Halkların Demokratik Kongresi üzerinde konuşup tartışmak açısından yanlış zaman seçimi diye düşünülebilir. Değildir. Tersine, tam zamanıdır. Hem bugünün saldırganlık koşullarında ayakları yere basmayan gel-geç değerlendirmelerden sakınma kolaylığına sahip olunacaktır. Hem de günlük “hayhuy”un ötesinden tartışma, daha kalıcı ve gerçek dinamiklerden hareket edilmesini koşullayacağı gibi, bir dizi olası olumsuz yaklaşım ve tutumun etkisini önemsizleştirecektir.
Evet, doğrudur; sonbahar ve özellikle kışın ilerlemekte olan günlerinde, bütün bir yaz boyunca tanık olunan, özellikle 12 Haziran Genel Seçimleri’nin hemen öncesiyle sonrasında uzunca süre varlığını sürdüren ve sonbaharın başlarına kadar devam eden cezbedici, heyecan verici gelişmelerle yüz yüze değiliz.
Yaz aylarında etkenlerinin fazlalaşmasıyla giderek yakınlaşmış gibi görünen barış umudu, yeniden “Kaf Dağı”nın ardına çekilmiştir. Yabancı kolaylaştırıcıların katılımıyla hükümetle PKK arasında yürütülen görüşmeleri de kapsayan, tek yanlılığına karşın bir ateşkesin de yürürlükte olduğu savaşın az-çok yatıştığı uzunca bir dönem geride kalmıştır. Barış ihtimalinin hemen bütünüyle sona ermiş göründüğü ve yeniden imha operasyonları ve savaşın hem de kışa yoğunlaştığı, PKK’ye yönelik operasyonların “içeride” ve “dışarıda” sürdürüldüğü bu dönemin kalıcı olduğu herhalde ileri sürülemez. En gerici faşist asker ve sivil stratej ve uzmanlar bile sonunda tekrar masaya oturulacağını ve savaşın ancak masada bir anlaşma ile bitirilebileceğini kabul etmekten kaçınamamaktadır.
Savaşın yeniden tırmandırılması, ne kadar PKK’nin nedenini kimsenin açıklamadığı, açıklamaya ihtiyaç da duymadığı üzere “saldırı” pozisyonuna geçerek elini tetiğe atmasına bağlanırsa bağlansın, gerçek odur ki; PKK’nin “açılım”la “barışçıl” tasfiyesinin, en azından gücü ciddi biçimde kırılıp ileri sürdüğü belli başlı taleplerinden vazgeçmeye zorlanmasının başarısızlığa uğramasıyla, bu kez, “iyilik”le ulaşılamayacağı belli olmuş aynı amaca zorla ulaşılması hedeflenerek ve üstelik sürecin “yeni konseptle yürütüleceği” ilan edilerek, çok yönlü olarak hükümet tarafından gerçekleştirilmiştir.
Ve AKP Hükümeti tarafından “düğmesine basılan” son saldırı, sadece şurada burada yoğunlaştırılan operasyonlara hız verilmesinden ibaret değildir. Söz konusu olan tam bir topyekûn saldırıdır. Net bir tasfiyeyi gerçekleştiremeyeceğini, bunun fazlasıyla zor olduğunu hükümet de bilmekte ve başbakanıyla konuyla ilgili bakanları “terörün tümüyle bitirilmesi mümkün değildir, ama marjinalleştirilmelidir” içerikli açıklamalarıyla bunu dile de getirmektedirler. Ancak bu, Kürt hareketinin tam bir kuşatma altına alınarak boyun eğdirilmesinin öne konmasının, karşılanacak talepleri ve Kürt halkı ve ulusal hareketinin örgütlülük düzeyi ve biçiminin en geri ölçüsüne ulaşılması hedeflenerek, olabilirse PKK’siz ya da diz çöktürülmüş PKK’li “çözüm”ün; en küçük zararlar görmeleri istenmeyen AKP’nin, Türkiye’nin kapitalist düzeninin, Ortadoğu’daki emperyalist ilişkiler ağının az-çok zedelenmesinden de tamamen kaçınılacağı türden Amerikancı, düzen-içi olmakla kalmayacak ama düzeni güçlendirecek ve AKP dayatmalarından ibaret bir “çözüm”ün amaçlanmasının engeli olmamaktadır.
Bunun ne kadar ve nasıl bir “çözüm” olduğu/olacağı ayrı meseledir, kuşkusuz tartışılabilir; ancak Kürt sorununun ağırlığından kurtulmak isteyen –arkasında efendisi Amerikan emperyalizmi ve yerli ve yabancı tekellerle birlikte– AKP Hükümeti’nin öngördüğü ve hâlâ “açılım bitmedi” derken son kapsamlı saldırısıyla “düğmesine bastığı” böyle bir çözüm olmayan “çözüm”dür. Kürt hareketinin tasfiyesi, Kürt halkının özgürlük ve eşitlik taleplerinin elde edilmesinin olanaksızlığına ikna edilerek, AKP egemenliğindeki kapitalist düzende, ancak AKP’ye boyun eğmiş, örgütsüz ve “haksız Kürt”e yer olduğunu ve ancak böyle bir Kürdün dil vb. türü “hakları”nın geçerli olabileceği ve verilebileceğini kabullenmesi –istenen bunlardır, “çözüm” olarak tasarlanan budur.
TOPYEKÛN SALDIRI
Bu amaçla, “yeni konsept” denerek, son kapsamlı saldırı başlatılmıştır. Hasan Cemal’in Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) cenahında “PKK’ya devletin elinin nasıl ağır olduğunun fena halde gösterileceği” şeklinde dillendirildiğini aktardığı –ve artık AKP’nin “derini/sığı” devletle arasındaki son çekişmelerini de tüketerek, ele geçirdiği devletle hemhal olup, bu devletin başına çöreklenerek onu yönetip yürüttüğünü tanıtlayan– son topyekûn AKP saldırısı kuşkusuz “PKK’ye bir ders verilim” basitliğiyle güdeme getirilmemiştir. “Ders vermek” ya da “devletin elinin ağırlığını göstermek”ten murat edilenler vardır. Bu, kısaca yenilgiyi kabullenmek olarak tanımlanabilir ve başta kendi kendini yönetmesi olmak üzere, Kürt halkının başlıca dil ve hak eşitliği taleplerinden vazgeçerek, en aza razı edilmesi şeklinde özetlenebilir. Ve evet, sonbahardan başlayarak, tamamen pazarlık, ama kötü ve ölümcül bir pazarlık içerikli, en aza razı etmeyi hedefleyen bir güç gösterisinden başka şey olmayan saldırganlığa tanık oluyoruz.
Ancak bu, silahlı kuvvetlerden savcı ve hakimleriyle “özel” ve genel yetkili olanlarıyla yargıya, askerinden polisine başta MİT olmak üzere istihbarat örgütlerinden İmralı Cezaevi İdaresi’ne, İçişleri’nden Savunma Bakanlığı’na burjuva diktatörlüğünün tüm militarist ve bürokratik sinir merkezleri ve kurumlarının yeniden organize edilerek üst düzeyde merkezileştirilmiş güçlerinin tam bir seferberliğiyle yürütülen bir saldırganlık olarak, öncekilerden ayırt edilmektedir.
Bir dönem barış görüşmeleri yapılmış ve gelecekte de yapılacak olan Kürt hareketinin önderi Öcalan üzerinde İmralı’da tam bir tecrit uygulanmasına geçilmiştir.. Irak Kürt Federe Devleti topraklarındaki “Medya Savunma Bölgesi” olarak ilan edilmiş PKK kontrolündeki Kandil-Haftanin-Hukurk kamplar bölgesine hava ve kara harekatları düzenlenmiştir.. Asker-sivil vb. çekişmelerinin önü alınarak, insanlı ve insansız istihbarat merkezileştirilmiş, ordu bölgedeki saldırı birliklerinden başlayarak profesyonelleştirilmiş ve saldırı birlikleri özel harekatçı polis birlikleriyle takviye edilmiştir, “operasyonlar”da bu birlikler kullanılmaktadır.. Yaz-kış demeden sürdürülen ülke içindeki “operasyonlar”da kimyasal ve biyolojik olanları da dahil kullanılmayan silah kalmamıştır; kimyasal vb. bombalarla yakılarak onar, yirmişer öldürülen PKK’lilerin yanmış ve vücut bütünlüğü bozulmuş cenazeleri birbirinden ayrılamaz ve tanınamaz halde ailelerine bile teslim edilememektedir.
“Açılım” ve savaş politikalarının birbirini dışlamayıp tersine bir arada birbirini güçlendirerek yürütülmek üzere uygulandıklarını da kanıtlamak üzere, iki yıl önceden, daha “açılım” döneminde başlatılmış olan KCK tutuklamalarında her türlü sınır aşılmıştır.. PKK militanı ya da sempatizanı ya da değil, önemli olmadan, hak mücadelesi verme, hakkını savunma yeteneği gösteren her Kürdü, hatta Kürt olmayanı da hedef edinme noktasına tırmandırılmış KCK tutuklamaları, başbakan ve bir dizi bakanının sık sık itiraf ettikleri üzere, tamamen Hükümet’in direktifleriyle yürütülmekte; hükümet istemekte, istihbarat örgütleri ve polis gözaltına alıp fezleke düzenlemekte, bu evraka göre de “özel yetkili” oluşlarının hakkını vererek mahkemeler tutuklamaktadır…
Neredeyse seçilmiş ama tutuklanmamış tek bir Kürt siyasetçisi bırakılmamıştır. Hatip Dicle’nin milletvekilliği düşürülmüştür, beş seçilmiş vekilin tutukluluğu sürdürülmekte ve milletvekillikleri engellenmektedir. “Örgüt üyeliği” gerekçe gösterilerek düzenlenen polis-mahkeme operasyonlarıyla BDP’nin kolu kanadı kırılmak istenmekte, hemen bütün örgütlerine yönelik tutuklamalarla barışçıl ve siyasal olduğu tartışmasız mücadelesini yürütmesi önlenmeye çalışılmaktadır. Delilsiz ispatsız tutuklamalar, BDP’nin sadece il ve ilçe örgütlerine yöneltilmiş değildir. BDP Anayasa Komisyonu üyesi Prof. Ersanlı, bir KCK tutuklama dalgası kapsamında, R. Zarakolu ve onlarca BDP üyesiyle birlikte, komisyonun AKP Anayasa Komisyonu ile yaptığı toplantının ardından gözaltına alınıp tutuklanmıştır.
Bir başka KCK tutuklama dalgası Kürt avukatları hedef aldı. Aralarında Öcalan’ın hemen bütün avukatları vardı ve anlaşılıyordu ki, tutuklayan mahkeme olsa bile, hükümetin topyekûn Kürt savaşı kapsamında, yine hükümetin hedef göstermesiyle, “faili belli” biçimde, öldürülmeden “ortadan kaldırılmış”lardı. Hukuk mu? Öcalan da, avukatları da, hükümete göre, hukuk dışı ya da ötesindeydiler; doğrudan siyasal bir operasyonun hedefi kılınmışlardı ve açıktı ki, topyekûn savaş, herhangi değişik bireylerden farklı olarak Öcalan’ın “kutsal” olduğu ileri sürülen savunma hakkından, avukatlarınınsa yargının olmazsa olmazı denilen savunmanlıktan yoksun kılınmalarını da kapsıyordu.
“Yeni konsept”le hak mücadelesinin ucundan tutmakta olan Kürt hedef alınmıştı bir kez ve ardından Kürt basını ve gazetecilerine sıra geldi. Yine delile-ispata ihtiyaç duyulmamaktaydı. Tümü tamamen olağan ve doğal sayılması gereken Kürt olmak ve hak arayışı içinde olmak, hak arayışını haberleştirmek, AKP ve “yeni konsepti”ne göre suç sayılmakta ve tutuklama nedeni olmaktaydı. Savcı ve mahkemeler yine hükümetin, hukuk siyasetin emrindeydi ve son topyekûn Kürt savaşı, bir kez daha, liberal solcuları da “yetmez, ama evet” şiarlarıyla peşinden sürüklemiş AKP’nin sözde “üstünlerin hukuku” yerine “hukukun üstünlüğü”nü geçirme spekülasyonuyla 12 Eylül Referandumu aracılığıyla “derinleştirdiği” –burjuva sınıf niteliğinden gelen biçimselliğiyle, her şey bir yana, hukuk önünde eşitlik anlamına gelmesi gereken– demokrasinin sınırlarını gösterdiği gibi, hukukun ne denli siyasallaşmış ve Türkiye’nin ne denli hukuksuzluğa batmış olduğunu ortaya koydu.
90’ların öldürmeli “faili meçhulleri” evet, yaygın değil, hatta neredeyse “faili meçhule rastlanmıyor; taş atan çocuklar da tutuklanıp ağır cezalara çarptırılmıyor. Ama cezaevlerinde tahliye edilmeyip hastalıktan öldürülenler mi yoktur.. Gösterilerde hunharca dövülerek komaya sokulup hastanelik edilen çocuklar mı.. Kanıtsız delilsiz “hiç uğruna” yüzlercesi cezaevine doldurulan genç-yaşlı Kürt bir yandadır.. Otomatik tüfeğinin sayısız dipçik darbesiyle kafatasında kırık ve çatlaklar oluşturarak küçük Seyfullah’a dört gün yoğun bakımda can çekiştiren, ama bir gün bile cezaevinde kalmadığı gibi, “meşru müdafaa halinde yaralama”dan aldığı altı aylık ceza bile “iyi hal” gerekçesiyle ertelenen ve beş yıl “suç işlemediği” durumda yok hükmünde olacak olan özel harekatçı polis bir yandadır.. Molotof kullanmak, önce bir emniyet müdürünün ağzından “vurulma nedeni” olsun istenmiş, hemen ardından, müdürü yanıtlamış gibi, bir mahkeme tarafından örgüt üyeliğinin kanıtı sayılmıştır.
HEDEFTE SADECE KÜRTLER YOK!
Ve hiç kuşkusuz topyekûn saldırı, adı üzerindedir ve başlıca ve en ağır darbeleri özellikle Kürt ulusal hareketini hedef almış olsa da, sadece Kürt halkına yöneltilmiş değildir. Bütün halkı hedefine koymuştur ve topyekûn bir saldırganlığının tırmanışı olarak geliştirilmektedir. Ne söz söylemek isteyen genç, ne hak talep eden işçi ya da memur, ne Alevi, ne kadın ve yeter ki muhalif tavır almış olsun ne seçilmiş ya da seçilmemiş, gazeteci, aydın, politikacı.. hiç ama hiç kimse, burjuvazi ve AKP Hükümeti’nin saldırgan gericiliğinin hışmından kurtulamamaktadır. Hapisteki gazeteci sayısı doksana ulaşmıştır. Sayıları yüzleri bulan protestocu genç cezaevlerini doldurmaktadır. Medya, sözünü söyleyen haber ve yorumcularının açıktan tasfiyesiyle eleştiriden arındırılmış, düzmece davalarla sindirilmiş, neredeyse tamamı ele geçirilmiştir. Deniz Feneri soruşturmasını yürütmeye yeltenen savcıların bile görevden alındığı bir kadrolaşmayla, polis teşkilatının yanı sıra yargı da ele geçirilmiş ve tamamen AKP muhaliflerine yönelik “sopalar” olarak kullanılacak biçimde yeniden organize edilmiştir. Ve şüphesiz sermaye ve AKP saldırganlığı yalnızca hak ve özgürlük arayışlarına ve demokrasi mücadelesine yönelik olmakla, sadece insan hakları ve hukuk çiğnenmekle kalmamakta, ama iktisadi ve sosyal cephede de yürütülmekte ve sömürülen emek yığınlarının elinde kalan tüm hak kırıntıları da gasp edilmekte ve sosyal haklarla sömürünün kaldırılmasını amaç edinen sınıf mücadelesinin sürdürülmesine katiyen tahammül gösterilmemektedir. Örnekse emeğin ve çalışma süreçlerinin esnekleştirmesi tüm hızıyla devam etmektedir. Seçimler nedeniyle iki yıl ertelenmiş olan Genel Sağlık Sigortası tam bir zulüm uygulaması olarak şimdi yürürlüğe konmuştur. Tahammül sınırlarını fazlasıyla zorlayan isyan ettirici sonuçlarına tanıklık edilecektir. Hiçbir sigortaya üye olamayanlardan bile prim toplama ya da haraç alma esası üzerine kurulu bu yasa parasız sağlık hakkını geçersizleştirmekle kalmamakta, ama sigortasız ya da yarı-zamanlı vb. sigortalı emekçilerden para tahsilini öngörmektedir. Kıdem tazminatının kaldırılması gündemdedir.. Bölgesel asgari ücret yeniden tartışma konusu edilmektedir. Sermayeden hak arayışları işten atmayla yanıtlanmakta, TEKEL işçilerinin eyleminde görüldüğü gibi işçilerin hükümetten hak talepli mücadeleleri ise zehirli gaz dahil en sert biçimde bastırılmaya çalışılmakta; bırakalım siyasal içerikli olanını sendikal örgütlenme hakkı ayaklar altında çiğnenmektedir. Ücretler zaten düşürülmektedir; “bize bir şey olmaz”, “bize uğramıyor” denen kriz, bir yandan yüzde onu aşan cari açık, bir yandan Avrupa başta olmak üzere ihraç pazarlarının daralması ve iç tıkanıklıklar nedeniyle kapıyı kaçınılmaz biçimde çaldığında, ki başlamıştır, ziller çalmaktadır, herhalde “aynı gemide olduğumuz” hatırlatılıp fedakarlık istenerek daha düşürülecektir. Şimdiden Bolu-Gerede –ki siyasal bakımdan gericiliğin güçlü olduğu yöredir– ve Adana-Büyüksaat’te deri ve saya işçileri düşük ücret ve dayanılmaz çalışma koşulları nedeniyle, yakın geleceğin hiç de şaşırtıcı olmayacak gelişme eğilimleri hakkında fikir vererek, kendiliklerinden sokağa dökülmüşlerdir.
Dışarıda da gericilik ciddi ölçülerde tırmandırılmaktadır. Suriye’ye girildi girilecektir; bu ülke yönetimi gün aşırı tehdit edilmekte, İstanbul ve Hatay’da toplanma barınma ve örgütlenme imkanları ve kamplar tahsis edilen başta Müslüman Kardeşler olmak üzere “muhalif”ler, yalnızca siyasal olarak değil, ama eğitimden geçirilip silahlandırılarak askeri olarak da örgütlendirilmektedir. Irak’ın içişlerine ciddi biçimde karışılmaktadır; ilişkilerin mevcut Irak hükümetiyle değil, ama Şii İ. Allavi’yle Kürt bölge devletine sığınan Sünni T. Haşimi ile yürütülmesi öngörülmekte ve buna uygun davranılmaktadır. PKK’ye karşı dostluk gösterileriyle bağra basılan İran’la “kapışma” yolunda ilerlenmektedir. Kürecik’te kurulan NATO radarının (füze kalkanının) en başta bu ülkeye yönelik ciddi bir tehdit olduğu ortadayken, bilmezden, anlamazdan gelinerek gerginlik savsaklanmakta, ama İran ve ardından Rusya, Kürecik radarının ilk hedefleri olacağını açıklamaktadırlar. Türkiye burjuva gericiliği ve AKP hükümeti, bindikleri Amerikan (ve genel olarak Batı) savaş arabasıyla, doludizgin Ortadoğu bataklığına ve bir savaşa doğru sürüklenmektedir.
TOPYEKÛN AMA GEÇİCİ…
Evet, “yeni bir dönem”dir; içeride ve dışarıda bütün bir halka saldırıda gemin azıya alındığı bir “yeni dönem”dir. Ve kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi, en başta muhalif ileri unsurları olmak üzere, bütün bir halka yönelik olmakla birlikte, gericilik ve hükümet karşısındaki örgütlü mücadelenin asıl yığınağını sağlayan Kürt halkına ve örgütlü duruşu ve hak arayışını sekteye uğratıp en aza razı hale getirmeyi amaçlayarak özellikle örgütlü unsurlarına yönelik topyekûn saldırıyla karakterize olmaktadır. Ancak tüm hışmı ve ağır sonuçlarına rağmen, bu söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, geçicidir. Başka yolu olmadığı bilenerek, devletle, bu kez, son saldırıyla kolunun kanadının kırılacağı ve diz çöktürülemese bile yumuşatılarak aza –şüphesiz murat edilen en azıdır– katlanır hale getirileceği umulan PKK’nin ilişkisinin yenilenmesi öngörülmektedir. En net biçimde İçişleri Bakanı İ. Naim Şahin söyledi son günlerde: “PKK akıllanıncaya kadar yaz-kış demeden sürdüreceğiz…”! En “Şahin”lerden olan, ağzından köpük saçılıp kan damlayan yetkili bile “yok etmek”ten, “tasfiye”den değil, ama “PKK’nin akıllanması”ndan, tabii ki PKK’yi zorla üzerine vararak “akıllandırmak”tan söz etmektedir. Akıllandırmak ve fazla ileri bulunan taleplerin hiç değilse önemli bir bölümünün geri çekilmesini sağlamak üzere savaş tırmandırılmış, bir kez daha Kürtlerin üzerine çullanılmıştır.
Kürt Savaşı’nı ve ilgili tüm süreci koordine eden Başbakan Yardımcısı olan, “Açılım”ın da başında bulunmuş eski İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın söyledikleriyse daha anlaşılırdır. Konuk olduğu TV kanalında “Açılım bitmedi, sürüyor. Devletin bütün kurumları birlikte çalışıyor. Ben şuna inanıyorum, bu dönem, bu sorunların çözüleceği dönem olacak, silah bıraktırma da dahil” diyen Atalay, Star gazetesinde Özkan’a verdiği röportajda da benzer şeyler anlatıyor: “Türkiye bu sorunu artık kökten çözecek. AK Parti dönemlerinde bu sorunlar derinlemesine ele alındı, çözüm için çalışıldı. (…) Son dönemdeki karmaşık görüntüye rağmen toplumun her kesiminde bu konuda daha rasyonel düşünme, daha demokratik, konuları daha rahat konuşma özelliliği arttı. Artık her kesimde bu konuda pozitif değerlendirmeler oluyor.” (Star, 16 Ocak)
Sonra, “ama” deyip, kendilerinin ne denli çözüm yanlısı ve iyi niyetli, ama karşı tarafın ne denli kötü niyetli, samimiyetsiz ve çözüm istemez olduğunu anlatıp “dilin altındaki bakla” olan taleplere geliyor. Hem de “hayır pazarlık için değil” anlamına gelmek üzere, “..yeni güvenlik konsepti çerçevesinde yürütülen operasyonlar için: Bu hükümet Kürt meselesinin demokratik çözümü için önemli adımlar attı, atacak. Şu anda teröre karşı yürütülen operasyonların nedeni PKK’nın kolunu bükmek, masaya zayıf oturmasını sağlamak deniyor. Yorumunuz nedir?” sorusunu “..katılmıyorum. Tırmanan bir terör var. Operasyonlar devletin tüm kurum ve kararlığıyla bunun üzerine yaptığı güvenlik operasyonu” diyerek savsaklayıp geçiştiriyor. “Yok” dese de talepleri tartışıyor, önce yarım saatlik TV yayını, sonra TRT-6 gibi kendilerinin verdiklerini sıralıyor, istenenleri fazla buluyor, “iyiniyet”le “samimiyet”i başka bir vesileyle değil, ama “aşırı” olduğunu düşündüğü ileri sürülen taleplerle ilgili olarak anıyor!
Önce, son olarak 20 Ocak’ta HaberTürk “Basın Kulübü”nde söyledikleri: “Hep dil ön plana çıkıyordu.. Hiç bir yerde dilin kullanımıyla ilgili ya da öğrenmesiyle ilgili engeller kalmadı. Biz kendi dönemimizde inkar politikası yürütmedik. Dilin öğretimi ayrı o dilin eğitimi ayrıdır. Devletin bir resmi dili birde eğitim dili vardır. Tamam, milletin ana dili kutsaldır. Konuşulabilir, öğrenilebilir.” Beyefendi, büyüklük yapıyor, “dil konuşulabilir” diyor ve ötesini, anadilde eğitimi örneğin fazla buluyor!.. Hem Türkçe hem Kürtçenin resmi dil olmasını ise herhalde “günah” sayıyordur, tartışmıyor bile! Belli ki kastettiği laf ola beri gele “konuşmak”.. Çünkü biliniyor ki, KCK Davaları’nda yargılananların Kürtçe konuşma istekleri kabul edilmiyor. Kürt dili resmen yasak olmaya devam ediyor.
Star’da, o kadar hak tanımalarına rağmen “nankörlük” edip “fazla”sını isteyenlere sitem yağdırıp şöyle konuşuyor: “10, 20, 30, 40 yıl öncesinde Kürt sorunu neydi, bugün ne diye buna bakan, zerre kadar insafı olan bugünkü gelişmelere dört elle sarılır. Kürtler şu son dönemde çok önemli kültürel haklarını elde ettiler, daha rahat yaşıyorlar, köylere kadar giden büyük bir kalkınma seferberliği var, bölgede büyük yatırımlar var. Yüksekova’da Cizre’de hastaneler, havaalanları yapılıyor..” Hemen noktasını koyuyor: “Biraz samimiyet olsa, çözülemeyecek sorumuz yok. Devlet bütün gönlünü açmış, bütün mekanizmalarını seferber etmiş bunları çözeyim diye.”
Devamla “aşırı” bulduğu taleplerle “niyet” ve “samimiyet” bağlantısı üzerinden sürdürüyor: “Bunlara AK Parti iktidarından önceki talepleriniz ne diye sorsanız belki bizim şu gerçekleştirdiklerimizden daha azıydı istedikleri. Ama her gün değişen bir görüntü var karşımızda. Dolayısıyla iyi niyet ve samimiyet dediğimiz şey burada ölçülüyor. Devlet kucağını açıyor, yapabileceğini yapıyor vatandaşı rahat etsin diye. Bunlar dışında ayrıca, kalkınma, hayat standardının yükseltilmesi için çaba sarf ediyor. Kültürel haklar veriliyor.”
Sonra da “pazarlık için değil”miş! “PKK’nin kolunu bükmek, masaya zayıf oturmasını sağlamak için” değilmiş! Hele “demokratik özerklik” talebine çok sinirleniyor:
“Hiçbir iyi niyet yok. Ben bütün bu boyutlarda iyi niyetini koruyan, şartların içinden bile iyi niyetler çıkarmaya çalışan biriyim ama burada hiçbir iyi niyet görmüyorum. Seçimden sonra başlayan terör, Temmuz’un ortasında Silvan’da dinlenme anındayken 13 askerimizin şehit edilmesi, aynı gün bizim aklıselim diye bildiğimiz Ahmet Türk’ün başında olduğu DTK’nın demokratik özerklik ilan etmesi…”
Üstü pek de örtülemiyor, “niyet” ortaya konuyor. “Kol bükülecek”, uygun bir “pazarlık” için “toprak düzlenecek”tir. Neyle? Operasyonlarla! Sonra? “Silah bıraktırma dahil” “anlaşma”ya sıra gelecektir. Hükümet, koordinatörünün ağzından niyetini belli etmektedir. Savaşın karşı tarafı olan PKK ise, zamanında görüşmeler yapmış, anlaşma için çalışmıştır. Hâlâ görüşmelere ve anlaşmaya karşı değildir; Karayılan örneğin “..(imhaya yönelik) amaçlarından vazgeçmedikleri sürece gevşemeyeceğiz. Öyle görünüyor ki bir süre böyle götürecekler. Görüşmelerin başlaması için ille de silahların susması gerekmiyor.” diyerek açıkça görüşmelere kapıyı açık tutuyor.
Ortadadır; her durumda topyekûn saldırı süreci, yerini, yeni bir “görüşmeler” ve “anlaşmalar” sürecine bırakacaktır. Hükümet açısından PKK’nin tasfiyesi elbette istenir şeydir ve gerçekleşmesi son derece düşük bir ihtimal olan bu durumda, yine örgütlü ama artık tamamen legal unsurlarla görüşülerek yürünecek ve bu kez hemen sadece AKP’nin istediği kadar “verilerek” ve taleplerinin çok küçük bir kısmı karşılanarak, Kürt sorununun haksız-hukuksuz “çözümü” dayatılacaktır. Tümüyle tasfiyenin elde edilemediği yeni koşullardaysa, yine, yeni bir “görüşmeler” ve “anlaşmalar” süreci gelecektir. Biraz daha çoğu “verilmek” zorunda kalınacak ve doğrudan PKK ile yürütülecek bir “görüşmeler” ve “anlaşmalar” süreci kaçınılmaz olacaktır…
ÇIKARILMASI GEREKLİ ÜÇ SONUÇ
Topyekûn saldırının geçiciliğinden çıkarılacak/çıkarılması gereken bir önemli sonuç, –AKP hükümetinin güçlü görünmesine karşın, asıl güçlü olan direnen halk karşısında görece zayıflığı da bilinerek– her halükarda yaşanmakta olan zorlukların atlatılacağına duyulan güven ve koşulladığı inançla mücadeleye ve mücadelenin dayanaklarının güçlendirilmesine sıkıca sarılmaktır ki, halkın oldukça geniş kesimleri, özellikle bu kesimlerin ileri unsurları bu güven ve inançla mücadelelerini daha da güçlendireceğinden kuşku duymadıkları yeni ve birleşik örgütlenmeleri geliştirmekten geri durmayacaklardır, durmamaktadırlar. Bu, birinci sonuçtur.
Geçicidir, ama sürdürülen topyekûn saldırı ciddi ve ağırdır. Bu iki yönü açık seçiktir ve belirgindir; görülmektedir.
Tam da öncelikle Kürt halkını ve haklarını hedefine koyan bu ağır saldırı koşulları, Kürt halkı ve haklı mücadelesine verilen desteğin artırılmasını zorunlu kılmaktadır. Saldırının ağırlığının tartışılır bir yanının bulunmamasından çıkarılacak/çıkarılan temel bir sonuç budur. Bu, ikinci sonuçtur.
Ancak açıktır ki, sadece son saldırı ve ağır sonuçları dolayısıyla değil, ama 20. yüzyıl boyunca sürdürülen ulusal saldırı ve baskı politikası, koca bir halkın ve haklarının inkar edilmiş olması dolayısıyla Kürt halkı ve yürüttüğü haklı mücadelesi desteklenmeyi hak etmektedir.
Üstelik sadece Kürt halkı ve haklı mücadelesinin desteklenmesi değildir söz konusu olan. İhtiyaç, yalnızca Kürt halkı ve mücadelesinin desteklenmesi değildir; ama eşitlik ve özgürlük talepli, hak ve dil eşitliğini öngören Kürt ulusal mücadelesinin de önemli bir parçası ve bileşeni durumunda olduğu demokrasi mücadelesi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi, Kürt halkının yanı sıra, tüm Türkiye halkının yakıcı ihtiyacı durumundadır. Nesnel çıkarlarıyla Türk-Kürt, Alevi-Sünni, kadın-erkek, işçi, emekçi, esnaf.. tüm halk hem eşitlik hem de özgürlüğe susamış durumdadır. Eşitlik ve özgürlük talep edip uzun süredir mücadelesini vermekte olan Kürt halkının yanı sıra ne Aleviler Sünnilerle eşit haklara sahiptirler ve özgürce kendilerini kendi bildikleri gibi gerçekleştirebiliyorlar, ne kadınlar erkeklerle eşittirler ve kendilerini özgürce gerçekleştirebiliyorlar, ne de gençlerin bir söz ve kendi geleceklerini belirleme hakları var. İşçi ve emekçilerse basit sendikal haklarından bile yoksunlar, örgütlenmeye eğilim gösterdikleri anda kapının önüne konup işsiz bırakılıyorlar ki, reva görüldükleri ücretlerle yaşanır, çalışma koşulları katlanılır gibi değildir. Üstüne işsizlik binmiştir.. Üstüne yeni kriz tehdidiyle ücretlerin düşürülmesi ve çalışma koşullarının daha da kötüleştirilmesi, sosyal hakların, örneğin GSS ile parasız sağlık hakkının bütünüyle gaspı binmektedir.. Kıdem tazminatı sıradadır, bölgesel asgari ücret de öyle.. Sayılanların tümü bir arada ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturmalarına ve “derin demokrasi” olarak tarif edilen ülke rejiminin halkın egemenliğine dayandığı iddia edilmesine karşın, bir teki bile devlet işlerinin görülmesine ve dolayısıyla ülke yönetimine katılamamaktadır; karar süreçlerinden bütünüyle dışlanmışlar, kendileri için “hoş bir seda”dan başka şeyler olmayan ne ifade, ne basın, ne toplantı, ne örgütlenme.. hiçbir demokratik haktan yararlanamaz durumdadırlar.
Eşitlik, özgürlük ve demokrasiye ekmek ve su kadar ihtiyaçları vardır. Kuşkusuz işçi emekçi sömürülen yığınların sosyal kurtuluşa ve bu yönde atılacak adımlara da ihtiyacı küçümsenir gibi değildir ve giderek artan ölçülerle özellikle işçiler bu ihtiyaçlarını dışa vurmaktadırlar.
Ancak henüz bu yalnızca nesnel durumdur ve Kürt halkının ulusal bilinç ve örgütlülüğü bir yana, halkın bütünü bakımından öznel durum, bilinç ve örgüt düzeyinin ciddi ölçülerde düşüklüğüyle karakterizedir. Çeşitli sınıf ve katmanları ve farklı kategorileriyle büyük bir eşitlik, özgürlük ve demokrasi ihtiyacında olan geniş halk yığınları, en az bu ihtiyaçları kadar ve bu ihtiyaçlarını gidermenin ön koşulu olarak, aydınlanma ve örgütlenmeye, –sendika ve demokratik kitle örgütü türünden ekonomik, mesleki öz örgütlerinin yanı sıra– etrafında toplanacakları, kendi belli başlı taleplerini savunan ve bu talepler uğruna mücadeleyi örgütleyecek halkçı siyasal demokratik bir örgüte ihtiyaç duymaktadırlar.
Geniş kesimleriyle saflarında örgütlenip ve hak mücadelesi verebilecekleri alternatif demokratik bir güç merkezine olan ihtiyaç, sömürülen ve ezilen halkın acil ihtiyacı durumundadır.
Bu “merkez”, her şeyden önce, halkın, olanaklı olabilecek en kolay birleşmesini sağlamaya yatkın uygun bir merkez olmalıdır. Hem halkın belli başlı taleplerini savunabileceği ve bu taleplerini elde etmek üzere mücadelesini geliştirebileceği bir merkez.. Hem çeşitli kesim ve sektörleriyle halkın birliğini ve birleşik mücadelelerini geliştirmelerini kolaylaştıracak bir merkez.. Bu nedenle, hem yeterince inandırıcı ve güçlü, hem de halkın birliği olmadan ilerlenemeyeceğini bilen ve dolayısıyla bu birliği her şeyin üzerinde tutup temel bir önem veren bir merkez…
Halkların Demokratik Kongresi, kim ne tür başka bir işlev yükleme yanlısı olursa olsun, en azından bizim açımızdan böyle bir alternatif güç merkezi olarak önemlidir ve böyle bir nesnel ihtiyaca yanıt olarak ortaya çıkmıştır.
Böyle bir birleşik örgütlenme (ve mücadele), Kürt halkının eşitlik ve özgürlük mücadelesi bakımından birinci elden bir destek oluşturduğu ve oluşturacağı gibi, bütün sınıf ve katmanlarıyla, farklı kategorileriyle halkın/halkların birleşik demokratik mücadelesinin geliştiricisi ve sağlam örgütsel dayanağı olabilir/olacaktır. Ağır sonuçlarıyla son topyekûn saldırının bir diğer sonucu ya da ağırlaştırıp acilleştirdiği bir ihtiyaç da budur. Bu, üçüncü sonuçtur: Tüm katmanları ve kategorileriyle tekelci sermaye ve AKP hükümetinin gittikçe ağırlaştırarak dayattığı iktisadi, sosyal, siyasal sorunların bu ağırlığı altında bunalan halkın birleşik eşitlik, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin geliştirilmesine olan yakıcı ihtiyaç. Halkların Demokratik Kongresi, yine en azından bizim açımızdan, tamamen nesnel bir ihtiyacı, geniş kesimleriyle halkın birlik ve birleşik mücadele ihtiyacını karşılamak üzere şekillenip kurulmuştur.
HDK’nin rolünü oynayıp oynamayacağı ya da ne ölçüde oynayabileceği sorusunun yanıtı, ezilen ve sömürülen çeşitli milliyetlerden halkın birlik ve birleşik mücadele ihtiyacını karşılamak üzere tarih sahnesine çıkmış olan bu birlik ve mücadele örgütünün bu yeteneği gösterip gösteremeyeceği ya da ne ölçüde gösterebileceğiyle, bugünden bir araya gelen güç ve dinamikleriyle bir mücadele birlikteliği oluşturup oluşturamayacağı ya da ne ölçüde oluşturabileceğiyle belirlenecektir.