Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı (CIPOML)’nın son oturumu, kısa bir süre önce İspanya’da toplandı. Konferans’a, aralarında Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin de bulunduğu, değişik kıtalardan 17 parti ve örgüt katıldı.
Konferans’ın bu seferki oturumunda, son bir yılda uluslararası planda meydana gelen olaylar, gelişmeler ele alındı. Doğal olarak Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde yaşanan politik devrimler ve halk ile gençlik ayaklanmalarının dersleri üzerinde yoğun olarak duruldu. Emperyalizmin on yıllardır yağmalayıp yoksulluğa mahkum ettiği ve diktatörlük rejimlerini zorbalıkla ayakta tuttuğu bu ülkelerdeki gelişmelerin, dünya çapında işçi ve emekçi hareketindeki yeni bir canlanmanın belirtisi olduğuna vurgu yapıldı. Kaldı ki, bu canlanma eğiliminin tek belirtisi, Arap ülkelerinde yaşananlar da değildi. Başta Avrupa’nın merkezindeki ileri kapitalist ülkeler olmak üzere, dünyanın birçok ülkesinde önemli işçi hareketleri, emekçi halk hareketleri yaşandı. Yunanistan gibi, son bir sene içerisinde onlarca genel greve tanık olan ülkelerin yanı sıra, yakın tarihindeki en kitlesel gösterileri gerçekleştiren birçok ülke var. Portekiz, İrlanda, İspanya, İtalya gibi mali oligarşinin yakın dönemdeki hedef tahtasında bulunan ülkelerin emekçileri, kolayca teslim olmayacaklarını eylemleriyle kanıtlıyorlar.
Partiler Konferansı, tüm bu gelişmeleri, anlamlarını, muhtemel gelişme yönünü ve bunun partilere yüklediği görevleri tartıştı.
Konferans’ın dikkatle tahlil ettiği bir başka konu ise, kapitalist dünya ekonomisinin durumu, gelişimi ve muhtemel eğilimler oldu. Derin bir yarılma anlamına gelen 2008 Krizi’nden sonra, kapitalist dünya ekonomisinin 2009 yılının ortalarından itibaren nispi bir canlanma ve yeniden toparlanma sürecine girdiği, iki yıl kadar devam eden bu süreç sayesinde temel verilerin kriz öncesi döneme yakınlaştığı tespit edildi. Ancak bu yılın ortalarından itibaren başlayan yeni durgunluk sürecinin nereye doğru evrileceğinin önem taşıdığı ve dikkatle izlenmesi gerektiği vurgulandı.
İspanya’daki Marksist Leninist Partiler Konferansı’nın ele aldığı başka önemli bir gündem maddesi ise, “Sendikaların durumu, partilerimizin işçi sınıfı ve sendikalar içerisindeki çalışması” konusu idi. Çeşitli ülkelerdeki somut durumla ilgili yararlı verilerin sunulduğu, tartışmaların yapıldığı bu bölümde, sendikaların uluslararası plandaki durumu ve sorunları ele alındı. İşçilerin patrona ve kapitalizme karşı mücadele merkezi olarak kurulan sendikaların, işçi aristokrasisi elinde nasıl etkisiz araçlara dönüştürüldüğü, örnekleriyle ortaya kondu. İşçi sınıfının mücadeleci kesimleri içerisinde “nasıl bir sendikaya ihtiyaç duyulduğu” konusunda tartışmaların örgütlenmesi, işçilerin kendi örgütlerine sahip çıkmalarının teşvik edilmesine vurgu yapıldı.
Konferans’ta bir dizi başka pratik konu da ele alınıp tartışıldı ve kararlar alındı.
Konferans sonunda yayınlanan ortak açıklamada ise, işçi ve emekçilere mücadele ve dayanışma çağrısı yapıldı. Marksist Leninist partilerin, hareketin her zaman içerisinde ve başında olma kararlığıyla hareket edecekleri bir kez daha ilan edildi.
Uluslararası Marksist Leninist Parti ve Örgütler Konferansı’na katılan örgütler:
Almanya ML Parti İnşa Örgütü (Arbeit Zukunft)
Arnavutluk Komünist Partisi
Brezilya Devrimci Komünist Partisi
Danimarka Komünist İşçi Partisi
Dominik Cumhuriyeti Komünist Emek Partisi
Ekvador Marksist Leninist Komünist Partisi
Fas Demokratik Yol Örgütü
Fransa Komünist İşçi Partisi
İtalya Komünist Platform
İran Emek Partisi (Tufan)
İspanya Komünist Partisi ML
Meksika Komünist Partisi ML
Tunus Komünist İşçi Partisi
Türkiye Devrimci Komünist Partisi
Venezuela Komünist Partisi ML
Volta Devrimci Komünist Partisi
Yunanistan Komünist Parti Yeniden İnşa Örgütü (1918-1955)
Açıktır ki, son bir yıl içerisindeki olayları değerlendirirken altı çizilmesi gereken en önemli gelişme, başta Tunus ve Mısır olmak üzere Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da Arap ülkelerindeki halk ayaklanmaları ve halk hareketleridir. İşsizlik, hayat pahalılığı ve yoksulluk, on yıllardır emperyalizme sırtını yaslamış otokratik yönetimlerin cenderesi altında öfkesi ve tepkisi birikmiş Arap halklarının demokrasi ve özgürlük talepleri, sözkonusu halk hareketlerinin ortak temeli idi. Özellikle Tunus ve Mısır’da, kitleler haftalarca sokakları işgal etti, yüz binler ve milyonlar halinde alanlara aktı. Hareket, çok geniş emekçi ve halk katmanlarını, gençlik kesimlerini içine alan bir karakter taşıdı. İşşizler, değişik emekçi katmanları, diktatörlüklere karşı demokrasi ve özgürlük talep edenler, bu hareketlerin bileşenleri oldular. İrili-ufaklı gösteri ve protestoların, halk isyanlarının patlak verdiği ve gerçekleştiği Arap ülkelerinin bütününde, gençlik özel bir yer tuttu ve önemli bir rol oynadı. Özellikle işsiz gençlik yığınları, gösterilerin ateşleyicisi oldu.
Değişik çevrelerce de ifade edildiği üzere, Arap halk hareketleri ve isyanlarında “birinci raund” bitti. Ayağa kalkan halkların köklü değişim istemi ve ekonomik, sosyal ve siyasal özgürlük talepleri ile ortaya çıkan sonucun örtüşmediği biliniyor. Buna karşın, Tunus ve Mısır’da ABD ve Batılı emperyalistlerin güdümündeki rejimler, tasfiye olmasalar da, halk isyanları sonucunda büyük darbeler aldılar. Ve şimdi, halk isyanlarına hazırlıksız yakalanan ABD ve diğer Batılı emperyalistlerin yol göstericiliği ve desteğinde, gedikler kapatılmaya, diktatörlükler Bin Ali’siz ve Mübareksiz yeniden reorganize edilerek sürdürülmeye çalışılıyor. Sözde yeni “İslami terör tehlikesine karşı” Tunus ve Mısır’a “yardımcı olma vb.” görüntüsü altında, emperyalistlerin, bölgedeki halk hareketlerini kontrol altına almak ve çıkarlarını, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek ve güvenceye almak için girişimleri yoğunlaşmaktadır. Ancak, onların bu girişimleri; yeniden paylaşım mücadelelerini gündeme getirip, aralarındaki çelişkileri derinleştirerek ilerlemektedir.
Şurası açıktır; kısmi bazı tavizlerle diktatörlüklerin Bin Ali’siz ve Mübareksiz yürütülmeye çalışılması o kadar kolay değildir ve olmayacaktır. Her şeyden önce, halkların ayağa kalkmasına yol açan talepler büyük ölçüde karşılanmış değil. Yanı sıra, hareket geriye çekilmiş olsa da, sönmüş (kitleler sokaklardan tümüyle çekilmiş) değil. Tunus’daki halk isyanında örgütlü güç olarak çok önemli bir rol oynayan kardeş partimiz, halkın taleplerini canlı tutma, hareketi tabandan yeniden örgütleme ve en geniş kesimleri emekçi halkın ortak talepleri etrafında birleştirme yönündeki çabalarını sürdürüyor. Bölgenin değişik ülkelerinde, belli bir beklenti içerisine sokulan emekçi kitlelerin hareketindeki durgunluğun yerini yeniden bir canlanmaya bırakmaya başladığına dair işaretler mevcut. Yemen, Bahreyn, Ürdün, Cezayir, Fas vb. gibi değişik ülkelerdeki irili-ufaklı gösterilerin yanı sıra, özellikle ABD emperyalizminin bölgedeki en önemli dayanaklarından biri konumunda olan Mısır’da, önceki gösteriler sırasında halka sempatik gözükmeye çalışan ve ardından “istikrar ve düzeni” sağlamak üzere devreye giren ordunun güdümündeki yönetime karşı “defol” sloganları ile yüz binlerin ve milyonluk kitlelerin yeniden sokağa döküldüğüne şahit olunuyor.
Gelişmelerin nasıl bir seyir izleyeceğini önümüzdeki dönemde daha net bir şekilde göreceğiz. Ancak daha bugünden birçok şeyin artık eskisi gibi olmadığı ve olmayacağı açıktır. Herşeyden önce halk kendi gücünü görmüştür. Bilinen sübjektif faktördeki zayıflıklar nedeni ile bugün açısından sonucuna götürülmüş olunmasa da, Bin Ali ve Mübarek örnekleri, birleşmiş ve ayağa kalkmış kitleler karşısında, sırtlarını emperyalizme yaslamış ve çok güçlü gibi gözüken diktatörlüklerin ne kadar kof olduğu bir kez daha görülmüş/gösterilmiştir. Yıllardır, hep “İslam-terör” bağlantısı içerisinde dünyaya resmedilen bu bölge, bu kez iş ve diğer ekonomik sosyal ve demokrasi ve özgürlük gibi siyasal talepleri ile ayağa kalkan halklar olarak, dünya halklarının gündemine oturmuştur. Daha öncesinde değişik ülkelerde ortaya çıkmış işçi ve kitle hareketlerinin yanı sıra, Arap halklarının başkaldırıları ile, dünya ölçeğinde işçi ve halk hareketlerinin, öfke patlamaları ve halk isyanlarını da içinde taşımak üzere, yeni bir dönemece girmekte olduğunun altı bir kez daha çizilmiştir. Ve ama aynı şekilde bu durum, başta işçi sınıfının güçlü devrimci partileri olmak üzere, sübjektif faktördeki zayıflığı/zayıflıkları da daha çarpıcı hale getirmiştir, getirmektedir.
ABD ve Batılı emperyalistler, bir yandan yaslandıkları diktatörlükleri yeniden reorganize etmeye çalışırken, yanı sıra da, bölgede oluşmuş genel atmosferi ve dünya halklarının diktatörlüklere karşı ayağa kalkmış halklara gösterdiği sempatiyi, “insan hakları, özgürlük ve demokrasi” adına, Libya ve Suriye örneklerinde olduğu gibi, bölgede kendisi açısından sorun olarak gördüğü ülkeleri karıştırmak, askeri müdahalede bulunmak ya da bunun koşullarını hazırlamak üzere değerlendirdi. “Demokrasi ve özgürlük” adına, (içeriği güç ilişkileri tarafından doldurulan ve gerçekte bir anlam ifade etmeyen) “uluslararası hukuk kuralları” da hiçe sayılarak, aylardır Kaddafi’nin kontrolünde olan bölgeleri asker-sivil ayrımı yapmaksızın bombalayan Batılı emperyalist güçler, büyük ölçüde emellerine nail olmuş gözüküyorlar. Ve bilinen tekrarlanıyor: “Özgürlük ve demokrasi sevdasına” yağdırılan bombaların eşliğinde, petrol ve doğalgaz rezervleri üzerinde hangi emperyalist gücün payının ne kadar olacağının kapışması yaşanıyor.
Kaddafi yönetiminin, savunulacak/desteklenecek bir yanı olmayan gerici bir diktatörlük olduğunu biliyoruz. Bazı “sol” çevreler, buradan hareketle, açıktan emperyalistlerin müdahalesini desteklemeseler dahi, “Kaddafi karşıtı” hareketle, Arap halklarının öfke patlamaları ve ayaklanmaları arasında paralellikler kurmaya çalışıyorlar. Aslında çeşitli liberal çevrelerin “demokrasi ve özgürlük” adına emperyalistlerin askeri müdahalelerini açıktan alkışlamalarını, bunlar, “utangaç” ve biraz daha üstü örtülü bir tarzda yapıyorlar.
Yaşanan gelişmeler, halkın hoşnutsuzluğunun ve demokrasi, özgürlük isteminin, emperyalistler tarafından bu ülkenin kaynaklarını yağmalamak için nasıl istismar edildiğini açıkça ortaya koyuyor. Libya halkının Kaddafi yönetimine olan tepkisini anlamakla, olanı desteklemenin birbiriyle hiçbir bağlantısının olmadığını vurgulamalıyız. Özgürlük ve demokrasi bir yana, önümüzdeki dönemin Libya halkı açısından daha fazla acı, yoksulluk anlamına geleceğinin; ülkenin tam bir kaos ve gerici iç savaşların girdabına sürükleneceğinin örnekleri mevcuttur.
Libya’da uygulanan senaryo, farklı bir biçimde Suriye’de de deneniyor. Suriye, tüm bölge, özellikle İran ve Lübnan’daki gelişmeler açısından da önem taşıyor. Suriye’de emperyalistlerin öngördüğü bir değişimin gerçekleşmesi halinde, İran ve yanı sıra Lübnan Hizbullah’ı, Suriye gibi bir müttefikini kaybedecek ve İran’ın Lübnan Hizbullah’ına lojistik destek sağlama olanakları önemli ölçüde sınırlanacaktır. ABD ve diğer Batılı emperyalistler, bir yandan İran’ı sürekli tehdit altında tutarken, yanı sıra da onu yalnızlaştırma taktiği izliyor. Hamas’ı, İran ve müttefiklerinden koparma amaçlı plan adım adım uygulanmakta, başta ABD olmak üzere emperyalistler, Müslüman halklar arasındaki mezhep farklılıklarını da kullanarak, amaçlarını gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Suriye ve Lübnan, başka şeylerin yanı sıra, Doğu Akdeniz’deki petrol ve gaz yataklarının paylaşımı, Filistin sorununun emperyalistlerin tercihleri doğrultusunda çözümü ve İsrail açısından da önem taşımaktadır. Doğu Akdeniz; yeniden paylaşım mücadelelerinin bölgenin belli başlı ülkeleri arasında yer alan Mısır, İsrail ve Türkiye’yi de girdabına çekerek şiddetlendiği ve Ege’ye doğru genişleyebilecek kriz merkezlerinden biri haline geliyor.
İŞÇİ, EMEKÇİ VE GENÇLİK HAREKETİNDE YENİ BİR CANLANMA VE YAYGINLAŞMA BELİRTİLERİ
Son bir yıl içerisinde dünya ölçeğinde kitle hareketleri değerlendirildiğinde, Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’daki gelişmelerin özel olarak altı çizilmesi gerekirken, vurgulanması gerekenin bundan ibaret olmadığı da açıktır. İşçi ve yığın hareketinde bir yaygınlaşma ve kitleselleşmenin, kendine özgü ayırdedici özellikleri olmakla birlikte, sadece Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’ya ait bir gelişme olmadığı biliniyor. Özellikle 2010’un sonundan başlayarak, dünyanın birçok bölgesinde, işçi ve emekçi hareketinde, gençlik hareketinde bir canlanma ve yaygınlaşma görülüyor. Arap ülkeleri ve Kuzey Afrika’nın yanı sıra, İsrail’den son bir yıl içerisinde sayısız genel grevin ve kitlesel gösterinin gerçekleştiği Yunanistan’a, İngiltere, İspanya ve İtalya’ya, buradan Kolombiya ve Şili’ye kadar yüz binlerin, milyonların katıldığı kitlesel gösteriler, genel grevler, değişik biçimlerde kitlesel protesto eylemleri gerçekleşti. Bunların birçoğu, gerçekleştiği ülkelerde uzun yılların en kitlesel grevleri/gösterileri olma özelliği taşıyorlar.
Yaklaşık son bir yıl içerisinde, Arap ülkelerinden İsrail’e, Afrika, Avrupa ve Amerika’ya kadar birçok bölge ve kıtadaki gelişmelere bir göz atıldığında, gençlik hareketinde bir canlanmanın, gençliğin ayağa kalkışının uluslararası bir eğilim kazanmakta olduğuna özel olarak işaret etmekte yarar var. Bazı ülkelerdeki gençlik gösterileri, haftalarca/aylarca kesintisiz bir biçimde sürdü. Ki, (yazı kaleme alındığı dönemde) Şili’deki gösteriler sürmeye devam ediyordu. Ülkelere göre, öğrenci ya da işsiz, yoksul ve öğrenci gençliğin ortak eylemleri olarak gerçekleşen gençlik hareketleri; Arap ülkelerinde olduğu gibi, halk hareketlerinin doğrudan bir parçası ve ateşleyicisi oldu; Şili örneğinde ise, işçi grevleriyle birleşti. Değişik ülkelerdeki gençlik eylemleri birbirinden etkileniyor, birbirini izliyor ve birbiriyle dayanışıyor..
Bazı ülkelerde demokratik ve siyasal özellikteki taleplerin yanı sıra, hemen tüm ülkelerde, işsizlik, yoksulluk, ekonomik, sosyal ya da eğitim alanındaki saldırılar kitle hareketlerinin ve gençlik eylemlerinin esas ateşleyicisi oldular. Krizin derinleştiği, kitle hareketinin geliştiği borç kıskacındaki Yunanistan gibi ülkelerde; tüm iç ve dış borç ödemelerinin derhal durdurulması, tüm sermaye hareketlerinin devlet denetimine alınması, bankalara el koyulması, yurt-dışına para kaçıran tüm kapitalistlerin ve işletmelerin mal varlıklarına el koyulması gibi günlük-kısmi talepleri aşan yeni talepler gündeme gelmiş; IMF, Dünya Bankası, AB, Euro para birliği gibi emperyalist kuruluşlardan çıkılması gibi taleplerin ajitasyonu özel bir önem kazanmıştır. Kitle ve gençlik hareketlerinin canlanması ve yaygınlaşmasında, ekonomik, sosyal ve siyasal alanda birikmiş sorunların yanı sıra, 2008-2009 Krizi’nin yüklerinin işçi ve emekçilerin ve halkların sırtına vurulmasının sonuçlarının hissedilir hale gelmesinin özel bir rol oynadığını özel olarak belirtmeliyiz.
Önümüzdeki dönemde uluslararası ölçekte hareketin nasıl ve ne yönde bir seyir izleyeceğine ilişkin bugünden kesin şeyler söylemek tabii ki mümkün değil. Ancak, genelde kitle ve özelde de gençlik hareketinde gözlemlenen canlanma ve yaygınlaşma eğiliminin gelip-geçici olmadığını, önümüzdeki dönemde de devam edeceğini söyleyebiliriz ve söylemeliyiz de! Önümüzdeki dönemde, geride bıraktığımız süreçte Arap ülkelerinde yaşananlara benzer öfke patlamaları, halk isyanları da sürpriz olmayacaktır.
Bunları söylerken, başlıca şu iki faktörden hareket ediyoruz: Birincisi; farklı ülkelerde farklı düzeylerde olmakla birlikte, özellikle son yılların çalışma ve yaşam koşulları gittikçe kötüleşen emekçi kitleler içerisinde biriktirdiği sorunlar ve tepkidir. İkincisi; 2008’de patlak veren krizin ardından kapitalist dünya ekonomisi, 2009’un ikinci yarısından 2011’in ortalarına kadar olan dönemde bir toparlanma ve nisbi bir canlanma içerisine girmesine karşın, işçi ve emekçi yığınların çalışma ve yaşam koşulları kötüleşmeye devam etmiştir. Ekonomik, sosyal ve hayatın hemen bütün alanlarında saldırılar hızından hiçbir şey kaybetmeden sürmüştür ve sürmektedir.
Yanı sıra, yaklaşık iki yıl kadar süren, ancak gelişmiş kapitalist ülkeler açısından sanayi üretiminin kriz öncesi düzeye bile çıkamadığı bir canlanma sürecinin ardından, kapitalist dünya ekonomisinin, bu canlanma ve büyüme sürecini de sürdüremiyeceğini gösteren ciddi emareler ortaya çıkmaya başlamıştır.
KAPİTALİST DÜNYA EKONOMİSİNİN DURUMU VE GELİŞME SEYRİ
Bu yılın ilk 7 ayındaki büyüme hızı önceki yıla göre düşmesine karşın, toplam dünya sanayi üretimi ve ticaret hacmi, kriz öncesi düzeyi aştı. 2000 yılı 100 olarak baz alındığında, kriz öncesi en yüksek düzeyi 134,7 olan toplam dünya sanayi üretimi, bu yılın Nisan ayındaki hafif bir düşüşün ardından, Mayıs, Haziran ve Temmuz aylarında da artarak, 143,1 düzeyine çıktı. Aynı şekilde, 2000 yılı 100 olarak baz alındığında, 2008 yılı başlarında en yüksek düzeyi 161 olan dünya ticaret hacmi, bu yılın 5. ayında 166 düzeyine ulaştı. Haziran ayında ise yaklaşık 3 puanlık bir düşüşle 162,8‘e gerileyen dünya ticaret hacmi, Temmuz ayında tekrar yükselerek 164,2 düzeyine çıktı. Ancak Mayıs ayındaki en yüksek düzeyin altında kaldı.
Dünya sanayi üretimi ve ticaret hacmi 2009 yılının ortalarından itibaren artarak kriz öncesinin en yüksek düzeyini geçmesine karşın, bu yılın Temmuz ayına ilişkin veriler; ABD, Japonya gibi gelişmiş kapitalist ülkelerin de aralarında yer aldığı birçok ülkede, sanayi üretiminin, kriz öncesi döneme yaklaşmakla birlikte altında kaldığını göstermektedir. Sanayi üretim düzeyi, 2000 yılı için 100 olarak baz alındığında; krizin patladığı 2008 yılının başlarında üretimdeki zirve, ABD’de 109, Japonya’da 110, Euro bölgesinde 114,7, Asya’da 237, Afrika ve Ortadoğu’da 119,4 ve Latin Amerika’da 130,5 civarında olmuştur. Yine 2000 yılı 100 olarak alındığında, sanayi üretimi; bu yılın Temmuz ayında ABD’de 102, Japonya’da 94,7 (2. ayında ise 99,7), Euro bölgesinde 108,4, Asya’da 317,4, Afrika ve Ortadoğu’da 114,3 (2. ayında 114,8) ve Latin Amerika’da 132,8 (3. ayında 133,9) civarında gerçekleşmiştir.
Veriler; 2009 yılı ortalarından bu yılın ortalarına kadar olan iki yıllık sürede dünya sanayi üretiminin, dünya ticaret hacminden daha hızlı büyüdüğünü ve bu büyümenin ülkeler ve bölgelere göre eşit olmayan bir biçimde gerçekleştiğini, belli başlı emperyalist güçler arasındaki güçler ilişkisindeki değişimin son iki yılda da devam ettiğini göstermektedir. Verilerin ortaya serdiği bir başka gerçek de, dünya ölçeğinde sanayi üretimi artış hızının düşmesi ve istikrarsız gelişiminin belirginleşmesidir.
Hem üretim araçları üreten sektörde ve hem de genelde sanayi üretiminin büyüme hızında bir düşüş görülüyor. “UNIDO” verilerine göre, sanayileşmiş ülkelerde (bununla gelişmiş Batılı kapitalist ülkeler kastediliyor), bu yılın ilk çeyreğinde imalat sanayi, bir önceki çeyreğe göre, büyümek bir yana, %-0,15 oranında küçüldü. Bu, AB ve Euro bölgesinde daha belirgin. Bu yılın ikinci çeyreğinde ekonomik büyüme (GSYİH) Almanya’da ancak 0,1, AB ortalamasında ise 0,2 oranında gerçekleşti. Siparişler, AB’nin yanı sıra, ABD, Japonya ve Çin’de de geriliyor.
Mali piyasalardaki dalgalanma ve sarsıntı, Brezilya Maliye Bakanı’nın deyimi ile “kur savaşları” ve aynı şekilde yaygınlaşarak derinleşeceği görülen borç krizleri biliniyor. Birbirini izleyen zirvelerin, görüşmelerin değişmez ana konularından birini bu oluşturuyor.
2008 Krizi ile birlikte, başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, dünya ölçeğinde, iflasın eşiğindeki bankaları ve şirketleri kurtarmanın yanı sıra, siparişleri ve ekonomik canlanmayı sağlamaya dönük, değeri trilyonlarla hesaplanan büyük kalkınma (konjonktür) programları hazırlandığı biliniyor. Hemen bütün olanaklar harekete geçirilip, tüm kaynaklar kullanılarak oluşturulan sözkonusu fonların-paketlerin, siparişlerdeki artışa ve son iki yıldaki canlanmaya yol açan faktörlerden biri olduğu, krizin kontrol altına alınmasında çok büyük bir rol oynadığı ortadadır.
Ama bu, aynı zamanda, devlet borçlarının da devasa büyümesini ve bilinen bugünkü borç krizlerini beraberinde getirdi. Ve şimdi daha da büyümüş devlet borçları ve borç krizleri, mali piyasaları ve genel olarak ekonomileri olumsuz yönde etkileyen bir faktör olarak, tersinden bir rol oynuyor.
14 trilyonla dünyanın en borçlu devleti konumundaki ABD, borçlanma limitini yükselterek, “iflasını” şimdilik ertelemiş görünüyor. AB’de ise, uzun bir süredir borç krizi gündemden düşmüyor. Borç krizi, aynı zamanda Euro krizi olarak tartışılıyor ve Euro Birliği ve dolayısıyla da AB’nin geleceğini tehdit eden bir özellik taşıyor.
Portekiz’den İrlanda ve Yunanistan’a, İspanya’dan İtalya’ya kadar birbiri ardından borç krizine sürüklenen ülkeleri “kurtarmak” üzere, “kurtarma fonları” oluşturuluyor, “Avrupa Ekonomi Hükümeti” kurulması, bütün AB ülkeleri anayasalarına “borç sınırlaması-limiti” konması, “Eurobonds” (Euro ülkelerinin ortak devlet tahvilleri) uygulamasına geçilmesi türünden öneriler-tartışmalar birbirini izliyor.
Hem bir “iç pazar” ve hem de “Birlik” olarak AB’nin, Alman emperyalizmi açısından, dünya ölçeğindeki hegemonya mücadelesinde etkili olabilmek için stratejik bir “üs” anlamını taşıdığı biliniyor. Özellikle bu nedenle, başta Almanya ve yanı sıra da Fransa, Euro Birliği’nin ve AB’nin dağılmasının önüne geçmek üzere, hararetli bir biçimde Euro krizinden çıkış yolları arıyorlar. Anayasalara “borç sınırlaması” konması talebi ile, devlet borçlanmalarını frenlemenin yanı sıra, “kriz programları”nın, bir başka deyişle işçi ve emekçilere yönelik saldırı programlarının hayata geçirilmesinin AB üzerinden kontrol ve güvence altına alınması hedefleniyor. “AB Ekonomik Hükümeti” önerisi ise, zayıf ülkelerin egemenlik haklarının Almanya, Fransa gibi güçlü emperyalist ülkeler ve mali sermaye çevreleri lehine ortadan kaldırılmasından öte bir anlama gelmiyor.
AB’de borç krizi içindeki ülke ekonomilerinin aynı zamanda ya bir durgunluk veya daralma içinde bulundukları ise, vurgulanması gereken bir başka noktadır. Yunanistan’ın GSYİH’ı yaklaşık üç yıldır geriliyor. 2011’in ilk çeyreğinde %8,1 oranında olan gerileme, ikinci çeyrekte %6,9 olarak gerçekleşti. İtalya ekonomisindeki büyüme 2010’un son çeyreği ile 2011’in ilk çeyreğinde sadece %0,1 oranında gerçekleşebildi. İtalyan sanayi üretimi halen, kriz öncesinin en yüksek düzeyinin %15 altında bulunuyor. Bir başka ifade ile, borç krizleri ekonomideki durgunluğu tetikleyen faktörlerden biri olurken, ekonomideki durgunluk da borç krizlerinin aşılmasını daha zorlaştıran bir rol oynuyor. İleri kapitalist ülkeler başta olmak üzere kapitalist dünyanın, dünya kapitalist ekonomisinin gelişme sürecine müdahale olanakları düne göre çok daha sınırlanmış durumda.
Herşeyden önce, sırtlarına bindirilen yeni yüklerle birlikte işçi ve emekçi yığınların alım güçleri sürekli bir düşüş içerisinde, işsizlik-yoksulluk giderek yaygınlaşıyor. Borç krizinin gündemde olduğu ülkelerde daha büyük çaplı olmak üzere, dünya ölçeğinde hemen tüm ülkelerde kapsamlı yeni “tasarruf” paketleri açılıyor ya da açıklanıyor. Dünya ölçeğinde, sadece 13 tekelin 300 bin civarında işçiyi ve çalışanını sokağa atmayı planladığı açıklanıyor. Yığınların alım gücünün düşüyor olmasının, iç pazarı daraltan ve dünya ekonomisinin durgunluğa doğru evrilmesini tetikleyen faktörlerden biri olduğu ve olacağı açıktır.
Diğer yandan, 2008 Krizi sonrasında olduğu gibi, kapitalist dünyanın, bir süre için de olsa, siparişlerin ve ekonomik büyümenin sürükleyicisi olabilecek büyük çaplı fonlar ya da çeşitli “konjonktür paketleri” ile piyasaya müdahale olanakları da önemli ölçüde tükenmiş durumda. Ki, 2008 Krizi ile birlikte kapitalizmin tarihinde görülmemiş büyüklükteki mali müdahalelerin bugün başlarına bela olduğu ve ekonomik büyümedeki düşüşe paralel olarak bunun sonuçlarının önümüzdeki dönemde daha da ağırlaşmış bir sorun olarak kapitalist ülkelerin ve hükümetlerinin karşılarına dikileceği beklenmedik bir gelişme değildir.
Önümüzdeki dönemde; dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin’in de artık 2008-2009 Krizi’nde ve sonrasında olduğu gibi, sürükleyici bir rol oynayabilme olasılığı oldukça zayıf görünüyor. Çin, 2008 kriz koşullarında, aynı zamanda piyasaya sunduğu ucuz krediler, çeşitli konjonktür programları ile hızından fazla bir şey kaybetmeden ekonomik büyümesini sürdürebilmiş ve hem de, kriz içerisindeki diğer büyük emperyalist ülke ekonomilerinin ve genelde de kapitalist dünya ekonomisinin yeniden toparlanması ve nispi bir canlanma içerisine girmesinde önemli bir rol oynamıştı. Ancak bunun faturası, bugün yüksek enflasyon, emlak sektöründe büyük bir şişkinlik ve “görünmeyen”(yerel düzeylerdeki) yüksek borçlar olarak Çin’in önüne çıkmış durumda. Bu faktörler, Çin’in, önceden olduğu çapta piyasalara müdahale etmesini olanaklı kılmayacaktır.
Kapitalist-emperyalist dünya tablosundaki tüm veriler; önümüzdeki süreçte kapitalist dünya ekonomisinin, son iki yıldaki canlanmayı da sürdüremeyeceğine, tüm çelişki ve çatışmaların derinleşeceğine; daha kapsamlı ve çok yönlü saldırılarla yüz yüze olan işçi, halk ve gençlik yığınlarının, sorunları, gelecek güvensizliği, umutsuzluğu ve hoşnutsuzluğu gibi, öfkesi ve tepkisi de derinleşmiş olarak mücadelesinin yaygınlaşıp yükseleceğine işaret ediyor.
Söz konusu gelişmeler ve özellikle de işçi, halk ve gençlik hareketindeki yükselişin, haliyle farklı ülkelerde kendine has farklı özellikler taşısa ve farklı boyutlarda cereyan etse de, giderek dünya ölçeğinde genelleşme eğilimi içine girmesi, aynı zamanda hareketteki dağınıklık, örgütsüzlük ve politik perspektif zayıflığını da daha belirgin, çarpıcı ve hissedilir hale getiriyor. Bu zayıflık, geride bıraktığımız dönemde gelişen işçi, halk ve gençlik hareketlerinde de kendini yakıcı biçimde ortaya koydu. Açıktır ki, sübjektif faktördeki zayıflık ya da zayıflıklar, güç ve tecrübe biriktirmek de içinde olmak üzere, hareketin ufkunu, taleplerini/kazanımlarını sınırlıyor. Subjektif faktördeki zayıflık denince söz konusu edilen, en başta işçi sınıfının gerçek devrimci partilerinin ya çoğu ülkede var olmaması veya bulunduğu ülkelerde işçi sınfı, gençlik ve emekçi kitlerle bağlarının henüz çok zayıf olduğu gerçeğidir. Tüm bunlar bilinmez yeni bir durum olmadığı gibi, kendi başına bunları fazlaca yinelemenin de çok anlamlı olmadığı ortadadır. Sorun, partilerimizin çalışma ve mücadelelerini bütün yönleriyle bu zayıflıkları hızla aşacak bir düzeye yükseltmesidir. İşçi sınıfının, geniş gençlik kitlelerinin ve ezilen halkların hareketindeki yaygınlaşma ve yükseliş; aynı zamanda işçi sınıfının yeni devrimci partilerinin kurulması, bu partilerin güç toplamaları, kitlelerle daha geniş ve sağlam bağlar kurmaları ve hareketteki zayıflıkları aşmalarının olanaklarını genişletmektedir.