Bir önceki (237) sayımızda, “herhalde en azından şimdilik son olur” düşüncesiyle, başlıca Mısır ve Tunus’taki son gelişmeleri hareket noktası edinerek, “oyun mu, halk ayaklanması ve devrim mi?” tartışmasını noktalamak istemiştik. Ama yok.. Olmadı.. Olmuyor!
TKP’nin eski başkanı, üstelik fazlasıyla bilmiş bir eda ve hakaretamiz bir tutumla Sol’daki köşesinde yukarıdan yukarıdan konuşup yazarak tartışmayı sürdürme eğilimini ortaya koydu.
ÖDP’nin düzenlediği toplantıda tartışılmış. EMEP “temsilcisi arkadaş” da varmış ve ondan “sürecin devam ettiğini” öğrenmiş. Hangi sürecin? Arap ülkelerinde yaşanan sürecin. EMEP’liler tarafından açık açık her ülkenin özgünlüğüne vurgu yapılarak, nesnel temeli ve dayanakları bakımından ortak özelliklerinin yanı sıra bir ülkedeki gelişmelerin diğerinden farkına işaret edilen sürecin. Hayır mı? Süreç devam etmiyor mu?
Aydemir Güler, büyüklenerek, bilmiş bilmiş “Hayat devam ediyor diye şiir yazabilirsiniz; ama, bundan başka bir anlam yüklemeden ‘süreç devam ediyor’ diye analiz yapamazsınız.” diyor. “EMEP temsilcisi arkadaş” içini bütünüyle boş bırakarak, hiçbir anlam yüklemeden mi “devam ediyor” demiş? Yazı icat edilmemiş mi, peki? ÖDP’nin düzenlediği toplantıda yazı yoktu, söz vardı diye, avcı öyküsündeki gibi “atış serbest” mi, keyfe keder çekiştirilecek mi yani? Aynı günlerde dergimiz piyasadaydı, “‘Amerikan oyunu’ ne durumda?” yazılmıştı, bir zahmet bakıverseydi eski başkan! Haydi, görmemişti, eline geçmemişti. Ama Özgürlük Dünyası ilk kez çıkan bir dergi değil ki! Önce çıkan sayılarını, yazarlarının ortak imzalarıyla yayımlanan bir kitabı bir yana bırakalım. Suriye’de silahlar patlamaya başladığında, Ağustos 2011 ve ardından Ekim 2011’de basılan derginin 221 ve 222. sayılarındaki “Emperyalist müdahaleler ve halklar” ile “Tunus’tan Suriye’ye ayaklanma ve müdahaleler” başlıklı yazılar ortadaydı. Başkalarına ihtiyaç duyulursa, 227. sayıda “Birinci yılında Arap halk ayaklanmaları ve TKP” başlıklı yazıyla, yine Lenin’in “Marksizmin bir karikatürü”nden hareketle TKP’ye yöneltilmiş eleştirilere yer veren “Emperyalist ekonomizmin güncelliği” makalelerine bakılabilirdi. Eleştireceksen, sallamayacaksın; alıp bakıp, yine de cevap yazacaksan, öyle yazacaksın.
*
Ama yok, eski başkan demagojide kararlı. İlle de çekiştirecek!
Diyor ki, “bunca yaşanandan sonra Ortadoğu denklemiyle emperyalizmi hâlâ buluşturamayan solcular” varmış. Aşağılayarak nasıl “solcular” olduklarını ve ne hale düştüklerini tarif ediyor: “O kategoriden toplantıda (ÖDP’nin düzenlediği toplantıda) vardı. Bunlar Libya’da Kaddafi rejimine karşı şeriatçı paralı asker çeteleri ortaya çıktığında ‘asrın sazanı’ durumuna düşmüşlerdi. Silah görünce ‘devrim radikalleşiyor’ diye buldumcuk olanların emperyalizm hakkında daha on fırın ekmek yemeleri gerekiyor!” Vay! Gerçekten büyük iddia. Peki, kimmiş bu “silah görünce ‘devrim radikalleşiyor’ diye” sevinçlere gark olan, artık menkıbelerde kalan ecdat yadigarı “at, avrat, silah” vurgulu “silah düşkünü” solcular? Silah silah diye sayıklarken, birden silahı “şeriatçı paralı asker çeteleri”nin elinde görmüş oldukları için kendilerine “asrın sazanı” unvanı layık görülenler kimlermiş?
Bay eski başkan, “Kulun bildiğini nezaket olsun diye saklayacak halim yok; EMEP’ten söz ediyorum” deyip saydırmaya başlıyor. Elbette, öyle düşünüyorsan, “nezaket”ten söylemezlik etmeyeceksin. Yeter ki düşün! Sallama! Boşa saydırma! Değilse, “sazan”ı, “asırlık” olduğuna bakmadan yedirirler adama.
“Sazan”! Anlamı onca kötü değilmiş meğer. Lütuf gösterip sayın bayımız kolluyormuş hatta. İyi niyetli eleştiriymiş! Açıklaması şöyle: “Yukarıda sazan dedim diye beni ayıplamayın. Kimse kusura bakmasın, ama örneğin DSİP için sazan demem. ABD’de yeni muhafazakarlara, neo-konlara akıl fikir servisi yapan eski Troçkistler var ya, DSİP onların mirasçısıdır. EMEP kuşkusuz farklı olduğu için eleştiriyorum.” “İyiniyetli solcu”lardan saydığı EMEP”i “düşüncesizce” yanlış yaptığı için “sazan” sayıyormuş beyefendi. Yoksa, biliyormuş, EMEP, Neo-Conlara falan akıl hocalığı yapan “eski Troçkistler”in “mirasçısı” DSİP türünden, karşı taraftan, emperyalizmin ağzıyla konuşanlardan değilmiş. “Sazanlık” yapmış sadece.. Önemli de olsa “yanılgı” kategorisindenmiş yaptığı. Teşekkürler.. Teveccühünüz!
*
Şu “silahı görünce” “devrim radikalleşiyor sananlar” kimler gerçekten? “Dedim.. Dedi” içerikli bir tevatür olmalı! EMEP’i ve EMEP’lileri bilenlerdeniz ve ne tüzel olarak EMEP’in herhangi bir bildiri ya da deklarasyonunda ne de herhangi bir EMEP’linin makale ya da köşe yazısında böyle aptalca bir görüş ileri sürmediğinden eminiz. Kim ne zaman, nerede böyle laflar etmiş, peki? Yoksa sayın başkanın yazılı kanıtı var da, bizim mi haberimiz yok EMEP’ten?
Eskiden bir Düzmece Mustafa vardı. Padişahlığını iddia etmişti. Eskiden çoktu böyleleri. Şimdi de mi? Bu “iletişim çağı”nda da mı?
“Salla”, “kara çal”, “çamur at, izi kalır” da bir yöntemdir, eski yöntemdir; şahikasını, kara propagandasıyla ünlü Goebbels yapmıştır, hâlâ kullanılmaktadır, ama çalakalem bir köşe yazısında olsa da, “sol içi” tartışma adabı bakımından ayıptır.
EMEP veya herhangi bir EMEP’linin, kimin elinde olduğunu önemsemeden, silahla devrim arasında düz ve olumlu bir ilişki varsaydığı yalandır. Bay başkan iddiasını sürdürecekse, kanıt koymalıdır ortaya.
EMEP’i bırakın, silaha fazlasıyla yakınlık duyan, şiddet politikasını, silahlı mücadeleyi hem de her daim “temel mücadele biçimi” olarak öngören radikalizmin örgütleri bile, hemen “silahı görünce” yelkenleri indirmemektedirler. Şiddet ve silaha en ileriden övgü düzenler açısından bile geçerli sayılamayacak “silahı gördüler mi..” “devrim radikalleşiyor sanmak” karalamasının, adını vererek EMEP’e yakıştırılması mangalda kül bırakmaz bir yaklaşıma işarettir ki, zaten yeterince uzadığı düşüncesiyle şu “Amerikan oyunu mu?” tartışmasının sonlarında olmamızı da dikkate alarak, hem uzatmayacak ve ama hem de boş lafa karın tokluğu, somutluk isteyeceğiz. Soru ve yanıt.. Evet. Hayır. Griyse griliğin özet tanımlanması. Yoksa atıp tutma ve uzun lafın ardında kaynak yokluğu değil.
Başlarken, hangi EMEP’li, ne zaman nerede “silahla devrimin radikalleşmesi” arasında doğru orantı kurmuş, yanıtını istiyoruz. Sonra “emperyalizm hakkında on fırın ekmek yeme”ye falan geleceğiz!
*
“Toplantıda ‘sürecin devam ettiğini’ öğrendiği” arkadaşımızı, anlaşılan, fazla genç bulmuş olmalı bay eski başkan ve söylediğini önemsememe lakayt tutumunu takınmayı seçmiş. Oysa bu konuda sayfalar dolusu yazmışlığı var EMEP ve EMEP’lilerin, arkadaşımız da onlar üzerinden konuşuyor. Lakayt görüntü veriyor bayımız, ama diyeceğini de diyor:
“Devam eden süreç emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesi ise buna direniriz. Devam eden süreç devrimse, radikalleşme bekleriz.” Yanıtı kesin, sayın başkanın, “oyun”, “Amerikan oyunu” diye düşünüyor olup-bitenleri ve “emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesi” diye yazıyor. Ve belli ki, “her baktıkları yerde emperyalizmi görmek”le, “emperyalizme kadiri mutlak saymak”la eleştirilmiş olmaya fazla alınıp içerlemiş, “her baktığımız yerde emperyalizmi görmekle, abartmakla tiye alanların, Libya’da silah patlayınca devrimin radikalleştiği fikrine kapılmaları rastlantı değildi.” deyip öfkesini kusmaya yöneliyor. “Ti”ye almadık biz; eleştirdik, üstelik söylenmemiş laflar, ileri sürülmemiş fikirler üzerinden, kurgulanmış, kafamızda yaratılmış, hayali eleştiriler de yapmadık. Ama bay başkan, diline doladığı mevhum “Libya’da silah patlayınca devrimin radikalleştiği fikrine kapılma” yaratısıyla, elinde mızrağı, yel değirmenlerine saldırıya geçen Don Kijot’a neden özenir?
“Devam eden süreç emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesiyse buna direniriz”.. “Devam eden süreç devrimse, radikalleşme bekleriz.” Öyle mi? Devrim kavrayışınıza da hayranlık duymamak elde değil. Emperyalizm nerede neye saldırıyorsa saldırıyor, biçimlendirmeye çalışıyor.. Devrimse, emperyalizmle hiç alakasız bir yerlerde kendi kendine oluyor! Hani, bir sabah kalkan işçilerin devrimi radyodan duyup öğrendikleri filmde olduğu gibi.
“Emperyalist müdahale ya da devrim” diyor, yani. İkisi bir araya gelmiyor katiyen! Oysa genellikle devrim ve karşı devrim fazlasıyla içli dışlı oldukları gibi, birlikte yükselirler. Lenin’in sözüdür, “Devrim, karşı devrimi gericiliğinin doruğuna varmaya zorlayarak ilerler.” Çünkü açıktır ki, biri diğerine karşı gelişir.. Biri diğerini mevzilerinden söküp atarak ilerler. Dünya gericiliğinin kalesi ve karşı devriminin merkezi emperyalizmle devrim de öyledir, biri Hanya’da biri Konya’da değildir, özetle.
Burjuvazi ile proletarya nasıl ki kapitalizmin iki karşıt sınıfıdırlar ve kapışmalarından sosyalist devrim çıkar ya da kapitalizmin sosyalizme götürmeden edemeyecek temel karşıtlığı nasıl ki burjuvazi ile proletarya veya emek-sermaye karşıtlığıdır (çelişmesidir); emperyalizmle çelişen de ezilen halklardır ya da ulusal (ve demokratik) devrimlere götürmeden edemeyecek olan karşıtlık da, dünya ölçüsünde emperyalizm (ve işbirlikçisi büyük burjuvazi ve toprak sahipleri) ve ezilen halklar arasındaki karşıtlıktır. Birinin olduğu yerde diğerini bulamamak –işte bu olacak şey değildir. Emperyalist müdahalenin olduğu ve böyle müdahalelerin sözünün edildiği her yerde ezilen halklar ve gelişkin ya da az gelişkin mücadeleleri var demektir. Çünkü emperyalizmin, emperyalist müdahalenin hedef aldığı halklardır. Bu bilgi, gericiliğin kendi içinde kapışmalarının ve bu durumda halkların gericiliğin biri ya da diğeri tarafından yedeklenme ihtimalinin inkarı anlamına gelmez; ama emperyalizmin, saldırı ve müdahalelerinin olduğu yerde halkı görememe “körlüğü”ne karşı şerbetlendirir insanı.
Somuta da gelirsek, bay başkanın yaptığı türden “o mu” “bu mu” diye papatya falı çekilecek türden ilgisiz olgular değillerdir emperyalist müdahaleyle devrim ki, bu nedenle dergimizin bir makalesi doğrudan bu ikisinin fark ve bir aradalığı üzerineydi: “Tunus’tan Suriye’ye ayaklanma ve müdahaleler”.
Arkadaşımız Mustafa Yalçıner, neredeyse daha 1,5 yıl öncesinden yazmıştı:
“Libya’ya yönelik emperyalist müdahaleyle birlikte, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde iç içe geçen iki paralel süreç yaşanmaktadır.
“1) İşsizlik ve yoksulluğun tırmanması türünden neoliberal tekelci saldırganlığın dayanılmaz sonuçlarıyla, bu saldırganlığın örgütleyicisi ve koruyup kollayıcısı otokratik zorbalığa karşı ayağa kalkan halkların, bilinç ve örgüt düzeyi bakımından ne denli gelişmemiş ve geri olursa olsun nesnel bakımdan tartışmasız olarak devrimci olan başkaldırıları.. Devrimci hareketler. Şu ülkede şu katmanı bu ülkede diğeri öne çıkıp ağırlıklı rol üstlense ve bilinç ve örgüt düzeyleri kiminde diğerinden az çok ileri ya da geri olsa bile, ülkelere göre özgünlüklerin ötesinde, burada temel dinamiğin, –halka inançsızlıkla emperyalistleri her şeye kadir sayarak her yerde ‘renkli’ ‘mühendislik eserleri’ görenler ne derlerse desinler– halklar olduğundan kuşku duyulamaz.
“Ve 2) Tümü yekpare bir bütün oluşturmasa ve hepsi bir arada ve çelişmesiz-sürtüşmesiz, birbirleriyle rekabet içinde olmayan bir blok halinde davranamasalar da, çıkarları halkların çıkarlarıyla uzlaşmaz karşıtlık halinde olan, bölgede başta petrol olmak üzere enerji kaynakları ve siyasal stratejik üstünlük peşinde koşan, yağma, el koyma, sulta ve hegemonya kurma amaçlarıyla halkları ezen ve muhalefet ve başkaldırılarını aman vermeden bastırmayı ilke edinmiş uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin egemenlik kurma ve sürdürme etkinliği.. Karşı devrimci emperyalist müdahaleler.. Halklara kurulan tuzaklar, halkın çeşitli kesimlerinin kışkırtılarak birbirine düşürülmesi girişimleri, dışarıdan ve eski ve yeni geliştirilen işbirliği ilişkileriyle içeriden halkın hoşnutsuzluk ve özlemlerinin istismarı operasyonları.. Halkların ekmek ve özgürlük talepli demokratik içerikli eylemlerini kendi emperyalist amaçlarına bağlamak ve bu amaçların kaldıracı ve aleti haline dönüştürmek üzere amaçlarından saptırıp hedefinden uzaklaştırıp kopararak içini boşaltma.. ‘Toplum mühendisliği’yle yeniden yapılandırmacılık. Burada, halklar hâlâ sahnede şöyle ya da böyle ve hatta eylem halinde görünmeye devam etseler bile, artık başlıca dinamiğin emperyalistler (ve işbirlikçileri ve/veya yeni işbirlikçilerle işbirlikçi adayları) olduğundan şüphe edilemez.
“Artık bu iki süreç, halkların gericiliğe karşı hareketleri ve emperyalistlerin talepleriyle birlikte halk hareketlerini de kullanmaya yönelerek kendi amaçlarına ulaşma içerikli manevraları bir arada ve iç içe işlemektedir. Ya da öteden beri halklara ve kendi talepleriyle mücadelelerine yönelik yağma, baskı ve zorbalık içerikli emperyalist müdahaleye, Arap ülkelerinin bugünkü özel koşullarında ve başkaldırmış halkların ayaklanmalarının yanı sıra ve bu ayaklanmaların hemen ardından tanık olunmaktadır.”
Anlaşma şansımız yok herhalde değil mi, sayın başkan?
Bakın arkadaşımız sizi kızdıran laflar etmiş, en başta ve doğrudan, eskiden başkanlığını üstlendiğiniz TKP’yi ilgilendirmek üzere “halka inançsızlıkla emperyalistleri her şeye kadir sayarak her yerde ‘renkli’ ‘mühendislik eserleri’ görenler ne derlerse desinler” notu düşerek, “burada temel dinamiğin halklar olduğundan kuşku duyulamaz” dediği devrimi işaret etmiş, ama yetinmemiş, devam etmiş. Ve.. demiş, “Karşı devrimci emperyalist müdahaleler..” Sizin sevip kullandığınız sözcükleri de kullanmaktan kaçınmamış, anlaşılsın diye, emperyalist müdahalelerin amaçlarını söz konusu ederek “‘Toplum mühendisliği’yle yeniden yapılandırmacılık” da demiş. Ve, “Burada, halklar hâlâ sahnede şöyle ya da böyle ve hatta eylem halinde görünmeye devam etseler bile, artık başlıca dinamiğin emperyalistler (ve işbirlikçileri ve/veya yeni işbirlikçilerle işbirlikçi adayları) olduğundan şüphe edilemez.” diye eklemiş. Sonuca bağlamış ama: “Bu iki süreç, halkların gericiliğe karşı hareketleri ve emperyalistlerin, talepleriyle birlikte halk hareketlerini de kullanmaya yönelerek kendi amaçlarına ulaşma içerikli manevraları bir arada ve iç içe işlemektedir.”
Öyle “silahı görünce devrimin radikalleşmesi” “sazanlığı”ndan eser yok yani! Belki siz öyle yapardınız! Elinizi sıcak sudan soğuk suya sokmayıp “top” deyince aklına yalnız futbol topu gelen sizler… Ama siz silahı hiçbir zaman elinize almadığınız ve halkların da alabileceğini sanmadığınız, sadece ve yalnızca emperyalistlerin elinde gördüğünüz için, “sazanlık”tan kurtuluyor, çünkü nerede silah varsa orada sadece ve yalnızca emperyalistleri görüyorsunuz. Öyle mi? Kurtuluyor musunuz acaba?
“Devam eden devrimse, radikalleşmesini bekleriz”miş! Doğru, siz devrimi ve radikalleşmesini ancak beklersiniz. Ya da filmdeki gibi, bir sabah ansızın geliverir devrim. Kimse uğruna mücadele etmeden.. Silah falan da kullanılmadan.. İşçi sınıfı ve sömürülen yığınların haberi bile olmadan. “Bekleyen derviş muradına ermiş” ama, sadece darbımesellerde olur, gerçekte değil. Ama “süreç emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesi ise buna direniriz”miş! Vay! Bari eleştiririz deseydiniz, sayın eski başkan.
Ama, aktardığımız pasajdan anlaşılması gereken en azından şu olmalıdır ki, “..bunca yaşanandan sonra Ortadoğu denklemiyle emperyalizmi hâlâ buluşturamayan solcular”la EMEP’in bir ilişkisi yoktur, olamaz. Bunun için herhangi aktarmalara da kuşkusuz ki gerek yoktur, EMEP’in anti-emperyalizmi hiç sorgulanacak türden olmamıştır çünkü; ama gerek deniyorsa, “mertek” de ortadadır işte.
Ve soru. Evet, “emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim verme” amaçlı müdahaleleri gerçektir. Hemen tüm Ortadoğu ülkesinde bunu görmek mümkündür. Ve ama Tunus’ta bin Ali ve Mısır’da Mübarek’i devirmek üzere emperyalistler mi inisiyatif almışlardır? Eğip bükmeden bu soruya yanıt vermelidir, sayın Güler. Tunus ve Mısır’da halklar, devrimci dinamik olarak, inisiyatif almışlar mıdır, almamışlar mıdır? Bu iki ülkede olanlar “emperyalistlerin Ortadoğu’ya biçim vermesi” kapsamında mıdır? Çizdiğiniz “tablo”da halka yer var mı yok mu? Halkı nereye koyuyorsunuz? Tunus ve Mısır’da halk ayağa kalktı mı kalkmadı mı? Kalktıysa, bu iki ülkede halkları ayağa kaldıranlar emperyalistler miydi ve halklar onların “oyunu”na mı geldiler?
“Emperyalizmin rolüne işaret ettiğimizde, hakkımızda, sadece bu rolü abarttığımız söylenmiyor. Bir de ‘halkı küçümsediğimiz’ dillendiriliyor” diye yazıyor bay eski başkan. Hayır, böyle değil! Emperyalistlerin rollerine biz de işaret ediyoruz çünkü. Tartışma, bu “rol”ün ne tür bir rol olduğu üzerinedir. Bay Güler, siz, örneğin Tunus ve Mısır’da, emperyalistler ve rollerinden başka ne görüyorsunuz, onu söyleyin lütfen. Halklar bir rol aldılar mı? Tarih sahnesine çıktılar mı bu iki ülkede halklar?
Yoksa biz de emperyalist müdahaleleri reddetmiyoruz “Allaha şükür”! Tunus’ta Fransa ile Amerika ve Mısır’da başlıca Amerika zaten müdahale halindeydiler ve bin Ali ile Mübarek onların bu müdahalelerinin aletleriydiler. Siz, sayın başkan, böyle değil diyorsanız, açık söyleyin ve emperyalistlerin kendi adamlarını devirmek üzere neden girişimde bulunduklarını açıkça tanımlayın. Yönetmeye, emperyalistlerin çıkarlarını kollamak üzere Tunus’la Mısır’ı çekip çevirmeye yetmez olduysalar eğer, halksız, halkın duhulü, müdahalesi ve katkısı olmadan, neden yetmez olduklarını söyleyin. Emperyalistler, bin Ali Tunus’uyla Mübarek Mısır’ına yeniden “biçim verme”yi neden gündemlerine almış olabilirler, buna neden ihtiyaç hissettiklerini düşünüyorsunuz? Yoksa iki “diktatör” emperyalistlerin adamı değiller miydi, bu iki ülke emperyalizme yeterince bağlı ve bağımlı ülkeler ve iki otokratik diktatörlük de halk üzerindeki zorbalığın aracı olmanın yanında bu bağımlılığın koruyucu aletleri değil miydiler?
Eğer bu iki ülkede milyonlar ayağa kalkıyorlar, ama buna rağmen, siz, halk düşmanı zorbalar olan kendi adamlarını, koruyucu bekçi köpeklerini, “oyun” oynayarak, emperyalistler kendileri devirdiler dediyseniz ve anlaşılan hâlâ diyorsanız, özetle değerlendirmenizde her şeye rağmen halka hiç yer vermiyorsanız, “Emperyalizmin rolüne işaret ettiğimizde, hakkımızda, sadece bu rolü abarttığımız söylenmiyor. Bir de ‘halkı küçümsediğimiz’ dillendiriliyor” şikayetinde bulunmaya hakkınız olduğunu sanmıyoruz. Var mı? Küçümsemiyor musunuz halkı? Mübarek’i, emperyalistler, Mısır’a “biçim vermek” üzere devirdiler dediyseniz ve hâlâ diyorsanız, onu gerçekten devirmiş olan halkı değil de kimi küçümsemiş oluyorsunuz? Ve bir soru daha: Mübarek’in adamlarına af bağlantısı yapmakta olan Müslüman Kardeşler gözetimindeki İskenderiye Mahkemesi’nin kararını önceleyerek ve sonrasında da bir kez daha ayağa kalkan İskenderiyelilerin ardından en son yazmayı sürdürdüğümüzde “Devrimin 2. Yıldönümü Kutlamaları” kapsamında Tahrir’i yeniden “Bayram yeri”ne döndürüp “af” tartışmalarına polisle çatışarak katılan Kahireliler, yani neredeyse sokakları hiç boşaltmayıp hiç yerine oturmayan Mısır halkı değilse, hangi halkın diktatörlüğü devirdiğini düşünüyorsunuz, bir örnek verir misiniz? Evet, tarihte, diktatörlüğe karşı ayaklanan ve onu deviren bir halk olup olmadığını sorup, bir örnek istiyoruz sizden? Bugüne dek herhangi bir halk herhangi bir ülkede ayaklanıp diktatörlüğü devirdi mi?
Şaka yapmıyoruz ve bay eski başkana bu sorunun sorulmasının zorunlu olduğu düşüncesindeyiz. Neden?
*
Şundan ki, bay başkan ve TKP’ye göre, halk sadece bir yığındır ve önemli olan yalnızca teoridir, politikadır, öncüdür.
“Bu yaklaşıma göre” der bay başkan çünkü alayla, “teori önceden yazılmış reçeteye indirgenir. Devrimci hayattan öğrenen kişi oluverir. Kitlelerin mücadelesi bereketlidir…”
Kitleleri, kuşkusuz başka bir kategorinin “kitlesellik”i zor olduğuna göre, işçi sınıfı da içinde, halkı ve mücadelesini vurguluyorsanız, “kitlelerin mücadelesinde bereket” aramış olursunuz, alay konusu edilirsiniz! Oysa gerçekten de kitlelerin mücadelesi bereketlidir. Öncü, evet önemlidir, ama tek başına hiçbir şeydir, hiçbir öncünün savaş kazandığı görülmemiştir, ama kitleler, halk, kim reddetmeye yeltenirse yeltensin, gücün asıl sahibidir. Evet öncü ve evet Marksizm, zaferi isteyenin sarılmadan edemeyeceği “ip” ve örgüt, kuşkusuz devrimci örgüt. Bunlar zaferi garanti edecek, koparıp almayı sağlamaya bağlayacak olmazsa olmazlardır ve devrimin bu öznel koşullarının ciddi boyuttaki eksikliği nedeniyle, Tunus ve Mısır başta olmak üzere, ayaklanmanın baş gösterdiği tüm Arap ülkelerinde, devrim, ya halkın elinden çalınmıştır ya çalınmak üzeredir ya da mücadelenin bitmekten uzak olduğunun her gün yeniden görüldüğü güç çatışması elverişsiz koşulları dolayısıyla uzamaktadır. Bunlar tamamdır, ancak halk, yani sömürülen yığınlar, ne denli örgütsüz ve bilinçsiz, ne denli Marksist ya da sair devrimci öncülerden yoksun ya da olası öncüler ne denli güçsüz ve az örgütlü olurlarsa olsunlar, her gerçek mücadele ve her gerçek halk devriminin asıl dayanağıdırlar. Dalga geçilecek gibi değillerdir, “kitleler”, tabii ki bir devrimci için, “mücadelelerinin bereketliliği” ile alay edilecek bir kategori oluşturmazlar; çünkü Marx’ın dediği doğrudur ve “devrim kitlelerin eseridir”!
Devrimci olan, “devrimci hayattan öğreniverir” alaycılığını da hor görür. Çünkü bilir ki, teori kuşkusuz şarttır, devrimci teorisiz edemez ve teori de basit sınıf mücadelesi alanının dışından, bilimden, bilimsel araştırma, incelemeden gelir, en azından Marksist teori böyledir. Ama devrimci yine bilir ki, teori de, sonuçta pratiksiz, “hayatsız” edemez ve geçmiş pratik deneyimlerin ürünü ve özetlenmesidir, yeni deneylerle zenginleşir. Yani devrimci elbet ki hayattan öğrenir. Üstelik hayattan öğrenmeye kapalı olana devrimci demezler! Reçeteyle ilerlemeye çalışandan başkası olamaz, ne kadar böbürlenirse böbürlensin çünkü.
Teorisini her gerçek devrimin ardından geliştiren, kitleler ve mücadelelerinden öğrenmekten zevk alan Marx, bunu pratiğiyle kanıtlar: 1847’de Komünist Manifesto’da, burjuva devlet makinesi ile ilerlenemeyeceği ve proletaryanın “siyasal iktidarı ele geçirme” zorunluluğundan söz eden Marx, yerine ne konacağını tamamen soyut bir biçimde koymaktadır. Sözünü ettiği “Proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenmesi” ve “demokrasinin fethi”dir. Lenin, “Devlet ve İhtilal”de, “Proletaryanın bir egemen sınıf olarak örgütlenmesinin hangi somut biçimleri alabileceği, bu örgütlenmenin, demokrasinin en tam, en tutarlı fethiyle hangi belirli biçimde uyuşabileceği sorusuna yanıtı, Marx, ütopyaya düşmeden, yığın hareketi deneyinden bekliyordu.” der ve Marx’ın teorisini geliştirmede olduğu kadar toplumsal gelişmenin gerçek motoru olarak “kitle hareketi”ne verdiği önemin altını çizer. (sf. 49, Bilim ve Sosyalizm yay. Sekizinci baskı, abç.) “Tarihsel gelişme bakımından, burjuva devlet yerine proleter devletin bu geçişinin neye dayanacağını bilme sorunu, burada (Komünist Manifesto’da) henüz konmamıştır.” diyen Lenin devam eder: “Marx bu sorunu 1852’de koyar ve çözer. Ve kendi diyalektik materyalizm felsefesine bağlı kalarak, 1848-51 büyük devrim yıllarının tarihsel deneyimine dayanır. Bu temel üzerinde, Marx’ın öğretisi, her zaman olduğu gibi, yaşanmış deneyin derin bir felsefi görüş ve geniş bir tarih bilgisiyle aydınlatılmış bir bilançosunu çıkarır.” (sf. 37, abç.) Lenin, şunu da ekler: “Sorunu bu tür koymaya götüren şey, mantıksal tümdengelimler değil, olayların gerçek gelişmesi, 1848-1851 yıllarının yaşanmış deneyidir. Marx’ın tarihsel deney verilerine ne denli sıkı sıkıya bağlı kaldığı 1852’de, parçalanması gereken bu devlet makinesinin ne ile değiştirileceği somut sorununu henüz koymamış olmasıyla anlaşılır. Deney, tarihin daha sonra, 1871’de gündeme koyacağı bu soruna yanıt vermek için gerekli gereci o sırada henüz sağlamamıştı.” (sf. 39, abç.) 1852’de, Weydemeyer’e ünlü mektubundan bildiğimiz gibi, Marx, “Benim yeni olarak yaptığım şey: 1) sınıfların varlığının üretimin tarihsel gelişme evrelerinden başka bir şeye bağlı olmadığını; 2) sınıflar savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürdüğünü; 3) bu diktatörlüğün kendisinin de bütün sınıfların ortadan kalkmasına ve sınıfsız bir toplumun kurulmasına geçişten başka bir şey oluşturmadığını tanıtlamak oldu.” diye yazmıştı. Proletarya diktatörlüğünden bunca söz ettikten sonra, 1871 Paris Komünü’nün ardından “sürekli ordunun, polis ve bürokrasinin kaldırılması”, “parlamentarizmin kaldırılması” vb. konularıyla burjuva devletin yerine ne konulacağına sıra geldi. Ne dersiniz sayın eski başkan, teori reçete miydi? Kitleler ve deneyimi hiçbir şey miydi? “Bereketli” denip alaya alınacak türden miydi?
Ancak Güler başkanın ekleri de var: “Bu yaklaşıma göre” deyip başladıktan sonra şunları da ekliyor: “Bu eleştiriye kaynaklık eden tezler, dikkat edilmezse basbayağı aydın düşmanlığına, kitle kuyrukçuluğuna, pragmatizme varacaktır. Ben bir ek daha yapayım. Lenin bize örgütlü öncünün, politik öznenin sınıf mücadelesindeki rolünü öğretmişti. Yüz yıl sonra kitleci bir bayağılığa yuvarlananların Lenin’le alakaları kalmamış demektir.”
Halktan, kitleler ve mücadelelerinden hareket eden yaklaşım, başkanın üzerinde durduğu yaklaşım. Hele Lenin’den Marx’ın devlet öğretisini geliştirirken kitle mücadelesi deneyimine bunca bağlı kalmasına ve bunun önemine dair bunca aktarmışken, bay Güler’in sözü Lenin’e getirmesine ne demeli? “Kitleci bayağılık” mı dediniz? Uvriyerizm (işçicilik), popülizm başkadır, halka ve mücadelesine gözü kapamamak başka. Mübarek’i hâlâ Tahrir’i boşaltmayıp devrimi sürdürmede kararlı davranan halkın devirdiğinin ileri sürülmesi “kitleci bayağılık” oluyor, öyle mi? Mısır’da sokakları doldurmayı sürdüren kitleler, acaba kendilerini gösterip “piyasa yapmak” için mi çıkıyorlar sokaklara? “Sürecin devam ettiği” söylenince alayla karşılıyorsunuz, ama, hâlâ çıkıyorlar sokaklara.. Hâlâ!. Sorun olan, ne için çıktıkları. Ne için çıkıyorlar, sayın başkan?
Ayaklanmada halka saldıran polis kuvvetlerinin yargılanması için, eski düzenin kalıntılarına karşı önce Amerika’nın Mübarek’in yerine “iktidar koltuğu”na yönlendirdiği Yüksek Askeri Konsey’e, sonra yine Amerikan’ın manevrayla işbaşına taşıdığı yeni adamı Müslüman Kardeş Mursi’ye karşı sokaklara çıkan, Mübarek’in salıverilme ihtimaline karşı yine sokakları dolduran, Mursi kendisini yargılanamaz kılan Firavun kararnamesi çıkarınca başkanlık sarayını kuşatan, son haftalar içinde hareketliliğinden bir şey kaybetmediği gibi hatta örgütlülük düzeyini geliştirmek türünden yeni yetenekler kazandığını ortaya koymakta olan Mısır halkının ülkesinde hiçbir biçimde tarihsel inisiyatif almamakta olduğuna mı inanmalıyız? Bu mu bizden istenen? Her ayağa kalkışında Mısır halkını Amerika mı kışkırtıyor? Mübarek’e karşı.. Sonra Yüksek Askeri Konsey’e karşı.. Ve şimdi Müslüman Kardeşlere karşı. Tümü mü “Amerikan oyunu”? Halkın karşısında olduğunu bunca ortaya koyarken de, Amerikalı emperyalistler hep “oyun” oynamayı mı sürdürüyorlar?
Yine de yeterince örgütlü değil mi halk? Evet. Ve yine de yeterince zihin açıklığına sahip değil mi? Ona da evet. Kendiliğinden hareketin zaafları yok mu? Kendiliğindenliğin yarattığı “boşluğu” dolduran ve halkı ayağa kalkarken etkileyen yanlış-yunluş görüşleriyle bir dizi devrimci ve liberal akım yok mu? Var. Yanıltmıyorlar mı halkı? Yanıltıyorlar. Hatta Müslüman Kardeşler de etkili değil mi halkın üzerinde? Reddedilemez bir etkisi olduğu aşikar. O halde? Ne yapmalı peki? Amerikan müdahaleleri ve emperyalizmin manevraları karşısında, yanı sıra Mısır gericiliği karşısında, bütün eksiklerine rağmen halkı ve hareketini değil, kimi ve neyi desteklemeli? Ne önerirsiniz bay eski başkan? Tarafsız mı kalınmalı? Hareketsiz beklemeli mi? “Amerikan oyunu”nu eleştirmekle mi yetinmeli ya da bu “oyun”a karşı direnmeli mi? Suriye’de değil, Mısır’da? Yoksa Libya ve Suriye’de Amerikalılar başta, emperyalist müdahaleleri desteklemekten mi söz açtı EMEP? “Sazanlık” Libya’yla mı Mısır’la mı, EMEP ile mi TKP’yle mi ilgili, ne dersiniz? Kim “sazan”? Uluslararası toplantılarda kimin, hangi partinin sözcülerinin konuşmaları Arap ülkeleri komünist ve ilericilerinin hayret ve gülümsemeleriyle karşılanıyor?
Lenin, evet “bize örgütlü öncünün, politik öznenin sınıf mücadelesindeki rolünü” öğretti. O da Marx’tan öğrenmişti. Marx ise, örneğin, devrimin nesnel koşullarının eksik olduğunu düşündüğü, yeterince örgütlü olmayan, üstelik Blanki vb.nin etkisi altında hatalı yönelimlere de sahip görünen Paris Komünarlarını ayaklanmadan caydırmak için, bilinir, çok uğraşmıştı. Ama her şeye rağmen halk bir kez ayağa kalktığında, “oyun”dan söz etmek yerine ne yaptığı da iyi bilinir. Göğü fethe çıkan Komünarların yanında yer almıştır. Pek belli etmeseniz de, kendisinden “öğrendiğinizi” belirttiğiniz Lenin, o kadar uğraşmasına karşın, hem de “oyun” olduğu fazlasıyla belliyken, işçileri Gapon’un ardından yürümekten caydıramayınca, “Papaz Gapon’un oyunları” edebiyatına mı sarıldı yoksa eleştirilerini sürdürse bile işçilerle birlikte olmayı mı seçti? Nerede durdu, kimin yanında yer aldı? Siz sayın eski başkan, siz kimin yanında yer alıyorsunuz? Mısır’da neyi destekliyorsunuz, Tunus’ta kimi? Yoksa bu iki ülkede “emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesi”ne karşı direnişte misiniz? Öyle ya, apaçık ki halk kitlelerinin eylemlerini sürdürdüklerini belirterek, devrimle karşı devrim arasındaki mücadelenin, yani “sürecin devam ettiği”ni söyleyen arkadaşımızla ve söyledikleriyle alay ettiğinize ve “silah görünce ‘devrim radikalleşiyor’ diye buldumcuk (ne demekse!) olanlar”la kafa bulup “devam eden süreç emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim vermesi ise buna direniriz. Devam eden süreç devrimse, radikalleşme bekleriz” deyip açıktan emperyalizmin Ortadoğu’ya biçim verme operasyonu ile karşı karşıya bulunduğumuzu söylediğinize göre, Mısır’da hâlâ sürmekte olan halk hareketini de “emperyalizmin oyunu” olarak değerlendiriyor, sokakları boşaltmayan Mısır halkının “Amerikan oyunu”nun aleti olduğunu düşünüyor olmalısınız! Oyunbaz oldukları bilinir bilinmesine, ama, ne kadar da emperyalistlerden başkası yokmuş ve çıkamazmış şu tarihin sahnesine: Mübarek’i devirirken de oyuna geliyor Mısır halkı, önce Yüksek Askeri Konsey ve sonra Müslüman Kardeşlerin iktidarı için çalıştırılıyorlar, ardından Yüksek Askeri Konsey’e karşı mücadele ederken de oyuna gelmeye devam ediyorlar, sonra, şimdi Müslüman Kardeşler iktidarına, Mursi’ye karşı mücadele ederken de! Bu demektir ki, Mübarek’i de, Yüksek Askeri Konseyi ve Mursi’yi de desteklemekte olan emperyalistler, aslında hiçbirinden memnun değiller ve tümünü devirmek için oyun üstüne oyun oynuyorlar! Soru: Emperyalistler, Müslüman Kardeşler iktidarına ve Mursi’ye karşılar mı değiller mi? Onlarla Mısır’daki egemenliklerini pekiştirme yoluna gittiler mi gitmediler mi?
*
Genel bir sorumuz da var. Paris Komünü’nü desteklemeli miydik? Öncüsü yoktu ya da Blanki ve Bakunin gibi öncüler problemliydi. “Kitle mücadelesi bereketlidir” deyip Marx’ın yaptığı gibi Komün’e katılmak mı gerekirdi, seyretmek mi? O zaman emperyalistler olmadığı için “oyun” da oynayamıyorlar mıydı diyeceksiniz yoksa? Burjuvazi “oyun” oynamayı icat etmemiş miydi daha?
Şaka değil! Hem yeterince örgütlü olmadığı hem de Marksist bir hatta ilerlemediği, öncülük problemi olduğu için yenildi Komün. 1848 Devrimleri de yenildiler. Şimdi halkın bilinç ve örgüt eksiğiyle, tabii ki öncülük problemi nedeniyle kesin zaferi elde etmeye güç yetirememiş olmasına ve örneğin Mısır ve Tunus’ta Müslüman Kardeşlerin iktidarı almalarına bakıp, halk ayaklanması değil, emperyalistlerin “işi” diyerek, bu iki ülkede devrime burun kıvırdığınıza göre, soru şu: 1848 ve 1871’de olanları nasıl nitelemeliyiz? Devrimlere mi tanık olduk ya da olanlar başka bir şey miydi? 1848’in ardından Fransa’da III. Napeleon ve kıtada sair gericiler iktidara kuruldular, 1871’in ardındansa kurulan Üçüncü Cumhuriyet’in başbakanlık koltuğuna Komün’ün celladı Thiers oturdu. 1905’in ardından da iktidar ünlü gerici Stolipin’in eline geçmiş, işçiler ve halk karanlık gericilik yıllarına mahkum olmuştu. Tümünde de, tıpkı Tunus ve Mısır’daki gibi, ayaklanan halk, sömürülen yığınlar ayaklanmalarının meyvelerini yiyemedi, iktidara gelemedi. “Oyun” değilse bile, devrim de değiller miydi, bu nedenle?
*
Sorun nerede? Neden bunca ayağa kalkan halklara güvensizlik, inançsızlık? Öyle anlaşılıyor ki, ayağa kalkan halkların yeterince politik olmayışları, Lenin’in “bize sınıf mücadelesindeki rolünü öğrettiği” “örgütlü öncü”den, “politik özne”den yoksunlukları, TKP türünden “komünist”lerce sevk ve idare edilmeyişleri yalnızca abartılı değerlendirmelere konu edilmiyor, aynı zamanda nesnenin, nesnel olanın, halk ve çıkarlarının bütünüyle reddedilerek esas alınmadığı fazlasıyla öznelci yaklaşımların dayanağı oluyor. Bay eski başkan, “teorik reçete cebinde”, “sadece ben bilirim”, “ben yaparsam doğru olur” tutumuyla yazıyor:
“Sevgili Hayri bir vesileyle dış politika alanına emekçilerin, yoksulların taşınması ve sosyalist anlayışın bu kesimleri esas alarak üretilmesi yolundaki yaklaşıma karşı bir uyarıda bulundu. Hayri, bugün Suriye’de tekbir çekip kafa kesen insanlıktan çıkmış adamların, çok büyük olasılıkla yoksul olduklarını hatırlattı. Oysa bunların memleketlerinden kovmak için tehdit ettiği yerleşik kesimler pekala varlıklı, orta sınıf, hatta basbayağı zengin olabilirlerdi. Suriye’nin Hıristiyan azınlığının dünyanın orasından burasından toplanmış bu yamyamlara göre daha az emekçi olduklarını düşünebilirdik. O halde sosyalist hareket yüzyılların devletler eksenli dış politika zeminini altüst etmeye kalkarken işi şirazesinden de çıkartmamalıydı.”
Bu yaklaşım işte, sosyalist oluyor. Halka karşı sosyalizm! Halka dayanmayan, yoksulu değil zengini gözeten, kime dayanacağı konusunda en azından kafası karışık, başkan Güler’in de daha çok karıştırmaya uğraştığı bir sosyalizm!
Tabii ki yoksullar ya da doğru deyişle işçi sınıfı ve sömürülen yığınlar, emekçiler aldatılabilir, burjuvazi ve gericilik tarafından, emperyalistler tarafından yedeklenebilirler ki, devrimin öngünleri bir yana bırakılırsa, bu, bir genelleme olarak bile ileri sürülebilir. Ancak bir yandan “bıçak kemiğe dayandıkça”, bir yandan da çıkarlarının hiç değilse az-çok bilincine varma eğilimi gösterdikçe, sömürülen yığınlar ayağa kalkma, sömürü ve zorbalıktan kurtulmak üzere inisiyatif alma tutumu geliştirmeye yönelebilirler. Ancak kendi çıkarlarının bilincinde değiller ve gericilik tarafından yedekleniyorlarsa, bu, kazanılmalarının zaruret oluşturması demektir. Ama, sömürülen yığınlar gericilik tarafından aldatılıp yedekleniyorlarsa, bundan, kesinlikle onlarsız dış (veya herhangi başka) politika ya da devrim hesapları yapma gerekliliği çıkarılamaz ve böyle bir tutumun doğruluğu ileri sürülemez.
“Suriye’de tekbir çekip kafa kesen insanlıktan çıkmış adamların, çok büyük olasılıkla yoksul oldukları” yanlış değildir. “Bunların memleketlerinden kovmak için tehdit ettiği yerleşik kesimler pekala varlıklı, orta sınıf, hatta basbayağı zengin” olabilmeleri, hatta oldukları da yanlış değildir. Yanlış olan, bundan dış politika ve devrimin nesnelliğini verecek olan ve “zengin-yoksul” farkı olarak konan emek-sermaye ayrımının, burjuvazi-proletarya ve emperyalistler-ezilen halklar karşıtlıklarının yok sayılması ve karşıtlığın tıpkı “öncü savaş”çı yaklaşımlarda olduğu gibi, ondan tek farkı reformizmi olmak üzere, devletle ya da emperyalizmle öncüler arasında varsayılması, emperyalizmin karşısında yeterince güçlü bir öncü yoksa işçiler ve halkların, sömürülen yığınların ve mücadelelerinin önemsizliği ve değersizliği sonucunun çıkarılmasıdır.
*
Gelelim Suriye’ye. Libya’ya. Nezaket yok, “EMEP’ten söz ediyorum” demişti sayın eski başkan. Soru, EMEP’in Suriye ve Libya’ya ilişkin olarak, ikisinde de Türkiye’nin de yer aldığı ve hele Suriye’ye yönelik olarak “merkezi bir rol” üstlendiği emperyalist müdahaleleri desteklediğine ya da belirsiz veya üstü örtülü ya da hem şu hem bu anlama gelebilecek şekilde “lastikli” konuştuğunda dair bir kanıtınız mı var? Bir yerde yazdığı en azından ikircikli bir cümleye mi tanık oldunuz? Bu olanaksız. Öyleyse neden kara çalıyorsunuz?
“Emperyalizmi abartmayanları Irak’ta on yıl önce gördük. Solculuk iddiasını kimseye kaptırmayan bir kısım Türk ve Kürt hareketleri ‘biz de anti-emperyalistiz’ demiş oluyorlardı. Ama diye sürüyordu verdikleri görüntü, “emperyalistlerin yaptığı işimize yarayacaksa neden olmasın’. 2013’te bu kez Suriye örneğinde aynı filmi yeniden seyredemeyiz!” diyorsunuz bay başkan. Burada da EMEP’i mi kastediyorsunuz?
Yazılıp çizilenler, alınan tavırlar arşivlerdedir. Suçlayalım, öyle olmadığı kanıtlamaya, çamuru temizlemeye uğraşsınlar tutumu “sol içi”nde ayıptır!
Dünya alem, EMEP’in Saddamcı olmadığını ve Saddam’ı desteklemediğini, ama Irak’a yönelik emperyalist müdahale ve Irak’ın işgalini hiç desteklemediğini bilir. Amerikalıların Irak’ı işgale doğru yürüdükleri belli olduğunda ve işgal gündeme geldiğinde, EMEP, Saddam’ı desteklememesine ve Saddam’ın halka karşı onca suçunu bilmesine karşın Saddam eleştirisi yaparak yasak savmak yerine elindeki bütün silahları Amerikalılar başta olmak üzere emperyalistlere doğru çevirdi. Başka bir bildiğiniz varsa, çıkın konuşun! Ne görmüşseniz “on yıl önce Irak’ta”, anlatın! EMEP Amerikan “oyunu”nu, yani Irak işgalini mi destekledi? Sessiz mi kaldı işgale karşı? Nedir dilinizin altındaki bakla, çıkarın, herkes görsün!
O çıkaramadığınız “bakla” Kuzey Irak’ta bir Kürt Federe Bölgesi oluşması ve EMEP’in Kürtleri Amerikan işbirlikçiliği ile suçlayıp buna karşı çıkmaması mı? Herhalde bunun sözünü etmektesiniz ki, bununla ancak iflah olmaz bir Kürt düşmanı olduğunuzu, ulusların kendi kaderini tayin hakkına zerrece saygı duymadığını kanıtlamış olursunuz. Tartışma konumuz bakımından ayrıntıdır, konuyu dağıtmaktan kaçınırız, ancak buysa, hodri meydan, bir başka yazının konusu yapar, hesaplaşırız.
Suriye’yse, meraklanmayın, orada başta yayılmacı Türkiye gericiliğinin pervasız katkılarıyla dış müdahale ve “muhalif” adı takılan besleme terör çetelerinin kıyıcılığı, yaklaşık iki yıl önce Tunus ve Mısır’dan etkilenerek ayağa kalkmakta olan Suriye halkını bir yandan ürkütüp bir yandan bölerek, yeniden Esad’ın kollarına atmayı başarmış ve şimdi Suriye’de sözü edilebilir bir halk muhalefeti kalmamıştır. Suriye’de şimdi sadece dış müdahale ve müdahaleye karşı mücadele sürmektedir. EMEP, kuşkusuz ki, Suriye sorununa da Esatçı bir yaklaşım içinde değil ve Esad’ı desteklemiyor; ancak EMEP bugün Esad’ı eleştirme kolaycılığıyla avunmadan, Türkiye partisi olduğunu da bilerek, emperyalistler ve özellikle onların taşeronluğunu üstlenmiş Türkiye gericiliğini hedef almakta, kuşkusuz ki onlarla uğraşmaktadır.
*
Akıllarda kalsın diye, yalnızca övgüyle söz ettiğiniz eski ÖDP genel başkanı Hayri Kozanoğlu’nun dışında, “eleştiri” babında sadece EMEP’in adını anarak sürdürdüğünüz yazının en sonuna –işgal askerlerine eklemlenerek “habercilik” yapan “embedded medya” özeniyle– net bir “çamur at, izi kalsın” örneğin olarak tutuşturduğunuz açık bir yalanla bitirelim: “On yıllık sürenin arasında, ayrı bir konuda, AB sürecine ilişkin olarak biz çok ‘havet’ duyduk. Havet bir yana, kimi ünlü solculara göre ‘AB’nin sınıf sömürücüsü yanlarını reddetmeli, ama geliştirici, demokratik yanlarını alıp cebimize koymalıydık.’”
Evet, ama dünya alem bilir ki, AB konusunda “Havet”çilik, övdüğünüz Kozanoğlu ve ÖDP’nin tutumudur. EMEP ise, hiçbir zaman “olumlu” bir AB tartışması içinde olmamış, ne “Havet” demiş, ne de AB’nin “demokratik yanları” edebiyatı yapmaya kalkışmıştır! Bu kadar olmaz! İftira ve yalanın bu kadarı da fazladır. Ama eski başkanın makalesi, belki çalakalem yazılmış olmasından, baştan aşağı bu niteliktedir. Bir de halka inançsızlık – makalenin içeriğini belirleyen ve asıl niteliğini veren şüphesiz ki budur.
*
Son söz şu olmalı: Sayın eski başkana yanıt sert olmadı mı, oldu. Peki, böyle mi olmalı, “sol içinde” tartışma böyle mi yürümeli? Hayır, genel tutum bu olmamalı. Kibir, alay ve “sazan” yakıştırmalarıyla aşağılama yolu tutulmamalı. Tutulursa, şüphesiz, yanıtı sert olacaktır, ancak bizim tercihimiz değildir, bu.