “zihniyet” sorununa indirgenemeyeceğinin de göstergesidir.
Avusturya, Macaristan, Rusya gibi ülkelerde Hırvatların, Çeklerin, Gürcü ve Letonların devlet öncesindeki durumları birer örnek olmakla birlikte, Doğu’nun Polonya gibi ülkelerinde uluslaşma süreci, onu anında izleyen bir devlete tekabül etmemiş, ama bu nedenle de olsa, onların ulusal oluşumlarının kapitalist ilişkilerin gelişme sürecinden bağımsız olduğu ileri sürülmemiştir. Kürdistan’ın parçalanması ve her bir parçadaki direnişlerin “ulusal boyut” alıp almamasıyla bu hareketlerin içinde geliştikleri iktisadi-toplumsal koşullar arasındaki ilişki ise, ulusların oluşumunu üretim ilişkilerindeki gelişme ve değişmeden, bu gelişmenin ulusu oluşturan/oluşturacak olan topluluklar arasında meydana getirdiği ilişkilerden koparmamak gerektiğini anlamak için yeterince veri sunmaktadır. Kürt direnişlerinin tarihsel gelişme seyri ile hareketin ‘kucakladığı’ kitlelerin durumunun dünden bugüne değişmediğini, gerçekleri göz önünde tutan hiç kimse ileri süremez. Feodal beylerin, mirliklerin, aşiret ve kabile ilişkilerinin etkin olduğu koşullarda gerçekleşen çok sayıdaki Kürt direnişi, üretim ilişkilerinin geri prekapitalist düzeyi ve durumu nedeniyle Kürt halk kitlelerinin geniş kesimlerini kucaklayacak ulus çapında bir direniş boyutuna ulaşamazken, kapitalist üretim ilişkilerinin daha ileri düzeyde geliştiği koşullarda ortaya çıkan PKK’nın başını çektiği Kürt direnişinin ulusal boyutlara genişlemesi mümkün olabilmiştir.
Ulusların oluşumunu tarihsel sürece bağlamayan; üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin gelişmesi ‘aşama’larından bağımsız gören ve bazı ortak yaşama zorunluluklarının bir arada tuttuğu küçük kabilesel toplulukların da ulus olduğu savıyla geriye doğru yol alan ulus ‘tanımı’ gerçek durum ve gelişme seyriyle bağdaşmazdır. Aynı dini inançları benimseyen çok farklı kabileler ile etnik toplulukların farklı uluslara dahil oldukları, olabildikleri gerçeği dikkate alınmadan din ve kabile “bilinci” üzerinden ulusların tanımını yapmaya çalışmak ise, başka “coğrafyalar” bir yana, Arap, Türk, Kürt, Fars ulusları örneğine de göz kapamak olacaktır.
“AHLAKİ”-“ZİHİNSEL” ULUS KURGUSU VE MADDİ GERÇEK
Öcalan ve Karakuş başta olmak üzere dergi yazarları kapitalizm ile uluslaşma ve ulusal devletler arasındaki ilişkiyi olumsuzlarken, ulusu, “zihniyet” ve “ahlak”a ilişkin tanımlamalar üzerinden tarif etmektedirler. “Kültür ulusu”, “hukuk ulusu” gibi farklı tanımlamalar bir yana bırakılırsa, ulusun “zihnen var olan bir olgu” olarak gösterilmesiyle, somut-nesnel olgulardan “zihinsel-hayali varlık” alanına geçiş yapılmakta; böylece toplumsal sorunlara yaklaşımda hareket ettirici etken olarak toplumsal varlığın kendisi yerine, “zihnin”-iradenin belirleyiciliği geçirilmektedir. H. Karakuş’un “devlet, kendi keyfi ve zevkine göre bir ‘ulus’ yaratıyor. Yapaylığı burasıdır” tespiti ise, önemli oranda “tek dil, tek millet…” vurgulu Türk ulusçu politikaları referans edinmiştir ve bu durum ile ulusal hareketin ve ulusun birden bire değil, ama üretim ilişkilerinin seyri içinde, belirli koşullarda ortaya çıktığı şeklindeki kendi görüşleri arasında da belli-belirsiz yer alan yaklaşımdan da farklı ve uzaktır. Bu ifade ile Karakuş, devlet-ulus bağını, burjuva ulus devletin kuruluşu sonrasına dair bir durum üzerinden tarif ederken, “soyut” bir “özne” olarak devleti, “keyf ve zevk” gibi insan öznesine ait özelliklere büründürerek, burjuvazi ve kapitalizm değil, ama tek sorunlu olanın devlet olduğu gibi bir görünüm yaratmaktadır. Kapitalist “modernite” ile, “reel” denilen sosyalizm inşası pratiği ve süreci, “modernite ortak temeli” gerekçeli olarak aynılaştırılmakta; ulusal eşitsizlik, ayrımcılık ve buna dayanan milliyetçi şovenizm kapitalist emperyalizmden azade bir “devlet-ulusu”yla bağlantılandırılmaktadır. Karakuş örneğin, ulusu “ahlaki ve politik toplumun diyalektiksel gelişiminin sonucu”nda oluşan kategori olarak tarif ederken, kapitalizm öncesi bir durum tarifine daha yakın durmaktadır. Bu tarif/tanım ve ilişkilendirme, kavimsel-aşiretsel toplulukların “diyalektiksel gelişiminin” kapitalizm ile bağını gerçekte olduğu türden kurmadığı gibi, “ahlaki politik toplumun ‘kendini bil’ düsturu”nun örneğin Kürt olan farklı sınıf ve tabakalar açısından bir tek ve aynı anlama gelmeyebileceğini, onların her birinin, “geride kalan binlerce yılın direniş ve yenilgilerinin verdiği tecrübe”den kendi çıkarları yönünde farklı sonuçlar çıkararak farklı şekilde yararlanma yolunu tutabileceklerini, hatta tutmaya başladıklarını açıklamaktan da uzaktır. Bu “dünya”nın ve her bir kapitalist toplumun/kapitalist toplumların en temel ve başlıca gerçeklerinden biri, “ahlaki” değerlerle maddi-sınıfsal çıkarlar arasında koparılamaz bir bağ olduğudur. Tüm tarih boyunca “ahlaki” olarak üretilen ya da oluşturulan ne varsa insanın içinde yaşadığı koşulların ve maddi gerçeğinin damgasını taşımış, son tahlilde bunlar tarafından şekillendirilmiştir. Buna dini inanç sistemleri de dahildir. Kürt yoksullarıyla Kürt burjuva ve burjuva feodal güçlerin ulusal Kürt direnişine yaklaşımları ve pratik tutumları da bunun örneklerinden birini oluşturur.
Toplumsal sorunların –burada Kürt sorunu– oluşumu ve çözümünde “zihniyet sorunu”na belirleyici işlev yüklemek, maddi varlıktan düşünceye değil, düşünceden varlığa bir tarif anlamına da gelir ki, aşırı anlam yüklenmiş bu tür kavramlardan hareketle “özne”nin ve “nesne”nin durumu ortaya konamaz. Ekonomik, sosyal, siyasal, ulusal, dinsel, doğasal, cinsel vb. ilişkilerden bağımsız bir “zihniyet” oluşumu ve kullanımı mümkün olamayacağına göre, ulusal kurtuluş ve ulusu, kendi haklarına sahip olmak üzere harekete geçiren ‘zihniyet’, ancak belirli toplumsal gelişme düzeyine, uluslaşma sürecine bağlı olarak gelişebilir demektir. Yani sorun zihinden/düşünceden ‘toplumsala’ doğru değil, tersinden toplumsal ekonomik koşulların belirli bir düzeyinden hareketle oluşturulan/oluşturulabilecek olan “zihniyet”e doğru bir gelişme özelliği gösterir. Bir istemi gerçekleştirmeye yönelik “istenç” (irade) ve “zihniyet” oluşumu ya da daha doğru bir ifade ile “istenç özgürlüğü” ne “tanrı” vergisidir ne de “anadan doğma” kazanılmış olabilir. O, ancak belirli zorunluluklar ilişkisi içinde gündeme gelir. Bütün toplumsal değişikliklerin gerçek son nedenlerini insanların kafalarında, “ölümsüz doğruluk ve ölümsüz adalet üzerindeki artan kavrayışlarında değil”, üretim ve değişim biçiminin değişikliklerinde aramak gerekir. Maddesel üretim olguları politik sosyal gelişmelerin gidip dayandıkları son temeli oluştururlar.
Ulusun özgürlüğü için mücadele fikri de, ulusu oluşturanların içinde bulundukları ilişkiler ve durumdan hareketle ulaştıkları bir “zihniyet” olabilir ancak. Bu, Kürtler için de geçerlidir ve Kürtler de diğer tüm toplumlar gibi, belirli üretim ve değişim ilişkileri içindeki hareketleriyle tarih sahnesine gelmişler, bu gelişme süreci –evrimi– içinde giderek belirginleşen ve güç kazanan ortak talepler etrafında harekete geçmişler, Kürt özgürlüğü “zihniyeti”ni doğuran asıl kaynak bu gelişme evrimi ve hareket olmuştur.
Toplumsal sorunların “ahlak” gibi, “iyi-kötü” gibi, halktan halka, dönemden döneme ve farklı sınıflara göre farklılıklar göstermiş ve gösterecek olan bir alandan tartışılması ya da örneğin “ahlaki politik toplum” türü belirsizlikler üzerinden tanımlanmakla kalmayıp, çözümlerin de buradan tarif edilmesi ise ‘totoloji’yi işin içine çeker ve buradan ilerlenemez. Geçmiş yüzyılların “iman kalıtı” ahlaktan söz edilebileceği gibi, feodal aşiretçi ahlaktan, burjuva ahlakından, proleter ahlakından da söz edilebilir pekala. “Toplum” örneğin, burjuvazisi, işçisi, tüm diğer toplumsal kesimler, katmanlar vb. hepsini kapsayan bir kategoridir ve burjuvazinin “anti toplumcu” mantığından söz ederek “ahlaki politik toplum”u “demokratik ulus”un zemini göstermek, özel muamma “jargon” bir yana bırakılsa bile, toplumsal sorunların çözümü açısından belirsizlikten öte bir anlam ifade etmeyecektir. “Ahlaki politik toplum”la neyin anlatılmak istendiğine, ancak dönüp burjuva öncesi, dahası ilkel komünal toplum dönemlerine “gidilerek”(!) bir yanıt belki bulunabilecektir. Belki diyoruz, çünkü “ahlak” çok afaki ve her bir sınıfa, kesim ve güce ve onların koşullarına göre tarifi değişkenlik gösteren bir kavramdır. Her birinin farklı sınıf ahlakına yukarıda da işaret edilen işçi sınıfının, feodal beylerin, aşiret ağalarının ve burjuvazinin bir “ahlaki politik toplum”da biraradalığı üzerinden, hele de burjuva devletinin varlığı dışlanmayarak ve hatta gerekirse “onunla bir arada” kurulabilecek bir “komünal ekolojik demokratik konfederalizm” mümkün değildir.
İnsanların ahlaksal davranışları ya da seçişleriyle mensubu bulundukları sınıfların durumu arasında; onların içinde hareket ettikleri, “eyledikleri” ve düşündükleri insan ilişkileri, üretim ve değişim ilişkileri arasında koparılamaz bir bağ bulunur ve bu bağ da değişkenlik göstermeye mahkumdur. Bu bakımdan herhangi bir ahlak dogmatizmini, geçmişten de “feyz alarak”, insanlara “ölümsüz, kesin, bundan böyle değişmez” gösteren, demokrasi ve toplumun demokratik yeniden örgütlenmesini bunun üzerinden “proje”lendirmeyi öngören bir yaklaşım açmaza düşecektir. Gerçekten insanal bir ahlaki tutumun ancak sınıf farklılıklarının ve bundan kaynaklanan düşünce, anlayış ve davranışların değişiminin toplumsal iktisadi temeli oluştuğunda olanaklı hale gelebileceği ve hakim olacağından bahsedilebilir ki, Demokratik Modernite ve burada andığımız yazar arkadaşların “toplum projesi”nde buna ya yer yoktur ya da bu, muğlaklıkların perde gerisine itilmiştir.
BURJUVA DEVLETİYLE BİR ARADA “DEVLETSİZ TOPLUM PROJESİ”
Demokratik Modernite yazarı arkadaşların, “devletsiz toplum projesi”ni, “tek ulusçu devlet”çiliğin işlevinden hareketle ve buna karşı olmak üzere, kapitalizm ve kapitalist burjuva devlet egemenliği koşullarında uygulanabilir gösteren yaklaşımı, kapitalist emperyalizm koşullarını ve burjuva devletin bu koşullardaki rolünü görmezden gelen bir anlayışın ürünüdür. Çok sık aralıklarla ve giderek daha çok sayıdaki Kürt politikacısı tarafından dile getirilen şekliyle “bizim devlet diye bir sorunumuz yoktur” (!) söylemi, başka bir gelecek zamanda; sömürü ve baskıdan arınmış toplumsal koşullara ilişkin olarak değil, günümüz kapitalist ‘barbarlığı’ koşullarında ve sermaye devletinin Kürtlerin ulusal varlığını ve en temel ulusal haklarını ret politikasını esas olarak sürdürdüğü koşullarda gündeme getirildi ve sürdürülüyor. “Devlet olmayan kendi demokratik öz yönetimleri”nin bugünün koşullarında “gerçekleştirilmesi”nin önündeki temel ve en önemli engel tüm örgütlü aygıtıyla burjuva devleti olmasına rağmen, bu burjuva devleti “sorun görmemek”; bırakalım sınıflı toplum gerçeğini ve bu devletin işçi ve emekçilere karşı sermayenin baskı makinesi olarak çalışmasını, Kürtlerin en küçük demokratik taleplerini elde etmeleri için dahi ona karşı mücadele zorunluluğunda oluşlarını önemsizleştirmek ya da önemsiz görmek demektir.
“Devleti amaçlamayan ama devlete demokratik taleplerini dayatan, köylerde, mahallelerde ve şehirler çerçevesinde kendi sorunlarını kendileri tartışarak kararlaştıracakları ve çözecekleri bir model kurma”yı öngören politika ve örgütlenme ise, yukarıdakinden daha farklı ifade edilmiş olmasına rağmen, KCK operasyonlarını ve Kürtlere ve Türkiye’nin tüm işçi ve emekçilerine karşı azgın saldırılarını sürdüren burjuva devletinin yerli yerinde durması karşısında bir tür itirazsızlığı içerir ve bu haliyle de, Kürtlerin kendi sorunlarını kendilerinin tartışıp çözmeleri ve buna uygun bir “model kurma”larını olanaklı hale getiremez. Bu yaklaşımda, “talep dayatma”nın sınırı belirsizdir ve sermayenin işçi sınıfı ve emekçi halk kitlelerinin tüm diğer kesimleri üzerindeki baskı aracı-aygıtı-makinesi –ne denirse densin– olduğu açık ve kesin olan bir burjuva kurumlar ‘bileşkesi’ ya da burjuvazinin ortak “komitesi”nin işlevini sürdürmesine temelli bir itiraz yoktur.
Kapitalist emperyalizm koşullarında ve burjuva devletinin hakimiyet alanında, onun “iradesi” geçerliliğini sürdürdüğü sürece, halkın şu ya da bu kesiminin, ezilen bir ulusun ya da çeşitli diğer azınlıkların kent, ilçe, köy ve mahalle “komünleri” kurarak, “komünal ekonomik birlikler federasyonu” oluşturarak “zihinsel ve ruhsal sağlığına kavuştuğu” bir toplum “projesi”nin, bu özellikleriyle dahi, burjuva devlet otoritesi geriletilip aşılmadan söz konusu olamayacağı tarihin dersidir. Kuşkusuz burjuva devlet koşullarında da ezilen ulusun kimliğinin resmen tanınması, dil ve kültür alanında bazı iyileştirmeler yapılması mümkündür. Ancak burada tartışılan bu değildir ve söz konusu dergi yazarlarının çözüm yolu ve şekli olarak dile getirdikleri de bundan farklı bir durum, örgütlenme ve konumlanmayı izah amaçlıdır. Ulusal sorunun kapitalizm koşullarındaki çözümünün mümkün tek yolu ezilen ulusların –burada Kürtler– tüm ulusal haklarına sahip olmasının garanti edilmesidir ki, bu da, yukarıda tarif edilen “komünal toplum modeli”nden farklılığı bir yana, “üniter devlet”in etki ve hakimiyetinin kırılmasını gerektirir.
Bu “proje”nin kapitalist sömürü cenderesine, “endüstriyalist talana”, “azami kâr peşindeki yıkım faaliyetlerine” duyulan tepkinin de ifadesi olması, tüm bunların müsebbibi kapitalizm ve onun devlet iktidarının sorun olarak görülmemesini haklı çıkarmayacağı gibi, bu devlet ve iktidarın varlığı koşullarında “demokratik ulusun komünal ekonomisi ve ekolojik endüstrisiyle en büyük devrimlerini gerçekleştirme”sini mümkün gösteren görüşleri de doğrulamayacaktır.
“Kapitalist modernitenin sorun yaratan ulus-devletine karşı her etnisite, dinsel anlayış, kent, yerel, bölgesel ve ulusal gerçekliğin öz kimliğiyle ve demokratik federe yapısıyla yer aldığı, devlet olmayan ulus”un gerçekliğini ve gerçekleşmesini sağlayacak bir “ortak siyasal otorite” olacak ise eğer, bu otoritenin söz konusu “devlet olmayan” kuruluştaki işlevinin en azından “ademi merkeziyetçi” bir tür devlet yapılanmasına yakın olacağı pekala söylenebilir. Bu bir yana, “kapitalist modernitenin sorun yaratan ulus-devleti”nin varlığı ve işlevi, yeni “komünal” Kürt yaşamı için “sorun” olarak görülmediğine göre, onun egemenliği alanında, bu “devlet olmayan” ve devletsiz komünal yapının vücut bulmasının ve yaşamasının nasıl garanti edileceğinin “yol”u da, bu yaklaşım içinde tümüyle belirsizdir. “Her türden devlet ve devletleşme kurgusunu ve hedefini ret eden”, “meclisli, tartışmalı komün yeteneğini” esas alacak olan bu “konfederalizme yakın, hatta iç içe bir özerklik” gösteren ulus kurgusu ya da hedefi, “kapitalist modernitenin sorun yaratan ulus-devleti”nin, –ki onun “sürekli faşizm ürettiği” de söyleniyor– baştan ayağa silahlı bürokratik aygıtının eksik olmaz salvoları altında, bu devleti (burjuvazinin hakim devleti) sorun olarak görmeksizin nasıl var edilecektir? “Öz savunma güçleri” üzerine söylenenler bunun yanıtını oluşturmamaktadır ve sermaye devleti altında “demokratik konferedal ekolojik toplum” yaratma “projesi” gerçekleşebilir olmaktan uzaktır. Kürt hareketinin ve mücadelesinin bugüne kadarki sürecinin gösterdiği de, halkların ve proletaryanın uluslararası mücadele tarihi ve deneyiminin gösterdiği de, sömürü aleti, baskıcı ve sömürgeci hakim sınıf devleti karşıya alınmadan ve ona mücadeleyle haklar kabul ettirilmeden, geriletilip saldırıları püskürtülmeden en küçük hak kullanımının dahi mümkün olamadığıdır.
Şu da bir gerçektir ki, “ne devletin içinde erime babında”, “ne de devleti yıkma sevdasında” olan ve “devlet dışında kalmış birey ve toplulukların örgütlü halini temsil eden” bir “demokratik ulus” tasavvuru tabii ki ileri sürülebilir, ama bununla ya devletin içinde erimeye mahkum olunacak ya da devleti yıkmayı zorunluluk gören bir yoldan ilerlenecektir; bunlar olmadan olamazdır. Devletin sınıflı toplumlarda gördüğü, sömürücü sınıfın sömürülen sınıflar üzerindeki baskı aygıtı olma işlevinden hareketle ve anti demokratik Türk burjuva bürokratik devletinin Kürtlere karşı öteden beri sürdürdüğü şoven baskı ve asimilasyon politikasını, giriştiği katliamları ve ulusal kaderlerini tayin önünde barikat oluşturmasını baz alarak, kesinlikle söylenebilir ki, devletlerin sosyal-politik ve askeri gerçeklikler arasında, daha da önemlisi egemenler yararına tüm ezilenleri baskı altında tutma işleviyle yüklü olarak yer aldıkları koşullarda “devletsizlik” savunusu, ne yazık ki günümüz gerçeklerine göz kapamaktan başka bir anlama gelemez. “Devletten ayrı olabileceği gibi onunla yan yana hatta iç içe de olabilen”, devleti “esas almadığı” gibi, onu “inkar da etmeyen” bir “model” tasavvurunun muğlak, ve esas olarak da somut durum, koşullar, güç ilişkileri, sınıf çatışmaları gibi maddi dünyanın toplumsal gerçeklerinden uzak oluşu, bu tasavvuru ancak bir “zihniyet sorunu” derekesinde anlamlı kılabilir.
Oysa kapitalizm ve burjuva devleti koşullarında bir çözüm, ancak tam hak eşitliğini garanti eden tutarlı bir demokratizm ile mümkündür. Ezilen ulus ayrı devletini kurabilir ya da federasyon, özerklik gibi biçimler altında aynı devlet içinde diğer uluslar ve ulusal topluluklarla birlikte yaşayabilir. Hangi biçimi tercih edip uygulayacağına karar verme hakkı dolaysız olarak ezilen ulusun kendisine aittir ve önemli olan da bunun tanınması, uygulanmasına baskıyla yanıt verilmemesidir. Kürtlerin “idari model” olarak “bölgesel” ya da daha çok kullanıldığı şekliyle “demokratik özerklik”i öngörmeleri, açık ki, “serbest iradeleri”yle verecekleri kendi kararları ve haklarıdır. Ancak bölgesel ya da “demokratik özerklik”in, ‘yönetimin halka yayılması’nı dolaysız doğuracak bir uygulama olabileceğinin ileri sürülmesi, bunun hatta “komünal toplumsal ekolojik örgütlenmeye denk geleceği”nin iddia edilmesi gerçeğe aykırı bir kurgudan ibarettir.
“Komünal ekolojik ahlaki politik toplum” örneğin sömürünün olmayacağı bir toplum mu olacaktır? Böyle olmadığı açık olmasına karşın, bir an için bunun “öngörüldüğünü” varsayalım. Bu durumda ama, bunun için, işçi sınıfının, kapitalizme karşı ve sömürüyü tasfiye etmekle kalmayıp, kendisi de dahil tüm sınıflar ve sınıf farklılıklarının yok olup gideceği toplumsal düzene ulaşmak üzere üretim araçlarının kolektif/ortak mülkiyetini sağlaması, önkoşuldur. Oysa “Demokratik Modernite” yazarlarının yukarıdaki formülasyonunda, bırakalım böylesi “aşırı” bir tasavvuru, işçi sınıfının varlığı dahi söz konusu değildir. Belirsizliğine karşın, bir önerme şeklinde dile getirilen “ahlaki politik toplum”un, öngördükleri şekliyle üretim araçlarının kolektif mülkiyetini gerçekleştirmesi bir yana, tüm ulus güç ve birimlerinin “komünal” bileşimiyle toprağın ve diğer üretim araçlarının ve onların kullanımıyla üretilen ürünlerin özel mülk edinilmesini içermesi kaçınılmazdır. Bunu reddedecek bir “komünalite”nin salt zihinsel ve ahlaki yargılar üzerinden oluşturulmasının olanaksızlığını ise, her bir sınıflı toplumun olduğu denli Kürt toplum gerçeği de ortaya koymaktadır. Özerklik, zora dayalı birliğin ulusal hakların tanınması temelinde gönüllü birlik yararına son bulmasıyla ezen-ezilen ulus ilişkilerinin demokratik siyasal çözümü biçimlerinden biridir ve “üniter devlet” anlayışıyla bağdaşmazdır. Uygulanması, “üniter devlet” anlayışının, ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması temelinde aşılmasını gerekli kılar.
“Demokratik ulus”u, “sistemin politik-siyasi uygulaması olan Demokratik Konfederalizmin çatısı altında birey, ideolojik ve sendikal grup, cemaat, din-mezhep, cinsiyet, etnisite, kültür veya ulusların kendi öz kimlikleri ve gerçeklikleriyle demokratik özerk birimlerle kendini ifade edebileceği, yaşamsallaştırabileceği ulus modelinin bizatihi kendisi” olarak tanımlayan Karakuş’un, hemen her toplumsal kategoriden söz etmiş olmasına karşın, sınıf ifadesini açıklıkla kullanmaması kuşkusuz tesadüfi olmamıştır. Kürt işçi ve emekçilerinin böylesi bir “konfederalizm” içinde burjuvazisiyle ‘demokratik ilişki’ kurarak yaşayabileceği ve yaşaması gerekeceği, Türk burjuva devletiyle bir arada, “hatta içinde” ya da onunla “yan yana” özgürlüğü tadabileceği de –açıklıkla ifade edilmemiş olsa da–, böylece söylenmiş oluyor. Eğer insan ve toplumunun binlerce yıllık gelişme/uygarlaşma “serüveni” , özel olarak kapitalist iktisadi toplumsal gelişme ve ulusların uluslar olarak, onların burjuvazi ve proletarya olarak bölünen en önemli temel sınıflarının da sınıflar olarak hareket etmeleri bile isteye görmezden gelinmeyecekse, hem bugünün gerçeği ve hem de bugüne kadarki tarihsel gelişme aşamaları yok sayılıp, çoktan tarihin kapanmış sayfalarına intikal etmiş ütopik köy toplumuna dönülmeyecekse –ki dönülemez– “toprak ve orman alanları”nın canlandırılmasıyla sanayi toplumuna alternatif yaratılamayacağı da anlaşılır olacaktır.
“Demokratik Modernite” dergisinde ortaya konan görüşler, kimi ikircikli yanlarına karşın, “kapitalizm sonrası ve burjuva iktidarının söz konusu olmayacağı” bir safhaya dair olarak ortaya konmuş değillerdir; aksine, söylenen ve yapılacağı belirtilenlerin mevcut devlet ve iktidarın varlığı koşullarında gerçekleştirilebilirliği iddiasıyla formülleştirilmişlerdir. Bu görüşler, sosyalizm ve sosyalist teori ve pratiğe karşı içeriktedirler ve alternatif olarak “toprağın korunması” ve “çevrenin ormanlaştırılması”nı esas alan “ekolojik endüstriyel komünal toplum”un Türk sermaye devleti ve iktidarını “sorun görmeme”yi (!) de içerecek şekilde, ama her nasılsa ondan “bağımsız” ve “ona karşı” kurulmasını öngörmektedirler. Bunun, gerçeklerle, gerçeklikle ne denli çelişen bir “kurgu” olduğu, buraya kadar söylenenlerden anlaşılmış olmalıdır. Burjuvazinin, en başta “ulus devlet”ini kullanarak, başka halklara yönelik saldırılara giriştiği, şoven milliyetçi ideolojisini halk kitlelerine empoze etmek için her fırsatı ve her yöntemi değerlendirdiği, pazarlar için süren rekabette öne geçmek için işgallere giriştiği, savaşlar çıkardığı; “ulusal çıkar” adına kendi çıkarlarının kavgasını verdiği bilinen gerçeklerdendir. Öte yandan, ulusların devlet olarak örgütlenmesi ya da ulusal devlet yönetimi altında ulusun ulusal özellikler üzerinden yeniden şekillendirilmesi faaliyeti, burjuva ulus devletin, tüm toplumu ulusçuluk/milliyetçilik “zamkı” ile kendi sınıf çıkarlarına etkinliği ve dini inançlar derecesinde “ırki” ögelerin istismarına girişmesinden hareketle, herhangi ezilen ulusun, eğer isterse kendi devletini kurması “lekeli ” ilan edilemez ya da büsbütün gereksiz sayılamaz. Bu tür bir devlet, açıktır ki, işçi sınıfı ve emekçilerin yönetiminde oldukları bir devrimci yeni örgütlenmenin ürünü olmamışsa burjuva bir karakter taşıyacak ve ezilen ulusun burjuva sınıfının devleti olarak şekillendiğinden, işçi ve emekçiler açısından kalıcılığı amaç teşkil etmeyecektir. Ama buradan, hakim ulus devletinin varlığını “sorun yapmama” sonucu çıkarılamaz. Türk devleti ve burjuvazisinin şoven, gerici, inkarcı ve dayatmacı karakteriyle baskı ve ayrımcılığı besleyen “tek ulus”çu politikasının ezen-ezilen ulus kitleleri arasında milliyetçiliği körükleyici işlevinin, devletle “hatta bir arada”, sorun ve engel oluşturmaksızın bir “kömünal, ekolojik, özgür Kürt örgütlenmesi”ni olanaklı kılacağına dair varsayımlar, aynı nedenle varsayımdan öteye geçemezler.
EK: MARKSİZME DAYANAKSIZ SALDIRI; İLERİCİLİK-GERİCİLİK; KISTAS NE?
“Demokratik Modernite” dergisi yazarları, tartışma konularıyla ilişkili olup olmamasından bağımsız olarak, sözü bir biçimde Marx ve Marksizme getirmeleri ve Marx’ı, görüşlerini şurasından burasından ‘kırparak’ ve bağlantılı oldukları koşul ve gelişmelerin tarihsel durumunu göz ardı ederek “eleştiri kapsamı”na almaları bu makalenin doğrudan konusunu oluşturmuyor. Bu daha sonranın bir sorunu. Ama burada, uluslaşma süreci ve burjuvaziyle ulus, ulusla devlet ilişkileri ve burjuva ulus devletlerinin kapitalist karakteri üzerine, tarihsel gelişme sürecinin üzerine çizgi çeken ve burjuva gericiliğini gerekçe edinerek ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddeden yaklaşıma; burjuvazinin tarihsel süreçte oynadığı rolü tek yanlı olarak ele alan “yeni kuramsal perspektif”e kısaca da olsa değinmeden geçmek doğru olmayacak.
“Demokratik Modernite” yazarlarının burada ele alınan yazılarında ileri sürdükleri iddialardan biri, ulusal sorunun çözümüne dair ve ulusların kaderlerini tayin hakkı (UKKTH) üzerine devrimci tutum ve önermelere dairdir. Marx ve Marksist teoriye getirdikleri “aşkın eleştiri”nin (!) gerekçelerinden biri, “ulus devlet oluşumunu tek biçim olarak mutlaklaştırma”dır. UKKTH’nın savunulmasını, “burjuvazinin tuzağına düşmek” ile eş gören dergi yazarları bu hakkı reddederlerken, Marksizm’e de, bu hakkı tanıyıp teslim etmesi nedeniyle itiraz ediyorlar.
Ezilen bir ulus olarak Kürt ulusunu ve mücadelesini esas alarak, onu temsilen ideolojik ve politik görüşler geliştirme pozisyonunda olduklarından kuşku duyulamayacak Demokratik Modernite dergisi yazarlarının, Marksistler olarak bizleri, ulusların kendi kaderlerini tayin etmeye hakları olduğunu ve Marksizmin ezilen ulusların bu hakkına ve kullanılmasına, mutlaklaştırılıp mutlaklaştırılmaması ayrı bir sorun olmakla birlikte, UKKTH dendiğinde en başta ve öncelikle ezilen ulusların eğer isterlerse kendi kendilerini istedikleri gibi yönetmek üzere kullanabilecekleri kendi devletlerini kurma hakkına ancak saygı duyduğunu yazıp savunmak durumunda bırakmaları şüphesiz ki ilginçtir; ancak herhalde bunu yapmak zorundayız.
Aynı biçimde ilginç olan bir diğer şey, dergi yazarlarının Marksizme ve Marx’a atfettikleri iddia ve ifadelerin hiçbir dayanağının bulunmamasıdır. Yazarlar, “sosyalist tahayyülün de kendini ulusçuluk ve ulus devlet kurgusunun yarattığı sarmal”dan kurtaramadığı; “ulus devlet haline gelmekle özgürleşeceği ve bağımsızlaşacağı” ve hatta ulusu devlet ile “koşulladığı” şeklinde saptırılarak ele alınan görüşlerin Marksizm ile en küçük bağını gösteremezler. Bu tür iddiaların kanıtsız olarak ortaya atılması ise, bilimsel bir tutuma denk düşmediği gibi, patenti liberal burjuva teorisyenlere ait olan formülasyonların tekrarından başka bir şey olmaz. Ulusların kaderlerini tayin hakkı savunusunu, “her ulusun kendi devletini kurması” olarak, sadece ve sadece bu olarak “mutlaklaştırma”nın Marksizm ve Marksistler ile bir ilişkisi yoktur. Ne Marx ve Engels’te ne de Lenin ve Stalin’de, çözümün yalnızca ezilen ulusun kendi devletini kurması olarak gösterildiğine dair bir tek satır dahi olmadığı gibi, toplumsal sorunları, bu sorunların kaynağını oluşturan olgu ve ilişki biçimleriyle birlikte ele alarak irdeleyen Marksist tarihsel materyalist yöntemi benimseyen devrimci parti ve gruplarda da böyle bir savunu söz konusu olmamıştır. Buna rağmen, o tür bir görüşün Marksizme mal edilerek, bunun “ulus devlet hastalığının bir sonucu” olduğuna hükmedilmesi, ancak bir saptırma olabilir ve öyledir. Nasrullah Kuran, örneğin, “Trajik olan” –diye yazmaktadır, Demokratik Modernite dergisinin üçüncü sayısında– “özgürlük anlayışında olan sosyalist tahayyüllün de kendini ulusçuluk ve ulus devlet kurgusunun yarattığı sarmaldan kurtaramaması, ulus-devlet haline gelmekle özgürleşeceği ve bağımsızlaşacağı yanılmasına kapılmasıdır. Her ne kadar Marx, ‘insan devlet düzeyinde, devlete ve devlete bağlı olanda gerçekleştiremez kendini; tam tersine, devletten sıyrılarak gerçekleştirir’ dese de, ulus hakkında bir teori oluşturmamış olması ve özgürleşme sürecinde çözümü, kapitalist devletin yerine işçi devletini koymakta görmesi en önemli handikabı oluşturmuştur. Ardıllarının veya Marx yorumcularının ‘devlete karşı devlet’ çözümündeki ısrarı, kimi ulusal kurtuluş mücadelesini ve devlet sosyalizmini iktidara taşımışsa da, bu deneyimlerde insanlığın özlemi olan demokratik komünal toplum açığa çıkmamış, devletli sistem, doğası gereği yeni bir seçkinler bürokrasisinin hükümranlığını üretmiştir.”
“Her ulusa bir devlet”in “ayrı devlet kurma dahil kaderini özgürce belirleme hakkı” ile aynı şey demek olmadığını, “mutlaklaştırma” suçlamasında bulunanlar da biliyor olmalılar. Her ulusa bir devlet elbette mutlak ya da zorunlu değildir. Ulusal tam hak eşitliği temelinde birden fazla ulusun bir devlet sınırları içinde birlikte yaşamaları mümkündür ve devrimci Marksizmin bunu, işçi sınıfının sermayeye karşı birleşik örgütlü mücadelesi için yararlı gördüğü de bilinmektedir. Ya da örneğin herhangi ulusal örgütlenmede yer alanların farklı şive ya da dilleri kullanmaları da mümkündür. Ancak bunların tümünün kendi aralarındaki iktisadi-sosyal ve kültürel ilişkilerde bir dilden anlaşmalarının da gerekli olacağı kendiliğinden anlaşılır olmalıdır. Resmi dilin zorunlu olmaması ve dillerin serbestçe kullanımı ile, dilin ulus için “zorunlu şart” sayılmaması/görülmemesi farklı şeylerdir.
Marksizm uluslaşma sürecini ve ulusal özgürlüğü “devletleşme koşulu”na bağlamaz ve “her ulusa bir devlet”i zorunlu ya da mutlak gereklilik saymaz. Marksizm, evrensel “dünya ulusu”nu; tüm ulusal ve sınıfsal ayrımların ortadan kalktığı –ki bunun koşulu sömürü ilişkilerinin tümüyle ortadan kaldırılmasıdır– bir dünyanın kurulmasını hedefler. Sonal hedefi bu olan bir mücadelede baskı ve ayrımcılığın reddi, ulusların tam hak eşitliğinin tanınması ve sağlanması için uğraşı gerekli olmakla kalmaz, zorunluluk da gösterir. Ezen-ezilen ulus ilişkilerine son verilmesi, herhangi ezilen ulusun nasıl yaşayacağına; örneğin temel hakları tanınmak kaydıyla bulunduğu devlet sınırları içinde mi yoksa bağımsız devletini kurarak mı yaşayacağına hiçbir dış baskı ve engel olmaksızın kendi iradesiyle karar vermesi, her ezilen ulusun hakkı olmalıdır. Bunun “ulus devlet”in ya da “Demokratik Modernite” yazarlarının kullandıkları tanımla söylenirse “devlet-ulusu”nun mutlaklaştırılmasıyla en küçük bir ortak yanı yoktur. Marksizm alanından konuşulduğunda, Kürtlerin ulusal haklarına ancak ayrı bir devlet kurarak kavuşabileceklerinin ileri sürüldüğünü kimse kanıtlayamaz, ama bunu öngören, şart gören Kürt çevrelerinin olduğu da bilinmektedir. Ulusların kaderlerini tayin hakkını ayrı ulusal devlet koşuluna bağlayan Marksist yoktur, ama istedikleri ve iradelerini o yönde belirledikleri zaman, Kürtlerin ayrı devlet kurarak geleceklerini belirleme hakkına sahip oldukları ve bunun bir hak olarak kullanılmak istenmesine karşı yöneltilmiş her tür saldırıya göğüs gerilmesi ve bu saldırıların püskürtülmesi için mücadele verilmesi gerektiğini söyleyenler, her türden şoven gericiliğe karşı bunun mücadelesini yürütenler, evet, yine Marksist devrimcilerdir.
Belirtildi, ama bir kez daha tekrarlayalım: Marksizmin dünya emekçileri ve ezilen halklarına önerdiği, sömürü ve baskıdan kurtuluşları için zorunluluk olduğunu ileri sürdüğü tutum, ulusal değil, hiçbir burjuva ulusçu sınıra takılmayan enternasyonal devrimci tutumdur. “Ulus devlet”, burjuvazi eliyle kapitalizm koşullarında gündeme gelen, ancak feodal ve köleci toplumlara göre daha ileriden gerçekleşen ve bünyesinde emek gücü sömürüsüne ve uzlaşmaz sınıf karşıtlığına dayanan modern kapitalist üretim ilişkilerinin seyrettiği bir “yapılanma”dır. Marx’ın tüm teorisi, kapitalist uluslararasılaşmaya işaret ederek, burjuvazi ve işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri içinde uluslararası sınıflar olarak şekillendiklerini ve birbirleriyle mücadelelerinin kaçınılamaz şekilde bizatihi kapitalizm tarafından yaratıldığını ortaya koyar, buradan hareketle bu mücadelenin önünde sonunda proletaryanın devlet olmasına götüreceğini ve bu devlet aracıyla gerçekleştireceği sosyalist inşayı sınıf düşmanının saldırılarına karşı koruyarak, onun gereksizleşeceği bir toplumsal düzene, sınırların kalkacağı, sınıfsız, barışçıl bir dünyaya doğru yol alacağını açıklar. Bu teoride “ulusal devlet”ten sosyalizm bakımından söz edilmemiş olmakla birlikte, bunun mücadele sürecinde, örneğin Sovyetler Birliği’nde ortaya çıkan türden serbest cumhuriyetlerin demokratik özgür birliği olarak gerçekleşmiş olması ancak geçicilik gösterir ve proletaryanın enternasyonal hedefleri açısından aşılması gerekli bir tür ara alt aşamaya işaret eder. Uluslar sorunu açısından dile getirilen ve ezilen ulusların isterlerse kendi devletlerini kurma haklarının savunusunu esas alan teorik yaklaşımda da, bu tür devletlerin varlığı ne kalıcılık işlevli olarak savunulmuştur, ne de onların burjuvazinin devleti olarak gerçekleşmeleri durumunda, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin hedefinde olmaları gerekli ve zorunlu olmaktan çıkarılmıştır.
Kapitalist sömürü ilişkilerini tasfiye etmek üzere, işçi ve emekçilerin demokratik-özgür iradelerinin ürünü olarak şekillenecek işçi sınıfı devletine dair söylenenlere ise, ancak kapitalizmi ve onun burjuva sınıf devletini koruma kaygısı taşıyanlar karşı çıkabilir. Nitekim tüm liberal ve gerici sermaye kalemşorlarının durmaksızın yaptıklarının bu olduğunu, görüşlerine burada değindiğimiz arkadaşlar da herhalde biliyorlardır. Kapitalist emperyalizm koşullarında, işçi sınıfı, üretim araçlarının kapitalist mülk edinilmesine ve burjuva devletine karşı mücadelesinde, bu mücadeleyi bir ya da birden fazla ülkede zaferle sonuçlandırdığında da hâlâ burjuva kapitalist kuşatma altında olacağından, bu kuşatmaya karşı ve sınıf düşmanının direncini kırmak üzere, örgütlü güçleri ve kurumlarıyla –bu mücadeleye doğrudan doğruya emekçilerin elinde olan devlet en önde katılacaktır– bir savaş yürütmek zorundadır. İşçi sınıfını kendi devletini kurmaya zorunlu kılan, bu ihtiyaç ve zorunluluktur. Sovyet deneyinden çıkarılacak sonuç, kapitalizm koşullarında iktidar olmuş işçilerin kendi devletleri olmaksızın da komünizme yol alabilecekleri değil, aksine bu direnişin doğrudan doğruya halk güçlerine dayanmasıyla eski burjuva topluma ait devletten farklı olan bir yeni proletarya devletine gereksinim olduğudur. İşçi sınıfı, bu devlet aracıyla sınıf düşmanına ve onun sömürü sistemine karşı mücadele yürütmeksizin asla sömürülmekten ve toplumsal ‘adaletsizlik’, baskı, eşitsizlikler ile onlara temel oluşturan ilişki biçimlerinden tümüyle ve kesin olarak kurtulamaz.
Burada söylenenlerden de anlaşılacağı üzere, “Demokratik Modernite” dergisi yazarlarınca, ulusal sorunun tarihsel konuluşu ve çözümüne ilişkin Marksist teori ve pratiğe yöneltilen “eleştiri”lerde dile getirilen görüşler hemen tümüyle liberal burjuva teorisyenleri ve politikacılarının sosyalizme karşı on yıllardır sürdürdükleri propaganda “malzemesi” üzerinden oluşturulmuşlardır. Sovyetler Birliği’nin içerdeki ve dışarıdaki kapitalistlerin, burjuvazi ve emperyalizmin uluslararası saldırılarıyla yenilgiye uğratılıp dağılmasının sağlanmış olması –bu tüm ezilenlerin ortak kaybı olmuştur–, ‘yıkım’ın etkilerini taşıyan bu türden “yıkıcı” teori ve tezlerin geliştirilmesinin en önemli dayanaklarından biri olmuş; bu tür teori ve suçlamaların somut-pratik “kanıtı” olarak kullanılmıştır. “Demokratik Modernite” yazarları, bu kullanılmaktan eskimiş suçlamaları yinelemekten öte bir şey söylemiş değiller.
Dergi yazarlarının bir diğer suçlaması, burjuvazi ve kapitalist toplumsal gelişme sürecinin “tarih içindeki rolü ve yeri” üzerinden ve burjuvazinin gerici sınıf karakteri gerekçesine bağlanarak getirilmiştir. Bu suçlamanın en belirgin özelliği, ilerici-gerici ilişkisi ve niteliğine “zihin”den ya da salt siyasal alandan bakılarak yaklaşılmasıdır. Bu bakış açısı, toplumsal yaşama ve ilişkilere yaklaşım ile doğrudan bağlıdır ve sorunludur.
Herhangi bir sınıfın, sınıfların, toplulukların ve bireylerin; siyasal parti ve grupların tarih sahnesinde oynadıkları rol ile izledikleri çizginin ilerici ya da gerici olmasını belirleyen ilk kıstas, bu rol ve çizgileriyle, insanın tarih içinde aldığı yolda nasıl bir etkide bulunduklarıdır. Bu rol, örneğin üretici güçlerin gelişmesinde dönemsel ya da çağsal ilerletici bir rol olmuş mudur; insanın doğayla ilişkisinde, doğa güçlerinin dizginlenmesi yolunda yararlar sağlamış mıdır? Buna bakılmadan, tarihsel gelişme süreçlerinin niteliği ve çeşitli sınıf, topluluk ve kesimlerin bu süreçlerde oynadıkları rolün karakteri doğru şekilde belirlenemez! Burjuvazinin feodal despotizme karşı hem üretici güçlerin gelişmesinde gördüğü işlev, hem de “eşitlik, özgürlük” istemiyle ilerici rolünden söz edilmiş olmasını, Marx ve eserine karşı, Marksizmin toplum ve doğa yasalarına materyalist diyalektik bakış yöntemine karşı saldırı malzemesi edinebileceklerini sananlar, insanın ilkel kölelik ve yabanıl dönem koşullarından bugüne aldığı yolu, yalnızca baskı, sömürü, katliam ve tahribat özellikleriyle gerçekleşmiş gören ve gösterenlerdir.
Marx’ın kapitalizmi ve burjuvaziyi “ilerici” saydığı, İngiltere’nin Hindistan’ı işgal etmesini olumladığı, işçi sınıfı devletini savunarak devlet alanında kaldığı şeklinde, birer ikişer cümleyle de olsa ortaya atılıp geçilen iddiaların hiçbirinin iller-tutar bir yanı yoktur. Bir sınıfın ya da hareketin ilericiliği-gericiliği, temsil ettiği ve sistemleştirdiği üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişiminde nasıl bir işlev gördüğünden bağımsız olarak anlaşılıp belirlenemez. Burjuvazi ve kapitalist üretim ilişkileri, feodal kapalı ve toprağa bağımlı, ortaçağın köleleştirici ilişki ve değerlerini reddettiği ölçüde ilerici bir rol oynamıştır. Ne var ki kapitalizm, sömürüye dayanan bir sistem olmasıyla gericiliği daha baştan da temsil etmiş, kâr amaçlı kapitalist üretim, üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetine dayanmasıyla üretici güçlerin serbestçe gelişmesinin önüne barikat çeker hale gelmiş; burjuvazinin, temsil ettiği, gelişip hakim olmasında rol aldığı sömürüye dayalı üretim ilişkilerinin üretici güçlerin gelişmesine set çeker hale gelmesi ve kendisinin de işçi ve emekçilere karşı baskı ve sınıf sömürüsünün temsilcisi olması nedeniyle sahip olduğu gerici karakteri, tekellerle birlikte daha da yoğunlaşmıştır.
Demokratik Modernite yazarları arkadaşlarımızın, sanki işçi sınıfını savunuyor ve onun adına kendileri konuşuyorlarmış gibi, Marx’ı ve Marksizmi, burjuvazinin gericiliğini öne sürüp, en olmadık biçimde ve tersten suçlama yoluna giderek, bir Marksist olarak bizi, burjuvazinin koşullu ilericiliği üzerine yazmak durumunda bırakmaları ilginç bir durum oluşturmakla birlikte, ortaya konulan görüşlerin Marx ve Marksizme yöneltilmiş haksız suçlamalar olarak düzeltilmeleri gerekmektedir.
Burjuvazinin ilericiliği, feodal despotluğa ve kapalı ekonomik yapıya, onun kimi durumda doğrudan senyöre kimi durumdaysa köy komünleri/miri düzen aracılığıyla insanı kişiye ve toprağa bağımlı ve otoriteye kölece tabi kılan; bu nitelikleriyle üretici güçlerin gelişmesinin; öyleyse insanın daha gelişkin koşullarda daha uygarca yaşamasının olanakları açısından değerlendirilmemek, onun işçi sınıfı ve emekçiler karşısında gerici, karşı devrimci bir sınıf olması gerçeğinden hareketle, tarihte oynadığı rolü tek yanlı ele almak, tarihi eksik, yanlış ve iradi tercihlere göre yorumlamak olur ki, bu öznel idealist bir anlayışa tekabül eder. Burjuvazinin feodal beyler ve imparatorluklar karşısında, onların sistemi içinde ortaya çıkmış bir sınıf olarak oynadığı rol tarihsel bakımdan ilerici olurken, işçi sınıfı ve emekçiler ve üretim araçlarının kolektif mülkiyeti karşısında rolü gerici, karşı devrimcidir. Kapitalist üretimin kâr amaçlı olması ve emekgücünü, ölmeyecek kadar tüketmesine ancak yetecek bir ücret karışılığında sömürerek sermayesini ve servetini artıran burjuvazinin, işçinin ürettiği ürünlerin ve bu üretimi gerçekleştirdiği araçların mülkiyetine sahip olması nedeniyle onu kendi emeğine yabancılaştırması, onu ‘dışsal’ duruma getirmesi, hatta kendi emeğinin kölesi durumuna düşürmesinin tüm diğer alanlardaki yoksunluk ve yabancılaşmanın maddi gerçek temeli ve nedeni olduğuysa, Marksist teoriyle az-çok tanışık herkesin kolayca bilebileceği bir şeydir ve aynı nedenle de, Marx’ın “demediği” bir “politik yabancılaşma”dan söz edip sözüm ona katkıda bulunmuş olmak, yalnızca abesle iştigal olacaktır. İşçi sınıfının kendi devletini kurması ve bu devlet aracıyla tüm sınıfların ve sömürü ilişkilerinin son bulması mücadelesini vererek, sonuçta o devletin de sönüp gideceği koşulları oluşturmasını burjuva devletiyle “aynı platformda kalma” olarak göstermek ise, ya burjuva liberal ideolojinin akarına kapılmak ya da sorunu anlamamak kaynaklı olabilir. Kimse el değirmeni ile içten yanmalı motor ve buharlı makinenin toplum yaşamında gördükleri işlevi aynılaştıramaz. Buna cüret edenin ilericiliğinden dahi söz edilemez.
Kapitalizm koşullarında doğanın korunumu ile kapitalist kâr için her yol ve aracı mubah gören kapitalist anlayış çelişki halindedir. Kapitalizm kâr amaçlı üretim sistemi olarak insan yaşamı ve doğanın tahribi/yıkımından kaçınmaz. İnsanal eşitlik fikrinin tarihsel süreçlerden bağımsız olmadığı, ilk ilkel ve göreli eşitlik fikrinden “toplum içinde hak eşitliği”ne binlerce yıllık bir değişim ve mücadelenin gerektiği, üzerinden bir hamlede atlanamayacak tarihsel gerçeklerdendir. Burjuva ilericiliği ve özgürlükçülüğü de, kölecilik ve feodalizmin insan ilişkileri, sahip ve beye köle bağımlılığının anlamı göz önünde tutulmadığında kuşkusuz ki anlamlı olamayacak, burjuvazinin modern eşitlik isteminin temsilcisi olarak ortaya çıkması, bu aynı nedenle de işçi ve emekçilerin desteğini görmesi, önemsiz ve anlamsız görülecektir.
İnsanın ilkel “özgürlüğü”, doğa ve doğal güçlerin esiri olduğu, onların bilgisinden uzak yarı hayvanca bir yaşama mahkum olma özgürlüğüydü. Bu bakımdan insanlaşma, denebilir ki, sürtünmeyle ateşin bulunması ve böylece insanın ilk kez “doğanın bir gücü üzerinde egemenlik kurma” ile hayvanlar dünyasından ayrılmasıyla başlamıştır. Ve insanın “evrensel özgürleştirici etkinlik” yolunda diğer bir önemli buluşu olarak buharlı makinenin devreye girmesi ve ısının mekanik harekete dönüştürülmesiyle doğa güçleri karşısında daha ileri hamlelere imza attığı gerçeği “unutularak”(!), daha ileriye, “her şeyin insan için” olmasına doğru yürünemez. Çünkü gerçek insan özgürlüğü için her ne kadar sömürünün ve proletaryanın kendisi dahil tüm sınıfların ortadan kalkması bir gereklilik oluşturuyor ise, doğanın ve toplumsal yaşamın yasalarının bilgisine ulaşmamış insanın, bunu gerçekleştirmesinin imkansız olduğu da bir o kadar doğrudur. İnsanın tam kurtuluşuna kadar uygarlık yolundaki her ilerlemenin aynı zamanda eşitsizlik ve baskı koşullarında ilerleme olduğu; eşitsizliği ağırlaştırıcı araç ve yöntemlerin geliştirilmesi anlamına da geldiği gerçeğine karşın, tarihin günümüze kadarki gelişmesinin, yalnızca geçmiş dönemlerin içerdiği sınıf sömürüsü, kölelik, despotizm, kıyım ve savaş vb. nedeniyle görmezden gelinmesi ya da “küçümsenmesi”, insanal geleceğin ‘inşaası’nda kesin reddiyenin geliştirilebileceği temelin önünü “dogmatik” olanları başta olmak üzere çeşitli engellerle kapamaktan başka bir yere götürmeyecektir. Toplumsal insani ihtiyaçların karşılanmasını esas alan, üretim araçlarının kolektif mülkiyetine dayanan sosyalist üretim sisteminde, doğanın, insan ve canlı yaşamının yararı gözetilerek ve üretim teknikleri doğasal tahribata yol açmayacak şekilde belirlenecek, ancak doğa güçlerinin insan için en yararlı kullanımını da hedefleyen bilimsel yöntemler uygulanacaktır.
Marksizm hiç kuşkusuz bir “ebedi hakikatler” teorisi değildir, ama toplum ve doğa olaylarının bilimsel ve akla uygun irdelenmesinin diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemidir. Donmuş kalıpları bulunan ve kendilerini “değişmez ve geliştirilemez” gösteren teorilerin Marksist materyalizm ile bir ilişkisi olmadığı gibi, o aksine bu tür anlayışları mahkum eder. Çünkü Marksizm, Marx’tan bu yana, doğa ve toplum olaylarının bilimsel araştırma yoluyla bilincine varmanın ussal yöntemini gösteren bir teori olmuştur. Diri ve gelişmeye açık olmasının “sırrı” da buradadır. Marx sınıf mücadelesini keşfetmemiş, ilkel dönemi hariç, tüm toplum tarihinin sınıf mücadeleleri tarihi olarak yaşanması gerçeğini göz önünde tutarak, sınıf farklılıkları, çelişkileri ve sömürünün ortadan kaldırılmasının kaçınılmazlığı sonucunu, bizatihi toplum alanından, toplumların tarihini analiz edip gelişmenin yasalarını açıklığa kavuşturarak çıkarmış; üretim ilişkileriyle üretici güçler ilişkisini irdeleyerek, kapitalizmin yok oluşundan kaçınamayacağını ve onun üretmeksizin kendini sürdüremez olduğu işçi sınıfının devrimci eylemiyle tarih sahnesinden kaldırılacağını ortaya koymuştur. Buna karşın, Marx ve kuramını suçlayarak, onun bilimsel analiz yöntemi ve teorisini “aştık”larını söyleyenlerin hiçbiri, onun bilimsel diyalektik ve tarihsel materyalist yöntemini yanlışlayabilecek bir gerçek hamleyi başaramamış, yalnızca “zeka ürünü” suçlamalarla yetinmek zorunda kalmışlardır.