Bilimsel sosyalizmin temelleri iki adımda atılmıştır. Marx ve Engels, tarihin yasa olarak işleyen itici güçlerine dair teoriyi; yani üretici güçler, üretim araçları ve üretim ilişkilerinin diyalektiğini geliştirdiler ve bunların, sınıf çelişkileri ve sınıf mücadelelerinde ortaya çıkan siyasi ifadesini tanımladılar. Evrensel bir materyalist diyalektiğin programını ortaya koydular. Ardından, bu bilgilerden gereken siyasal sonucu çıkararak, sınıfsız toplum perspektifini, işçi sınıfının devrimci mücadelesinin içeriği olarak belirlediler.
Emperyalist büyük güçlerin ortaya çıkması ve bunların birbiriyle rekabete girmesiyle aynı döneme denk düşen ve I. Dünya Savaşı’na yol açan kapitalizmin genel krizinin başlangıcı, bilimsel sosyalizmin gelişimindeki ikinci aşamaya geçişi belirler. Bu aşama, temel formülasyonuna, Lenin’in teorik çalışmalarında ve siyasal strateji yazılarında kavuştu. Karakteristik özelliği ise, genel teorik anlayışların, siyasal pratiğin Marx ve Engels’in öğretilerine dolaysız yansıtılmasıyla ve tersinden, Marx ve Engels’in öğretilerinin siyasal pratiğe dolaysız yansıtılmasıyla elde edilmesidir. Marx ve Engels’te politik ekonominin karmaşık eleştirisi üzerinden açıklanan teori ve pratiğin birliği, ifadesini artık, teorinin yön verdiği pratik olarak, doğrudan politik eylemde bulmaktadır.
Bu geçişi, Lenin (ve ondan hareketle de Antonio Gramsci) gerçekleştirmiştir; dolayısıyla Togliatti, bu nedenle haklı olarak, “Gamsci’nin Leninizmi”nden söz edebilmiştir. Ve işte bundan dolayı, Leninizm, haklı sebeple, bilimsel sosyalizmin, gelişim tarihi açısından bağımsız bir unsuru olarak anılmaktadır. Bolşeviklerin siyasi iktidar mücadelesi ile birlikte, Marx ve Engels’in saptadığı “felsefenin hayata geçirilmesi” yoluyla “felsefenin ortadan kaldırılması” (yani genel teori), Ekim Devrimi’nde ilk kez başarıyla ortaya konan tarihsel bir süreç haline gelmiştir.
SOSYAL DEMOKRASİNİN İFLASI
İktidar sorununun tam da bu belirleyici noktasında, işçi sınıfının siyasi örgütü, yani sosyal demokrasi, iflas etmişti. “Baş temsilcisi eski Marksist Karl Kautsky’nin şahsında vücut bulan çağdaş oportünizm, sınıf mücadelesini, burjuva ilişkileriyle sınırlı bir alanda tasvip eder.” (Lenin, Eserler [LE], cilt 25, sf. 425, [Alm]) Burjuva demokrasisinin anayasal zemini varlığını sürdürür; bu da, burjuvazinin egemenliğinin devam ettiği anlamına gelir. Sosyal demokratlar, iktidarın el değiştirmesi sorunu karşısında geri adım atarlar ve böylece emperyalist siyasetin hayata geçirilmesinde yardımcı konumuna gelirler. Sosyal demokratların kapitalistlerin hedeflerine uyum sağlamaları, zincirleme olarak, 1914’te savaş kredilerine verilen onaydan, Yugoslavya’nın parçalanmasına ve bugün Afganistan’a asker gönderilmesine onay vermeye kadar uzanır.
Lenin, Kızıl Ekim arifesindeki haftalarda kaleme aldığı “Devlet ve Devrim”de, yalnızca sosyalizme devrimci geçişin başlıca özelliklerini değil, tersine sosyalist bir toplumun inşası için atılacak ilk adımların temel koşullarını da tanımlamıştır. “Devlet ve Devrim”, sosyalist teorinin nasıl pratiğe dönüştüğünü anlamak için anahtar bir metindir.
Lenin, Marx ve Engels’le örtüşen bir şekilde ve en küçük tereddüde yer bırakmadan, komünist topluma götürecek devlet biçiminin proletarya diktatörlüğü olduğunu; yani inşa sürecindeki sosyalizmin demokrasisi olduğunu ve bu sürecin devletin ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanacağını ortaya koydu. Bu anlayışa göre, her devlet, bir sınıfın egemenlik düzenidir. Burjuva demokrasisi burjuvazinin diktatörlüğüdür; sosyalist demokrasi de proletaryanın diktatörlüğüdür. Bu kavramın, Hitler, Franco ve Pinochet tipi diktatörlüklerle hiçbir ortak yönü yoktur. Bunları birbirine karıştıranların yaptığı, entelektüel aldatmadır.
Lenin, sosyal demokratları, özellikle de Kautsky’yi işte tam da bunu yapmakla; kapitalist burjuva toplumuna uyum sağlayışlarını, Marksist lügati bozuşturarak örtbas etmekle suçladı. Bu yöntemi iyi biliriz! Fransız Devrimi’nden Marksizmin diline geçen bütün o büyük sözcükler ters yüz edilir: Sınıf egemenliği, sömürü ve kâr kastedildiğinde, özgürlük, kendi kaderini tayin, insan hakları gibi kavramlar öne sürülür. Kavramları manipüle edenler, insanların düşüncelerini ilhak etmektedir.
Lenin, yaşamı boyunca teorinin berraklığı ve kirlenmemesi için mücadele etti. “Ne Yapmalı?”dan (1901), “Materyalizm ve Ampiriyokritisizm”e (1908) ve “Devlet ve Devrim”e (1917) dek, siyasi çizgi ve örgütsel görevler uğruna hep yeniden verdiği kavgayı, komünistlerin eylemlerine rehber edindikleri kavramların kesin ve açık hale getirilmesi yoluyla yürüttü. Tek tek sorunlardaki fikir ayrılıklarını pratikte gidermek mümkündür. İlkeler içinse, kavga vermek gerekir. Lenin, “Ne Yapmalı?”nın önsözünde bu konuya eğilir: “Sorunların çözümüne dair görüş farklılıklarının, tek tek sorunlardaki anlaşmazlıklardan öte, çok daha ciddi biçimde, Rus sosyal demokrat hareket içindeki iki akımın temel karşıtlığıyla açıklanması gerektiği açıkça ortaya çıktı… Politik ajitasyonun niteliği ve içeriğine ilişkin görüşlerimizin açıklanması, trade-unioncu politika ile sosyal demokrat politika arasındaki farklılığın açıklanmasına; örgütlenme görevleri konusundaki görüşlerin açıklanması ise, ekonomistleri tatmin eden amatörlükle bizce ihtiyaç bulunan devrimcilerin örgütü arasındaki farkın açıklanmasına dönüştü.” (Lenin Eserler, cilt 5, sf. 358 vd, [Alm])
Pratik çizgi için teorik rehberlerin, dolaysız olarak, politik eylem halinde alınacak kararların bağrından doğuşunu, burada apaçık görmek mümkün. Teori, dışarıdan pratiğe taşınmamakta ve deyim yerindeyse “siyasi danışmanlık” olarak kafadan oluşturulmamakta; tersine, tekil olaylara genelin ufkuyla bakıldığında, politik pratikten doğmaktadır. Kavramlarda belirsizlik ve görüşlerde bulanıklık, komünistlerin politik mücadele cephesinin kırılabileceği zayıf halkalardır. Marx ve Engels bu nedenle program eleştirilerini (Gotha Programı’nın Eleştirisi, Erfurt Programı’nın Eleştirisi) yazdılar. Engels, Anti-Dühring’i bu göreve adadı. Bu örnekler, revizyonizmle mücadelenin teori cephesinde yürütülmesi gerektiğini gösteriyor.
Sosyal demokrat partilerin 1914’te programsal enternasyonalizmlerine ihanetleri apansız olmadı. Sosyalistlerin, parlamenter demokrasi sisteminde elde ettikleri başarılar, seçimlerde elde ettikleri oy artışları ve buna bağlı olarak parlamentolarda güçlenen temsilleri; devrimci bir hareketin, burjuva toplumun anayasal düzenine ve onun sınıf devletine karşı yaklaşımının ne olması gerektiği sorusunu ortaya çıkardı. Marx ve Lassalle arasındaki karşıtlık, işçi sınıfının partisinde belirleyici bir rol oynamaya başladı. Sosyalistlerin parlamenter yasama sürecine dâhil edilmeleri –her ne kadar egemenliğe gerçek anlamda bir katılımdan uzak tutulan bir azınlık olarak da olsa–, var olan toplumun biçimlendirilmesine katılmak yoluyla toplumsal yapıda bir değişiklik sağlamanın mümkün olduğu illüzyonuna yol açtı. İktidarın devrim yoluyla ele geçirilmesi hedefinin yerine, adım adım reformizmin pratiği geçirildi. Kapitalizmin düzeltilebilirliğine dair illüzyon, işçi sınıfınca, üretici güçlerin hızlı gelişimi çerçevesinde, işverenlerden mücadeleyle koparılabilen ek maddi kazanımlarla da pekişti. Yükseliş dönemlerinde kapitalistler, sayelerinde iktidarlarını güvence altına alabilecekleri tavizler vermeye daima hazırdır.
Kuşkusuz burjuva toplumun bütün alanları, komünistlerin mücadele ettikleri ve kendilerini kanıtlamak zorunda oldukları mücadele alanlarıdır. Reformcu pratiğin dışında bir pratiğin mümkün olmadığı alanlar vardır; örneğin yerel ve bölgesel yönetim politikaları, ücret ve emek talepli mücadeleler, eğitim sistemi. Böylesi alanlarda, öncelikle, varolan düzen ve onun egemenlik ilişkileri temelinde verilmesi gereken bir mücadele söz konusudur. Komünistler de, burjuva toplumunun sınırları içinde birçok iyileştirmelerin elde edilmesine çabalarlar. Ancak reformistlerle aralarındaki fark, ulaşılabilecek bu hedefleri, sosyalizm yolunda varılan ara duraklar olarak görmeleri ve reformların gerçekleşmesi halinde de yeni biçimler altında varlığını sürdüren toplumsal çelişkileri kavramalarıdır. Kendilerini reformların gerçekleştirilmesine bağlamadıkları ve görevlerini bundan menkul görmedikleri için, aksine varolan düzenin devrimci yoldan ortadan kaldırılmasını, faaliyetlerinin yalnızca söylem düzeyindeki içeriği olarak görmeyip pratiklerinin stratejisi haline getirdikleri için, komünisttirler.
Bu olağandır, ancak olağanlıkta muazzam sosyo-psikolojik ve örgütsel güçlükler saklıdır. Sosyo-psikolojik açıdan bakarsak: Toplumsal gelişimin devrimci olmayan dönemlerinde, pratik olarak güdülebilecek hedefler sadece reformcu hedeflerdir ve ancak reformların elde edilmesiyle başarılar kazanılır. Ütopyacılığa düşmek istemeyenler, bu ara durakları ciddiyetle siyasi iradesine katmak ve buralarda başarı deneyimleri peşine düşmek durumundadır. Bu durum, çevrenin uyum baskısıyla pekiştirilen, var olan düzene bir uyumu içerir. Reformun içeriği, bilinçte şimdilik ulaşılamayacak nihai hedefin önüne geçer. Süren reformlar sayesinde –deyim yerindeyse, birbiri üstüne eklenen bir reformlar süreciyle– yeni topluma ulaşılabileceği illüzyonu oluşur. Değişimlerin niceliğinden bir dönüşüm yoluyla yeni bir niteliğin oluşacağını öngören diyalektik yasa, göz ardı edilir. Devrim ile değişim karıştırılır. Buna bir de, bireysel olarak, egemen düzenin çeşitli fonksiyonlarına dahil edilme, dolayısıyla da egemen sistemle, ikincil bağımlılıklara girme eklenir. Bu, “işçi aristokrasisi”nin sınıf mücadelesinin dışına düşmesine yol açar. Sübjektif olarak bir ihanet şeklinde ortaya çıkan şey, objektif olarak, burjuva toplum koşullarında ve zemininde burjuva toplumuna karşı verilen mücadelenin barındırdığı çelişkinin bir sonucudur.
Örgütsel açıdan bakarsak: Legal bir komünist parti, burjuva toplumun anayasasına bağlıdır. Yerel yönetimlerden devlete değin, değişik düzeylerdeki parlamentolardaki fonksiyonları –ister istemez– var olan egemenlik sisteminin bir unsurudur. İngilizcedeki “her majestys opposition” deyimi, parlamenter sistemdeki bu rolü ifade eder. Komünistler de kapitalist toplumun işleyişinde yer alır; ve sadece anarşistler bunun dışında kalabilecekleri illüzyonuna kapılırlar. Kapitalizmde burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişme, burjuvazinin hegemonyasıyla tanımlanmıştır. Bu hegemonyanın ortadan kaldırılması, kapitalizmin ortadan kaldırılması anlamına gelir. Devrimci olmayan dönemde, devrimci parti, mevcut düzenin mekanizmasının bir halkasıdır. Devrimci olmayan protesto hareketlerini destekleyecek, devrimci olmayan muhalif örgütlerle ittifaka gidecek, burjuva toplumda iktidar mevzilerini ele geçirmeye çalışacaktır. Sanki devrimci bir dönüşüm hedeflemiyormuşçasına eylemde bulunmak zorundadır; ve bunu yaparken samimi olmalı, rol kesmemelidir.
Bu çelişkiyle nasıl başa çıkılacağını kavramak zordur. Bu soruna az sonra döneceğiz. Devrimci hedeflerden ve onlara denk düşen kavramlardan imtina etme, neredeyse zorunlu olarak bu çelişkili durumun sonucu olarak ortaya çıkar. Bunun anlamı şudur: Komünistlerin eylemlerini ışığında düzenlemeleri gereken temel ilkelerin revize edilmesi gerekiyormuş gibi görünür. Politik olarak devrimci stratejinin yerini reformlarla sınırlanma aldığı yerde, teorik olarak revizyonizm oluşur. Yani, pratikten doğan ve peşinden yine pratik tutum biçimleri getiren bir teorik düşünme biçimi üzerinden. Lenin “devrimci teori olmadan devrimci pratik olmaz” vurgusunu yapmıştır. Revizyonizm, devrimci teoriyi değiştirerek, devrimci pratiği saf dışı bırakır. Reformcu pratik, en iyi durumda noktasal eylemlere indirgenmiş, kapitalizmin politikasına yardımcı olan oportünist bir stratejiye dönüşür. Sosyal demokrasinin 20. yüzyılda izlediği yol buydu. Komünistler buna karşı saf tutmuşlardır, ancak aynı objektif nedenlerden dolayı, her zaman, revizyonizm tarafından tasfiye edilme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Revizyonizmle mücadele, asla son bulmayan teorik bir görev ve yükümlülüktür. Bu mücadele, teorik düzlemdeki sınıf mücadelesidir; burjuva ideolojilerin sızmasına karşı parti içinde verilen sınıf mücadelesidir. Revizyonistler partiye dışardan sızmış değillerdi ki, aksine başlarda iyi, hatta teorik bakımdan önder komünistlerdi; Bernstein ve Kautsky buna örnektir.
KAPİTALİZMDE KOMÜNİST PARTİLERİN REVİZYONİZMİ
Kavramlar bıçağa benzer; yararlı bir gereç de olabilirler, cinayet aleti de. Kavramlar, karmaşık olanı analitik olarak bileşenlerine ayırmak üzere, sorunun özünü ortaya çıkarmak üzere görüngülerinden soyutlamak için de kullanılabilirler. Ne var ki, artık gerekçelendirilemez hale gelen hükümlerde de bulunabilir ve kastedilenden farklı anlamlar yüklenebilirler. Kavramları manipüle ederek onlara farklı anlamlar yüklemek, revizyonizmin tipik özelliklerindendir. Ancak bu, altında yapısal sorunlar yatan dışsal bir özelliktir sadece. Bu nedenle, revizyonizm terimi ve bu terimde ifadesini bulan siyasi içerik hakkında birkaç çift laf etmek gerekir. Bu sözcüğü, polemik tartışmalarda, bir tür cinayet aleti olarak kullanmaya her zaman direndim (aynı şey karşıt sözcük Stalinizm için de geçerli). Revizyonizmin karakteristik özelliklerini, siyaset bilimsel bir kesinlikle nasıl tanımlamak gerekir? Daha önce söylediklerimi yineliyorum: Eğer verili düzende reformlar hedefleyen yönelim, yeni bir toplum düzenine dair devrimci hedefin önüne geçerse, nihayetinde bu hedef tümden gözden kaçırılır. Sınıf uzlaşıları, sınıf mücadelesinin önüne geçer. İşte bu, revizyonizm denilen şeyin özüdür. Terimi kelimenin taşıdığı tam anlamıyla ele almak gerekir. Latincede re-videre, –örneğin hataları görmek, eskiyeni elden geçirip değiştirmek üzere– yeniden bakmak, yeniden incelemek vb. anlamına gelir. Marksist analizin ögelerinin teorik ağırlığını değiştirmek, revizyonizmin çeşitli biçimlerinin içeriğini oluşturmuştur her zaman; Berstein ve Kautsky’den tutun da Buharin’e, Yugoslav pratik filozoflarından Avrupa komünistlerine dek.
Devrimci değişimlerin gerçekleşmiş bulunduğu koşullarda revizyonist bir pratiğin her ne kadar karşıdevrimci sonuçlara yol açması mümkün, hatta belki kaçınılmaz olsa dahi, revizyonist ile karşıdevrimci kavramlarını da birbirinden ayırmak istiyorum. Teoride revizyonistlerin hedefi, teorik öğretinin özgün taslağında değişiklikler yapmaktır yalnızca.
Bir revizyonun amacı, tüm anlayışın, gözden geçirilecek eserin tamamının bir kenara atılmasını içermez; revizyon gerektirdiği iddia edilen belirli bölümler ya da bakımlar söz konusudur her seferinde. Dikkat merkezinin yoğunlaştığı alan, revizyonist yazara göre değişir. Bu bakımdan revizyonizme karşı yürütülen genel polemikler, gerekçelendirmeleri açısından hedefini ıskalarlar, fazlasıyla genel kalırlar. Eğer bir öğretinin temel ilkeleri savunulacaksa, revizyonizmin her türünü ayrı ayrı çürütmek gerekir. Bu anlamda, genel revizyonizm kavramını, çeşitli türden alanlara bölmek istiyorum. Genel olarak şunu söylüyorum: Revizyonizm, Marksist eserlerin teorik unsurlarından oluşan bir kütlenin saklı tutulması suretiyle, Marksist teorinin (Marx, Engels, Lenin ve takipçilerinin) sistematik bağlamlarının değiştirilmesidir; ne var ki bu, siyasi pratiğin önemli (yani öze ilişkin) bir bölümünün değiştirilmesi sonucuna yol açmaktadır. Revizyonizm, ortaya çıkan yeni tarihsel-toplumsal durumlara uyum olarak doğar.
Buradan hareketle kabaca, revizyonist teori ve pratiğin şu gelişim alanlarını sıralamak mümkün:
Reformizm: Reformların birbiri üstüne eklenmesinin etkisine duyulan güvenle devrimci stratejilerden vazgeçme.
Politik eylem kategorilerinin tasfiyesi (sınıf mücadelesi, proletarya diktatörlüğü, işçi sınıfının tarihsel misyonu, partinin öncü rolü vb.).
Ekonomizm, doğal bağıntının göz ardı edilmesi; üstyapının ve politik olanın görece bağımsızlığının rolünün göz ardı edilmesi, teknikçilik vb.
Politik ekonomiye getirilen antropolojik yorum.
Sübjektivizm: Objektif koşulların, özellikle de ekonomik koşulların ve sınıf bilincinin oluşma koşullarının göz ardı edilmesi; bunun sonucunda siyasi eylemde kendiliğindencilik; “pratik-felsefesi” vb.
Burjuva demokrasisi anlayışlarının sosyalizme uyarlanması.
Burjuva dünya görüşüne ait kategorilerin Marksist teoriye sızması (felsefi revizyonizm).
Tarihsel ve siyasal olayların tarihsel-materyalist analizi yerine, bunların ahlaki değerlendirmesine öncelik verme (sosyal demokrat teori tarihindeki “idealin bakış açısı”).
Tarihsel olgulardaki değişikliklere atıfta bulunması, revizyonizme akla uygunluk görünümü vermekte. Çünkü tarihsel koşullar zaman içinde elbette değişmekte ve günümüzde bu değişiklikler birçok açıdan özellikle hızlı yaşanmaktadır. Son derece tarihsel bir bilim olarak Marksizm, teori yapısı itibarıyla “açık bir sistem”dir. Fakat, öze ilişkin özellikler ile görüngü biçimleri arasında ayırım yapar. Örneğin, sermaye birikimi kapitalizmin özüne aittir, sermaye oluşturma biçimi ise görüngü biçimlerindendir. Revizyonizm, ortaya çıkan yeni görüngülerin gözetilmesi değil, tersine, öze ilişkin değiştirilemez özelliklerin göz ardı edilmesidir.
Tarihteki belirleyici rolü, üretim ilişkilerinden alıp devlet yöneticilerinin psişik motiflerine tahsis ederseniz tarihsel materyalist kalamazsınız. Özelin mülkiyetine geçirdiği artı değeri, yani kârı yaratan mekanizmaları ortadan kaldırmadan sosyal eşitsizliği yok edemezsiniz. Buysa, bu mekanizmalar üzerine kurulu kapitalist sistemi ortadan kaldırmak gerektiği anlamına gelir. Bu örneklerle gösterilmek istenen şudur: Temelleri ve buradan doğan sonuçları sarsıp bozuşturmaya kalkanlar revizyonisttir.
Revizyonizm sıklıkla, Marksist teori unsurlarının alınıp farklı bir teorik bağlama oturtulmasıyla teşvik edilir. Burjuva, çoğunlukla da küçük burjuva teorik içerikler böylelikle, elektronik posta yoluyla bilgisayara bulaşan virüs misali, bilgi zengini ve özgün bir tarzda işlenmiş Marksist öğeler eşliğinde Marksist teoriye sızar. Fransız varoluşçuluğu, Frankfurt Okulu buna örnektir. Bir diğer örnek de, kaleme aldığı tarihsel eleştirel Marksizm sözlüğü ile (Leninizmsiz) bir Marksizm türünü tek başına temsil etme iddiasında bulunan Wolfgang Fritz Haug’un Marksizm yorumudur. Revizyonizm sık sık, parıldayan bir ütopya kisvesi altında saklanır: Sosyalizmin ve proletarya diktatörlüğünün henüz geçiş sürecinde, komünizmin gerçekleştirilmesinin sonuçlarını talep eder; komünizmin inşasındaki (her çağın ve her toplumsal aşamanın varlık biçiminin çelişkileri altında kaçınılmaz olan) eksikliklere dair haklı eleştirileri komünizmin aleyhine yorumlar ve bunlardan revizyonist sonuçlar çıkarır. Bu sonuçlar ise, insan haklarının, burjuva özgürlüklerinin, parlamenter sistemde parti çeşitliliğinin kullanılmasında vb. gördüğümüz üzere, çoğunlukla yine burjuva değer yargılarını kıstas alır.
Ekim Devrimi’nden sonraki on yıllarda ve Sovyetler Birliği döneminde, özellikle de Çin Halk Cumhuriyeti ile karşı karşıya gelişte revizyonizm, toplumsal politik işlevinin yanı sıra bir de devlet politikası bileşenine sahip oldu. Emperyalizmin gücü –emperyalist ekonomiler arasındaki rekabetin dönemsel olarak geri plana çekilmesiyle– sistem çatışmasında yoğun bir şekilde kullanıldı: Askeri açıdan, sosyalist devletleri kuşatma stratejisiyle (NATO, SEATO); ekonomik açıdan çok çeşitli biçimlerde (ambargolar, dış mallara bağımlılık, ithalatın kredilendirilmesi), ideolojik olarak ise devreye tüm gücünü sokarak; sosyal demokrat partilerin ve sendikaların kapitalist egemenlik sistemine entegrasyonu, komünistlerin sosyal demokratlaştırılması ve bozuşturulması (Batıda Avrupa komünizmi, Doğuda Gulaş-komünizmi). Bunun yol açtığı sonuçlar, Sovyetler Birliği’nin 1990’da çöküşü sırasında ortaya çıktı.
Revizyonizm, doğası itibarıyla, kapitalist bir ortamın koşulları altında faaliyet sürdürdükleri sürece komünist partileri tehdit eden ve etkisi altına alan bir olgudur. Bu ortam, komünist partilerin taktiklerini sürekli olarak yeni ortaya çıkan gelişmelere uyarlamasını ve tutum almasını gerektirir. Komünist partiler kapitalist devletlerde tali fonksiyonlar elde edip, bunları yine varolan sistem çerçevesinde yerine getirmek zorunda olduklarında, reformist düşünce tarzının nasıl da kaçınılmaz bir etkide bulunduğundan söz etmiştik. Bu, halk için ilk başta büyük avantajlar getirebilir. İtalya’nın Bologna’yla birlikte Emilia bölgesinde, komünist bölge ve kent yönetimlerinin halkın yararına yürüttüğü faaliyetler sık sık övgülere konu olmuştur. Fakat bu çalışma, burjuva demokrasisi içinde giderek erimeyi de beraberinde getirdi. Kültürel hegemonya uğruna, mücadelenin bir sınıf mücadelesi olarak sürdürülmesinden uzaklaşıldı. Marksist renge sahip kültürün önceliği, ataerkil uzlaşmacı bir niteliğe büründü; artık burjuvazinin canını yakmaz olmuştu. Oysa bunun anlamı şudur: Bu mücadele, sınıf mücadelesinde keskin bir düşünsel silah olarak etkili değildi artık.
İtalya’da yaşanan bu örnek; güçlü, antifaşist mücadelede örgütlenmiş ve kendini kanıtlamış bir partinin, burjuva devletin mekanizmalarına, uzun yılları kapsayan entegre olma süreci koşullarında nasıl reformist bir tükeniş yaşadığını ve devrimci gücünü kaybettiğini gösteriyor. Faşizmin 1945’teki yenilgisinden sonra, halkın komünist olmayan geniş kesimlerinin desteğini alabilecek ulusal düzeydeki bir devrimin, uluslararası politik koşullar nedeniyle mümkün olmadığı gerçeğini, Stalin ve Togliatti başta olmak üzere uluslararası komünist hareketin önderleri doğru saptadılar. Batılı güçler, kendi etki alanlarında gerçekleşecek bir devrimi, son derece vahşi bir biçimde bastıracaklardı (ki bunun örneği Yunanistan’da yaşandı). Sovyetler Birliği’nin, devrimi desteklemek için, nükleer silahlarla donanıp tehdit eden ABD’ye karşı bir savaşa girişmesi mümkün değildi. Tek gerçekçi hedef, İkinci Dünya Savaşı’nda verilen muazzam kurbanlar üzerinde doğan dünyanın yeni siyasal konjonktürünü; Doğu Avrupa’da Sovyetler Birliği önderliğinde sosyalist bir kampın oluşturulmasını sağlamlaştırmak ve ABD’nin emperyalist bir saldırı stratejisine geçmesine fırsat vermeden, olabildiğince hızlı bir biçimde ABD karşısında nükleer güç eşitliğine ulaşmak olabilirdi. Barış ortamının sürdürülmesi, uygar insanlığın devamı açısından yaşamsal bir öneme sahipti. Komünistler, sosyalistler ve burjuvalardan (Katolik kilisenin bazı kesimleri de dâhil olmak üzere) geniş bir ittifakı meydana getirilebilecek dünya barış hareketi belirleyici bir önem taşıyordu.
Bu koşullar altında İtalyan partisi, iktidarı burjuva parlamentarizmi yoluyla ele geçirmek gerektiği fikrini savunuyordu. İktidarın devrimle ele geçirilmesinde komünist olmayan kitlelerin onayı ve buna yönelik bir ittifak politikası gerekli idiyse de –Lenin’in köylülerle olduğu kadar küçük burjuvalarla ittifakı da vazgeçilmez olarak görmesi gibi– artık İtalya’da ittifak sorunu, uzun vadeli ortak reform stratejileri biçiminde ortaya konulur oldu. Buna, Katolik kilisesinin sahip olduğu etki nedeniyle, Democrazia Christiana (Demokrat Hıristiyanlar) içinde örgütlü Hıristiyan halk kesimleri ile bir modus vivendi et operandi’nin bulunması gereği eklendi. “Compromiesse Storico” programı işte bunun bir sonucuydu. Orta vadede İtalya’nın koşullarına kesinlikle denk düşmekle birlikte, bu programın, kırk yılı aşkın bir süre içinde komünistlerin burjuva sisteme alışıp uyum sağlamalarına ve ortaklarına ayak uydurmalarına yol açması kaçınılmazdı. Reformizme ve revizyonizme, deyim yerindeyse, gelişim-tarihsel olarak zemin döşenmişti. Yalnızca, bir zamanlar Komintern’in oluşturduğu gibi ve onun dağılışından sonra da Sovyetler Birliği’nin oluşturması gerektiği gibi, dünya komünist hareketinin merkezindeki güçlü bir dayanak, bu eğilim karşısında bir denge oluşturabilirdi.
Burada, zayıf komünist partiler içinde farklı nedenlerden dolayı gelişen revizyonizm eğilimine girmeyeceğim. Çünkü bu analiz için en önemli örnek olan İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman komünizmi, ayrıca incelenmesi gereken bir çelişkiye maruz kalmıştır: 1956’dan beri süregelen KPD yasağıyla birlikte illegaliteye çekilmeye zorlanmış ve 1968’de DKP’nin kuruluşuna izin verilmesiyle yasaklanma gerekçelerinin koşulları altında legalleştirilmiş olması.
Komünist partilerin bugün bir Avrupa solu çerçevesinde örgütlendikleri ya da buraya eklemlenme arayışı içinde oldukları her yerde, kapitalist sistem dâhilindeki komünist olmayan hareketlere bir uyum sağlama biçimi gelişiyor. Ve bu, komünist politika hedeflerinin revizyonist bir biçimde ertelenmesine yol açıyor. Avrupa’nın uluslarüstü bir siyasi birliğinin tekelci-kapitalist emperyalist inşasına muhalefetin tamamının Marksist-Leninist temellerden hareket etmediği aşikârdır. Köylülüğün, zanaatkârların, küçük ve orta ölçekli işletmelerin, sendikaların, AB kurumlarının tekel odaklı merkezileşmesinden zarar gören çıkarları var; çevrenin korunması, sosyal güvenlik, kadın hakları, teknoloji ve bilimsel gelişimin kontrolü gibi AB’deki insanların tehlike altında gördüğü genel çıkarlar var. Bunlar, tekel karşıtı karaktere sahip hareketler ve örgütlerde, kötülüklerin kaynağının kapitalist sistemin kendisinde yattığını idrak etmeden ve bu sistemi bu yönde değiştirme amacı gütmeden bir araya geliyorlar. Komünistler bunlarla ittifaklar kurarak hareket edebilir; hedefleri birçok durumda örtüşebilir. Ancak komünistler çelişme nedenini daha temelde görür, hedefleri daha ileridir. Komünistler, sömürünün, sermaye birikiminin, sosyal haksızlıkların ve hoşnutsuzluğun (yeniden biçimlendirilmiş reformlar biçiminde de olsa) egemen olmaya devam edeceği anti-tekelci, az ya da çok demokratik bir kapitalizmi reddederler. Bilirler ki, üçüncü bir yol, sermaye mantığı nedeniyle mümkün değildir. Üçüncü yolu programlaştırmak revizyonizmdir. Komünistler tutarlı, radikal bir muhalefet olarak hareket etmek durumundadırlar; onların muhalefeti sistem içi değildir; aksine sistem karşıtıdır; partiler mücadelesi değil, sınıf mücadelesidir. Komünist partiler ancak bu tutarlılığı, kendi programları olarak söz konusu hareketlerin içine taşımadaki ısrarlarıyla işçi sınıfının öncüsü olma rolü yerine getirirler. Bu rolü, muhalif bir Mainstream’e uyum sağlayarak terk etmek revizyonizmdir.
ÜÇÜNCÜSÜ; SOSYALİZMİN İNŞASI KOŞULLARINDA REVİZYONİZM
1917’de Rus devrimcilerinin umudu, çaktıkları kıvılcımın, gelişmiş Batı Avrupa sanayi ülkelerindeki –yani özellikle Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere’deki– işçi sınıfını sarsıp harekete geçireceğine bağlanmıştı. Bu umutları gerçekleşmedi. Sosyalizmin inşası –Marx, Engels, Lenin’in ideal tasavvurlarının aksine– ekonomik olarak az gelişmiş bir ülkede, emperyalizmin en zayıf halkasında başlamak durumundaydı. Lenin, bununla bağlantılı özel güçlüklerin bulunduğunun, durumun kendine özgü çelişkiler doğuracağının farkındaydı. İşçi ve köylü sınıflarının politik olarak birleştirilmesi, toprak mülkiyeti sorununun radikal bir çözümünü gerektiriyordu. Yalnızca soyluluğa ait arazilerin mülksüzleştirilmesi değil, aynı zamanda dirençli Kulaklığın da ortadan kaldırılması ve küçük köylülerin üretim kooperatiflerinde birleştirilmesi gerekiyordu. Kırsal alanda yeni, sosyalist olmayan mülkiyet ilişkilerinin doğmasına engel olunacaksa, radikal reformlar bir zorunluluktu. Henüz devrimin bir aşaması olan bu değişimin şiddetsiz meydana gelemeyeceği aşikârdır. Stalin, bu değişimi, partinin çoğunluğunun desteğiyle gerçekleştirdi; fakat önemsiz sayılamayacak muhalif bir azınlık da mevcuttu. Burada söz konusu olan, sosyalist gelişimine başlamış bulunan bir toplumda, parti teorisinin bir bölümünün, sınıf mücadelesi sorunu nezdinde belirlenmesiydi. Lenin’in toprak sorununa ilişkin yazdıklarına dönüp bakıldığında, Stalin ile parti çoğunluğunun klasik Bolşevik anlayışı sürdürüp onda ısrar ettiği, azınlığın ise revizyonist bir yol önerdiği görülür.
Kulaklara karşı mücadele ve tarımın kolektifleştirilmesi mücadelesi, Sovyetler Birliği’nde revizyonist akımlar için bir zeminin bulunduğunu ve parti içinde entelektüel bir liderler kesiminin bu akımların etkisinde kaldığını gösteren ilk önemli vesileyi oluşturur. Sonradan sosyalist hukuk devletinin ve sosyalizmin insancıl karakterinin devlet ve parti eliyle büyük ihlallerine kadar giden 30’lu yıllardaki büyük fraksiyon tartışmalarına, bu parti içi sınıf mücadeleleri ışığında bakmak gerekir. Bu konu ayrı bir incelemenin konusudur. 1937 Anayasası bir anlamda, fraksiyon mücadelelerinin bitimini ve devrimci değişimler aşaması sonrasındaki sosyalist bir kamusallığın başlangıç zeminini oluşturdu.
Alman faşistlerinin saldırısı ve Sovyet halkının toplumsal sistemle güçlü bağı ve büyük anavatan savaşındaki ulusal birlik, Sovyet toplumunda halen sınıf farklılıklarının bulunduğu ve bunların ideolojik ifadelerini buldukları gerçeğinin üzerini örttü. Stalin, daha ölümünden hemen önce, Sovyetler Birliği’nin ekonomik ve kamusal inşasında ortaya çıkan bürokratik, anayasayla çelişen yapıları dağıtmaya girişmişken ve bu bağlamda bu girişimin ardından İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki durum karşısındaki klasik ve revizyonist tepkilere ilişkin yeni bir tartışmanın yürütülmesi muhtemelken, Stalin’in beklenmedik ölümüyle birlikte öncelikle merkezi aygıttaki ideolojik cephe belirsiz kaldı.
Daha sonraki süreç için dikkate alınması gereken noktalar bulunuyor: 1941’deki faşist saldırıya değin Sovyet toplumu, halka tüm geçmiş zamanlara nazaran dikkate değer, görece bir refah sağlayan bir düzeye ulaşmayı başarmıştı. “İşçi ve memurların reel ücreti ikinci beş yıllık planın uygulanması sürecinde iki katının üzerine çıktı… Kamu işçi ve memur sigortalarına, yaşam koşullarının iyileştirilmesine ve kültürel ihtiyaçlara, senatoryumlara, dinlenme tesislerine, sağlık kuruluşlarına yalnızca 1937 yılında yaklaşık 10 milyar Ruble harcanmıştı… İlk ve orta öğrenim gören öğrencilerin 1914’teki 8 milyonu bulan sayısı 1936/37 eğitim yılında 28 milyona ulaştı. Yüksekokul ve üniversitelerdeki öğrenci sayısı 1914’te 112 binken 1936/37 eğitim yılında 542 bine ulaştı. Bu gerçek bir kültür devrimiydi.” (Sovyetler Birliği Komünist Partisi Tarihi. Kısa Ders. sf. 459-461, [Alm])
İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı yıkım, olağanüstü bir geriye savrulmaya yol açtı. Savaş yıllarının onca fedakârlıkları ve kurbanlarından sonra kitleler yaşam koşullarında hızlı bir iyileşmenin özlemi içindeydi. Dışarıdaki ABD tehdidi karşısında Soğuk Savaş olarak anılan süreçte, sosyalist koşullar altında yeniden inşanın bir kez daha olağanüstü zor şartlar ve yükler getiriyor olması Sovyet halkının üstünden gelemeyeceği bir şey olmasa gerekti; fakat yanılsamalı beklentilere açık olması anlaşılmaz değildir. Bu tür beklentiler, yönetici kadroların bir kısmının, yönü burjuva dünya görüngülerce belirlenen tasavvurlarıyla birleşiyordu.
Stalin’in ölümünden sonraki bu geçiş döneminde Sovyetler Birliği’nin gelişimi, dünya hareketinin tamamını derinden sarsan bir yön değişimini ifade etti. Ve bu yön değişiminin darbeci bir tarzda yürütüldüğünü inkâr etmek mümkün olmasa gerek. 20. Parti Kongresiyle birlikte Sovyetler Birliği tarihinde yeni bir evrenin başlamış olduğu herhalde tartışılmazdır. Ne var ki komünistler, hatta uluslararası düzlemde komünist partiler arasında, bu kırılmanın, inşa ve savaş sürecinden sonra toplumsal yaşamın normalleşmesine doğru bir yön değişimi mi –yani ertelenmiş bir devrim evresinin sonu mu– olduğu; yoksa komünist bir topluma doğru gelişimin kurucu ilkelerinden –sonucunda Gorbaçov’un açıkça itiraf ettiği sosyalist sistemin parçalanması niyetinin bulunduğu– bir sapmanın mı başlatılmış olduğu tartışmalıdır. Bu sorunu, daha önce sözü edilen revizyonizm kriterlerini uygulayarak sınamak istiyorum.
Bunu yaparken 1956 yılının değil, tersine 1956’dan Sovyetler Birliği’nin tasfiyesine kadar olan sürecin dikkate alınması gerektiği açıktır. Çünkü bir olay değil, tersine kendi iç çelişkilerine sahip tarihsel bir süreç söz konusudur. Ayrıca, sosyalizmin inşasına girişmiş, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve toplumsallaştırılması temel gereğini devrimci bir biçimde çözmüş bulunan bir toplumda revizyonist eğilimlerin kendilerini, kapitalist bir ortamdakinden farklı biçimde ifade ettiği açıktır.
Sovyetler Birliği’nin 20. Parti kongresinden sonraki yanılsamalı ekonomi politikası, doğrudan doğruya teorik revizyonizmle değil, ama pekâlâ genel olarak teorinin ihmal edilmesi ile ilgilidir. Toprak sorununda ağırlıklı dikkat noktalarının (bizzat Kruşçev tarafından) yanlış belirlenmesi; planların yerine getirilmesinde hatalı hesaplamalara yol açan yanlış planlama direktifleri; sosyalist ekonomik birliğinin diğer ülkeleriyle ticarette sıkıntılara ve teslimat aksaklıklarına yol açan üretimin kötü koordinasyonu; tek tek üretim birimlerinin, daha doğrusu bunların yöneticilerinin özel çıkarlarının artarak tolere edilmesi; planlamada kesinliğin ve titizliğin elden bırakılmasına ve yolsuzluğa kadar varan kötü ekonomi yönetiminin yayılmasına meydan verdi. Bütün bunlar, Sovyetler Birliği’nin Kruşçev yönetimi altında girdiği ve Mao Tse Dung’un 60’lı yıllarda doğru bir tanımlamayla “kapitalist yol” olarak adlandırdığı şeyin etmenleriydi.
Tüketim sektörünün genişletilmesi yoluyla ülkenin inşa kapasitesinin sürekli daha fazla zorlanması, kapitalist ülkelerden kredi alımlarına mecbur bırakıyordu. 20’li ve 30’lu yıllarda yalnızca büyük bir dikkat ve temkinle kabul edilen ve kontrol altında tutulan yabancı yatırımlar, şimdi özgül bir ağırlık kazanmaya başlıyordu. Büyük bir kusursuzlukla eksiksiz tutulmaktan uzaklaşan dış ticaret, giderek daha fazla ekonomik enerji yutmaya başladı. Silahlanma yarışı dikkate alınarak teknik ilerleme tek yönlü geliştirildi, üretici güçler gelişiminin oranları bozularak halk ekonomisinin bütünlüğünde kaymalara uğradı.
Sosyalist yaşam biçimi sorunu ise burada merkezi bir önem taşıyor. Genel harcamaların yüksek payı –sağlık sistemi, altyapı, kamu hizmetleri, eğitim sistemi– sosyalist bir toplum için vazgeçilmezdi. Bu sayede güvence altına alınan ve bütün Sovyet yurttaşlarının yararlandığı yaşam standardının görüngüsü, kapitalist ülkelerdeki tüketim arzına benzer değildi. Buradaki farkı bilince çıkartacak sistem karşılaştıran bir aydınlatma çalışması yetersiz kaldı. Batıya öykünme hedefi ideolojik olarak yanlış ve iktisadi olarak akılsızcaydı. Kruşçev, halka, birkaç sene içinde ABD’deki yaşam standardına erişme sözü verdi. Peki bu bir Sovyet insanı için ulaşmaya değer bir hedef midir? Maksimum sömürü üzerine kurulu ve sunny side of the road’da yaşayanların standardı olan bir yaşam standardı; sosyal düzeyler arasında en keskin farklılıkları ve yaygın sefaleti içeren; bireyler arası en acımasız rekabet içinde başarılılar tarafından elde edilen ve başarısızları işe yaramaz olarak damgalayan; maddi mülkleri odak noktası haline getiren ve kültürel yeteneklerin gelişimini ve gerçekleştirilmesini küçümseyen; insani ve nesnel ilişkilere, bunların parasal ederine göre değer biçildiği birer meta olarak yaklaşan; kısacası, kapitalist yabancılaşmanın, barbarlığının en yüksek biçimini ifade eden ve Marx, Engels ile bütün Marksistlerin yeni bir toplum uğruna mücadele verdiği ve vermekte olduğu bir yaşam standardı! Bu, toplumsal servetin “herkes yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” ilkesi doğrultusunda paylaşımına ulaşmaya çalışanların hedefi olabilir mi? Kuşkusuz, inşa ve savaş döneminin yoksunluklarından sonra insanların bir refah özlemi söz konusuydu ve haksız değildi; fakat Sovyet yurttaşları sosyalizm öncesi döneme göre olağanüstü ilerlemeler kaydettiklerinin ve herkesin ihtiyaçlarına ve yeteneklerine göre yaşayabileceği bir düzen için uzun bir inşa süreci ve de sabır gerektirdiğinin de pekâlâ bilincindeydi. Öyleyse burjuva bir ufka sahip yanlış beklentiler uyandırmak ve böylelikle (daima eğitimi de gerektiren) sınıf bilincinin içini boşaltmak niye? Kapitalist tüketim özentisi karşısında kendilerinin yaşam biçimi savunulmadı.
Bu koşullar altında Marksizm-Leninizmin devrimci teorisinin, adım adım, oportünist bir pratiği saran salt sözel bir süs olarak körelmesi kaçınılmazdı. Artık bir bütünsel-diyalektik değil, tersine parçalı-pragmatik olarak seyreden toplumsal bir sürecin teorik teçhizatı olarak, düşünme biçimine giderek daha fazla neopozitivist kökenli burjuva felsefeler sızmaya başladı; irrasyonel dünya görüşü parçacıkları ve dini zihniyetlerin yeniden canlandırılması bunun tamamlayıcıları oldu. Burjuva ideolojilere karşı yürütülen tartışmalar, eleştirilen öğretilerin düzeyinin altında kaldı ve onları engelleyecek yerde, etkilerinin yeşermesine olanak sundu. Böylelikle Sovyet bilimlerine burjuva normların geçirilmesinin yolu açıldı, burjuva değer yargıları ve ihtiyaç-yapıları sosyalizme sızdırıldı, burjuva düşünce biçimleri Marksizme aşılandı.
Elbette Sovyetler Birliği’nin savunulması, henüz öncelikli görev olarak geçerliliğini koruyordu. Ancak dünya konjonktürü 20’li ve 30’lu yıllara göre değişmişti. O dönemde Sovyetler Birliği’nin savunulması, sosyalist bir toplum biçimine sahip ilk devletin korunması, devamının sağlanması uluslararası proletaryanın, stratejisi Komintern’de hep birlikte değerlendirilen ve belirlenen ortak görevi durumundaydı. Dimitrov, Togliatti, Manilski gibi isimler, lider Stalin’in rolünün yanı sıra, bu kolektifin düzeyini temsil ediyordu.
Komintern, 1956 yılında artık mevcut değildi. 20. Parti kongresinin sorunsalına meydan veren küçük burjuva düşünce biçimi, uluslararası politikada, dünya komünist hareketinin ulusal partilerini, Sovyetler Birliği’nin devletsel çıkarlarına tabi kılma eğilimi gösteriyordu. Bu eğilim, sınıf sorununun ihmal edilmesiyle (ki bu konunun ayrıca irdelenmesine ihtiyaç var) pekiştirildi. Sovyetler Birliği, gücünü emperyalizme karşı ulusal sınıf mücadelelerinden alan dünya barış hareketini Sovyet dış politikasının bir aracı haline getirmeye çalışıyordu (ki bunu kısmen de başardı). Aslında sosyalizmin inşasının temel teorik sorunlarına ilişkin bir tartışmanın sürdürülmesini gerektiren Çin partisiyle ideolojik çatışma, iki devlet arasındaki bir iktidar mücadelesine dönüştü. Batı dünyasındaki komünistlerin, kendi kültürel geleneklerini, Marksist bir şekilde özümsemek zorunda oluşları ve bu sırada ulusal partilerde Sovyet modeline göre çözülemeyecek özgül çelişkilerin ortaya çıkışı görmezlikten gelindi. Böylece sapmalara uygun bir zemin hazırlanmış oldu ki bunlar yine burjuva ideolojilerin sızmasına yol açtı. Örneğin Avrupa komünizminin teorik bir analizinin, Sovyetler Birliği’ndeki revizyonizm ile Batı Avrupalı komünist partilerin kendi içlerinden kaynaklanan revizyonizmin karşılıklı ilişkisini irdelemesi gerekir.
En vahim sonuçlara yol açan, barışçıl birlikte yaşama kavramında giderek yaşanan kaymaydı. Leninist kavrayış, toplumsal sistemlerin birbirinden kesin farklılığından hareket ediyor ve bu karşıtlığın, savaşsal araçlar kullanmadan nasıl sonlandırılabileceğine dair stratejileri hedefliyordu. Kendi ülkesinde sınıf bilinçli güçlü bir işçi hareketiyle karşı karşıya bulunmayan ABD’nin kaba saldırganlığı karşısında askeri bir denge kurmak zorunluydu.
Kuşkusuz Sovyetler Birliği’nin askeri gücü, Amerikan emperyalizmine sınırlar koyduğundan, barışın güvence altına alınmasına önemli oranda katkı sağlamıştır. Fakat silahlanma yarışında denge kurmanın mutlak zorunluluğunun, savaşın yıkımlarıyla büyük hasar görmüş ve güçten düşmüş ülkede aynı zamanda ilan edilen tüketim sektörünün genişletilmesiyle bağdaşması mümkün değildi. Bir ABD başkanı alayla, Sovyetler Birliği’nin ölümüne silahlandırılacağını söyleyebiliyordu. Gerçekten de, sermaye için kârlı olan silahlanma, sosyalist bir sistemde refahı frenleyen bir etkiye sahiptir. Kapitalizm, insanı hiçe sayarak işsizler orduları yaratmaktan, sosyal hakları kısıtlamak ve zayıf ulusları yağmalamaktan geri durmazken, sosyalizm, tam istihdam ve insanı gözeten kurumlar yaratır; bu da yalnızca toplumsal olarak üretilen servetin, dolayısıyla da ekonomi politikanın genel planındaki tüketim payının planlı dağıtımıyla mümkündür. Sosyalist refah, kapitalist koşullarla karşılaştırılamaz; bu düzlemde hareket eden kişi revizyonisttir.
Kapitalist yaşam biçimini kıstas alan yönelimin devamında barışçıl bir arada yaşam, giderek daha çok, ekonomik işbirliği ve kapitalist dünya pazarıyla iç içe geçmek olarak algılandı. İki toplumsal sistemin yan yanalığı ve karşıtlığı –ki bunu barışçıl yoldan çözmek mümkündü– kapitalist dünya sistemi içinde rekabet halindeki iki gücün bir aradalığına dönüştü. Bu yolda Sovyetler Birliği kendini kapitalist Batıya açarak sosyalist sistemle bağdaşmayan ekonomik iç içe geçmişliklere bağımlı kıldı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü –şimdi görüldüğü üzere, üretici ve ekonomik gücün bir çöküşü değildi kesinlikle, aksine toplumsal süreçlerin sosyalist yönetiminin bir çözülüşüydü– aydınlığa kavuşturulmak isteniyorsa bu süreçlerin titizlikle analiz edilmesi gerekir. Sistemin çözülmesi, 1990’dan sonra hep yeniden iddia edildiği gibi, sistemin maddi zafiyetinden kaynaklanmıyordu, daha çok ideolojik plandaki bir karşıdevrimin sonucuydu. Bu nedenle, 20. Parti Kongresinin ilkesel yön değişiminin açık bir yan ürünü olan ahlakçı Stalin eleştirisi böylesi büyük bir rol oynamaktadır. Bu ahlakçılık, asıl sorunun, sosyalist inşada yapısal değişikliğe gidilmesi sorununu perdelemektedir. Gerçekten de haksız uygulamalar ve suçlar işlenmiş olduğundan, şimdi, Lenin’in tasarladığı ve Stalin’in uyguladığı sosyalist topum inşasında ısrar eden herkes Stalinist olarak suçlanabilmektedir. Ve revizyonizm kendini, kapitalist barbarlığa teslim ettiği insan haklarının savunucusu olarak göstermektedir.
Burjuva yaşam beklentilerinin serbest bırakılmasının, daha önce de söylendiği gibi doğal olarak toplumsal sonuçları vardır. Son derece güç başlangıç koşullarında ve faşist saldırganlığı püskürtme hazırlıkları içerisinde sosyalizmin inşasını örgütlemek durumunda olan merkezi bir devlet planlaması koşulları altında, asıl Sovyet ilkesinin yeniden ikame edilmesi için dağıtılması zorunlu olan bir bürokrasi ortaya çıkmıştı. Yukarıda, Stalin’in, yaşamının son döneminde bu bürokrasinin dağıtılmasına ihtiyatla giriştiğine işaret etmiştim. Ne var ki burjuva yaşam beklentileriyle ilintili olarak kişisel ayrıcalık zihniyetinin ortaya çıkışı, 20. Parti Kongresinden sonra, bürokratlar tabakasının yeni bir politik üsluba geçişi, bir yönetici kastın doğuşunu beraberinde getirdi; ki Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra ekonomi mafyası da onun bağrından çıkmıştır.
Parti, böylelikle, komünizme giden yolda atılması gereken gelişim adımlarını yönetecek ve toplumsal değişimin devrimci sürecini yürütecek gücü kaybetti; durgunluğa girdi. Bu durgunluk, ideolojik olarak, gelişmiş sosyalizmden komünizme geçişin hemen arifesinde bulunulduğunun, daha doğrusu gerçekleşmekte olduğunun ütopik ilanıyla örtülmeye çalışıldı. Bu ilüzyonculuk, Sovyetler Birliği içindeki sınıf sorununun ihmaline, kapitalizmin göreli gücünün küçümsenmesine; son derece başarılı doğa ve teknik bilimleri kendilerini pozitivist bir biçimde bağımsızlaştırabiliyorken, toplum bilimlerinde teorinin ve bilimsel araştırmaların güdükleşmesine yol açtı. Parti giderek daha çok, pratik olarak var olan idari yapıları ayakta tutma işlevini ve teorik olarak varolan koşulların savunulmasını üstlendi; yani kitlelerin politik angajmanının harekete geçirilmesinde öncü rolünü kaybetti. Bunun, burjuva ideolojilerinin sızabildiği bir gediğin oluşumuna yol açtığı ortadadır. Sovyetler Birliği anayasasında geliştirilmiş sosyalist demokrasi, duraklamaya girdi (ki bu daima içinde gerilemeyi barındırır) ve bunun sonucunda burjuva demokrasisi tasavvurları yeniden canlandırıldı.
REVİZYONİZMİN ÖZETİ
1956’dan sonra Sovyetler Birliği’nin toplumsal yaşamını giderek artan oranda belirleyen görüngü biçimlerine dair bu kısa özet, ekonomi, devlet fonksiyonu, bilimsel teori ve dünya görüşü alanlarındaki revizyonist eğilimleri kanıtlamaya yeterlidir. Elbette dünden bugüne bir çırpıda değil, aksine komünist yeterliliğin ağır ağır ilerleyen bir erozyonu olarak. Bu süreci tek bir kişiliğe bağlamak, olsa olsa bu olgular için sembol ismi verecek olan hatalı bir kişileştirme olurdu. Şunun ayrımında olmak gerekir ki, partinin çoğunluğu, yeni bir toplum biçiminin kuruluşunda ortaya çıkan objektif çelişkilerle gerektiği gibi başa çıkamadı. Bu başarısızlıkta elbette ki Rus tarihinin ve genç Sovyetler Birliği’nin inşa sürecinin başlangıç koşulları önemli oranda yansıma bulur. Ekim Devrimi’nin ardından gelen Sovyet devletinin başarılı inşasından, revizyonizmin etkisine direnecek savunma gücünün doğmamış olmasının toplumsal nedenlerinin ne olduğu ise daha derin araştırmalara muhtaçtır.
Sosyalist yaşam tarzı, sosyalist toplumun maddi yapılanmasına dayanır. Ne var ki o kendini ancak, davranışı yöneten ve toplumsal eylemin hedeflerini saptayan bilinçte de yansımasını bulduğunda gerçekleştirir. Sosyalist bir yaşam biçimine ulaşan bir tutumu hedefleyen revizyonizmin bertaraf edilmesi, bu nedenle her zaman doğru teorinin de bir sorunudur; yani ideolojik sınıf mücadelesinin vazgeçilmez bir unsuru olarak teorinin. Ve revizyonizm, sınıf bilincinin teorik bir deformasyonu olduğundan, revizyonizmle mücadele bilimsel bir hakikat arayışı zemininde gerçekleşir. Revizyonist bir biçimde değişikliğe uğratılmak istenen Marksizm-Leninizmin temel ilkelerinin geçerliliği, açık bir biçimde ortaya konulup savunulmalıdır. Tarihsel olarak değişmez hakikatler vardır ve göreli olarak tarihsel bir durum için geçerli olan ve bu durumun değişmesiyle birlikte değişen hakikatler vardır. Revizyonizm bu ayrımı yapmaz; bütün hakikatlerin göreliliğinden, dolayısıyla da değişirliğinden hareket eder. Buna karşı, Marksizm-Leninizmin içeriksel ve metodolojik değişmezliklerinde ısrar etmek gerekmektedir.
Değişmez unsurlar ve değişken faktörleri, titizlikle ve kolayca birbirinden ayırmak mümkün değildir. Bunlar birbirlerini karşılıklı olarak etkilerler. Değişkenler değişmezlerden koparılıp kendi başına etkin toplumsal yapılara dönüştürüldüğünde, çekirdek teorinin bir revizyonuna dayanan teorik ana tasavvurlar doğar. Bu nedenle revizyonizme karşı mücadele, ancak revizyonist anlayışların artık sistematik bir biçim aldığı yerde başlamaz. Teorik çabadaki her zayıflama, analitik güçteki her gerileme, bir kez verili biçimler karşısında –bunların canlı uygulanmasının yerine– her rahatlama, bilimin her bürokratik düzenlenişi –yani Stalin’in, bilimin Arakçeyevci sistemi olarak mahkum ettiği şey– Marksist teori ve pratiğin çözülmesine yol açar ve revizyonist sızmalara kapı aralar. Lenin teorik çalışmaya azami önem biçmiştir. Doğru bilgilere ulaşma çabası ve revizyonizme karşı mücadele, sınıf mücadelesinin sürekli ve birbirine bağlı görevleridir. Revizyonizm teori alanında yenilgiye uğratılmalıdır ki pratikte kendine zemin bulamasın.
————–
REVİZYONİZM KONUSUNA EKLER
Böylelikle karşıdevrim için yol döşenmiş oldu. Kruşçev’in revizyonizminden Gorbaçov’un karşıdevriminin doğabilmesi için daha 30 yıla ihtiyaç duyulmuş olması, sosyalist inşanın sağlamlığına işaret eder. Ekim Devrimi’nin sonraki 20 yıllık devrimci dönüşümün başarısının ardından küçük burjuva eğilimlerle güçlerin neden yeniden güç kazanabilmiş oldukları sorusu ortada duruyor. Anayasanın karar altına alınması vesilesiyle Stalin, Sovyetler Birliği’nin sınıfsal yapısındaki değişimin, sınıf mücadelesinin bir anayasasının yerine Sovyet yurttaşlarının bir anayasasına izin veren bir ölçüye ulaştığını saptamıştı. Proletarya diktatörlüğü sağlamlaşmış görünüyordu. Bu konuda, faşist tehlike karşısında politik birliğe yapılan vurgudaki belirli bir ağırlığın taktik etkisi rol oynamış olsa da, anayasa metninin de gösterdiği gibi tam bir samimiyet söz konusuydu.
Sonra, “Büyük Anayurt Savaşı”, sınıf mücadelesi stratejilerinin tamamının rafa kaldırılarak ulusal güçlerin birleştirilmesini gerektirdi. Stalin’in yönetimindeki toplumsal inşa çalışmasının sağlamlığını bir kez daha vurgulamak gerekir. Ve bu sağlamlık, faşistlerin, Sovyet vatandaşlarının politik ve dünya görüşsel birliğine gedikler açmayı başaramamalarının temelini oluşturuyordu; oysa –hatırlatalım ki– parti ve devlet aygıtı içinde yoğun baskılar eşliğinde yaşanan sınıf mücadeleleri süreci, o sırada henüz bitirilmişti.
Ne var ki artık ideolojik kaymalar mevcuttu. Ulusal sorun, savaş sırasında sınıf sorununun önüne geçti. Ortodoks kilisesine tavizler verildi ve bunun özellikle aile alanında etkileri oldu. Savaş öncesi komünizm karşıtlığının Batılı güçlerce yeniden hortlatılması, uluslararası politikada sosyalist kampın güvence altına alınması sorununu öncelikli bir görev haline getirdi. Dünya barış hareketinin önemi ve bu hareket içinde komünistlerle birleşen heterojen burjuva, yurtsever ve kilise çevrelerinin gözetilmesi de buna dahildi. Kısacası, zaferle güçlenmiş Sovyet devleti yüzeyinin altında, küçük burjuva ideolojisinin sürmesine olanak tanıyan ve böylece 10 yıl sonra Kruşçev darbesinin başarılı sonuçlanmasına meydan veren birçok “yumuşak” nokta vardı. Savaş sonrasındaki sefalet ve yeniden inşayla geçen birkaç yıl, yeni durumun gerektirdiği ideolojik sağlamlaştırma stratejilerini geliştirmeye fırsat tanımayacak kadar kısaydı.
Büyük Ekim Devrimi ve “Büyük Anayurt Savaşı” kuşkusuz Sovyet halklarının belleğinde derin kökler salmıştır. Sosyalizmin inşası ve toplumsal kazanımları da hafızalarda saklı kalacak. Bunlar, sosyalizmin yeniden başlangıcının vazgeçilmez etmenlerini oluşturacaklar.
Ama işte bir yeniden başlangıç; kaybedilenin bir yeniden canlandırılması değil. Gorbaçov, karşıdevrimi gerçekleştirdiğinde partinin ve halkın direnciyle neredeyse hiç karşılaşmadı. Kitle tabanının komünist kaldığı ve yalnızca parti yönetimiyle aygıtının revizyonizme saplanmış olduğu beklentisinin bir yanılsamadan ibaret olduğu ortaya çıktı. 20. Parti Kongresinde yeni bir yaşam biçiminin propaganda edilişinin üzerinden otuz yıl geçmiş, bu süre zarfında Batılı kapitalist düşünme tarzı ve tüketim biçimlerine yönelim, genç nesillerin yetişmesinde belirleyici olmuştu. Devrimin ve savaşın neferleri yaşlanmıştı. Kitlelerin yaşam beklentilerini ve düşünme biçimlerini değiştirmeksizin, politik ve tarihsel olarak konulan bir hedefin içeriklerinin özünü değiştirmek mümkün değildir. Kruşçev’in, parti içindeki yön değişimini darbevari, ilan edilmeyen gizli bir konuşmayla başlatmış olması son derece bilinçli bir hareketti. Zira 1956’da kapitalist yol henüz geniş bir direnişle karşılaşacaktı.
1990’da ideoloji artık öyle yaygın bir çözülmeye uğratılmıştı ki Gorbaçov, Sovyetler Birliği’ni ve SBKP’yi tasfiye edebildi.
Revizyonizm, kişilerden doğan ancak kişilerle sınırlı kalmayan bir olgudur. Revizyonistlerin düşüncesinin, politik olarak etki gücüne kavuşabilmesi için bir sınıf zeminine sahip olabilmesi gerekir. SB’de Ekim Devrimi’nden sonra feodal aristokrasi ve sermaye burjuvazisi kalmamıştı, ama küçük burjuva toplumsal ve dünya görüşsel yapıya sahip geniş tabakalar vardı. Lenin’in, Stalin’in ve Mao’nun, proleter devriminden sonra sınıf mücadelesinin süreceği, hatta keskinleşeceği tezi, sosyolojik temele sahip ve tarihsel olarak doğruydu. Ve bu tez, tam da parti, sınıf mücadelesi pozisyonunu bir uyumlaştırma söylemi lehine terk ettiğinde doğrulandı.