Sendikal bürokrasi ve “sendikal güç birliği platformu”

Sermaye, geçtiğimiz yıllar içinde, işçi sınıfının haklarına karşı attığı her adım sonrasında, bir taraftan işçi sınıfını çeşitli biçimlerde dağıtıp farklı ve güvencesiz istihdam biçimlerine mahkum ederken, diğer taraftan az sayıda örgütlü işçiyi temsil eden sendikaları, sendikal bürokrasinin de yardımıyla, giderek güçsüz ve etkisiz kurumlar haline getirme noktasında oldukça mesafe aldı.
İşçi sınıfının ekonomik, sosyal, demokratik çıkarları açısından en önemli araçların başında gelen sendikalar, son yıllarda işçi haklarına yönelik saldırıların yanı sıra, en temel konularda bile ortaya koydukları yetersiz pratik tutum nedeniyle, üyeleri başta olmak üzere, sendikal mücadelenin gerekliliğine ve önemine inanlar tarafından çeşitli yönleriyle eleştiriliyor. Bu duruma paralel olarak, gerek örgütlenme, gerekse sınıf mücadelesi içindeki etkileri açısından sendikal mücadelede yaşanan gerileme devam ediyor. Bu durum, işçiler ile sendikal merkezleri iki ayrı kutba doğru iterken, sermayenin sendikalar içindeki uzantısı olan sendikal bürokrasinin etkisi ve ağırlığını kaçınılmaz olarak daha da artırmasını beraberinde getiriyor.
Konfederasyon merkezleri ile bağlı sendikalar, sendikalar ile sendika şubeleri ve nihayet sendika şubeleri ile işyerleri arasındaki mesafenin sürekli olarak açılması, bir taraftan sendikal alandaki tartışma ve kararlaşmaların aşağıdan yukarıya gelişimini zorlaştırırken, çoğu zaman böylesine somut bir ihtiyacın ortaya çıkmasının koşullarının bile ortadan kaldırıldığı örnekler yaşanıyor. İstikrarlı bir işyeri çalışmasının olmaması gerçeği ile sendikalarda tabanın denetiminin yeterince sağlanamaması birleşince, kaçınılmaz olarak, yaşanan sorunlara zamanında müdahale etmenin ve sendikal hareketi ileriye taşıyacak somut adımları atmanın koşulları gün geçtikçe zorlaşıyor.
Sendikalar açısından bakıldığında, emek ile sermaye arasında sürmekte olan mücadeleyi tehdit eden en önemli zayıflıklardan birisi, sendika bürokrasisinin uzun süredir sendikalarda yerleştirdiği sendika büroları ile sınırlı çalışma ya da çalışmama ile ilgili geleneğin klasik örgütlenme ve eylem alışkanlıklarının sürmesidir. Söz konusu geleneğin sendikalar ve sendikal hareket içindeki somut karşılığı, sendika üyesi olduğu halde, örgütsüz hale getirilmiş, başka bir ifade ile pasifleştirilmiş işçi kitleleri üzerinden, sendika bürokrasisinin, kendisini, sendikal hareket içinde bir azınlık olarak örgütlemiş olmasıdır. Bu durum, sınıfın öz örgütü olması gereken sendikaların, sıradan bir sendika üyesi için bile ulaşılması zor bir “büro örgütü” haline getirilmesine, sendikal bürokrasinin sadece genel merkezlerde değil, şubelere, hatta işyerlerine kadar inen geniş bir alanda etkili olmasını beraberinde getirmiştir.

SENDİKAL HAREKETİN DURUMU VE TÜRK-İŞ
Sendikal mücadele sürecinde yaşanan sorunların işyerlerinden yukarıya doğru taşınamaması, sendika merkezlerinde işyerlerinden kopuk “ayrı dünyalar”ın oluşmasını ve buna paralel olarak, sendikal bürokrasinin, yukarıdan aşağıya sendikaların bütün kademelerinde kelimenin tam anlamıyla egemenliğin ilan etmesini beraberinde getirmiştir. Öyle ki, bu durumun somut bir yansıması olarak sendikalar, günümüzde en temel işlevlerinden birisi olan “ekonomik mücadele” bile veremez hale gelmiş ya da getirilmiş durumdadır. En temel ülke meselelerinde dahi genel geçer şeyler söylenmesinden ve alışılmış eylem biçimlerinden öte gitmeyen sınırlı tepkilerin sayısındaki azalma bile, bu görüşümüzün kanıtı olarak gösterilebilir.
Sendikal mücadele sürecinde, başından sonuna açıklıkla ve sorumluluk duygusuyla hareket edilmediğinde, sınıfın, sınıf hareketinin ve mücadelenin ihtiyaçlarından çok, başka kaygılarla davranıldığında, emekçi kitleler nezdinde inandırıcılığın her geçen gün azalmasının kaçınılmaz olduğunu, bugün sendikaların içinde bulunduğu duruma bakarak görmek mümkündür. Hem işyerleri ve fabrikalarda, hem de toplumda geniş bir destek bulamayan sendika ve konfederasyonların benimsemiş oldukları “sosyal diyalog” merkezli sendikacılık tarzı, sendikaların gerçek birer işçi örgütleri haline getirilmesi ve sınıfın örgütleri olarak hareket etmelerinin önündeki en önemli engellerdendir.
Sendikaların gücü ve etkinliğini arttırabilme yetkinliği, hem üyelerin sendikalara yönelik tutum ve davranışları, hem de sendika üyelerinin sendikal kararlara katılabilecekleri ve alınan kararlar konusundaki öneri ve eleştirini iletebilecekleri demokratik kanalları sağlayan bir yapılanma içerisinde olmaları ya da olmamalarına bağlı olarak değişmektedir. Tek tek üyelerin hem sendikalarına hem de sendika yönetimlerine yönelik düşünceleri, sendikalarına olan bağlılıkları, sendikal faaliyetlere katılma biçim ve dereceleri ile sendikaların mücadelesinden duydukları memnuniyet arasındaki ilişkilerde yaşanan sorunlar, sendikal hareketi etkileyen diğer bir konudur.
Öncesi bir tarafa, her fırsatta Türkiye’nin “en büyük işçi konfederasyonu” olmakla övünen Türk-İş’in yakın geçmişte ortaya koyduğu pratik tutum, bir taraftan sendikaların işçiler içindeki itibarını yok olma noktasına getirirken, diğer taraftan da Türk-İş’in sermaye ve onun sözcüsü olan hükümet karşısındaki “işbirlikçi” tutumu nedeniyle sık sık tartışma konusu yapılmıştır.
Bir bütün olarak baktığımızda, bugünkü sendikal yapıların, en kritik konularda bile üyelerini harekete geçirme noktasında ciddi zaaf ve zayıflıkları bulunduğu bilinmektedir. Geçmişte, sınırlı sayıda sendika merkezi ve yine az sayıda mücadeleci sendikacı Türk-İş’in işçiden çok sermaye ve hükümetlerin taleplerini gözeten tutumu nedeniyle bir şeyler yapmaya çalışsa da, çoğu zaman sendikal camiada yerleşik kuralların ve hepsinden önemlisi sendikal bürokrasinin yükselen duvarlarını karşısında bulmuştur.
Türk-İş 1990’lı yılların başında 800 bin işçi adına toplu iş sözleşmesi yaparken, 2011’de bu sayı, 230 bine kadar gerilemiştir. Sadece 9 yıllık AKP döneminde, kamuda toplusözleşme kapsamındaki işçi sayısı 300 bin kişi azalmıştır. Önümüzdeki dönem şeker, maden, enerji, karayolları vb. gibi sektörlerde yapılacak özelleştirmelerle, bu sayının 100 binli rakamlara düşmesi kaçınılmaz görünmektedir. Son 20 yılda toplam ücretli sayısı 7,2 milyondan 13 milyona yükseldiği halde (aynı dönemde, sanayi işçisi sayısı ise 2,5 milyondan 4,2 milyona çıkmıştır), Türk-İş, DİSK ve Hak-İş’e bağlı sendikalarda örgütlü işçi sayısı, 1991’de 1,5 milyon iken, bugün 600 bine kadar gerilemiş durumdadır. Bu durumu sadece üretim ve emek sürecinde yaşanan değişime bağlamak, sendikaları işçi örgütleri olmaktan uzaklaştırmak için gece gündüz demeden çalışan sendikal bürokrasiye karşı büyük bir haksızlık olacaktır!
Kamudaki gücünü her geçen gün yitiren Türk-İş’in kıdem tazminatının fona devredilmesi çabaları, yeni esnek çalışma biçimleri, özel istihdam büroları, kiralık işçilik, bölgesel asgari ücret gibi emeğin haklarına yönelik saldırılar karşısında nasıl bir tutum takınacağı belli değildir, açıklanmamıştır. En azından işçi sınıfının, sınırlı sayıdaki mücadeleci sendikanın zorunlu saydıkları tepkiyi gösterebilme noktasında, “aşağıdan” ciddi bir baskı gelmediği ölçüde ne tür Ali Cengiz oyunlarına başvurulacağı tartışmasızdır.

SGBP’NİN ÇIKIŞI VE SINIRI ETKİSİ
Türk-İş’e bağlı 10 sendika merkezi, geçtiğimiz Temmuz ayında bildirge niteliğinde bir açıklama yaparak, sendikal hareketin yaşadığı tıkanıklık ve mevcut sendikal yapıların emekçilerin karşı karşıya olduğu sorunlara çözüm üretmemesi tespitinden hareketle, Türk-İş içinde daha mücadeleci bir odak yaratmak için bir platform oluşturduklarını açıklamıştır. Kendisini Sendikal Güç Birliği Platformu (SGBP) olarak tanımlayan oluşum, kamuoyuna yönelik olarak ilan ettiği birtakım ilkeler üzerinden sesini duyurmuştur.
SGBP’nin, öncelikli olarak, mevcut sendikal sistem karşısında yaşadıkları sıkıntıların aşılması için Türk İş yönetimini “zorlayacağını” belirtmesi ve öncelikli hedefini Türk İş’i “alternatif bir sendika düzeyine getirmek” ve “Türk-İş’in mevcut sendikal tıkanıklığın giderilmesi için görev yapmasını sağlamak” olarak belirlemesi, platformun ortaya çıkış nedenini daha başından sınırlandıran bir özellik göstermiştir. Kamuoyuna ise, platform adına, SGBP’yi oluşturan sendikaların üyeleri ve temsilcileri içinde neredeyse hiç tartışılmayan ve büyük ölçüde platformu oluşturan sendika başkanlarının inisiyatifi ile belirlenmiş 11 temel ilke açıklanmıştır.
Türk İş içindeki 10 sendika merkezi tarafından oluşturulan platformun sendikal alanda inisiyatif alarak, yüzü sınıfa dönük, mücadeleci, birleşik bir sendikal hareketi yaratmak için yola çıktığını açıklaması, üstelik bu çağrının Türk-İş gibi sendikal bürokrasinin bırakın sendika merkezlerini, sendika şubelerine kadar nüfuz ettiği bir örgütten geliyor olması, Türkiye sendikacılık hareketi açısından sık karşılaşılan bir durum değildir. Ancak gerek açıklanan ilkelerin oluşturulma biçimi, gerekse geçmişte yaşanan ve yukarıdan aşağıya oluşturulan benzer örneklerin ömrünün uzun olmaması, SGBP’nin açıklamalarının büyük ölçüde söylemde kalması riskini taşımaktadır.
Platformun benimsediği ilkeler içinde; emeğin hak ve kazanımlarına yönelik saldırılara karşı aktif mücadele yürütmek; Anayasa ve çalışma yasalarının emeğin hak ve özgürlüklerini güvence altına alan bir içerikte olması için çalışmak; devlet güdümlü sendikacılığa karşı çıkmak; üniversitelerle, aydınlarla emek hareketi arasındaki bağları güçlendirmek; sendikalar arası dayanışma, sendika içi demokrasinin sağlanması vb. gibi çeşitli ilkeler bulunmaktadır.
Sendikal hareketin kan kaybetmesi, güçsüzleşmesi ve işçilerin sendikalara ve sendika merkezlerine karşı ciddi bir güven sorunu yaşadığı vurgusu, SGBP tarafından da dile getirilmiştir. SGBP, sendikaların demokratikleştirilmesi, tabanın söz ve karar sahibi olması, emeğin hakları için siyasal alana müdahale etmek, birleşik bir mücadele hattı oluşturmak, işçi sınıfına ve haklarına yönelik saldırılara karşı ortak duruş sergilemek, sendikal örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması, hak ve özgürlüklerin genişletilmesi için mücadele edileceği gibi oldukça iddialı sayılabilecek hedefler belirlemiştir.
Yapılan tespitler ve belirlenen hedefler elbette önemlidir. Ancak bütün bunların hayata geçirilebilmesi için “yukarıdan” tespitler yapmak ve birtakım ilkeler belirlemek yeterli değildir. SGBP’nin bugün için görünen en büyük zaafı, kamuoyuna açıklanan ilkelerin, bırakalım işçi tabanını, sendika şubeleri ve temsilciliklerine bile dayanmamış olmasıdır. SGBP, büyük ölçüde Türk İş Kongresi’ne yönelik olarak yaptığı bölge toplantılarının ötesine geçerek, işçileri, şube ve işyeri temsilciliklerini belirlenen program ve ilkeler doğrultusunda harekete geçirmiş ya da en azından böyle bir amaçla yola çıkmış görünmemektedir.
SGBP, kuruluşunu ilan etmesinin ardından, önemli oranda Türk İş Kongresi odaklı olarak, Türkiye’nin çeşitli illerinde, çeşitli işkollarından işçilerle bir araya gelerek toplantılar yapmıştır. SGBP’yi oluşturan sendikaların başkanları platformun yapısı ve işlevi, sendikal hareketin içinde bulunduğu durum vb. konular üzerinden konuşmalar yapmış, daha sonra toplantılara katılan işçileri dinlenerek, Türk İş Kongresi’nde ve sonrasında neler yapılması gerektiği tartışılmıştır. Toplantılarda yürütülen tartışmaların ve eleştirilerin içeriğine bakıldığında, bütün eksikliklerine rağmen, bu girişimi “yok saymak” ya da “küçümsemek” ne kadar yanlış olursa, söz konusu oluşuma halen bünyesinde taşıdığı zaaflar nedeniyle olduğundan daha fazla önem atfetmenin de aynı ölçüde hatalı olacağı söylenmelidir.
SGBP’nin yukarıdan aşağıya örgütlenmiş olması, çeşitli bölgelerde yapılan toplantılar ve bu toplantılarda yürütülen tartışmalarda gündeme getirilen eleştiriler birlikte ele alındığında, belirtilmelidir ki, en azından bugün için ilk başlandığı noktadan daha ileride olunmasına karşın, hareketin büyük işyerleri ve fabrikalar temelinde hâlâ somut bir karşılığının oluşturulmamış olması önemli bir eksikliktir. Bu eksikliğin giderilmesine girişilmeden ve sermaye ve saldırılarıyla sendikal bürokrasiyi hedefleyerek “bize nasıl sendikalar lazım?” sorusunu işyerlerinde, fabrikalarda, işçiler arasında tartıştırmadan atılacak adımların sağlıklı sonuçlar vermesini beklemek mümkün değildir.
Sendikaların sermayenin emek karşıtı politikalarına karşı faaliyetlerini sadece kendileri ile ilgili konular ve eylemlerle sınırlandırmasının, sendikal hareketi getirdiği nokta bugün çok daha net görülebilmektedir. Sermayeye karşı mücadelenin sadece ekonomik yönüyle değil, aynı zamanda siyasal boyutuyla da yürütülmesi gerektiği gerçeğinin kendisini dayattığı bir ortamda, platformun da ilkeleri içinde de yer alan “emek eksenli kitlesel bir siyasi hareket”e olan ihtiyaç hiç olmadığı kadar yoğun bir şekilde kendisini dayatmaktadır. Ancak geçtiğimiz altı ay içinde belli başlı illerde yapılan bölge toplantıları dışında, belirtilen ilkelerin nasıl bir plan ve program çerçevesinde hayata geçirileceği konusunda henüz herhangi bir somut ipucu görülebilmiş değildir. Bu nedenle, SGBP ve sendikal harekette yaratacağı etki değerlendirilirken, herhalde soyut ifadeler üzerinden değil, atılan ya da atılması zorunlu somut adımlar üzerinden değerlendirme yapmak gerekecektir.
Sendikaların sürekli eleştirilip tartışma konusu olması, en çok ihtiyaç duyulduğu zamanlarda saldırılara karşı mücadele edecek bir yönelime girmemesiyle, dolayısıyla sermayenin saldırı stratejisi karşısında ne yapacağını bilemez durumda olmasıyla, ama öncelikli olarak, bu zaafları kadar benzer başkalarını da koşullandıran sermayenin sendikalardaki dayanağı durumundaki sendikal bürokrasinin egemenliğiyle doğrudan bağlantılıdır. Sendikal hareketin neredeyse dibe vurması, sendika bürokrasisinin kendi çıkarını sermayenin çıkarlarıyla birleştirmiş ve onun ideolojisiyle donanmış olması, işbirlikçi sendikacılık anlayışının yaygınlığı, seçim pazarlıkları ve koltuk kavgalarına rağmen, sendikaların işçi sınıfı için öneminden bir şey kaybettiğini söylemek elbette mümkün değildir.
Türk-İş’e muhalefet söz konusu olduğunda, sendikaların ve sendikal hareketin kimi, hangi sınıfın çıkarlarını temsil edeceği kadar, bu çıkarları nasıl bir sendikacılık tarzı üzerinden gerçekleştireceği sorularına da doğru ve samimi yanıtlar vermek gerekir. Mevcut sendikal yapıların işçi sınıfının beklentileri ve sınıf mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda değişmesi gerektiğini savunanların, sermayeye ve onunla birleşen sendikal bürokrasiye karşı net tutumlar geliştirip işçi sınıfının ekonomik talepleriyle siyasal talepleri arasında sağlam bir bağ kurulmasına girişmedikleri sürece, bir adım ileri gidemeyecekleri herhalde açıktır.
Sadece görünürde değil, gerçek anlamda işçi sınıfının çıkarlarını merkeze alarak, sendikaları yeniden işçilerin örgütü haline getiren bir çizgiye yönelmeyi önüne hedef olarak koymayan bir oluşumun işçi sınıfının örgütlenmesi ve mücadelesine somut bir katkı yapması mümkün değildir. Bunun için, sendikal bürokrasiyi tüzüksel, örgütsel ve fiili önlemlerle sınırlayan, sendikal demokrasiyi yaygınlaştıran yeni bir sendikal hareket yaratmak hedefine uygun olarak atılacak her adım elbette önemli olacaktır. Ancak SGBP gibi oluşumların, kendilerinden beklenen adımları atmadığı, sendikaların gerçek sahipleri tarafından yönetilen gerçek işçi örgütleri haline getirilmesini sağlamak için somut tutumlar ortaya koymadığı sürece sendikal bürokrasinin başka bir kanadını oluşturmaktan öteye gidebilmesi mümkün değildir.
AKP hükümeti, kıdem tazminatının kaldırılması, özel istihdam bürolarının kurulması,  bölgesel asgari ücret vb. saldırıları hayata geçirmek için Türk-İş Kongresi’ni beklemiş ve Kongre sonucunda Türk iş tarihinin en fazla eleştirilen “ekibi” seçimleri yeniden kazanmıştır. SGBP’nin Türk-İş Kongresi sırasında takındığı tutumun ardından atacağı adımlar, önümüzdeki süreçte güç birliğini oluşturan sendikaların yüzünü gerçekten işçilere dönüp dönmediğini, işçilerin güvenlerine uygun davranıp davranmayacaklarını gösterecektir.

NE YAPILMALI?
Son yıllarda işçi-sendika hareketinde yaşanan dalgalanmalar ve dönem dönem belirginleşen gerileme koşulları hesaba katılırsa, bugün sınıf mücadelesinin diğer alanlarında olduğu gibi, sendikal alanda da ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Yaşanan sorunlardan çıkış noktasında, sendikal harekette yaşanan tıkanıklıkların nasıl aşılması gerektiği meselesi üzerinden, farklı nedenlerle gerekçelendiriliyor olsa da, pek çok noktada ortaklaşan tespitler yapılmaktadır. Bu durumu bir tespit olmaktan çıkarıp, pratik sonuçlar ortaya koymak için, sendikalar başta olmak üzere, sendikaların ve sendikal mücadelenin mevcut pratiği ile daha fazla yol alınabilmesinin mümkün olmadığının görülmeye başlanmış olması önemlidir.
Mevcut sendika ve konfederasyon yöneticilerinin çoğunluğunun, hareketi ve sendikaları birleştirme diye bir hedeflerinin ya da dertlerinin olmadığı açıktır. Tam tersine, konfederasyonlar ve bağlı sendika merkezlerinin önemli bir bölümü, bu sendikal rekabeti ve parçalanmışlığı derinleştirerek, kendilerine varlık nedeni yaratmayı adeta temel strateji edinmişlerdir.
Türkiye’deki işçilerin sadece yüzde 6’sının sendikalarda örgütlü olduğu (kamuda yüzde 8, özel sektörde yüzde 3,5) ve milyonlarca işçi sendikalaşabilir olduğu halde, sendikaların söz konusu örgütsüz işçilere yönelik somut bir örgütlenme politikasından bahsetmek mümkün değildir. Türkiye’de örgütsüz milyonlarca işçiyi örgütlemek için somut politikalar geliştirmek yerine, bir avuç sendikalı işçiyi çeşitli şekillerde ayartıp bir sendikadan başka bir sendikaya geçirmek, birçok sendika ve sendika yöneticisi için başlıca sendikal çalışma olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sendika bürokrasisinin sendikaların yönetiminde olduğu ve mevcut sendikaların büyük bölümünün işçi sınıfının en acil sorunlarıyla bile ilgilenmediği ya da böyle bir gündemlerinin bile olmadığı bilinmektedir. Gerek bu olgular, gerekse egemenlerin sendikalar hakkındaki olumsuz propagandası, sendikasız işçiler arasında sendikalara ve sendikal mücadeleye temkinli yaklaşma eğiliminin yaygınlığını da beraberinde getirmektedir. Bu durum, bir taraftan da, sendikalı işçiler içinde sendika bürokrasisinin uygulamaları karşısında sendikalardan ayrılma, aynı işkolundaki başka sendikalarda örgütlenme ya da sendika değiştirme eğilimlerini geliştirirken, bu durumdan en zararlı çıkan, yine, başta işçi sınıfı olmak üzere, sendikalar ve sendikal hareket olmaktadır.
Bugün için örgütlü ya da örgütsüz işçi kitlelerinin sendikalardan en temel beklentisi, mücadelenin sadece söylem düzeyinde olmasından çıkılarak, merkezinde, kendilerine yönelik en küçük bir eleştiriye bile tahammül edemeyen ve her fırsatta işçileri arkalarından hançerleyen sendika bürokratlarının değil, ama işçilerin olduğu, her adımda eleştiri ve özeleştiri mekanizmasını işleten, kitlesel ve mücadeleci bir sendikal çizginin oluşturulması için pratik adımlar atılmasıdır. İşçi sınıfı, sendikalardan içinde bulundukları koşulları değiştirmek için somut adımlar atmasını beklemektedir ve bunun gerçekleşmesi için atılan her somut adımı desteklemektedir.
Sendikal bürokrasinin egemenliği nedeniyle gücü ve etkisi sınırlanmış olmasına rağmen, işçi örgütleri olarak varlığını sürdüren sendikalar, her şeye rağmen, örgütsüz işçiler tarafından sorunlarını çözmek için başvurdukları başlıca örgütler olmayı sürdürmektedirler. İşçiler, bir taraftan sendikaları yetersiz görüp bugünkü durumlarını eleştirirken, diğer taraftan onlar olmadan birleşemeyeceklerini ve haklarını koruyup geliştiremeyeceklerini herkesten çok daha iyi bilmektedirler. Sendikaların tarihte hiç olmadığı kadar itibarsız örgütler haline geldiği günümüz koşullarında işçilerin yüzünü yine sendikalara dönmüş olması ve ülkenin dört bir yanında sendikalarda örgütlenme girişimlerinin sürmesi, gerçekten mücadele etmek isteyen sendikalar açısından, doğru ve iyi değerlendirilmesi gereken bir durumdur.
Sendikaların en temel sorunlarının başında, geniş emekçi yığınların sendikal mücadeleden dışlanması ve sendikal mücadeleyi sendikacıların faaliyetlerine indirgeme anlamına gelen bürokratik sendikacılık anlayışının varlığı ve egemenliği geliyor. SGBP’yi oluşturan sendikaların, mevcut durumlarıyla hâlâ bir parçasını oluşturdukları sendikal bürokrasiden en azından şimdilik ayrı bir yol izleyeceklerini ilan etmiş olmaları elbette önemlidir. Ancak SGBP’yi oluşturan sendikalar tarafından ortaya konulan platformun ve işçilerle birlikte oluşturulması hedeflenerek belirlenecek mücadele çizgisinin tek tek işyerlerinde, işyeri temsilcileri ve üyelerin aktif katılımıyla geliştirilmesi için somut adımlar atılmadığı sürece, belirlenen hedeflere ulaşılması mümkün değildir.
Gerek bileşimi, gerekse bugünkü yapısı itibari ile SGBP’nin sendikal bürokrasiden tam anlamıyla koptuğunu söylemek, en azından bugün için, erken bir tespit olacaktır. Bileşenleri, SGBP’nin Türk-İş Genel Kurulu hedefli bir oluşum olmadığını belirtse de, Türk-İş Genel Kurulu’nun söz konusu platformun ortaya çıkmasında önemli bir tetikleyici olduğu açıktır. SGBP’yi oluşturan sendika başkanlarının açıklamaları, illerde gerçekleştirilen toplantılarda yürütülen tartışmalar ve geçtiğimiz Temmuz ayı içinde kamuoyuna açıklanan ilkelerdeki samimiyetin ölçüsü, platformun tabana ne kadar yayılabileceği ve SGBP’nin önümüzdeki dönemde yürüteceği faaliyetlerin biçimi ve içeriği olacaktır.

SONSÖZ
Bugün ve yakın gelecek açısından öncelikle yapılması gereken, sendikaların başına çöreklenmiş ve onları işçi örgütleri olmaktan çok sermayenin işçi sınıfını denetlediği kurumlar haline getiren ve gidebileceği daha fazla bir yol kalmamış olan mevcut bürokratik ve sınıf işbirlikçisi sendikacılık anlayışının sınıfın başından defedilmesidir. En azından son yıllarda karşımıza çıkan sendikal mücadele pratiği bu ihtiyacı dayatmaktadır.
Sendikaların ve sendikal hareketin ne yönde gelişeceği ve gelecekte nasıl bir değişim yaşayacağı noktasında bugünden kesin bir yargıya varmak elbette kolay değildir. Sendikal mücadelenin öncelikli sorunu, hiç kuşkusuz sendikaların büyük çoğunluğunun ve konfederasyon merkezlerinin neredeyse tamamen sendikal bürokrasinin denetiminde bulunması ve sendikalarda örgütlü bulunan az sayıda işçi kitlesinin örgütsüz milyonlar karşısında bir “azınlık” olarak görülmesinin yarattığı diğer olumsuzluklardır. Yaşanan bütün olumsuzluklara rağmen, işçiler yine de kendi örgütlerine sırtlarını dönmemekte, sendikalarının çağrılarına sınırlı da olsa yanıt vermekte ve mücadeleci tutumları desteklemektedir.
Sendikal mücadelenin, sendikaların işçiler arasında tartışılmasının, işçilerin gidişata müdahale etmesinin sendikal bürokrasi tarafından ya engellendiği ya da sınırlandığı bir çerçevede yürütülmek istenmesi kesinlikle kabul edilemez bir durumdur. Bu durumun devam etmesi karşısında sessiz kalan, sendikal politikaların oluşması ve yürütülmesinde işçilerin inisiyatifini dışlayan, sendikal hareketin sorunları ve çözümleri üzerinde fikir ve eylem birliği yapamayan işçiler ve sınıftan yana sendikacıların sadece “güzel şeyler söyleyen” durumuna düşmeleri kaçınılmazdır.
Ulusal ve uluslararası sermayenin giderek yoğunlaşan saldırılarına karşı mücadele edebilmek; sağlam bir örgütlülüğü, militan bir tutumu ve işçi sınıfına ve mücadelesine inancını yitirmemiş olanların daha somut adımlar atmasını gerektirmektedir. Bu yapılabildiği oranda sendikal bürokrasi geriletilebilecek, sendikalar gerçek birer işçi örgütü olarak mücadeleci kimliklerini yeniden kazanacak ve sınıf mücadelesini işçiler cephesinden güçlendiren araçlar haline gelebilecektir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑