İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in, NAZİ’lere rahmet okutarak, şairi, ressamı, müzisyeni, bilim insanını “terörün silahsız kuvvetleri” olarak tanımlayarak hedefe koyduğu açıklamasından iki gün sonra, Şırnak’ın Qileban (Uludere) ilçesinde sınır ticareti yapan Kürt köylüleri Türk savaş uçakları tarafından bombalandı. Bombalama sonucunda Buhej (Gülyazı) ve Roboski (Ortasu) köylerinden 34 köylü katledildi.
28 Aralık 20011 akşamı gerçekleşen katliam, Türk medyasında ancak ertesi gün bir “iddia” olarak yer alabildi. İlk resmi açıklama Genelkurmay’dan yapılmış; “operasyonun PKK’nin geçiş bölgesinde insansız hava araçlarından (İHA) alınan istihbarata göre yapıldığı” belirtilmişti. 29 Aralık akşam saatlerinde AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, katliamı “istihbarat eksikliğinden kaynaklanan bir operasyon kazası” olarak nitelemişti. Daha sonra Başbakan Erdoğan ve diğer hükümet yetkilileri tarafından yapılan açıklamalarda da katliam; “terörle mücadele sürecinde yanlış/eksik istihbarattan kaynaklı bir kaza” olarak değerlendirildi. Yetmedi, bu “kaza”nın “terörle mücadele kararlığını etkilemeyeceği” yönünde üzerine basa basa vurgu yapıldı! Hüseyin Çelik’in katliama karşı gösteriler yapılırsa “daha fazla canın yanacağı” tehdidine ve polisin sert müdahalelerine rağmen Kürt coğrafyasında ve Batı’da katliama karşı protesto gösterileri yapıldı. Katliam, dünya basınında da Türk devletinin Kürtlere karşı saldırı politikasının vardığı boyutun resmi olarak yer aldı. Köylülerin geçimlerini sağlamak üzere sınırdan sigara ve mazot getirdiğinin askerler tarafından bilinmesi, olayın gerçekleştiği yerin her zaman kullanılan yol olması ve sınır taburuna sadece 6-7 km mesafede yer alması, üstelik operasyon başladıktan sonra köylülerin askerleri arayarak bombalananların köylüler olduğu bilgisini vermesine rağmen operasyonun devam ederek katliamın gerçekleşmiş olması gibi bilgilerin ardı sıra ortaya çıkması, hükümetin katliamın üstünü örtme çabalarının sonuçsuz kalmasına yol açtı.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Uludere-Roboski’ye gitmesi de katliamın daha geniş çevreler tarafından tartışılmasını sağladı.
BDP’nin çabası ve Alevilerin, sendikacıların, aydın-sanatçıların, Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) bölgeye gitmesi, katliamın farklı çevreler arasında sürekli gündemde kalmasını sağlamak bakımından önemli bir rol oynadı. Katliamın üzerinin örtülememesi, AKP-Gülen ittifakı arasında da bir gerilim ve çatışma yarattı. Gülenciler yanlış istihbaratın “provokasyon” yaratma amaçlı olduğu ve MİT (Milli İstihbarat Teşkilatı) tarafından verildiği iddiası eşliğinde MİT’e bir operasyon yapılması için Erdoğan’a baskı yaptı. Özetle, katliam hem devletin savaş ve şiddet politikasının gözü dönmüş bir gaddarlık düzeyine ulaşmış olmasını, hem de egemen güç odakları arasındaki çatışmayı görünür kıldı.
1943 yılında Van’ın Özalp ilçesinde 33 Kürt köylüsünün kaçakçılık yaptıkları gerekçesiyle General Mustafa Muğlalı tarafından katledilmesine benzer bir şekilde Uludere’de 34 köylünün katledilmesi, Kürt sorununun savaş ve şiddet politikalarıyla çözülmesini esas alan bir zihniyetin sonucudur. Sorun, yanlış/eksik istihbarat değil; devletin “terörle mücadele” adına Kürt halkı ve demokrasi güçlerine karşı sürdürdüğü topyekûn savaş ve imha politikasıdır. Katliam, bu politikanın bir sonucudur. AKP yandaşı medyada katliamı mazur göstermek üzere, katliamdan önce HPG komutanlarından Fehman Hüseyin’in sivillerle birlikte sınırdan giriş yapacağı bilgisinin alındığı yönlü haberlerin yapılması da, aslında bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Kürt hareketini ezmek adına sivillerin topluca katledilmesi bile mubah görülmektedir. Dersim katliamı için sözde özür dileyen Başbakan Erdoğan’ın Uludere-Roboski Katliamı için özür bile dilememesi; aksine böylesi bir özrü “teröre taviz vermek” olarak görmesi ve tersine genelkurmaya teşekkür etmesi, bir yandan ABD’den alınan istihbarat bilgileri ile askeri operasyonların ve öte yandan Kürt hareketine karşı KCK adı altında siyasi operasyon ve tutuklamaların devam ettirilmesi, aslında yapılan onca laf cambazlığına rağmen AKP’nin katliamın arkasında durduğunu ortaya koyan gelişmeler olarak değerlendirilmelidir.
GENELKURMAYA TEŞEKKÜR.. MUHALEFETE SALDIRI…
Başbakan Erdoğan, Uludere-Roboski Katliamından sonraki ilk AKP grup toplantısında topyekûn savaş düzeninin sınırlarını çizmiş; bu çizgilerin dışında kalan herkesi düşman ilan etmiştir. Bu konuşma, aynı zamanda Erdoğan’ın aslında katliamdan değil, katliamın üstünün örtülmemesinden rahatsız olduğunu bütün açıklığıyla gözler önüne sermiş, Kürt halkına ve bütün muhalif kesimlere karşı dizginsiz bir saldırı ve terör politikasının devam edeceğinin ilanı olarak da anlam kazanmıştır. Erdoğan, söz konusu konuşmada “Genelkurmay Başkanı ve komuta kademesine bu konudaki hassasiyeti nedeniyle medyaya rağmen teşekkür ediyorum” diyerek katliamı yapanların arkasında durmuş, dahası bu katliam sürecinde ordu ile hükümet arasında tam bir işbirliği olduğunu ortaya koymuştur. Hatırlanırsa, önceki dönemlerde ordu tarafından gerçekleştirilen benzer katliamlar, AKP’ye rağmen ve hatta AKP’ye karşı yapılmış katliamlar olarak gösterilmişti. Dolayısıyla bu katliam, ordunun AKP’nin emrinde olduğu bir süreçte ve AKP tarafından belirlenen politikalar çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. İkinci olarak, Erdoğan ve AKP, köylülerin Kürt oldukları için öldürüldüklerini söyleyen, başta BDP olmak üzere katliam ile Kürt sorunu arasındaki bağa dikkat çeken çevreleri “bölücü mihraklar” olarak hedef göstermiş, üstelik konunun üzerine giden CHP’yi de bölücü odakların yolundan gitmekle suçlamaktan geri durmamıştır. Kürt ulusal hareketine din üzerinden saldırmayı da ihmal etmeyen Erdoğan, BDP’nin “Zerdüştlük” dinini savunduğu ve “Apo’ya peygamber” dediği iddialarını her fırsatta gündeme getirerek, Kürt halkının dini hassasiyetlerini kullanmaya çalışma tutumunu sürdürmüştür.
Başbakan Erdoğan’ın (ve AKP’nin) katliamı gerçekleştiren kuruma (Genelkurmay’a) teşekkür etmesinde somutlanan tutumu, her şeyden önce katliamla ilgili ciddi/sağlıklı bir araştırma yapılmayacağını ve ayrıca katliamın hükümetin bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiş olduğunu göstermiştir. Soruşturmayı yürüten savcıların olay yeri incelemesini katliamın gerçekleştirildiği yere ayak basmadan helikopterden kuşbakışı yapması ve üstelik soruşturmaya dair gizlilik kararının alınması, bu konudaki samimiyetsizliğin, daha doğrusu katliamın üstünün örtülmesi çabasının somut göstergeleri durumundadır. Başbakan ve hükümet cephesinden katliam sonrası yapılan açıklamalar, katliamdan iki gün önce İçişleri Bakanı Şahin’in “terör ve destekçileri” konusunda çizdiği sınırları daha da belirginleştirmiş, Şahin’in faşizan yaklaşımının kişisel bir tutum olmadığını ortaya çıkarmıştır. Kürt gazetecilere yönelik baskı ve tutuklamalar, Avrupa’da sürdürülen çeşitli pazarlıklar ve tavizler üzerinden ROJ TV’nin yayınının durdurulması, AKP’nin işlediği savaş suçlarının gizli kalması ve Kürt halkının sesinin kesilmesi için her yolu denediğini/deneyeceğini ortaya koymaktadır. Katliamın hemen ardından gerçekleştirilen AKP grup toplantısında Erdoğan’ın çizdiği görüntü, hükümetin giderek daha fazla savaş ve şiddet politikalarına yöneldiğini/yöneleceğini ve bu politikaya karşı her kesimin bu saldırıların hedefi olacağını gözler önüne sermiştir.
MEDYADAN YANSIYANLAR
Uludere katliamının burjuva medyada haberleştirilmesi süreci ve yapılan haberler, aslında yandaş ya da muhalif gözüken basın yayın kuruluşlarının Kürt sorunu konusunda nasıl tek tipleştirilmiş olduklarını açığa çıkardı. İki karşıt uçta duran Akit gazetesi ile Sözcü’yü aynı çizgideki manşetlerde buluşturan (Akit: Köylüleri PKK Bombalattı; Sözcü: Silah Taşıyorlardı) Kürt sorunu konusunda aynı gerici-şoven damardan beslenmeleridir. AKP’ye mesafeli duran Doğan Grubu’nun haber kanalı CNN Türk’te Ayşenur Arslan’ın katliamla ilgili resmi açıklama beklediklerini söylemesi, bir kanal yöneticisinin “bu haber verilmeyecek” müdahalesiyle kesilmeye çalışılmıştır. Sadece bu olay bile, Erdoğan’ın geçtiğimiz aylarda medya patronları ve müdürleriyle yaptığı toplantının amacı ve sonuçları bakımından yeterince fikir vericidir. AKP’nin borazanlığını yapan medya organları da haberlerini AKP’nin resmi açıklamasının çerçevesi içinde (“ölümcül kaza”/“istihbarat hatası”) belirlemişlerdir. PKK’nin Gediktepe baskınında katırları kullanması, Fehman Hüseyin’in Türkiye’ye giriş yapacağı istihbaratı, katliamın yapıldığı güzergâhın PKK kampları yolu üzerinde olduğu vb. gibi katliamı mazur göstermeye yönelik çokça haberler yapıldı. Bütün bu kara propagandaya rağmen bölgeden gelen haberlerin bu iddiaları çürütmesi nedeniyle medya yine de Erdoğan’ı memnun edemedi ve hedefi olmaktan kurtulamadı.
Medyanın AKP-Gülen düzeninin propaganda aracına dönüşmesinin bir diğer önemli göstergesi de, Uludere Kaymakamı’nın Roboski’de –kendisini olayın faili olan devletin bir görevlisi ve temsilcisi olarak gören– halk tarafından tartaklanmasını katliamın kendisinden de önemli bir habermiş gibi sunması ve üstelik bu olayı Kürt hareketine karşı saldırının vesilesi yapmasıdır. Taziyeye giden kaymakam adeta kahramanlaştırılmış; saldırıyı BDP Milletvekili Hasip Kaplan’ın kışkırttığı yönlü haberler yapılarak, katliamın bütün yönleriyle aydınlatılması için mücadele eden BDP hedefe konulmuştur. Yetmemiş, taziye yerine bile gidemeyen Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay ve bakanların ölenlerin uzak bir yakınının (bir korucunun) evinde kurdukları “çadır tiyatrosu”, taziye ziyareti olarak sunulmuştur. Uludere katliamı karşısındaki tutumu, medyanın, özellikle AKP’nin içeride ve dışarıda daha fazla şiddet ve gerilimi esas alan politikasını savunma çizgisinde durduğunu; dolayısıyla ülkede ve bölgede yeni felaketlere yol açabilecek bir politikanın suç ortaklığını yaptığını somutlanmış bulunmaktadır.
GÜLENCİLERLE ERDOĞAN’IN MİT KAPIŞMASI
Katliamın ortaya çıkmasından sonra yaşanan en dikkat çekici gelişmelerden biri de, iktidardaki Gülen-Erdoğan ittifakı içinde yaşanan çatışmaydı. Taraf’ın Fethullah Gülenci yazarı Mehmet Baransu, Genelkurmay’a “yanlış istihbarat”ı MİT’in verdiği iddiasını gündeme taşıdı. MİT’in Genelkurmay’a istihbarat vermediğini açıklamasına rağmen, Baransu, katliamın yapıldığı gün, MİT’in genelkurmaya, grup içinde Fehman Hüseyin’in olduğu bilgisini gönderdiğini ve 20, 23 ve 25 Aralık tarihlerinde üç ayrı rapor daha gönderildiğini yazarak iddiasını sürdürdü. Erdoğan’ın Baransu’yu “Bu cambazların MİT içinde böcekleri var” sözleri ile eleştirmesi, tartışmayı yeni bir boyuta taşımış; bu kez Baransu, Başbakan’ın MİT tarafından bilinçli bir şekilde yanıltıldığı iddiasını gündeme getirmiştir. Aynı günlerde ülkedeki en önemli temsilcisi olarak gösterilen Hüseyin Gülerce’nin yazdıkları, Gülencilerin dertlerinin anlaşılmasını sağladı. Gülerce, “PKK’yi MİT’in kurdurduğu”nu, “MİT içinde suça bulaşmış olanların hesap vermesi gerektiği”ni ve bunun için Erdoğan’ın “derhal Başbakanlık’a bağlı MİT hakkında bir soruşturma başlatması gerektiği”ni söylüyordu. Yani Gülenciler, hükümetin sıkıştığı noktada harekete geçerek, MİT’in yeniden yapılanmasını (kendi kadrolarının denetiminde bir MİT’in oluşturulmasını) istiyor, bu nedenle Uludere Katliamını bu yönlü bir operasyon için kullanıyorlardı. Fethullah Gülen de katliamdan sonra yayımladığı mesajında katliamı bir “provokasyon” olarak niteleyerek, yanlış istihbaratın bilinçli olarak verildiği iddiasını destekliyor; öte yandan Kürt hareketini “kan üzerinden saltanat kurmaya çalışmakla suçlayarak” saldırmayı da ihmal etmiyordu.
Uludere Katliamı üzerinden yaşadıkları çatışmaya bakarak AKP’nin özellikle Suriye’ye karşı saldırı ve olası müdahalenin koçbaşı olmaya soyunduğu, sadece Suriye ile de değil, İran ve Irak’ın Şii yönetimiyle de çelişkilerinin giderek gün yüzüne çıktığı bir süreçte, içeride ve dışarıda baskı, şiddet ve müdahaleyi esas alan politikasının başarısız olduğunu; AKP’nin bu politikayı uygulamakta sıkıştığı noktada Gülen-AKP ittifakının iç çatışmalarının derinleşeceğini, kendi aralarındaki egemenlik mücadelesinin daha da öne çıkacağını söylemek kehanet olmayacaktır.
BAŞBUĞ’UN TUTUKLANMASI VE AKP’NİN PAŞASI
Özellikle AKP’yi ülkeye demokrasi getirecek bir parti olarak görüp desteklemiş olan liberallerin aydınından akademisyenine, avukatından öğrencisine, gazetecisinden sendikacısına bütün muhalif kesimlere karşı baskı ve tutuklamalar karşısında AKP’yi “sivil bir baskı rejimi” kurmaya çalışmakla eleştirdiği günlerde, Başbakan Erdoğan, Dersim katliamı ile ilgili “özür” dilemişti. Her şeyden önce Dersim katliamını, devletin bugüne kadar Kürt sorununda uyguladığı politikaların bir parçası, katliamlar zincirinin bir halkası olarak görmekten uzak olan ve aslında katliamın ruhunu yaşatan Erdoğan tarafından dilenen bu özür, söz konusu çevreler arasında “tarihi bir adım”, “resmi tarihle hesaplaşma” olarak değerlendirilmiş; özür, AKP tarafından demokrat görüntüsünün yeniden oluşturulması ve aradaki buzları çözmek için kullanılmıştı. İşte göz göre göre sivillerin nasıl bombalanıp katledildiğinin tartışıldığı bir dönemde, eski Genelkurmay Başkanlarından İlker Başbuğ, ifadeye çağrılıp “silahlı terör örgütü kurmak” ve “hükümete karşı kara propaganda yapmak” suçlamasıyla tutuklandı. Başbuğ’la ilgili iddianamenin Uludere katliamından 2 gün sonra hazırlanması ve Başbuğ’un bir hafta içinde tutuklanmasının rastlantı olmadığı açıktı. Ama sonuçta AKP, yine sıkıştığı bir dönemde gündemi değiştirmek üzere bir hamle yapmış; Cumhuriyet tarihinde 27 Mayısçılarca tutuklanan Menderes’in Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’dan sonra ikinci kez eski bir Genelkurmay Başkanını tutuklayarak, demokrasi zaferlerine bir yenisini daha eklemişti! Nihayetinde Başbuğ da Ergenekon ve Balyoz davalarından tutuklu arkadaşları gibi, bölgede görev yaptığı dönemde Kürtlere karşı sürdürülen ‘Özel Savaş’ suçları nedeniyle değil; yine AKP-Gülencilere karşı darbe girişimi ve propagandadan tutuklanmıştı.
Genelkurmay Başkanlığı döneminde kamuoyu önüne çokça çıkıp sık sık açıklamalar yapan Başbuğ’un tutuklandığı günlerde, AKP’nin paşası Genelkurmay Başkanı Necdet Özel medyada boy gösterdi. Uludere katliamındaki hassasiyeti (!) nedeniyle Erdoğan’dan teşekkür alan Özel, son Yüksek Askeri Şura sonrasında, AKP çevrelerinde, artık askerin siyaset yapmayacağı edebiyatının yapıldığı bir dönemde, ülkedeki ve bölgedeki birçok siyasi meseleyle ilgili görüşlerini açıkladı. Milliyet gazetesinden Fikret Bila’ya röportaj veren Özel, “Hükümetin direktifleri doğrultusunda terörle mücadele ettikleri”ni söylemekte; PKK’ye katılanları “kandırılmış çocuklar” olarak niteleyerek, 80’li yılların “Anadolu’dan Görünüm”ünü hatırlatmaktadır. Suriye’ye tampon bölge oluşturma dahil hükümetin vereceği her göreve hazır olduklarının altını çizen Özel; Kürt sorununu “terör sorunu” olarak görmekle yetinmemekte, komşularla ilişkileri de “güvenlik” konsepti içinde değerlendirerek, 80 küsur yıllık cumhuriyet rejiminin bütün komşuları düşman olarak gören gerici-şoven zihniyetinin en rafine temsilcisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bölgede komutanlık yaptığı dönemde gerçekleştirdiği katliamlar nedeniyle Kürt halkı arasında “Kimyasal Necdet” olarak anılan Özel, anayasa konusuna da el atmakta; darbe anayasasının 3. ve 42. maddelerinin korunmasını ve Kürtçe (anadilde) eğitimin önündeki engel/yasakların devam etmesini istemektedir. Özellikle böylesi bir zamanda, yeni anayasa tartışmalarının yapıldığı bir ortamda, AKP ile çatışmalı bir Genelkurmay Başkanı tarafından söylenmiş olsaydı fırtına kopartılacak olan bu açıklamalar, hükümet ve medya tarafından sessizlikle geçiştirilmiştir. Özel’in açıklamaları, bir kez daha AKP için askerin siyaset yapmasının değil; kendi politikaları dışında siyaset yapmasının sorun olduğunu; AKP’nin demokratlığının sınırlarının kendi politik çıkarları çerçevesinde belirlenmiş olduğunu ortaya koymuştur.
AYNAYA DÜŞEN GÖLGE: ABD!
ABD’nin bölge politikası çerçevesinde Türkiye egemenlerinin rolünün yeniden belirlendiği 2007’den bu yana, ABD de PKK’ye karşı hava ve kara operasyonlarına istihbarat desteği sağlamaktadır. Bu istihbaratın sağlanmasında insansız hava araçları (İHA-İsrail Heronları ve ABD Predatörleri) belirleyici bir öneme sahip bulunmaktadır. İşte Uludere katliamında da istihbarat bilgileri yine bu İHA’lar tarafından sağlanmış; Erdoğan ellerinde dört saatlik bir görüntü olduğunu açıklamıştır. Türk ordusunun PKK’ye karşı kış aylarında da sürekli operasyonlar yapmasının/yapabilmesinin arkasında ABD’nin istihbarat desteğinin belirleyici bir önemi bulunmaktadır. AKP yandaşı yazar-yorumcuların “PKK’nin bahara kadar bitirileceği” yorumlarının arkasında yatan da tam da bu destektir. Açıktır ki, ABD’nin son dönemde bu yönlü desteğinin artmasının arkasında yatan hesapların başında, Türkiye egemenlerinin zaten bölgesel bir karakter taşıyan Kürt sorununda savaş ve şiddet politikalarını tırmandırmasının başta Suriye olmak üzere bölgede çatışma halinde bulundukları ülkelere müdahale olanaklarını/koşullarını kolaylaştıracağı beklentisi yer almaktadır. Suriye’de Kürtlerin ABD-Türkiye yanlısı muhalefete mesafeli durmaları, yine Irak’ta Türkiye’yi içişlerine karışmaması yönünde uyaran Şiilerle (Başbakan Nuri El Maliki) ittifaklarını sürdürme noktasında durmaları ve İran’da rejimle “ateşkes” yapmaları, giderek Kürtler ile ABD ve Türkiye’yi daha fazla karşı karşıya getirmektedir. Zaten ABD’nin bölgesel politikalarına yedeklenmeyi reddettiği için Öcalan’ın Şubat 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesinden bugüne ABD’nin hedefinde bulunan Kürt ulusal hareketi, hem Uludere katliamının perde arkasında bulunan güç olması ve hem de Kürt hareketini imhaya yönelik operasyonları desteklemesi nedeniyle ABD’ye karşı protesto eylemleri başlattı. Türkiye ve Avrupa’nın birçok kentinde konsolosluklar önünde ABD’nin kanlı politikaları protesto edildi.
Kürt hareketinin ABD’nin gerici politikalarına karşı aldığı tavır ve anti-emperyalist tutumunun giderek belirginleşmesi, Türkiye’de gerici şoven çevrelerin Kürt hareketinin ABD emperyalizmi tarafından kullanıldığı yönlü propagandasının etkisi altında olan geniş halk kesimlerinin eşitlik, demokrasi ve barış mücadelesine kazanılması olanaklarını artırmıştır. Kürt hareketinin bu duruşu, ABD emperyalizminin ve işbirlikçilerinin bölge politikasının amacına ulaşmasını da zorlaştırmakta; sadece ülke içinde de değil, bölge genelinde Arap, Fars ve Türk halklarının egemenlerce empoze edilen Kürt düşmanlığının yerini halkların birlik, dayanışma ve ortak mücadelesinin almasının yolunu da açmaktadır.
ORTAK ACILAR, DAYANIŞMA VE BİRLİKTE MÜCADELE…
Kürt sorunu konusunda tutarsız/çelişkili tutum ve söylemlerine rağmen CHP’nin Uludere-Roboski katliamı karşısında gösterdiği tavır ve Kılıçdaroğlu’nun taziye ziyareti, CHP’nin etkisinde olan ve Kürt sorununa mesafeli duran ulusalcı çevrelerin de gözünü bölgeye çevirmesi ve olup biteni sorgulamasına vesile olması bakımından önem taşımaktadır. Bugün Kürt hareketi (ve elbette ittifak halinde olduğu ve somut karşılığını Halkların Demokratik Kongresi’nde bulan emek ve demokrasi güçleri) Gülen-AKP ittifakına karşı en örgütlü direnç ve mücadele odağı durumunda bulunmaktadır. Ve bugün HDK, bu pozisyonu nedeniyle, ABD işbirlikçisi AKP-Gülen ittifakından rahatsızlık duyan Aleviler başta olmak üzere, geniş halk kesimlerinin birleşebilecekleri yegâne demokratik mücadele odağı durumundadır. Alevi dernek ve vakıf yöneticilerinin Uludere’ye yaptığı ziyaret, acıların paylaşılması, önyargıların kırılması ve ortak mücadelenin örülmesi yönünde önemli bir adım olmuştur. Emek Partisi’nden aydın-sanatçılara, HDK’den çeşitli kitle örgütleri ve sendikalara kadar toplumun birçok kesiminin Uludere-Roboski ziyaretleriyle acıyı ve dayanışmayı ortaklaştırması, aslında AKP-Gülen ittifakının topyekûn savaş düzenine karşı mücadele cephesinin de bileşenlerini belirginleştirmiştir. Uludere-Roboski katliamının bir tarafında savaş ve şiddet politikalarında birleşen gericilik ve öte tarafında halklar arasında barış ve kardeşlik; ülkede demokrasi ve insanca yaşam isteyen güçler saf tutmuştur. Mücadele devam etmektedir ve bu mücadelenin nasıl bir seyir izleyeceği sadece ülkenin değil; bölgenin de kaderinin belirleyecek önemdedir.