Türkiye’deki feminist hareketin başlıca unsurlarından biri olan Sosyalist Feminist Kolektif (SFK) geçtiğimiz kasım ayında “Ücretli/Ücretsiz Emek Kıskacında Kadın” başlıklı bir konferans gerçekleştirdi. Konferansı önemli kılan başat isim ise, 1970’li yıllarda yayınlanan “Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği” isimli makalesiyle bugünkü sosyalist/Marksist/maddeci feminizmin, deyim yerindeyse, temelini oluşturan Amerikalı feminist Heidi Hartmann oldu. Yaklaşık üç yüz kişinin hazır bulunduğu konferans salonunda da dile getirildiği gibi birçok kadın ve feminist kadın “dünya gözüyle Heidi Hartmann’ı görmek için” oradaydı. Dergimizin önceki sayılarında da ismini eleştirel bir tartışma dahilinde zikrettiğimiz ünlü feminist, yaklaşık kırk yıl önce yazdığı bu makale bağlamında bugünkü kapitalizm ve “patriyarka” ilişkisini yeniden değerlendirirken, halen İngiltere’deki Leeds Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Jean Gardiner ise neoliberal dönemde bakım emeğinin dönüşümleri bağlamında kadın emeğinin bugünkü koşulları üzerine bir sunum gerçekleştirdi. Bir diğer katılımcı ise Fransa’dan gelen Helena Hirata idi. Hirata’nın tartışma konusu ise neoliberal politikalarla yaygınlaştırılan ve çeşitlendirilen esnekleşme ve kadın emeği ilişkisi üzerineydi.
Neoliberal politikalar ve yeni muhafazakarlığın ortak gelişimi üzerine kadın emeğinin bugünkü konumu ve değerlendirilmesi, kadının emek gücünün emek piyasasına katılımı ve üretim ilişkilerine olan ilişkisi bağlamında dünyadaki ve Türkiye’deki feminist algının anlaşılması, analiz edilmesi ve eleştiriye tabi tutulması açısından oldukça önemli veriler sunan konferans, aynı zamanda hem feminist hareketler/yaklaşımlar içerisindeki hem de sosyalist/Marksist teori ve feminizm arasındaki ciddi ideolojik ayrımların belirginliğinin güçlenmesine de işaret eder nitelikteydi. Kısacası, Marksist Leninistler nezdinde hiçbir zaman gerçekleşmemiş olan ama özellikle 70’li yıllardan itibaren Avrupalı ve Amerikalı feministler tarafından zoraki ve eklektik bir şekilde kurulan “Marksizm ve feminizm arasındaki mutsuz evliliğin” bir nihayete ermesinin – hatta önemli ölçüde sona erdiğinin- alametlerini bir kez daha ortaya koydu. Konferansla birlikte yeniden gündeme aldığımız sosyalist feminizmin güncel analizi ve eleştirisine geçmeden önce konferansa dair genel bir gözlemi akılda tutmakta fayda var. Panelistlerin hepsinin gelişmiş kapitalist/emperyalist ülkelerden gelişi ve kendi ülkelerindeki koşullar temelinde kapitalizm ve “patriyarka” arasındaki ilişkiyi yeniden değerlendirdiklerini söyleyelim. Buna karşılık Türkiye’deki feministlerin bu ilişkiye dair görüşleriyle panelistlerinki arasında ciddi farklılıklar ve farklı eğilimler ortaya çıkmış durumda. Türkiye’den feministler kapitalizm-patriyarka ortaklığında patriyarka vurgusunun her zamankinden daha fazla ihtiyaç olduğunu düşünürken, diğerleri kapitalizm eleştirisini daha da derinleştirme eğiliminde. Karikatürize edersek, ilkinin artan bir ivmeyle radikalleşen ikincisinin ise tırnak içerisinde sosyalistleşen bir feminizme doğru gittiğini söyleyebiliriz. Bu tartışmaya geçmeden günümüz kadın hareketleri ve feminist hareketlerin yakın tarihine dair bir bellek tazeleme girişiminde fayda var.
Yakın tarihe kısa bir bakış
Elbette sınıflı toplumun tarihi kadar eski olan kadının ezilmişliğinin tarihinde, tarihsel bir zorunluluk olarak tarihin her döneminde bu ezilmişliğe karşı başkaldırı ya da özgürlük hareketleri gelişmiştir. Materyalist tarih anlayışı tüm bu tarihi kendi diyalektik iç bağıntıları çerçevesinde analiz etmeyi gerektirir. Fakat tartışmamızın içeriği gereği 20.yy’ın ikinci yarısından sonraki döneme yoğunlaşmakta fayda var.
Kapitalizm, başlangıcından bugüne kadar, mevcut üretici güçleri kendi dönemsel ihtiyaçları doğrultusunda konumlandırmak zorunda kalmıştır. Köylülüğün bitirilip, tarıma dayalı aile üretiminden kapitalist fabrika üretimine geçiş, üretici köylüyü fabrikada konumlandırmış, çiftçiyi işçi yapmıştır. Ya da sanayileşme ve hemen akabinde makineleşmeyle birlikte doğan rekabet ortamında ucuz emek gücü ihtiyacı kadınların ve çocukların kitleler halinde emek gücü piyasasına katılımını gerektirmiştir. Benzer bir şekilde İkinci Dünya Savaşı sırasında erkeklerin kitleler halinde orduya alınması, Avrupa ve Amerika’da kadınların da özellikle ağır sanayide (silah sanayi, iş makinaları üretimi, vb.) kitlesel istihdamına yol açmıştır. Savaşın sona ermesiyle birlikte erkeklerin emek piyasasına geri dönüşü, kadın ve erkek işçiler arasındaki rekabeti doğurmuş ve “doğuştan yenik görülen” kadının büyük ölçekte istihdam dışına itilmesini beraberinde getirmiştir. Yani kapitalizm kadına “Sen şimdilik yedek kulübene çekil, ihtiyacım olursa tekrar çağırırım.” demiştir. Fakat bir kere proleterleşmiş ve üretimden gelen gücünün tadına varmış olan kadını yeniden mutfağa hapsetmek artık o kadar kolay olmayacaktır. Savaş öncesindeki kadın tipiyle savaş sonrası kadın tipi arasında ortaya çıkan keskin kopuşların aile yapısında ve toplumda ciddi bir etkisi olması bekleniyordu. Fakat, savaş sırasında kafasında çiçekli bandanası güçlü kaslı kollarıyla yandan profil resmi veren “Rossie the Riveter” ikonu hemen geri çekildi ve dini propagandanın güçlendirilmesiyle birlikte “yuvayı yapan dişi kuştur” kabusu da diyebileceğimiz “ideal aile mitine” geri dönüldü. Fakat kadının iş gücüne katılımı geleneksek aile yapısına kökten zarar vermeyecek emek denetim biçimleriyle sürdü. Bu maddi koşulların yanı sıra, -bahsi geçen konferans bileşenleri de dahil olmak üzere- yeryüzünde gelmiş geçmiş bütün feminist hareketlerin değinmekten bile kaçındıkları SSCB deneyiminin politik ve dolayısıyla ideolojik etkileri ve Sovyet kadınlarının özgürleşme yolunda devrimle birlikte attığı pratik adımların etkisi hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının teminatı haline gelmiştir.
Bu ahval ve şeraitte, genellikle gençlik hareketleriyle anılan 1960’lı yıllar aynı zamanda “Kadın Özgürlük Hareketleri” yıllarıdır. 19.yy’daki kadın hareketleri kapitalizmin gelişim koşullarından faydalanıyorken, 1960’lı yıllardaki kadın hareketleri ve feminist hareketler kapitalizmin eleştirisinden güç aldı. Tabi ki buna, ulusal kurtuluş hareketleri, Savaş karşıtı hareketler (Vietnam Savaşı) ve ABD’de siyahların özgürlük hareketlerinin etkisini de eklemek gerekir. (Zira ulusal özgürlük mücadeleleriyle bu mücadeleler içerisinde kadın özgürlük hareketinin nasıl ilerici bir etkileşim içerisinde olduğuna bugün ülkemizde tanıklık etmekteyiz -Kürt ulusal mücadelesi ve Kürt kadın hareketi). Avrupa’daki sosyalist örgütlerde mücadele eden birçok sosyalist kadın ve feminist kapitalizmle ve onun baskı aygıtı olan devletle hesaplaşma dönemine girmiş, sosyal haklar ve eşitlik temelinde mücadele vermiş, “kreş, ücretsiz bakım, demokratik temsiliyet, vb.” gibi çeşitlenen kısmi kazanımlar elde etmiştir. Fakat 1970’li yıllara gelindiğinde, SSCB’de revizyonizmin önemli yol kat etmesi, kapitalist sisteme geri dönüş uygulamalarının giderek belirginleşmesi dünya genelinde sosyalist hareketlerin, dolayısıyla sosyalist kadınların mücadelesinin elini zayıflatmıştır. Bununla birlikte kapitalizm yeni bir krize gebedir ve kapitalizm açısından üretici güçlerin yeniden konumlandırılması/yapılandırılması ihtiyacı söz konusudur.
Bu tarihsel koşullarda güç kazanan radikal feminizm ideolojik olarak eleştiri oklarını sosyalizme ve Marksizme doğrultur ve kadının ezilmişliğini namlunun ucuna erkekleri koyarak yeniden teorize eder. Birçok farklı eğilimi içermekle birlikte “Özel olan politiktir.” sloganı etrafında birleşen feminist hareket art arda kitaplar ve makaleler üretmekte, eylemler örgütlemektedir. Bunlardan en önemlilerinden biri ikinci dalga feminizm üzerinde belirleyici etkisi olan Amerikalı feminist Kate Millet’tır. Millet, 1970’de yayınlanan Cinsel Politika kitabıyla kültürlerarası ve tarih ötesi bir patriyarka kavramı önermektedir. Buna göre patriyarka hem evrensel iktidar ilişkilerinin biçimini oluşturmakta hem de sınıflı toplumu önceleyerek birincil tahakkümü teşkil etmektedir. “Erkek iktidarı”, sınıf, ırk, dil, din gibi çeşitli değişkenleri değersiz kılmakta ve tek tahakküm biçimini oluşturmaktadır, çünkü her yerde erkekler yönetmektedir. Aynı yıl içerisinde Kanada asıllı feminist Shulamith Firestone Cinselliğin Diyalektiği’nde, Fransa’da da Christine Delphy Baş Düşman kitabında, toplumsal yapının her zaman ve her yerde kadın ve erkek olarak iki sınıfa bölündüğünü ve erkek sınıfın kadın sınıf üzerindeki tahakküm ilişkisine dayandığını ilan etmişlerdir.
Radikal feminizmin en ayırt edici özelliği patriyarkayı başlı başına bir sistem olarak ele alması ve erkeklerin kadınlar üzerindeki egemenlik/tahakküm sistemi olarak formülize etmesidir. En kaba tabirle kapitalizmi toplumsal yapılanma açısından bir teferruat olarak gören radikal feminizm, kadınların eşleri/babaları ile aynı sınıfa mensup olmadıklarını ve kendilerinin ayrı bir sınıf oluşturduklarını ileri sürer. Buradan hareketle kadınlar arasındaki sınıf, dil, din, ulus ayrımları onların farklılıklarıdır, ancak bu farklılıklar onların aynı sınıfa mensup olduğu gerçeğini ortadan kaldırır nitelikte değildir. Farklılık söylemi, “kadınlar arasındaki farklılıkları eritmeden bir feminist politika yaratmak” biçiminde bugünkü Türkiye (sosyalist) feminist hareketi içerisinde hala baskın bir biçimde devam etmesi açısından dikkate değerdir. Marksist felsefe açısından radikal feminizm, kadınların ezilmişliği analizinde materyalist bir anlayıştan tamamen yoksundur. Tüm politik söylemleri üzerindeki örtüyü kaldırdığımızda ‘kendi-içinde’ ve ‘kendi-için’ cinsiyet kategorileriyle oldukça metafizik bir anlayışa yaklaşmıştır. Buna ek olarak, erkek egemenlik sisteminin yani patriyarkanın tüm diğer ayrımcı toplumsal şekillenişleri (sınıflı toplumu) öncelediğini savlayarak da bilimsel bir tarih anlayışından tamamen yoksundur – ki bu da Marksist feminizmin radikal feminizme getirdiği temel eleştiridir.
70’li yılların başında bu derece güçlenen radikal feminizm karşısında Marksist feministler, diyebiliriz ki, Marksizm adına bir özeleştiri sürecine girdiler. Radikal feminizmin tarihsel materyalist anlayıştan yoksun oluşunu feminist sorunsalın Marksizmin merkezi sorunsalında (sınıf çelişkisi analizinde) yer almamasına bağladılar ve Marksizm ve feminizm arasında mutlu bir evliliğin mümkünlüğüne yoğunlaştılar. Diğer bir deyişle, Marksizmin feminizasyonu çabasına giriştiler.
Tam da bu noktada, 1970’li yılların ikinci yarısında Heidi Hartmann malum makalesini yazdı ve Marksist Feminizm’e ciddi bir ivme kazandırdı. O dönemde adeta sloganlaşan ve “çuvaldızı kendimize batırıyoruz” göndermesi yapan o ünlü cümle kurulmuş oldu: “Marksizm cinsiyet körüdür.” O dönem sosyalist ve Marksist feministler açısından Marksizmle temel dert Marx’ın emek değer teorisinde kadının ücretsiz emeğine yer verilmemesi, buradan yapılacak bir genellemeyle kadının ezilmişliği sorunun Marksist teoride analiz edilmemesiydi. Yalınlaştırılmış bir ifadeyle Marksizmin patriyarkayı ayrı bir toplumsal üretim sistemi olarak incelememesi, kabul etmemesi, eleştirmemesi onun cinsiyet körlüğünün bir sonucuydu.
Hartmann’ın, konferanstan önce Ekmek ve Gül programına verdiği röportajda, “Hala Marksizmin cinsiyet körü olduğunu düşünüyor musunuz?” sorusuna verdiği cevabı es geçmemek gerek: “Hem evet hem hayır. Senaryonuz, o cümleyle cinsiyet körü olarak ne demek istediğinize bağlı. Sanırım beni o makaleyi yazmaya iten şey cinsiyetçiliğin ortadan hala kaybolmadığı sol hareket içerisindeki deneyimlerdi.” Buradan hareketle Marksizmin cinsiyet körü olduğu fikrinin oluşmasına yol açan iki temel nedeni varsaymak mümkün. Birincisi, özellikle Amerika’daki feminist ve sosyalist hareketlerin 20.yy’daki SSCB deneyim ve pratiğinin sağlıklı bilgisine erişiminin olmaması- ki bu her türlü propaganda aygıtıyla sağlanmıştır. Marx ve özellikle Engels’ten sonra, Bebel ve özellikle de Lenin ‘kadın sorunu’ üzerine teorik, ideolojik ve pratik mücadelenin ana hatlarını çizmiştir. Daha ötesinde Lenin ve Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nde en refah kapitalist ülkelerin bile (Kuzey Avrupa ülkeleri gibi) kapitalist üretim biçiminin doğası gereği tahayyül edemeyeceği ölçüde önemli adımlar atılmıştır (kürtaj ve boşanma hakkı, kadın okuryazarlığının %100’e çıkarılması, kadın istihdamının %88’e çıkarılması, bakım emeğinin kolektifleştirilmesi, kadınların devlet denetim mekanizmasındaki nüfusun 2/3’ünü oluşturması, vb.) Bugün hala birçok Avrupa ülkesi ve ABD’deki talepler bile, Sovyetler Birliği’nde gerçekleştirilen uygulamaların çok gerisinde kalmaktadır. Genel olarak tüm feministler bu sosyalizm deneyimini incelemeyi ret ya da ihmal etmekte ya da görmezden gelmektedir. İkinci bir neden ise, sosyalist örgütlenmeler içerisindeki erkek egemen zihniyetin, Hartmann’ın da işaret ettiği üzere gerçekten kırılmamış olmasıdır. Bu sadece kırk yıl öncesinin değil bugünün de bir gerçeğidir. Ne var ki Lenin “Dünya Kadınlarına Vasiyeti”nde, kadınların burjuvaziye/kapitalizme karşı savaşının yanı sıra parti içerisindeki mücadelesine de işaret etmektedir. Sonuç olarak, dünyada tam anlamıyla gerçekleşmiş tek sosyalist deneyimin sonuçlarından yoksun olmak 20.yy’da kadınların ezilmesine ve son tahlilde özgürleşmesine yönelik tek Marksist pratikten yoksun olmak demektir. Gerçekten de SSCB’yi bir kenara bırakacak olursak bu alanda tatmin edici Marksist bir teori ve pratik birikim yok denecek kadar azdır.
Feminizmin bu noktadaki yanılgısı, 20.yy’da kadının ezilmesi sorununun analizini ve çözümünü dönüp dolaşıp Marx ve Engels’in 19. yy’da ortaya koyduğu kendi yapıtlarında aramaları ve bu yapıtlardan hareketle Marksizmi bir teori ve eylem kılavuzu olarak kavrayamamalarıdır.
Kapitalizm ve “Patriyarka”
1970’li yıllarda Heidi Hartmann ve diğer birçok feministin birbirinden ayrı iki sistemin ortaklığı olarak ele aldıkları kapitalizm ve patriyarka ilişkisinin analiz konusunu kadının ev içi emeği ya da bakım emeği yani (kimi kaynaklarda karşılıksız diye geçen) ücretsiz emeği oluşturmaktadır. Bu ortaklık aynı zamanda bir çelişki üzerinden ilerlemiştir. Patriyarkanın ezen öznesi erkek (koca, baba, erkek kardeş) ile kapitalizmin sömürücü öznesi kapitalist/patron arasında kadın emeğine kimin el koyacağına dair bir çelişkidir bu. Kabaca, erkek kadını evinde, kapitalist ise iş yerinde alıkoymak istemektedir. Bu çelişki 19.yy’da aile ücretinin geliştirilmesiyle çözülmüştür. 20.yy’da ise, feminizme göre, kadınların önemli bir kesiminin ‘evkadınlaştırılması’ ile denge sağlanmıştır. Bir yandan aile ve erkek kadının ücretsiz emeğine el koyarak kendi varlığının devamlılığını sağlamakta bir yandan da kapitalizm için işçi sınıfının yeniden üretilmesi de teminat altına alınmaktadır.
Bu noktada Marx ve Engels’e yöneltilen temel eleştiriyi ele alalım. 1970’li yıllardaki Hartmann, kapitalizmin herkesi proleterleştirme (bizim deyimimizle üretimi toplumsallaştırma) ihtiyacını öngören Marksist tezin yanıldığını belirtmektedir. Bu bağlamda Engels’in Köken’de öne sürdüğü kapitalizmin kadını proleterleştirerek kendinden önceki ataerkil yapının temellerini yıktığı saptaması da yanılmış olacaktır. Yazının buraya kadarki kısmında özellikle “1970’li yıllardaki Heidi Hartmann” dememizin bir nedeni var. Çünkü Hartmann, SFK’nın kadın emeği konferansında yaptığı “Kapitalizm ve Patriyarka” sunumunda kapitalizm ve patriyarka arasında o zamanlar tahlil ettiği gibi bir ilişkinin gelişmediğini belirtiyor:
‘Marksizm ve Feminizmin Mutsuz Evliliği’ makalemde eksik bıraktığımı, süreç içerisinde doğru değerlendirmediğimi düşündüğüm çeşitli noktalar var: kapitalizme yeterli önemi vermemişim. Değişen aile biçimi, ailenin desteklenmesi, yaşlı ve çocukların bakımının kapitalizm tarafından karşılanması, değişen aile biçimleriyle birlikte kadınların konumlarının da değişmesi bana bunu düşündüren etkenlerden. Makalemde patriyarkanın gücünü anlatabilmek için kapitalizmin gücünü azımsamışım.
Hartmann’ın bakım emeği açısından ortaya koyduğu tablo ülkemiz açısından oldukça yabancı elbette. Türkiye açısından bakıldığında hiçbir bakım hizmeti kapitalist sistem ya da devlet tarafından karşılanır durumda değil. Ama ileri kapitalist/emperyalist ülkeler açısından bakıldığında bu ülkelerdeki yoksulluk düzeyinin afaki seviyelere ulaşması, şimdiye kadar kadınların ücretsiz emeğiyle karşılanagelmiş toplumsal yeniden üretimin kapitalizmin başına bela olmaya başladığını gösteriyor. Zira artan yoksulluk kadınları giderek artan bir ivmeyle işgücü piyasasına sürüklüyor. Diğer yandan Hartmann, bugün ABD’de 50 milyon insanın gıda yardımı alman hayatta kalamayacağını belirtiyor. Bakım hizmeti krizi, yani bakım hizmetinin kimin emeğiyle karşılanacağı krizi ile artan yoksulluk arasındaki çelişki ABD’deki aile yapısını dönüştürüyor. Buna karşılık, kadın ve erkeklerin doğrudan kapitalizmi hedef alan ortak eylemliliklerinin arttığı görülüyor. Hartmann bu durumun “Wall Street’i İşgal Et” eylemlerinde oldukça belirginleştiğini belirtiyor. Konferanstaki bir diğer konuşmacı Jean Gardiner bakım emeği hareketlerinin üç karakterini ortaya koyuyor -ki bu üç karakter kapitalizm ve “patriyarka” arasındaki ilişkinin eğilimini de aşamalarıyla ortaya koyuyor.
i. Geleneksel aile formu: Aile reisinin, yani eve ekmek getirenin erkek, evde tam gün bakım emeği harcayan kişi kadın. Giderek azalan bir yapı.
ii. Ara form: Kadının da erkeğin de çalıştığı ama hala aile reisinin erkek olarak görüldüğü aile yapısı. Kadınların daha düşük ücretle çalıştığı görülüyor. Bakım emeğinin çoğunluğu kadın üzerinde olmak üzere özellikle çocuk bakımı gibi belirli bir ev içi emeğin erkek tarafından sarfedilmesi.
iii. İkili kariyer haneleri: İstihdama katılımın da bakım emeğinin (ya da bakım emeği bedelinin) de kadın ve erkek arasında eşit olarak paylaşıldığı aile sistemi.
Dünyanın geneline bakıldığında en baskın aile modelinin ikincisi olduğu belirtiliyor. Fakat giderek birinci modelden ikinci modele geçişe de işaret ediliyor. Türkiye tabi ki bu modelleme de birinci aile yapısında gibi görünüyor. Ama bu modellemelerin bile kendi içerisinde çelişkileri var. Örneğin Türkiye’de, özellikle başta İstanbul olmak üzere belli başlı sanayi bölgelerinde ‘ev kadını’ olarak görülen birçok kadın ev eksenli üretimin bir parçası. İkinci aile modeli ise coğrafi olarak Avrupa’nın genelinde, sektörel bazda da kadın emeğinin yoğunlaştığı kamu sektörüne işaret ediyor. Kuzey Avrupa ülkelerinde daha sık rastlanan üçüncü model ise giderek ABD’de yaygınlaşan model. Buradaki yanıltıcı nokta ise, kadın ve erkek arasında eşit olarak paylaşılıyor görünen bakım emeğinin çoğunluğu yine kadın ve genellikle illegal göçmenler işçiler tarafından sunulması.
Özellikle 1980’ler ve sonrası neoliberal politikalar ve etkilerinin getirdiği noktada 1970’lerde kapitalizm ve patriyarkanın mutlaklığa doğru bir ortaklık ilişkisi içerisinde geliştiğini söyleyen Heidi Hartmann, konferanstaki feministler tarafından patriyarkadan çok kapitalizme vurgu yapmakla eleştirildiğinde, “Buna odaklanmamın sebebi kapitalizmin krizi. Kapitalizm, patriyarkal ağları kırmış durumda.” diyor. “Erkekler giderek daha fazla bakım emeği üstlenirken, belirli alanlarda kadınların daha yüksek ücret alması var olan aile yapısını değiştiriyor.” diye ekliyor.
Her gün 5 kadının öldürüldüğü, tecavüzcülerin bizzat yargı tarafından aklandığı, devletin tecavüze ortak olduğu, kayıtlı ve sosyal güvenceli kadın istihdamının ve kadın okuryazarlığının oldukça düşük olduğu ve bunun gibi koşulların giderek kötüleştiği ülkemizde patriyarkanın kapitalizm tarafından çözülüyor olup olmadığı tartışmalı bir konu olarak görünüyor. Fakat, eğer Marksist bir analizde ısrarcıysak –ki öyleyiz- Türkiye’deki sosyalist feministlerin patriyarkanın hala mevcut ve ayrı bir sistem olarak devam ettiği ve kapitalizmi toplumsal cinsiyet ilişkileri bakımından hala belirlediği argümanını analize tabi tutmakta fayda var. Türkiye’nin önde gelen sosyalist feministlerinden Gülnur Acar Savran bu bağlamda kapitalizmin patriyarkayı çözdüğü görüşüne tamamen karşı çıkıyor. Savran’a göre patriyarkal ilişkiler çoğalarak ve çeşitlenerek devam ediyor. Geleneksel patriyarka kadınları tamamen kamusal alandan soyutlarken, modern patriyarkal ilişkiler kadınları esnek-enformal sektörde konumlandırma eğiliminde. Savran, bugün hem geleneksel patriyarkal ilişkilerin hem de modern ve çeşitli patriyarkal ilişkilerin eş zamanlı olarak yaşandığı “melez bir patriyarka” sisteminin geliştiğini savunuyor. Türkiye açısından ise, melez patriyarkanın gelişme dinamiklerini, geç kapitalistleşme ve bunu bir sonucu olarak hızlı modernleşme, bir Akdeniz ülkesi olarak islam öncesindeki ‘bekaret, namus, örtünme’ gibi toplumsal cinsiyet normlarının islamiyetle birlikte pekişerek devam etmesi ve Kemalizmin etkileri oluşturduğunu belirtiyor. Bugün AKP’nin hayata geçirdiği yeni muhafazakarlık politikalarını ise istihdamda (ücretli emek piyasasında) soyut eşitlik, aile içerisinde hala korunan muhafazakarlık olarak yorumluyor. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in boşanmalardaki artışı yozlaşma olarak değerlendirip ailenin ıslahı çözümünü ortaya koymasının bunun gözle görünür bir örneği olduğunu ortaya koyuyor. Kapitalizmin neoliberal bir düzlemde, patriyarkanın ise yeni muhafazakarlık temelinde ortak gelişim dinamiklerinin temelinde hala patriyarkanın kapitalizmi toplumsal cinsiyet bağlamında belirleyici özelliğinin devam etmesini ise ücretsiz ev emeğinin kadının istihdama katılımında hala en belirleyici ve kısıtlayıcı unsur olmasına bağlıyor.
Patriyarka, feministlerin savunduğu gibi, kapitalist sistemin toplumsal üretim ilişkilerinin denetleyici sistemi ise, toplumsal üretimin maddi üretim ve toplumsal yeniden üretim olmak üzere ikili karakteri bağlamında, kadının patriyarkal emek denetiminden kaynaklanan ücretsiz/karşılıksız ev içi bakım emeğinin kadının istihdama katılışında belirleyici çoğu zaman kısıtlayıcı unsur olduğunu kabul edelim. Kişiselleştirirsek, nasıl patriyarka kapitalizmi belirliyorsa, nasıl erkek kadının (ücretli/ücretsiz) emeğine el koyuyorsa, bunun izdüşümü olarak kadının ücretsiz emeğinin ücretli emeği üzerinde bir tahakkümü olduğunu varsaymak gerekir. Peki, bu gerçekten de böyle midir? Yukarıda belirtilen üç aile modeli ve eğilimine bakalım. Neoliberal politikaların bir sonucu olarak artan yoksulluk kadını işgücüne iterken, kapitalizm işgücünü, üretimi ve çalışmayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda esnekleştirerek ve kayıtdışılaştırarak kadının ücretli ve ücretsiz emeği arasında nasıl bir ilişkinin şekillenmesine yol açıyor? Çalışmadığı düşünülen ‘ev kadınlarının’ çoğunluğunun ev eksenli işçi olduğunu belirttik. Bu aynı zamanda kadının ücretli emeğinin ücretsiz emeğinden çalınması anlamına geliyor. Yani, sözde erkeğin el koyduğu ev içi emeğe, sistemde yarattığı ve esnettiği tüm boşlukları kullanarak sermaye birikimini artırmaya çalışan kapitalizm el koyuyor. Bu elbette kadının bakım emeğinden azade kılındığı anlamına gelmiyor. Hartmann’ın bugün açısından yeniden tasvir ettiği, Engels’in Köken’de açıkça ifade ettiği üzere, kadın emeğinin çifte sömürü koşulunu ortadan kaldırmıyor. Burada önemli olan saptama şudur ki: Bugünkü yoksulluk durumu, kadınların var olan toplumsal (aile ilişkileri, geleneksel kadın kimliği, vb.) ve ekonomik koşullarını zorlayarak işgücüne katılma yani çalışıp “eve ekmek getirme”, yani aile ilişkilerini, aile içindeki kadınlık durumlarını kendi çalışma olanaklarına göre yeniden şekillendirme eğilimindedirler. Kısacası, kadınlar ne yapıp edip para kazanmanın bir yolunu bulma eğilimindedirler. Bunun için de aile ilişkilerinin geleneksel yapısını zorlamak durumundalar ve öyle de yapıyorlar. Ellerinde herhangi bir meslek bilgisi ya da eğitimi olmayan ya da ailedeki çocuk-hasta-yaşlı bakımını kendi dışında herhangi birine devretme koşulu olmayan, kısacası evden dışarı çıkma olanağı bulunmayan kadınların ev eksenli üretime yönelmeleri bunun en çarpıcı örneğidir. Ya da, kamu sektöründe çalışan kadınlar açısından, bakım emeğinin ailedeki başka bir kadına devretmeleri ya da ucuz göçmen emeğini satın almaları ise bir başka örnektir. Ülkemizde henüz yaygın olamamakla beraber, Avrupa ülkelerinde (İngiltere, Fransa, vb.) kapitalizm kamu sektöründe çalışmayı esnekleştirmenin bir biçimi olarak çocuklu kadınlar için yarı zamanlı çalışma biçimini yaygınlaştırmaktadır.
Kısacası, feminizmin öngördüğünün aksine kadın emeği giderek daha fazla ücretli emeğe dönüşmektedir. Fakat sorun, kadınların 1980’lerden sonra daha çok kayıt dışı ve esnek çalışmanın yaygın olduğu sektörlerde istihdam edilmeleridir. Öyle ya da böyle ülkemizde etkileri henüz çok belirginleşmemiş olsa da bu durum var olan geleneksel ya da feminizmin tabiriyle patriyarkal aile yapısını ve aile ilişkilerini giderek çözmektedir. Dolayısıyla, Marx ve Engels’in öngörüsü hala geçerliliğini korumaktadır. Kapitalizmin kadının ücretli emeğini değersizleştiren bir şekilde artarak istihdam etmesinin karşısında sosyalist bir bakış açısı tam tersi olan emeğin özgürleştirildiği ve giderek ücretli emeğin ortadan kaldırılması yoluna girilmiş deneyimleri, yani SSCB örneğini iyi incelemek zorundadır.
Kimden Alacaklıyız?
Tüm bunları bir bütün olarak düşündüğümüzde, Sosyalist Feminist Kolektif’in bir süredir yürüttüğü “Erkeklerden alacaklıyız” kampanyasını ve bir bütün olarak Türkiye’deki feminizmi nasıl değerlendirmek gerekir? İlk olarak SFK’nın feminist politikayı benimsemeyen sosyalist/Marksist yaklaşımlara getirdiği eleştiriyi ve bu kampanyasının temellerini ortaya koyalım: “Ücretli kadın emeği üzerine yapılan analizlerin çoğunluğu evdeki erkek egemenliğinin etkilerini yok sayılarak yapılıyordu. Bu nedenle biz, ısrarla, kadınların ev içindeki ücretsiz emekleri ile işgücü piyasasındaki ücretli emekleri arasındaki ilişkiyi bir bütün olarak ele almak gerektiğini söylüyoruz…. Yapılan analizlerde mücadelenin taraflarını bizzat kadınlar ve erkekler olduğunu gözden kaçırmak, feminist politikayı zayıflatma riskini taşıyor… Bizim sermayeden ve devletten taleplerimiz var ancak esas olarak: Erkeklerden alacaklıyız. Temizlik, yemek, yaşlı bakımı ve en önemlisi çocuk bakımı gibi ‘kadın işleri’nin yapılmasından erkeklerin maddi çıkarı (para, zaman) var, erkekler için harcadığımız zamanı, emeği geri istiyoruz…” Sosyalist feminizm kadın emeği analizini karşılıksız emeğin sadece çocuk/hasta/yaşlı bakımı için değil doğrudan ve bizzat erkekler tarafından tüketildiği gerçeğini görmeye davet ediyor.
SFK’nın bu kampanyasında da belirginleşen en temel özelliği radikal feminizmin saptamalarını doğrudan ve açıkça benimsemiş olmasıdır. Yani baş düşmanı erkek olarak kabul etmeleri ve doğrudan erkek egemen sistemin erkek öznelerde cisimleşmiş beden ve emek sömürüsüne, kısacası erkeklere karşı bir mücadele önermeleridir.
Burada sosyalist feminizme teorik ve ideolojik düzlemde getirilebilecek en temel eleştiri, kadının bugünkü durumunu ve buna bağlı olarak kurtuluş mücadelesini hala geleneksel patriyarkal ilişkileri baz alarak tarif etmesidir. Yukarıda ana fikri sunulan mücadele programı kapitalizm öncesi patriyarkal ailenin varlık koşullarındaki özel alan/kamusal alan ikiliğinin korunduğu fikri üzerinden geliştirilmiştir. Engels’e göre, özel ve kamusal alan ayrılığına dayanan patriyarkal aile yapısı kapitalizmle birlikte çözülmüş, bu ayrımın maddi koşulları kadının ücretli emeğiyle birlikte ortadan kalkmıştır. Bu durum sadece proleter kadınlar ve aileler için geçerlidir. Somutlamak gerekirse, kadının ücretli emek piyasasına katılmadan önceki toplumsal formasyona bakıldığında; maddi üretim alanı, metaların üretimi, buradan yola çıkılarak gelişen tüm toplumsal ilişkiler (politika, sanat, kültür, vb.) kamusal alanda gelişmektedir ve erkekliğe atfedilmiş alanlardır. Buna karşılık, kadınlar evde görünmeyen bakım emekleriyle özel alana hapsolmuştur. Kadının istihdama katılımı ise bu iki alanın ayrıklığının maddi temellerini sarsmıştır ve patriyarkal ilişkilerin giderek çözülmesiyle paralel bir şekilde bu ayrım da giderek çözülmektedir. Savran’ın, yeni muhafazakarlık çerçevesinde AKP’nin geleneksel aile yapısının korunmasına yönelik girişimleri hakkında tespiti bir noktaya kadar doğrudur. Fakat gözden kaçırılan nokta, devletin ve sermayenin sözde özel alan olarak tarif edilen aileye müdahalesinin bu özel/kamusal alan ayrımının çözülmesine yönelik bir müdahale olduğudur. Patronların kadın işçilerin hamileliklerini doğrudan denetlediği, sözde özel alan olan evde meta üretiminin yapıldığı (ev eksenli çalışma), güzellik endüstrisinin tüm toplumsal sınıflardan kadınların cinselliğini belirlediği, evlendirme programlarıyla “yeni ailelerin” kurulduğu, “umutsuz ev kadınlarının” dramının ekranlara taşındığı bir toplumsal yapıda özel ve kamusal alan ayrımının maddi varlık koşullarından bahsetmek ne derece gerçekçidir? Tüm bunların olduğu yerde insanların “ev benim mahremimdir” hissiyatının ve yanılsamasının devamlılığı kapitalist toplum ilişkilerinin yeniden üretilmesi açısından hayati önem taşımaktadır ve tamamen ideolojiktir. Sanki ev ve aile ilişkileri ulu orta yaşanmamaktadır, gözlerden ıraktır. Şiddet gören kadınların, karakolda çarptıkları “Kocandır….” ideolojik duvarıdır kamusal/özel alan ayrımı. “Karı koca arasına girilmez.” ahlaki normunun temelinde “Sizden en az üç çocuk istiyorum.” ikiyüzlülüğünün yatmasıdır. Dolayısıyla, doğru Marksist tutumun bu ideolojik ayrım üzerinden nasıl bir politika geliştirmesi gerektiği tartışılmalıdır. Feminizmin, mücadeleyi özel alanda güçlendirme önerisi de ciddi bir eleştiriye tabi tutulmalıdır.
Nasıl bir “feminist” mücadele?
Gülnur Acar Savran, kadınların mücadelesinin başta özel alanda yani ev/aile içerisinde olmak üzere kadınların ‘politik bir özneye dönüştürmeleri’ yoluyla patriyarkaya ve onun cisimleşmiş haline (erkeğe) karşı mücadele olarak tarif ediyor. Bu mücadelenin temelinde kadınların nesnel gerçeklikleri yani erkekler tarafından baskılanmaları ve sömürülmelerinden kaynaklanan ihtiyaçları yattığı için bu mücadelenin öznesinde nesnel olarak ezen özne konumunda bulunan erkeklerin yer alamayacağını söylüyor. Bu minvalde feminizmin politik öznesinin kim olduğu tartışmaları hala devam etmekte.
Sosyalist feminizmin bu konudaki en genel önermesi, feminizmin, belirli bir egemenlik ve iktidar ilişkisini (patriyarkayı) hedef aldığı ve bu nedenle herhangi bir politik hareketin programına bir alt başlık olarak eklenemeyeceği için başlı başına politik bir hareket olduğu ; ve bu politik hareketin politik öznesinin de feministler olduğudur. Bu minvalde, kadın öznesi ise, politik özneye yani feministe dönüşmesi beklenen kolektif öznedir. Tam da bu noktada feminizmin hem güç aldığı hem de başının belası haline gelen “farklılık söylemi” devreye girmektedir. Birbiriyle çelişki içerisinde bulunan farklı sınıf, ulus, din, kültür yapılarından gelen kadınlar, bu “farklılıklarını” eritmeden, ‘ortak ezen’e karşı mücadeleyi kadın olmalarından, kadınlıklarından kaynaklanan bir birliktelikle nasıl yürütebilirler? Ya da konferansta gündelikçi bir kadının çok daha güzel bir ifadeyle sorduğu gibi, “Gülnur Hocam, şimdi ben evine temizliğe gittiğim patronumla nasıl aynı mücadele içerisinde yer alabilirim?” Sadece merakları gidermek değil, feminizmin bu soruya verdiği yanıtın billurlaşmış bir örneğini ortaya koymak adına belirtmekte fayda var Savran’ın cevabını: “Evdeki (kadın) patronla ev işçisini karşı karşıya getiren yine bir erkek. Aslında senin temizlediğin o erkeğin kiri. Bu gerçeği o kadına anlatarak.”
Bu nokta, Marksizm ve feminizmi uzlaşmaz bir şekilde karşı karşıya koyan bir ikilik doğmaktadır: “kadınlar arası sınıf dayanışması” mı yoksa “sınıflar arası kadın dayanışması” mı? Marksistler açısından “sınıflar arası kadın dayanışmasının” aslında “sınıflar üstü feminist bir hareket” olduğu apaçıktır. Bu aynı zamanda, Marksizm ve feminizm arasında her zaman kağıt üzerinde kalmış evliliğin boşanma ilamıdır.