Dış politikada bugüne nasıl gelindi? AKP nereye koşuyor? – 2

Bir önceki yazımızda, Türkiye’nin dış politikasının geçirdiği serüveni ana hatlarıyla hatırlatıp, sermaye ve AKP hükümetinin bugünkü dış politikasının belli başlı yönleri üzerinde durmuştuk. Özellikle Suriye ile yaşanan ilişkiler çerçevesinde gelinen son duruma değinerek, önümüzdeki dönem hükümetin dış politika alanındaki politik yaklaşım ve taktiklerinin yaşadığı çöküş ve tıkanmadan çıkıp yeni bir toparlanma sürecine girip giremeyeceğini sormuştuk.
Bu yazımızda da egemen burjuva güçlerin ve hükümetin dış politikasının belli başlı yönleriyle sorgulanmasını ve Türkiye’nin sürüklendiği çıkmazı değerlendirmeyi sürdürüyoruz.

“STRATEJİK DERİNLİK”İN ALTINDAN ÇIKAN GERÇEK
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik – Türkiye’nin Uluslararası Konumu” isimli kitabı ilk kez 2001 yılında yayınlandı. Davutoğlu, kitabın yayınlanmasından kısa bir süre sonra dönemin başbakanı Abdullah Gül’ün, ardından da 2009 yılına kadar Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Dış Politika Baş Danışmanı olarak görev yaptı. 2009 yılında AKP hükümetinin parlamento dışından kabinede görev alan ilk ve tek bakanı olan Davutoğlu, Haziran 2011 seçimlerinde milletvekili oldu ve oluşturulan yeni kabinede Dışişleri Bakanı olarak görev aldı. Bugün de görevine devam ediyor.
Yaklaşık on yılı kapsayan bu dönem içerisinde Davutoğlu’nun kitabı ve öne sürdüğü tezler esas olarak 2007 yılından sonra öne çıktı ve tartışma yarattı. Yazımızın ilk bölümünde kısaca değindiğimiz, 2007 yılında, önce MİT Müsteşarı Emre Taner’in açıkladığı 80. Yıl Raporu, arkasından da ABD Başkanı Bush ile Başbakan Erdoğan’ın Washington’da yaptığı görüşmenin sonuçları, Davutoğlu’nun ortaya koyduğu dış politika çerçevesinin bir parçası olarak değerlendirilmeye başlandı.
Davutoğlu’nun “stratejik derinliği”nde ortaya konulan yaklaşımın “dış politikaya özgün, bağımsız, kapsamlı, aktif-dinamik ve yeni bir bakış getirdiği” propagandası o günden beri, hükümet ve egemen burjuvazi cephesinden yoğun olarak sürdürülüyor. Ancak yakın tarihe kısaca bir göz attığımızda, “stratejik derinlik”in ortaya çıkışı ile ABD’nin Türkiye’ye önerdiği dış politika yaklaşımı arasında fazlasıyla çarpıcı bir örtüşme ortaya çıkmaktadır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, aradan geçen yaklaşık on yıl sonra, bu gerçeği kendi ağzından itiraf edecektir. Bu örtüşme, AKP hükümeti ve egemen sınıfların izlediği dış politikanın içerdiği “stratejik derinlik”in ne kadar “özgün, bağımsız, kapsamlı, aktif-dinamik ve yeni” olduğunu göstermesi açısından üzerinde durmaya değerdir.
90’lı yılların sonu ve 2000’li yılların hemen başında ABD’nin tanınmış stratejistleri, bölge uzmanları ve ister Demokrat ister Cumhuriyetçi olsun eski-yeni Başkan ve dışişleri bakanları Türkiye’nin bölgedeki rolü üzerine yeni ve kapsamlı diyebileceğimiz tartışma ve değerlendirmeler yapıyorlardı. ABD’nin bölge uzmanları olarak Türkiye basınında sık sık boy gösteren, kitapları hemen Türkçeye çevrilen CIA stratejisti Graham E. Fuller ve George Friedman, yapılan tartışma ve değerlendirmelerin en çok öne çıkan iki ismi durumundaydı. Bu şahıslar, her vesile ile dünyada ve bölgede yaşanan gelişmeler üzerinden Türkiye’nin bölgede üstlenmesi gereken rol ve yapması gerekenler konusunda analizler yapıyordu. Türkiye’de konferanslar düzenleniyor, basın toplantıları ve röportajlar yapılıyor ve sürekli Türkiye’nin dünya ve bölgenin yeni koşullarında ne kadar önemli olduğu vurgulanıyordu.
Özet olarak söyledikleri, “Türkiye yüzünü batıya değil doğuya dönmelidir. Türkiye’nin geleceği doğudadır. Türkiye tarihsel, kültürel köklerini, jeopolitik ve jeostratejik konumuyla birleştirirse, bölgede hızla yükselen bir ekonomi, bölgesel bir güç, lider ve model ülke olabilir. Koşullar bunun için her zamankinden daha büyük olanaklar sunmakta ve bu olanaklar her geçen gün artmaktadır.”
Bu yaklaşım, sadece adı geçen şahıslar tarafından değil, aynı zamanda dönemin ABD Başkan ve dışişleri yetkilileri tarafından da her fırsatta dile getiriliyordu. Bu kapsamda biraz uzun da olsa, hatırlanması ve önemi açısından dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’un ‘99 yılı sonunda düzenlediği Türkiye ziyareti sırasında TBMM’de yaptığı konuşmanın ana bölümlerini aktarmakta yarar var.

1999’DA BİLL CLİNTON…

“Amerika’nın dayanışma hislerini iletmeye geldim. Ulusal bir trajedi sırasında, ortaklığımızın ve stratejimizin önemini belirtmek için geldim. Uzun süreden beri dostuz.
“1863 yılında, Amerika Birleşik Devletleri dışındaki ilk Amerikan koleji -Robert Kolej- kapılarını Türkiye’nin gençlerine açtı; Boğaziçi kenarında bulunmasına izin verilen tek yabancı enstitü idi. Bunun kesin sebebi, Amerika’nın, Türk egemenliğine hiçbir zaman tecavüz etmemiş olmasıydı. Başlangıcını ülkelerimize borçlu olan bu okuldan Sayın Ecevit’in mezun olmuş bulunmasından gurur duyuyorum.
“Bu yüzyılın başlarında, Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük kurucusu Kemal Atatürk, Amerika’nın hayallerini, cesur reformlarıyla yakaladı; kendisine, İkinci George Washington adı verilmişti, Time Mecmuası’nın kapağında yer aldı, Kongre üyelerimizle yazışmalarda bulundu ve biz de, sefaretimizi, buraya, Ankara’ya, Anadolu’nun kalbindeki bu şehre taşıdık. 1927’de, altı gün süren konuşmasında, bu Meclis önünde, Atatürk, Türkiye’nin dünya ülkeleriyle olan ilişkilerini değerlendirirken, bence, Amerika’ya bir kompliman yaptı ve ‘diğerlerine nazaran, Amerika Birleşik Devletleri, daha kabul edilir bir ülkedir’ dedi.
“…
“… Türkiye ile ilişkilerimizi gözden geçirmek isterim. Soğuk savaşın başlangıcında, Başkan Truman, Türkiye’nin bütünlüğünü korumak için, Amerika’nın kaynaklarını seferber edeceğini ilan etti. Truman doktrini, ilişkimizi kaynaştırdı ve Amerika’nın soğuk savaş sonrası ilişkilerinin temelini oluşturdu. 50 yılı aşkın bir süredir, müttefikliğimiz, zamanın karşısında kuvvetli durmuş ve Kore’den Kosova’ya kadar bütün imtihanları geçmiştir. Bütün Amerikalılar adına, yarım yüzyıllık dostluk, güven ve karşılıklı saygıdan dolayı, sizlere teşekkür ediyorum.
“Soğuk savaş sona erdikten sonra, mükemmel bir şeyi keşfettik. Basitçe, ilişkilerimizin, Sovyetler Birliği’yle karşı karşıya olduğumuz zamandaki kadar önemli olmadığını ve aslında, soğuk savaş sonrasında, ortaklığımızın çok daha önemli olduğunun farkına vardık. Birlikte, NATO’yu, 21.inci Yüzyılın taleplerine adapte ediyoruz; Balkanlar’da ve Ortadoğu’da barış için ortaklık yapıyoruz; tüm bölgeye yardımcı olacak yeni enerji kaynakları geliştiriyoruz. Geçen yılki ticaretimiz 6 milyar doların üzerindeydi; son beş yılda, ticaretimiz, yüzde 50’den fazla artmıştır.
“Eski Cumhurbaşkanınız Turgut Özal’ın vizyonu, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Başbakan Ecevit’in devam eden liderliği ve Türk insanının dinamizmi sayesinde, Türkiye, bölgesel büyümenin motoru haline gelmiştir.
“…
“… Bu Meclis, Türkiye’yi yeni yüzyıla götürmek için, hali hazırda cesur adımlar atmıştır. Amerikan basınının bunu iyi dinlemesini istiyorum: Haziran ve Eylül ayları arasında, bu Meclis, olağanüstü 69 yeni kanun geçirdi –bunu, eve dönünce, bizim Kongremize de anlatacağım. Ama şunu da anlıyorum; sadece sayısı değil, önemli olan, bu kanunların kalitesidir. Sosyal güvenlik konusunda dönüm noktasında olacak bir yasa, Uluslararası Tahkim Kanunu, bankacılık reformu; bu kanunlar cesaret ve vizyon gerektirmiştir.
“…
“… Yeni binyılın başlangıcında, farklı geçmişlerden, bugün kutladığımız, birbirimize yaklaşmaya giden yolculuğumuza yansıyacak ender bir şans doğmuştur. Yeni binyıla girerken ortaklığımızı daha da geliştirmeliyiz.
“…
“… 20.yy’ı anlamak için, Türkiye’nin tarihi bir anahtardır; ancak, ben inanıyorum ki, Türkiye’nin geleceği, önümüzdeki binyılın ilk yüz yılının şekillenmesinde de son derece önemli bir rol oynayacaktır. Bugün, birkaç dakika ayırarak, buna neden böyle inandığımı anlatmak istiyorum.
“İnsanlar, harita çizebilmeye başladıklarından bu yana, Türkiye’nin coğrafyasının sabit gerçeklerine dikkat çekmişlerdir ki, Anadolu, kıtalar arasında bir köprüdür…
“…
“… Türkiye’nin Doğu ile Batı’yı birleştirebilmesindeki başarısı, bu coğrafyayı göz önüne alınca, daha da önem kazanmaktadır.
“Yaklaşık, tümü, demokrasi ve barışa aktif düşmanlık içerisinde olan veya demokrasi ve barışı sağlayabilmek için büyük engellerle mücadele eden komşular tarafından etrafınız kuşatılmıştır. Güneydoğuda İran, kapalı ve açık bir toplum savunucuları arasında olağanüstü tartışmalara şahit olurken, Irak, kendi halkına kendi baskı yapmaya, komşularını tehdide ve toplu imha silahları arayışına devam ediyor.
“Kuzey Irak’taki Çekiç Güç operasyonundaki desteğinizden dolayı size teşekkür ediyorum. Bu, Kuzey Irak’taki insanları korumamıza, Saddam’ın baskısını azaltmamıza ve cesurca karşılaştığınız 1991 yılındaki mülteci krizinin yeniden yaşanmasına mâni olmaktadır.
“Adil, detaylı bir barış kurabilmek için çok iyi bir imkân doğmuştur. Türkiye, İsrail ve Arap ülkelerine bağlantılarından dolayı, barış için bir güçtür. Kuzeybatıdaki Balkanlarda son on senede yedi yeni demokrasi doğmuştur ve dört savaş yüz binlerce masum hayata mal olmuştur. NATO bünyesindeki Türk güçleri bu savaşların sona ermesine yardımcı olmuştur ve bu sayede, yüzyılın insan hakları ve insan itibarına olan güçlü bağlarını sergileyerek son bulmasını sağlamıştır. Bugün, kalıcı barış için el ele çalışıyoruz; sadece etnik temizliği ortadan kaldırmaya değil, Balkanlara huzur ve refah getirmeye çalışıyoruz.
“Doğuda Sovyetler İmparatorluğunun harabelerinden 12 tane bağımsız devlet ortaya çıktı. Dünyada, şu anda, özellikle onların sağlam ve demokratik toplumlar haline gelmelerine yardım etmekten daha büyük bir görev yoktur. Bu görevde, aynı şekilde, Türkiye, özellikle aynı dil, tarih ve kültürü taşıyan devletlere ulaşmakta hep önder olmuştur; fakat hâlâ yapılacak çok şey var. Rusya’nın önemli demokratik devrimini tamamlamasına yardımcı olmalıyız. Rusya’ya, terörizmle verdiği savaşın doğru olduğunu; fakat sivillere karşı kaba kuvvet kullanmanın yanlış olduğunu, bunun, Rusya’nın çözmeye çalıştığı sorunları daha da ciddî hale getireceğini anlatmalıyız.
“Dağlık Karabağ’daki sorunların çözümü için uğraşmalıyız. Bölgenin enerji kaynaklarını, yeni kurulmuş bağımsız devletlerin kendi ayakları üzerinde durmalarını sağlayacak ve Türkiye ile Avrupa’nın büyümesine yardımcı olacak şekilde güvenlik altına almalıyız.
“…
“… Geriye baktığımızda ve gelecek nesillere baktığımızda iki değişik istikbal hayal etmek mümkün; fazla zorlanmadan, bir pesimist kişi karanlık bir gelecek görebilir: Barış yolları parçalanmış bir Ortadoğu, Saddam’ın kontrol altına alınmayan saldırganlığı, Orta Asya ve Kafkaslar’da yıkılmış demokrasiler, bölgede yayılan aşırı uçlaşma ve terörizm, Balkanlarda yükselen şiddet, Pakistan ve Hindistan’da önlenemeyen bir nükleer gerginlik; ancak, bir de farklı bir vizyon var ki, bu da, güçlü bir Türkiye’yi gerektiren, dünyanın yol kesişiminde üç büyük inancın birleştiği, haklı rolünü oynayan Türkiye ile zenginliğin yükseldiği ve çatışmaların azaldığı bir gelecek; toleransın, inancın bir parçası olduğuna ve terörizmin saçma bir inanç olduğuna inanılan bir gelecek; insanların inançları doğrultusunda hareket edebileceği ve geçmişlerini ilan edebilecekleri, kadınların eşit saygı gördüğü, milletlerin geleneklerini korumak ve dünyadaki yaşama ayak uydurmak arasında ayrıcalık görmediği bir gelecek; farklılıklarımızı ve insanlığımızı koruyan, insan haklarına saygının arttığı bir gelecek ve özellikle, çoğunluğu Müslüman olan milletlerin, Müslüman olmayan milletlerle ortaklığının arttığı, insanların küçük ya da büyük ümitlerini yerine getirmek için beraber çalışılan bir gelecek.
“Ümit ediyorum ki, gelecekte bir Amerikan devlet başkanı Müslüman kültürü olan bir ulusa hitap ederken, birbirinden çok değişik üç ülke olan Endonezya, Nijerya, Fas’ın ilerlemelerinin hepimize eskimiş uygarlıkların çatışması sorununu unutmamızı sağladığını söyleyebilsin.
“…
“… Bütün bunlar doğrultusunda, bölgede ve dünyada milyarlarca insanın geleceği, bu odada 25 yıl boyunca alınacak kararlara bağlı. Bu insanların hepsinin, Türkiye’nin kendini güçlü, laik, geleneklerine saygılı, geçmişinden gurur duyan; ama Avrupa’nın da tam bir parçası olan bir ülke haline gelmesinden çıkarları var. Bu, çok çalışma, vizyon isteyen bir görev; ama zaten çoğunu yaptınız; Özal’ın reformları, bu Meclis’in kararları ve Türk insanının her gün binlerce yoldan enerji dolu ve sorumlu bir sivil toplum olma çabası.
“…
“…Amerika’nın, Avrupa’nın veya herhangi birinin sizin geleceğinize yön vermeye hakkı yoktur. Bu hakka sadece siz sahipsiniz. Demokrasi, bu demektir. Bu konular üzerinde durmamızın sebebi, bahsettiğim sebeplerden dolayı, Türkiye’nin başarısında derin bir çıkarımız olmasıdır. Biz kendimizi, sizin dostunuz olarak görüyoruz.
“…
“… Geleceği belirlemenin ikinci bir yolu da, Ege bölgesindeki gerginliği azaltmaktır. Bunun yapılabilmesi için, Türkiye ve Yunanistan’ın çok çalışması gerekmektedir. Bu zorlu ilişkideki derin tarihi, inanın bana, anlayabiliyorum; fakat insanlar, yeni ve daha iyi bir tarihin yaratabileceği imkânları görmeye başlıyorlar.
“…
“… Son olarak, beraber yaratmak istediğimiz gelecek için, Avrupa’daki yandaşlarımız tarafından öngörüye ihtiyacımız var; bölünmez, demokratik ve tarihte ilk kez barış içerisinde olan Avrupa vizyonumuzun Türkiye’yi kucaklamadan gerçekleşmeyeceği öngörüsü.
“Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Topluluğunun bir üyesi değildir; fakat ben, devamlı, Avrupa’nın bütünleşmesinin daha hızlı ve daha ileri gitmesini destekledim ve bu, Türkiye’yi de kapsar. Hâlâ Avrupa’ya dar bir görüşle bakanlar var. Onların Avrupa’ları, şu dağlarda veya şu su kütlesinde veya daha da kötüsü, insanların Tanrı’ya daha değişik şekilde ibadet etmeye başladıkları yerlerde bitebiliyor; fakat büyüyen ve ümit saçan bir topluluk, Avrupa’nın, bir yer olduğu kadar, bir fikir olduğunu da kabul ediyor. Bu fikir, insanların, farklılıktan –fikir, kültür ve inanç farklılığından– güç alabileceğidir.
“…
“… 10 yıl önce, bu ay, Berlin Duvarı yıkıldı; Avrupa’nın üzerinden bir perde kalktı. Bu yıldönümünü en iyi kutlamanın yolu, bu özgürlük hissini yeni nesle hissettirmektir. 1989 yılında, gözümüze ilişen birleşmeyi tamamlamanın en iyi yolu, tüm güneydoğu Avrupa’yı, Avrupa fikrine ve birliğine dâhil etmektir. Bu, Sırbistan’da demokrasi demektir; bu, Ege’de barış demektir; bu, Avrupa Birliği’ne tam olarak kabul edilen, başarılı ve demokratik bir Türkiye demektir.
“…
“… Önümüzde imtihan edilmemiş yeni bir yüzyıl bulunmaktadır; bu, büyük bir fırsattır. Bu odada başlayan ve halen yükselmekte olan demokratik devrimi derinleştirerek, Türkiye, vatandaşlarına iyi hizmet etmekten daha da fazlasını yapabilir. Sizin örneğinizle ve sizin çabanızla, Türkiye, dünyanın ilham kaynağı olabilir.” (Bill Clinton – 15 Kasım 1999 TBMM Konuşması. Meclis Arşivi – Simültane Çeviri Kayıtları)

KİTABIYLA DAVUTOĞLU…

Clinton’un bu konuşmasında söylediklerinin hemen ardından, Türkiye egemen burjuvazisi ve AKP hükümetince “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” hayalinin yerine geçmek üzere öne sürülen yeni hayalinin çerçevesini Davutoğlu’nun kaleminden aktarmakta yarar var. Çünkü Clinton’un konuşmasının hemen ardından Davutoğlu’nun satırlarını okuyunca, daha düne kadar “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Büyük Türk Dünyası” hayalini pompalayarak, her adımda ABD’nin kölesi olanlarla, onları “zamanın ruhunu anlamamakla ve gerçekçi olmamakla” eleştirip Yeni Osmanlıcı “yeni” hayaller kurup sonra da bunu allayıp pullayıp halka propaganda edenlerin nasıl dönüp dolaşıp ABD işbirlikçiliğine postu serdiğini açıkça görüyoruz. Davutoğlu “Stratejik Derinlik – Türkiye’nin Uluslararası Konumu” başlıklı kitabının “Türkiye’nin Jeopolitik Yapısının Yeniden Yorumlanması” alt başlıklı bölümünde şöyle diyor:
“Türkiye jeopolitik açıdan kara ve deniz güç merkezlerinin doğu-batı ve kuzey-güney doğrultusundaki hâkimiyet alanı mücadelelerinin ve geçiş bölgelerinin merkezi konumunda bulunmaktadır. Kuzey-güney doğrultusunda Avrasya merkez kara kütlesini sıcak denizlere ve Afrika’ya bağlayan iki önemli kara geçiş bölgesi (Balkanlar ve Kafkaslar) ve bir deniz geçiş bölgesi (Boğazlar) Türkiye’de kesişmekte ve bu bölgeleri jeoekonomik kaynak merkezleri olan Ortadoğu ve Hazar bölgesine bağlamaktadır. Doğu-batı doğrultusunda ise, Anadolu yarımadası, Avrasya ana kıtasını kuşatan stratejik yarımadalar kuşağının en önemli halkasıdır.
“…
“Bu coğrafi ve tarihi faktörlere rağmen, jeopolitiğin uluslararası önemi, onu kullanan diplomatik geleneğin birikim ve dehasına bağımlı olagelmiştir. Türkiye bu jeopolitik faktörü, Soğuk Savaş boyunca son derece statik bir çerçevede, çevre unsuru olmayı kabullendiği bir ittifak bloğu nezdinde itibarını ve pazarlık gücünü artıran bir koz olarak kullanmaya çalışmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet tehdidine karşı Batı Bloğunun güvenlik şemsiyesine ihtiyaç hisseden Türk hariciyesi, jeopolitik avantajlarını, bu güvenlik şemsiyesi mukabilinde önemli bir diplomatik değer olarak gündemde tutmaya gayret etmiştir. Özelde ABD’nin, genelde de NATO’nun bu güvenlik şemsiyesi ile ilgili vecibelerini göz ardı ettiği veya Türkiye’nin başka alanlardaki pazarlık gücünün zayıfladığı dönemlerde Türkiye’nin en önemli kozu olarak müzakere masasına konan jeopolitik konum, dünyaya açılım stratejisinin bir parametresi olmaktan çok, statükoyu müdafaa stratejisinin bir aracı olarak görülmüştür.
“Soğuk Savaş parametrelerinin yok olduğu yeni uluslararası çevre içinde Türkiye jeopolitiğinin rolü de yeniden yorumlanmak zorundadır. Öncelikle, bu rol, geçmişin statükoyu muhafaza stratejisi aşılarak değerlendirilmelidir. Küresel ve bölgesel dengelerin dinamik şekilde değiştiği bir dönemde, jeopolitiği statükoyu korumak için kullanmak, zamanla jeopolitik avantajların kullanılamaz hale gelmesine yol açar. Jeopolitik konum başlı başına bir değer değildir.
“Jeopolitik konum bu konuma uygun bir tarzda ortaya konan bir dış politika stratejisinin etkin aracı olması halinde değer kazanır. Bu anlamda, Türkiye jeopolitiğinin dış politika stratejisi içindeki yerini yeniden yorumlamak ve uluslararası çevre içinde yeni bir anlam kazandırmak zorundayız.
“Jeopolitik konum artık; sınırları müdafaa dürtüsünün yönlendirdiği bir statükoyu muhafaza stratejisinin aracı olarak görülmemelidir. Aksine, bu jeopolitik konum kademeli bir şekilde dünyaya açılmanın ve bölgesel etkinliği küresel etkinliğe dönüştürmenin bir aracı olarak görülmelidir. Sınırlara dayalı yerel etkinlikten kıtasal ve küresel etkinliğe yönelmenin öncelikli şartı, jeopolitiğin, uluslararası ekonomik, siyasi ve güvenlik ilişkilerinde dinamik bir çerçeve içinde kullanılmasına bağlıdır.
“Bu, dinamizmin yoğun temposu yerine statükoculuğun rahatını tercih eden bir dış politika geleneği, bırakın jeopolitiği küresel etkinliğe dönüştürmeyi, cari sınırları bile muhafaza edemeyecektir.
“Mesela Soğuk Savaş döneminde Türkiye’nin bütünlüğünü SSCB’nin sıcak denizlere inmesinin önünde bir engel olarak gören kimi müttefikler için bu jeopolitik konumun muhafazası önemli iken, aynı müttefikler, değişen şartlar içinde, bugün Ortadoğu’da Türkiye’nin su-petrol dengesine dayalı jeoekonomik etkinliğini kendi çıkarları için zararlı görüp, bu sınırların değişmesini veya uluslararası hukuk içinde görülmeyen fakat reel olarak kendini hissettiren yeni etki alanlarının oluşmasını isteyebilirler.
“Türkiye’nin gelecek yüzyıla yönelik dış politika stratejisi, güç merkezleri ile ilişkilerin alternatifli tarzda yeniden düzenlenmesi ve uzun dönemli kültürel, ekonomik ve siyasi bağların sağlamlaştırıldığı bir hinterlant oluşturulması şeklinde özetlenebilir.
“Bu açıdan bakıldığında, Türkiye, bu dış politika stratejisini, ileride uluslararası çevreye kademeli bir tarzda açılabilmek için kullanabileceği üç önemli jeopolitik etki alanı içinde taktik önceliklere dayandırmak zarureti ile karşı karşıyadır:
“1. Yakın kara havzası: Balkanlar – Ortadoğu – Kafkaslar
“2. Yakın deniz havzası: Karadeniz – Adriyatik – Doğu Akdeniz – Kızıldeniz – Körfez – Hazar Denizi
“3. Yakın kıta havzası: Avrupa – Kuzey Afrika – Güney Asya – Orta ve Doğu Asya.
“İç içe geçen dairevi kuşaklardan oluşan bu havzalar, Türkiye’nin bölgesel etki alanlarının (hinterlant) kademeli bir tarzda genişletilerek, uluslararası küresel konumunun güçlendirilmesi hedefine yönelik dış politika stratejisinin jeopolitik temelidir. Türkiye, ancak bu jeopolitik kuşaklar arasındaki geçişkenliği ve karşılıklı bağımlılığı iyi değerlendirebilen ve bunu iç siyasi kültür ile bütünleştirebilen bir yenilenme içine girerse, uluslararası sistemin edilgen çevre unsuru olmak konumundan kurtulabilir. Aksi takdirde, bugünkü siyasi elit ülke jeopolitiğini başka siyasi güç merkezlerinin stratejik düzenlemelerinin taktik faktörü olarak görmeye devam ederse, hem bu jeopolitik kuşaklar üzerindeki itibarını kaybedecek, hem de kendi iç bütünlüğünü koruyamayan bir statükoya bağımlı olacaktır.”
ABD Başkanı’nın yaklaşık 12 yıl önce TBMM kürsüsünden söyledikleri, George Friedman ve Graham E. Fuller’in açıklamalarından aktardığımız özet, egemen Türkiye burjuvazisi, AKP hükümeti ve Davutoğlu’nun “stratejik derinliği” ile birlikte yan yana konduğunda, sanırız epeyce dikkat çekici olmaktadır.
Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik – Türkiye’nin Uluslar arası Konumu” başlıklı kitabının yazılış ve yayınlanışıyla ABD’li yetkilerinin, CIA stratejistlerinin açıklamaları, ne tesadüftür ki çok yakın tarihlere denk gelmektedir. Dahası bu dönem, Fethullah Gülen’in ABD ziyaretleri ve ardından uzun Pensilvanya ikametiyle de çakışmaktadır. Gülen’in “medeniyetler ittifakı, dinler arası buluşma” çalışmaları ve açıklamaları da bu dönemde öne çıkmaktadır. Elbette bütün bunlar bir tesadüf de olabilir. Ama bu neyi değiştirir ki?
Sonuçta, bütün bu “tesadüflerden” yıllar sonra, Davutoğlu’nun Mart 2009’da Dışişleri Bakanı olarak gittiği ABD’de yaptığı açıklamalar, tesadüf ya da değil, “stratejik derinlik”in geldiği noktayı özetlemeye yetecek niteliktedir.
Davutoğlu, bir hafta süren ziyareti boyunca ABD Başkanı Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı emekli orgeneral James Jones, Dışişleri Bakan Yardımcısı James Steinberg, özel Ortadoğu temsilcisi George Mitchell, İran-Güneybatı Asya ve Körfez özel temsilcisi Dennis Ross, Temsilciler Meclisi Dışişleri Komitesi Başkanı Howard Berman ve daha birçok yetkiliyle yaptığı görüşmelerin içeriğini birkaç cümleyle şöyle özetliyordu:
“Hemen hemen bütün konularda tutumlarımızın örtüştüğü intibaını edindik. Türkiye’nin Orta Doğu, Kafkaslar ve Afganistan’daki dış politika aktivitesi, muhataplarımızca takdirle karşılandı.”
Davutoğlu, aynı açıklamasında, eski Başkan Bush döneminde ABD ile bazı fikir ayrılıklarının bulunduğunu; bunun bir örneğinin Suriye konusunda yaşandığını vurguluyor, yeni Başkan Obama yönetimiyle ise, Türkiye’nin politikalarının hemen hemen tamamen paralellik taşıdığını vurguluyordu. Davutoğlu’nun açıklamalarında “hemen hemen” kısmına neden olan Suriye politikasında gelinen nokta ise, daha da çarpıcıdır. Çünkü Türkiye-Suriye ilişkilerinde gelinen yer ve bugün yapılanlar, Bush dönemindeki bazı fikir ayrılıklarını da ortadan kaldırmış ve Suriye’ye saldırganlık konusunda Bush’tan da ileri gidilmiştir. İşi biraz daha zamana yayma, derinden ve kontrollü gitme uyarısı bu kez ABD’den gelmektedir.
İşin bu boyutuna daha sonra değinmek üzere nokta koyalım ve şimdilik bütün bunların, egemen burjuvazi ve AKP hükümeti cephesinden sürekli gündemde tutulan “dış politikaya özgün, bağımsız, kapsamlı, aktif-dinamik ve yeni bir bakış getirme” propagandasının temelsizliğine ya da gerçek temeline işaret ettiğini vurgulamakla yetinelim.

AKTİF DIŞ POLİTİKA: ABD’NİN AKTİF İŞBİRLİKÇİLİĞİ

Açıktır ki, egemen burjuvazi ve AKP hükümetinin Türkiye’nin “bölgesel güç” ve “lider ülke” olmak iddiasıyla sürdürdüğü aktif dış politika, dönüp dolanıp, ABD’nin aktif işbirlikçiliğine çıkmaktadır. Hatta ’90’lı yılların sonunda ve 2000’li yıllarında başında Türkiye üzerine ABD’de yapılan tartışma ve değerlendirmeler hatırlandığında, “birileri yazmış, bunlar da oynuyor” dedirtecek kadar manidar bir tablo çıkmaktadır karşımıza.
Şüphesiz olup bitenler bu kadar basit ve düz bir çizgide yaşanıp ilerlememektedir. Fakat dünden bugüne yaşananlara bakıp, yarına dair bir şeyler söyleyebiliriz ki, o da şudur: Türkiye egemenleri ve AKP hükümeti, izledikleri dış politika ile her geçen gün kurdukları ve halklara kurdurdukları hayallerden daha fazla uzaklaşmaktadır. ABD’nin bölgedeki aktif işbirlikçisi, Batı emperyalizminin bölgedeki vurucu gücü olma gerçeği ise, daha fazla belirginlik kazanmaktadır.
Hatırlanacaktır, bir zamanlar Turgut Özal için, “onun en büyük başarısı, ABD’nin çıkarlarını ABD’den önce görüp, Washington’un Türkiye’den beklentilerini Washington’dan önce sezip gereğini yapmaktı. Leb demeden leblebiyi anlardı” nazireleri yapılırdı. Başbakanı, Cumhurbaşkanı ve Dışişleri Bakanıyla AKP hükümeti, bu konuda Özal’a rahmet okutacak kadar başarı ve yetenek göstermektedir. Bu açıdan da Türkiye’nin dış politikasına “bağımsızlık, komşu ülkeler başta olmak üzere, bölge ve bütün dünya ülkeleriyle onurlu ve eşit ilişkilere dayalı bir uluslararası ilişki sürdürme, dünya barışına ve halkların kardeşliğine hizmet etme” konusunda herhangi bir yenilik getirmediler. Ama uluslararası tekellerin ve işbirlikçilerinin çıkarları doğrultusunda gece gündüz aktif ve dinamik bir çalışma sürdürme konusunda yeni bir çığır açtıklarına şüphe yok.
AKP hükümeti ve kurmayları sadece Türkiye açısından ABD işbirlikçiliğinde yeni bir çığır açmakla kalmadı. Aynı zamanda, başta Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslimin) olmak üzere, özellikle Arap-Sünni İslam örgütlenmelerinin ABD emperyalizmine hizmet etmesi için de özel bir görevi yerine getirdi, getirmeye de devam ediyor.
Yazımızın ilk bölümünde, 2007 yılının sonunda Washington’da yapılan Bush-Erdoğan görüşmesinin önemli gündemlerinden birisinin, “Türkiye’deki ABD karşıtlığının azaltılması için AKP hükümetinin ne yapmayı düşündüğü konusu” olduğunu söylemiştik. O günden bugüne, özellikle de Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasından bu yana geçen yıllar içerisinde, bu konunun sadece Türkiye halkları için, değil bütün bölge halkları için geçerli bir gündem olduğunu gösterir bir aktif dış politika izliyor hükümet.
Filistin ve Gazze konusunda izlenen çizgi, özelikle Son BM Genel Kurulu öncesi ve sonrasında İsrail hükümetine efelenip ABD’yi aklayan yaklaşım, bunun en dikkat çekici örneğini oluşturmuştur. Filistin’in bir devlet olarak tanınmasını veto edeceğini açıklayan ve Gazze’deki işgal ve katliamların koruyuculuğunu üstlenen esas emperyalist gücün ABD olduğunu bile bile, ona tek bir laf etmeyip, her fırsatta İsrail’in Netanyahu Hükümeti’ne çatmanın bir işlevi de bu değil midir?
Bahreyn, Yemen, Afganistan, Irak vb. Güney Asya ve Ortadoğu ülkeleri konusunda izlenen politikalar, Mısır, Tunus ve Libya başta olmak üzere Kuzey Afrika ülkelerine ilişkin yapılan müdahaleler, yine Suriye’yi karıştırmak ve açıktan bir iç savaş örgütlemek üzere atılan adımlar, bölgede ABD seviciliği için çalışmak değilse nedir? Gerek Başbakan ve Cumhurbaşkanı, gerekse Davutoğlu yaptıkları her açıklamada, Türkiye ve yabancı basındaki röportajlarında, uluslararası toplantılardaki konuşmalarında ABD’yi üzecek tek bir cümle kurmamaya neredeyse yemin etmişçesine bir özen göstermektedirler. Sürekli Türkiye-ABD ilişkilerini övmekte, bu ittifakın “bölgenin geleceğini anlayarak, bölge halklarının çıkarına kurulmuş tek gerçek ittifak” olduğunu içerde ve başta bölge olmak üzere dış gezilerde her fırsatta propaganda etmektedirler. ABD başta olmak üzere, Batılı emperyalist propaganda merkezlerinin Türkiye’yi Arap-İslam ülkelerine sürekli örnek-model göstermesine ses çıkarmayıp, hatta bununla övünüp, “bakın siz de bizim gibi yapın, o zaman her şey daha iyi olacak ve yolunda gidecek” diye propaganda yapmanın bir anlamı da bu değil midir?
Arap-İslam ülkelerinde yaşayan halklar arasında var olan anti-Amerikancılığı ve anti-emperyalizmi izole etmek için bu kadar canhıraş çalışan bir başka politik mihrak henüz ortada yoktur desek, sanırız abartmış olmayız. Tam da bu noktada, “bölgesel güç” ve “lider ülke” olma propagandasının arka planında dile getirilen 3. Kuşak Yeni Osmanlıcılığın ruhundaki gerçekçilik karşımıza, “ABD işbirlikçisi olmadan bir şey olunmaz” hafifliğiyle çıkmaktadır.
Bu durum, insanın aklına, Can Yücel’in, Yahya Kemal’in bir dörtlüğüne nazire yaptığı mısraları getirmektedir:
“Körfezdeki dalgın suya bir bak;
göreceksin
NATO’nun kablosu durmakta derinde!”
Biz de haddimiz olmayarak bir nazire yapalım her iki şaire.
“Körfezdeki stratejik derinliğe bir bak
göreceksin
ABD’nin kabloları durmakta dibinde!”

SURİYE’YE ÇARPAN, SURİYE’DEN AYAĞA KALKABİLİR Mİ?
Türkiye, dış politika alanında, AKP hükümetiyle birlikte sadece yeni “derin stratejik” hayaller ve “yeni iddialarla” değil, aynı zamanda yeni araç ve söylemler ve yeni bir taktik politikayla da tanıştı. “Komşularla sıfır sorun”, “kamu diplomasisini etkin kullanma”, “bölge ülkeleriyle ortak gelecek, ortak çıkarlar”, “ortak geleceği bölge devletleriyle ortak kurma”, “bölge barışını güvenceye alma”, “bölge ülkeleriyle barışçıl bir gelecek inşa etme” vb. taktik tutum ve söylemler bunların başında geliyordu. Bu söylemler, üstelik sadece içeride kullanılan propaganda amaçlı söylemler de değildi. Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanı olmasıyla birlikte, dışişleri bürokrasisi, sermaye örgütlerinin temsilcileri, başta yandaş medya kuruluşları olmak üzere, bir bütün olarak sermaye basını, Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi (TASAM) gibi hükümet ve Cumhurbaşkanlığı destekli “stratejik araştırma kuruluşları” vb. resmi ve gayri resmi bütün bir devlet ve sermaye güçleri adeta bir seferberlik-kampanya halinde bu politik-taktik anlayışla çalışmalara başladılar.
Davutoğlu’nun yukarıda aktardığımız jeopolitik taktik önceliklerinde yer alan bölgelerde, bazen günde birkaç ülkeyi birden ziyaret edecek bir tempoyla, ikili ilişkilerin askeri, ekonomik, ticari, kültürel çok yönlü bir çerçevede canlandırılması ve ilerletilmesi için aktif bir çaba içerisine girdiler. Bir yandan Türkiye’nin dış ticaret hacminde önemli artışlar yaşanırken, bir yandan da 5, 10, 15 yıllık ekonomik-ticari hedefler belirleniyor ve bu çerçevede anlaşmalar yapılıyordu. Mısır, İran, Suriye, Irak (Kürdistan Federe Yönetimi dâhil), Tunus, Libya başta olmak üzere, kısa, orta ve uzun vadeli birçok anlaşmalara imza atılıyor, ABD’den alınmış açık destekle, “bölgesel güç”, “lider ülke” olma hayallerine doğru hızla yelken açılıyordu.
Tunus’la başlayıp Mısır’la devam eden halk ayaklanmaları, bu aktif dış politika çalışmasında önemli bir sarsıntı yarattı. Özellikle Mısır’da Mübarek yönetimi ve Libya’da Kaddafi ile kurulan yakın ilişkiler, can-ciğer kuzu sarması dostluk söylemleriyle kurulmuş dengeler, yaşanan halk ayaklanmalarıyla yerini sancılı, gerilimli ve çatışmalı bir sürece bıraktı. Aslında, hesap yapılmıştı. Bu bölgeler, başta ABD olmak üzere, uluslararası tekellerin ve işbirlikçilerinin ihtiyaçlarına uygun olarak liberal bir dönüşüm yaşayacaklar, uluslararası kapitalist sisteme yeniden ve yenilenerek bağlanmaları zaman içerisinde olabildiğince sancısız bir şekilde gerçekleşecekti. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı ve halkların isyanı, koşulları neredeyse tamamen değiştirdi. Uzun sözün kısası, 30-40 yıllık diktatörlerle kurulmuş yakın ve sıcak ilişkiler yerini tehditlere ve çatışmalara bıraktı. Tunus’ta Bin Ali çabuk gitti, Mısır’da Mübarek’in gidişi biraz sancılı gerçekleşti! Ancak egemen burjuvazi ve AKP hükümeti cephesinden ortaya atılan politik-taktik söylemlerin alabora olduğu ilk yer Libya oldu. Öyle ki, Libya’ya NATO’nun müdahalesi gündeme geldiğinde, Başbakan Erdoğan’ın “kimse böyle bir şey beklemesin, buna izin vermeyiz” diye açıklama yapmasının üzerinden birkaç gün geçti ya da geçmedi; devlet ve hükümet, kendisini, Libya’ya NATO müdahalesinin karargâhında otururken buldu. Böylece, “Komşularla sıfır sorun”, “kamu diplomasisini etkin kullanma”, “bölge ülkeleriyle ortak gelecek, ortak çıkarlar”, “ortak geleceği bölge devletleriyle ortak kurma”, “bölge barışını güvenceye alma”, “bölge ülkeleriyle barışçıl bir gelecek inşa etme” merkezli politik-taktik yaklaşım ilk büyük darbeyi almış oldu. Dahası,  geleceği dair ekonomik ve ticari ilişkiler konusunda yapılan hesaplar ve planlar da büyük bir belirsizliğe gömüldü.
Örneğin, Türkiye- Mısır Dış Ticaret hacmi 2009 yılına kadar büyük artışlar göstermiş ve 3.2 milyar dolara ulaşmıştı. Hedef 4 yıl içerisinde 10 milyar doları aşmasıydı. Yine Libya ile olan dış ticaret hacminde de önemli artışlar olmuş 2010 yılında 2.5 milyar dolara ulaşılmıştı. Ancak asıl büyük hedef, 2011 ve 12’yi içeriyordu. Önce 20 milyar doların, ardından da 35 milyar doların üzerine çıkmak hedefleniyordu. Tunus geriden geliyordu ve hedefler çok yüksek değildi. Ama onun da 2008’de 1.3 milyar dolar olan dış ticaret hacminin 2011-12’de 4-5 kat artması hedefleniyordu. Gelinen noktada, başta Libya olmak üzere, Mısır’da ve Tunus’ta artık hesaplar yeniden yapılıyor, hedefler revize ediliyor ve örneğin Libya’da 10 milyar dolar civarında bir noktaya gerilenmiş bulunuyor.
Ancak, AKP’nin dış politikasındaki çöküş, Libya’da aldığı darbenin ardından, esas olarak Suriye politikasıyla gerçekleşti. Bundan yaklaşık 10 ay öncesine kadar AKP hükümetinin bölgedeki taktik-politik tutumunun en olumlu sonuçlar verdiği söylenen ülkelerin başında Suriye ve Beşar Esad yönetimi geliyordu. Bu konuda o kadar ileri gidilmişti ki, taktik-politik tutumun öne çıkarılan hasletleri, Suriye’de “Tek millet, iki devlet” sloganıyla ifade edilir olmuştu. Daha önce Başbakan’ın Azerbaycan için kullandığı zaman bile tartışmalara neden olan bu slogan, Suriye içinde kullanılmaya başlanmış, Erdoğan ve Esad yönetimleri ortak kabine toplantısı yapar duruma gelmişlerdi. Bu pratik adımlar, içeride ve başta ABD olmak üzere dışarıda hükümetin politik başarısı olarak sunuluyor, öyle de kabul görüyordu. George Bush’un ABD Başkanlığı döneminde, 11 Eylül saldırısının ardından, Irak, İran, Suriye ve Kuzey Kore “haydut devletler” olarak ilan edilmiş ve hedefe konulmuştu. Irak’ın işgali ve ardından geçen süre içerisinde yaşananlar ABD’ye pahalıya patlayınca, Obama’nın Başkanlığı ile birlikte yeni bir taktik-politik tutum ortaya konmuştu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun deyimiyle, bu, Türkiye’nin politikalarıyla örtüşüyordu. Kimin politikasının kiminkini örttüğünü tartışmak çok önemli değildi. Ama bu taktik-politik tutum bir anda altüst oldu. Beşar Esad yönetimi, diplomaside ve uluslararası ilişkilerde savaş nedeni sayılabilecek bir üslupla “yalancı, hain, ikiyüzlü, zalim, halk düşmanı” vb. ilan edilerek, açıkça yıkılması gereken bir düşman olarak hedef alındı. Başbakan Erdoğan, son BM Genel Kurulu’nun ardından Türkiye’ye dönerken, –birçok kez yaptığı gibi ayakları havadayken(!)– Suriye’yi karıştırmakta ne kadar ileri gideceklerini, Esad’ı mutlaka devireceklerini, ambargo başta olmak üzere artık somut adımların atılacağını açıkladı. Artık Başbakan Erdoğan, sürekli olarak, bir zamanların George Bush’u gibi konuşuyor, hatta ondan bile ileri gidiyordu. Ancak ne BM’den, ne NATO’dan istenen destek gelmiyordu. Başbakan Erdoğan içine düştükleri durumu biraz tepkiyle, biraz sitemle karışık, ama asıl olarak itiraf ve serzeniş içerisinde, şöyle dile getiriyordu:
“Bugün benzer acıların Suriye’de yaşandığına şahit oluyoruz. Suriye, enerji kaynakları noktasında yeterince zengin bir ülke olmadığı için, dünya kamuoyunda yeterince dikkat ve hassasiyetle izlenmiyor olabilir. Yeterince petrole sahip olmadığı için, Suriye, Libya kadar yankı uyandırmıyor olabilir. Ama bilmenizi isterim ki, Libya’da ölenler ne kadar insansa, ne kadar cansa, Suriye’de öldürülenler de o kadar insandır, o kadar candır. Libya için iştahlarını kabartanların, Suriye’deki katliamlar için sessiz ve tepkisiz kalması, insanlık vicdanında tamiri zor yaralar açmaktadır. Bölgede yaşanan trajediyi görmek, çığlıkları işitmek ve akan kanın durması için acilen tedbir almak zorundayız…”
“…Esad yönetimine, son 9 yıllık süreçte, bir an önce reformları gerçekleştirmesi için yoğun öneri ve tavsiyelerde bulunduk. Çünkü hep bize şunu sordular? Siz Türkiye’de ne yaptınız da bu noktaya geldiniz? Biz de onlara Türkiye’deki demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti yapısını saatlerce anlattık. Hatta ‘gönderin partinizin mensuplarını onlara bizler nasıl bir parti çalışması yapıyoruz anlatalım’ dedik. Kısmen de bunu yaptılar, ama devamlılık arz etmedi. Reformların sağlıklı ve hızlı yapılması için geçmişte Suriye yönetimiyle samimi işbirliğimiz maalesef karşılık bulmadı.”
Başbakan Erdoğan’ın 3. Karadeniz Enerji ve Ekonomik Forumu’nun açılışında yaptığı konuşmadaki bu söyledikleri, dış politikadaki taktik-politik tutumun çöküşünün de özet bir itirafı durumundadır.
AKP Hükümeti’nin Suriye politikası karşısında Beşar Esad ve diğer Suriye devlet temsilcilerinin açıklamaları da zaman geçtikçe eskisi gibi “kibar ve anlayışlı” olmaktan çıkmış durumda. Onlar da, tehdide karşı tehditle yanıt verir oldular. İran ve Rusya, biraz daha geriden gelse de Çin, Suriye’nin yanında yer alıyor. Dolayısıyla Türkiye egemen sınıfları ve AKP hükümeti, “bölge ve hatta dünyanın geleceği açısından Suriye demek sadece Suriye demek değildir” gerçeği ile karşı karşıya kıvranıyor.
Sermaye ve hükümetin “stratejik derinliği” bir yandan dünya kapitalizminin ana güç merkezleri arasındaki rekabet ve çatışmanın merkezine toslarken, öte yandan bunun bir parçası olarak, bölgesel hesap ve planlar da, bölgenin güç merkezlerinin direnişine toslamış bulunuyor. Gelinen noktada, Türkiye egemenleri, AKP hükümeti ve özellikle de Fethullah Gülen cemaati, Suriye politikasını sorguluyor ve yeniden bir toparlanma, taktik-politik yenilenmeyi tartışıyor. Bu tartışmalardan da açıkça görülüyor ki, egemen sınıflar ve AKP hükümeti açısından dış politikada “cicim ayları”nın sonuna gelindiğini söylemek bir abartı veya yanlış olmayacaktır.
Biz soruyu “Suriye’ye çarpan Suriye’den ayağa kalkabilir mi?” diye sormuştuk. Yanıtını, bugüne kadar hükümetin dış politikasını yere göğe sığdıramayanlara bırakalım. Arka arkaya yapacağımız bazı alıntılar biraz uzun olacak, ama yanıt açısından buraya aktarılmalarının önemli olduğunu vurgulayalım.
İlk alıntı, TASAM Başkanı Süleyman Şensoy’un TRT Türk kanalındaki röportajının kendi sitesinde yayınlanan kayıtlarından:
“Şimdi genel bir fotoğraf, ayrıntıları daha net gösterir: Kuzey Afrika – Ortadoğu’dan başlayan süreçte biz başından beri Güney Asya’daki bir takım ülkelere de bu sıçrayacak diye öngörüyoruz. Bu ülkeler, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve daha sonra 11 Eylül 2001 gibi iki önemli milat içinde kurumsal dönüşümlerini tamamlayamamış, otoriter rejimlerle devam etmiş ülkeler. Bu ülkelerin sistemleri, bu otoriter sistemleri tasfiye oluyor. Batılı güçler açısından baktığımız zaman da, şu anlamı ifade ediyor; bütün süreç, Kuzey Afrika, Ortadoğu ve Güney Asya’yı içine alan yeni bir liberal ekonomik kuşak. Çünkü Batılı ekonomilerin durumunu hepimiz birlikte izliyoruz. Oldukça sıkışık… İkincisi, aynı liberal ekonomik kuşak üzerinde yeni bir güvenlik kuşağı ve ikisinin toplamıyla da Rusya ve Çin’i yalnızlaştırmak gibi bir hedef var. Tabii Türkiye bütün bunların neresinde duruyor? Türkiye, bu ülkelerin, bu geçiş sürecini yaşanmasının zorunluluğunu zamanında gördü. Ülkelerin bu süreci kendi iç dinamikleri ile, işbirliği içinde, bir kaosa ve çok uzun sürecek acılı bir dönemlere yol açmadan, mümkün olduğunca başarılı ve hızlı bir şekilde geçmesine yardım eden en kilit ülke konumunda şu anda. Böyle bir genel fotoğraf var önümüzde.”

“En zor rol Türkiye’nin… Çok prestijli, ama çok zor bir rol, çünkü bu, aynı zamanda Suriye üzerinden bir Doğu – Batı bloklaşmasına doğru da gidiyor. Belki konuşacağız ilerde. Bu anlamda bu süreç başarılı olursa, Türkiye bölgesel güç – küresel aktör olma iddiasının içini de çok büyük ölçüde doldurmuş olacak. Ama bir yol kazası olursa – hiç temenni etmiyoruz –  bu da, Türkiye için ciddi sorunlara yol açabilir.
“…
“Aslında Arap Birliği’nden önce bu yaptırım kararları Birleşik Milletler’de alınacaktı. Güvenlik Konseyine de sunuldu. Rusya ve Çin sürpriz yaparak, bunu veto ettiler. Batılı ülkeler, Libya’daki gibi, diğer Kuzey Afrika ülkelerindeki gibi, bu ülkelerin sessiz kalacağını düşünüyorlardı. Ama veto ettiler. Çünkü Suriye’nin çok stratejik bir önemi var. Suriye de düştüğü zaman, sıra Güney Asya’ya geliyor. Çin ve Rusya, bu oluşturulan yeni liberal ekonomik ve güvenlik kuşağının bir şekilde kendisini çevrelemek için olduğunu, bu alanlardaki Rusya ve Çin menfaatlerinin de tasfiye edileceğini öngördükleri için burada bir karşı duruş sergilemeye başladılar. Çinliler daha temkinli, Ruslar ise daha agresifler. Savaş gemilerini gönderdiler, şimdi uçak gemisi gönderecekleri söyleniyor, bu açıdan da dengelemek gerekiyor. Suriye’ye askerî bir müdahale yapmanın önünde Rusya ve Çin gibi çok önemli iki engel var ve bunlarla diyalog içinde bu süreci yönetmek gerekiyor.”
İkinci alıntı Zaman Gazetesi Yazarı İhsan Dağı’dan…
“Suriye işi başımızı çok ağrıtacak. Önceki gün Topkapı’ya yönelik ‘tuhaf’ saldırı bunun bir işareti.
“…
“Ortadoğu’da kimse iktidardan ‘gönüllü’ bir şekilde çekilmiyor. İktidar için ‘pazarlık’ da yapılmıyor; savaşılıyor.
“…
“Beşşar Esed gidecek, ama giderken kendisiyle birlikte kimleri ve neleri götürecek? Boşuna ‘bütün bölgenin kan gölüne döneceği’ tehdidini savurmuyor. Suriye meselesi, sadece Suriye’den ibaret değil. İran’dan başlayıp Irak’a, oradan Suriye ve Lübnan’a inen, Filistin’e Hamas üzerinden dokunarak, Ürdün’e kadar bulaşan, öte yandan da İran’dan Körfez’e sarkan karmaşık bir bölgesel hesaplaşmaya dönüşebilir bu iş. Dahası, Rusya’nın da gelişmelere müdahil olma isteğini unutmamak lazım.
“Kısaca, bölge içi dengeleri sarsacak derin bir krizden söz ediyoruz. Bütün bunlardan dolayı başlangıçta, Suriye’nin ‘tedrici ve düzen içinde’ dönüşümünü öngören Türkiye yaklaşımı yerindeydi. Ancak Suriye’deki rejim ve güç ilişkileri bizim sandığımız kadar basit olmadığından, Esed, destekçileri ve rejimin gerçek sahipleri iktidarlarından vazgeçmediler.
“Her halükarda şu anda ok yaydan çıkmış durumda. Suriye ve Türkiye ilişkilerinin Esed gitmeden ‘normalleşmesi’ artık imkânsız. Daha da ötesi, Türkiye’nin son zamanlarda pek gurur duyduğu Ortadoğu’daki ‘yükselen gücü’, Suriye ‘düşmeden’ restore edilemeyecek. Esed’in Şam’da oturmaya devam ettiği bir senaryo Türkiye’yi bölgesel politikada ‘kâğıttan kaplan’a dönüştürecek, ‘düzen kurucu’ rol oynadığı iddiasını gülünç hale getirecek.
“Kısaca, Suriye politikasında Türkiye, ‘kazan kazan’ politikasından ‘ya hep ya hiç’ politikasına savrulmuş görülüyor. Ya siyasal hedefi olan Suriye’de rejim değişikliğini gerçekleştirerek ‘dönüştürücü güç’ünü sergileyecek ya da geri çekilecek ve bölgesel politikasının dilini, araçlarını ve hedeflerini gözden geçirecektir. Bu, başka ülkelerde ‘rejim değişikliği’ politikası izleyen her ülkenin başına gelir; hedef gerçekleşirse bölgesel ve küresel profilleri yükselir, hedef ülkedeki ‘nüfuz’ları tavan yapar, ancak rejim değişikliği hedefini gerçekleştiremezlerse de ‘rezil’ olurlar. Suriye örneğinde Türkiye’nin yaşadığı açmaz bu.
“…
“Bazıları ‘bir taşla iki kuş’ vurmak da isteyebilir. Türkiye, Esed’in gönderilmesinde fiili bir kaldıraç rolü oynamaya başladığında, kendini birden yapayalnız bulabilir. Esed rejimiyle birlikte Türkiye’nin de batması üzerine kurulan bir senaryoya ne dersiniz? Suriye’de rejimi değişime zorlayabilen bir Türkiye’nin edineceği prestij ve gücü bölgesel ve küresel aktörler almaya hazır mı sizce?”
Son alıntıyı ise, 25. Abant toplantısına ilişkin Zaman gazetesinin manşetinde yer alan haberden bir bölüm aktararak yapalım.
“Türkiye’nin ve dünyanın yaşadığı önemli sorunları tartışarak çözüm önerileri sunan Abant Platformu, 25. toplantısında ‘Arap Baharı’ndan sonra Ortadoğu’nun geleceği ve Türkiye’ konusunu ele aldı.
“Protesto dalgasının etkilediği Suriye sınırına yakın Gaziantep’te gerçekleştirilen toplantıya 25 ülkeden 100’ün üzerinde bilim adamı katıldı. İlk günkü tartışmaların odağına ise, Türkiye’nin Arap Baharı’ndaki rolü yerleşti. ‘Türkiye model mi olacak, yoksa tecrübelerinden istifade edilecek bir ülke mi?’ sorusuna farklı cevaplar verildi. Arap katılımcılar, Batı’nın model dayatmasına karşı olduklarını ifade etti. Toplantıda, ‘Türkiye’nin model değil, ilham olabileceği’ görüşü öne çıktı.
“…
“Cumhurbaşkanlığı Ortadoğu Başdanışmanı Erşat Hürmüzlü, kendi ayakları üzerinde yükseldiği müddetçe Ortadoğu’daki hareketlenmelerin bahar olabileceğini ve Türkiye’nin de model değil daha çok ilham olabileceğini belirtti. ‘Rol gelip Türkiye’yi bulabilir, ancak Türkiye’nin model olma gibi bir iddiası yok. Suriye’nin Mısır’ın kararları kendi mutfaklarında pişirilecektir. Biz halkla rejim arasında bir seçim yapmamız gerektiğinde, seçimimizi halktan yana yaptığımızı belirtmek isteriz’ diye konuştu.”
Biraz uzun olma pahasına buraya aktardığımız bu alıntılar, yukarıda sorduğumuz, “Suriye’ye çarpan Suriye’den ayağa kalkabilir mi” sorusunun yanıtı açısından, bugüne ve geleceğe ilişkin yeteri açıklıkta bir fikir vermektedir sanırız! Evet. Türkiye egemenleri ve AKP hükümetinin “stratejik derinliği” ve ona bağlı olarak yürütülen taktik politikası dünyanın ve bölgenin gerçeklerine fena çarpmıştır ve ufukta da ayağa kalkma şansı görünmemektedir. Bunun için kafa yorup, formüller arayanların kucağında kocaman bir belirsizlik, bilinmezlik, ucu her koşulda çatışma ve savaş politikalarına çıkan ve sonucun ne olacağı kestirilemeyen açmazlar ve problemler yığını vardır.
Daha düne kadar “komşularla sıfır sorun”, “ortak geleceği bölge devletleriyle ortak kurma”, “bölge ülkeleriyle barışçıl bir gelecek inşa etme” temelinde politika yaptıklarını söyleyip, “Türkiye’nin gelecek yüzyıla yönelik dış politika stratejisi, güç merkezleri ile ilişkilerin alternatifli tarzda yeniden düzenlenmesi ve uzun dönemli kültürel, ekonomik ve siyasi bağların sağlamlaştırıldığı bir hinterlant oluşturulması şeklinde özetlenebilir” diyenlerin, “at binip kılıç kuşandıktan sonra”, gelip vardıkları yer, postu ABD emperyalistlerinin kucağına sermek olmuştur. Bundan böyle her kımıldanışında ve somut bir adım atma hamlesinde ABD’nin desteğine daha fazla muhtaç olan konuma gelmiş; başta komşu ülkeler olmak üzere, bölge ülkeleriyle sorunları ve çatışma alanları artmış, oraya-buraya deli danalar gibi koşturan bir devlet ve hükümet cephesi ile karşı karşıyayız.
Dahası, diyelim ki Suriye’de istedikleri gibi bir sonuç aldılar ve Esad’ı yıkıp kendileri gibi ABD emperyalizmiyle kader birliği yapmış muhafazakâr-liberal ittifaka dayalı bir hükümet kurdular. Hatta daha da ileri gidelim ve İran’ın da bu noktaya geldiğini/getirildiğini varsayalım. Bu ülkeler, Türkiye’nin “lider ülke” ve “bölgesel güç” olarak varlığı ve etkinliğini kabul edip ona boyun mu eğecekler? İster yakın, isterseniz bakabildiğinizce uzak tarihe bir bakın. Yine ister yakın ve isterseniz olabildiğince uzak bir geleceğe bakın. Baktığınız yerde büyük savaşlar, kıyımlar, yıkımlar, katliamlar görürsünüz, ama bu soruya “evet” yanıtı verebileceğiniz hiçbir şey göremezsiniz. Eğer tabii ki aklınız başınızdaysa ve içinizde biraz olsun vicdan, biraz olsun halk sevgisi varsa.
Sadece Mübarek gittikten sonra Mısır’da oluşan tablo ve Türkiye-Mısır ilişkilerinde ortaya çıkan durum bile bu açıdan anlayana çok şey gösterecek somut ve öğreticilikte bir örnektir.
Elbette bütün bu gerçeklere rağmen böyle düşünmeyenler ve Türkiye egemenlerine “parlak ufuklar” gösterip, gaz verenler de yok değil. Bunların başında da George Friedman geliyor. Friedman, “Gelecek 10 Yıl – Neredeydik… Nereye gidiyoruz?” isimli kitabında şöyle diyor:
“Türkiye uzun süreçte İran tarafından durdurulamaz, Türkiye ekonomik açıdan çok daha dinamik bir ülke ve bu yüzden daha gelişmiş bir orduyu destekleyebilir. Daha da önemlisi İran’ın coğrafi olarak sınırlı bölgesel seçenekleri varken, Türkiye Kafkaslar’a, Balkanlar’a, Orta Asya’ya ve sonunda da Akdeniz’e ve Kuzey Afrika’ya uzanıyor; bu, İranlıların mahrum kaldığı fırsatlar ve müttefikler yaratıyor. İran’ın eskiden beri önemli bir donanma gücü olmadı ve limanlarının yerleri yüzünden gelecekte de olamaz. Türkiye, tam tersine, Akdeniz’de sık sık egemen güç oldu ve yine öyle olacak. Gelecek on yıllık süreçte Türkiye’nin bölgede egemenliğe yükselişini görmeye başlayacağız.
“… ABD Türkiye’ye uzun vadeli bakış açısıyla yaklaşmalı ve gelişimin engelleyici bir baskı uygulamamalı.”
Türkiye egemenleri ve AKP hükümeti Friedman’a fazlasıyla inanıyor görünüyor ve önümüzdeki dönem için “lider ülke”, “bölgesel güç” olma hayallerini yeniden ve yeniden üretmenin bir yolunu arıyor olabilir. Ama Friedman’ınki dâhil hangi yoldan gidilirse gidilsin, Türkiye egemenleri ve AKP hükümeti açısından ufukta tek bir gerçek var: “Türkiye’nin lider ülke ve bölgesel güç olması, ya gırtlağına kadar ABD işbirlikçisi olmasıdır ya da imkânsızdır.”

İÇ POLİTİKA DIŞ POLİTİKA, DIŞ POLİTİKA İÇ POLİTİKADIR
“Stratejik derinlik”in Türkiye’yi getirdiği önemli noktalardan birisi de iç ve dış politikanın birbirini belirleme ve iç içe geçme düzeyindeki yükselme olmuştur. AKP hükümetinin uluslararası ilişkilerde izlediği politik-taktik çizginin bundaki payı yadsınamaz. Ancak bu durumun temelinde, esas olarak Türkiye’nin, başta ABD ve Alman, Fransız vb. emperyalizmi olmak üzere uluslararası kapitalist sistem içerisinde geldiği bağımlı kapitalist ülke konumu yer almaktadır. Bu konuma bağlı olarak ortaya atılan ekonomik ve politik hedefler ise, bu durumu pekiştirmektedir.
Ekonomik, sosyal, siyasal, tarihsel, kültürel vb. çeşitli alanlarda yaşanan ve yaşanacak olan iç gelişmeler, Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası konumunda doğrudan belirleyici bir rol oynarken, aynı kapsamda, bölgesel ve uluslararası arenada yaşanan ve yaşanacak olan gelişmeler de, içeriyi doğrudan etkilemektedir. Örneğin Kürt sorununda baskı, çatışma ve savaş eksenli politikaları öne çıkaran bir anlayışın, dış politikada, özelikle de bölge ülkeleriyle ilişkilerde barış, kardeşlik, karşılıklı eşit ilişkilere dayalı bir çizgide yürümesi pratik olarak mümkün değildir. Aynı bağıntıyı ters yönde de kurmak gerekir. Yani bölgede emperyalist gericiliğin en önemli merkezi haline gelmiş, tehdit, çatışma ve savaş eksenli bir politik hatta ilerleyen Türkiye’nin içerdeki sorunları eşitlikçi, demokratik, barışçı politikalarla çözmesi pratik olarak mümkün değildir.
Egemen sınıfların ve AKP hükümetinin içeride ve dışarıda savaş eksenli politikaları, aynı zamanda, Türkiye’yi giderek bir savaş ekonomisi cenderesine de daha ileriden ve derinlemesine bağlayacak yönde sürüklemektedir. ABD ile işbirliği içerisinde “PKK ve terörle kapsamlı mücadele” adı altında Kürt ulusal hareketine karşı sürdürülen askeri ve siyasi operasyonlar, bunun ve genel olarak bölge politikasının sonucu olarak yükselen polisiye ve askeri harcamalar, Suriye’ye yönelik uygulanan ambargo vb. başta olmak üzere içerde ve dışarıda savaş merkezli politikaların yarattığı ve yaratacağı ekonomik – ticari maliyet bunun başlıca tetikleyicileri durumundadır. Daha bugünden Türkiye ekonomisinde 2012-13’te büyüme ve toplam ticaret hacmine ilişkin önemli düşüşler yaşanacağı tahminleri ilgili ve yetkili ağızlardan gelmektedir. Dolayısıyla bundan önceki dönemlerde yaşanan örneklerde olduğu gibi, “içeride ve dışarıda savaş politikalarının” politik açıdan olduğu gibi ekonomik açıdan da bütün maliyeti esas olarak işçi ve emekçi halk yığınlarının sırtına yıkılacaktır.
Burada son olarak kendisine ulusalcı, sosyal demokrat ve hatta sosyalist diyen kimi kesimlerin AKP karşıtlığına ilişkin olarak da birkaç şey söylemekte yarar var.
AKP hükümetinin ilk döneminden günümüze kadar gelen süreçte, bu siyasal odakların sürdükleri AKP karşıtı propaganda esas olarak AKP’ye hizmet etmiştir. “Bunlardan başka ne beklenebilirdi ki?” diye de sorulabilir. Ancak bu siyasi odakların özelikle batıda Türk kökenli işçi, emekçi halk kesimleri üzerinde, gençlik ve kadın kitleler üzerindeki etkisi küçümsenemez. Bunun için iki önemli gerçeğin altını kalın çizgilerle çizmekte yarar var.
Birincisi; adı geçen siyasi odaklar ve onların çeşitli renklerden türevleri, AKP hükümetinin genel olarak bölge politikasını, özel olaraksa Suriye politikasını eleştirmektedir. Ancak bu eleştiriler, esas olarak sertlikler, tehditler ve genel olarak çatışma eğilimlerine karşı gelmektedir. “Bölgesel güç”, “lider ülke olma” vb. açılardan özü itibariyle bir karşı çıkış söz konusu değildir. Bunun için de, başta ABD olmak üzere Batı emperyalizminin vurucu merkezi olma konusunda tutarlı bir anti-emperyalist çizgiden uzaktırlar. Bu konumda durarak AKP’ye karşı çıktığını ve muhalefet ettiğini söylemek, dönüm dolanıp, AKP’ye hizmet etmeye dönüşür.
İkincisi ise, Kürt sorunu karşısındaki baskı ve imha politikalarını kabul eden, sınır içi ve sınır dışı askeri operasyonları destekleyen, hatta yetersiz gören ırkçı-şoven tutum ve anlayışlarıdır. Bu tutum ve anlayışlar, esas olarak ABD ve AKP’nin Kürt ulusal hareketinin ezilmesine yönelik politikasıyla tam bir uyum içerisindedir. Dolayısıyla Kürt sorunu konusunda böyle bir politik tutum takınıp, bölge ve Suriye politikasında ABD ve AKP hükümetini eleştirmek, esas olarak bu güçleri desteklemek, onların ekmeğine yağ sürmektir. İçeride Kürt sorununun eşit haklara dayalı, gönüllülük temelinde, demokratik ve halkçı bir tarzda çözümünü savunmadan emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı tutarlı bir mücadele sürdürülemez. Bugün Kürt ulusal hareketinin çözüm için öne sürdüğü “Bölgesel, demokratik özerklik” talebi kabul edilip, bu hakkın tanınmasını savunmadan, bütün zorluklarına rağmen bu gerçeğin Türk kökenli işçi ve emekçiler tarafından kavranması için çalışmadan, bölgede ve dünyada barış istemek en hafif değimiyle körlüktür. Bu körlük, son noktada gelip, egemen güç ilişkileri ve dengeleri açısından ABD’nin ve başta AKP hükümeti olmak üzere onun işbirlikçilerinin güçlenmesine hizmet etmiştir, edecektir.
Bir kez daha tekrarlayarak bitirelim, egemen sınıflar ve AKP’nin “stratejik derinliği” Türkiye ve bölge halklarının barış içerisinde bir arada yaşamasına hizmet etmiyor. Türkiye’nin “bölgesel güç” ve “lider ülke olma” hesapları her geçen gün daha fazla uzaklaşılan hayaller olmaktan öteye geçmiyor. Bugünün 3. Kuşak Yeni Osmanlıcıları “kılıç kuşanıp at binmiş”, Osmanlı’nın “muhteşem yüzyılına değil de, son padişah Vahdettin’in Osmanlısı’na doğru koşuyorlar.

Yararlanılan Kaynaklar

1 – Uluslararası Durum ve Görevler – Siyasal ve Örgütsel Bir Platform. Hazırlayan: S. Cihan – Evrensel Basım Yayın
2 – Stratejik Derinlik, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Ahmet Davutoğlu – Küre Yayınları
3 – Kısa Türkiye Tarihi, Sina Akşin – Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
4 – Gelecek 100 Yıl – 21. Yüzyıl İçin Öngörüler, Gelecek 10 Yıl – Neredeydik… Nereye Gidiyoruz?, George Friedman – PEGASUS Yayınları
5 – Müslüman Kardeşler’den Yeni Osmanlılar’a İslamcılık, Selin Çağlayan – İmge Kitabevi Yayınları
6 – TASAM ve konuyla ilgili çeşitli internet sitelerinin arşivleri

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑