Tunus’tan Suriye’ye ayaklanma ve müdahaleler

Libya’ya emperyalist müdahaleyle birlikte, Tunus’tan başlayarak patlak veren Arap ayaklanmasının yeni bir döneme girdiği tartışmasızdır.
Evet; bir Libya’ya müdahale öncesi vardır; bir de Libya’ya müdahale sonrası. Buradan anlaşılması gereken, kabaca bir zaman sorunu değildir. Libya’ya emperyalist müdahale, güçlerin mevzilenmeleriyle birlikte Arap ayaklanmasının dinamiklerini etkileyip değiştiren, Arap dünyasında oluşan/oluşmakta olan denklemi farklılaştıran yeni ve ihmal edilemeyecek bir faktör olarak, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki gidişatı köklü biçimde yenilemiştir. Bu “yenilik”, yerli gerici akım ve örgütleri ve onlarla ilişkilerini “yenileyerek” yeni koşullarda yeniden kendine bağlamayı de içeren bölgenin özellikle belirli ülkelerine yönelik bir emperyalist “yeniden yapılandırma”yla ilgilidir.
Kuşkusuz ki emperyalistlerin bölgeye yönelik girişim ve müdahaleleri hiçbir zaman eksik olmamıştır. Belirli bir fiyaskoyla yüzleşmesine karşın Amerikan emperyalizmi BOP ve sonra GOP adını takmış olduğu projesi ya da Fransızlar “AB Akdeniz Birliği” ve NATO “Akdeniz Diyaloğu” plan ve programları doğrultusunda, ayaklanmaların patlak verdiği bölgede öteden beri hareket halindeydiler ve bir “yapılandırma” etkinliği sürdürdükleri bilinmektedir. Ancak Libya’ya müdahale ile birlikte bu etkinliklerinin bir üst düzeye tırmandırıldığı da kuşkusuzdur.
Evet; yukarıda Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkeleriyle genel olarak Arap halklarını kapsamak üzere “Arap ayaklanması” terimi kullanıldı. Çünkü bir yönüyle, Arap dünyasındaki ayaklanma tek bir süreç olarak gelişmiştir. Hareket, temelini oluşturan bir dizi ortak özelliklere sahiptir ve neredeyse etkilenmeyen Arap ülkesi ve halkı kalmamış, önemli bir çoğunluğunu girdabına çekerek kapsamıştır. Ve tüm bu ülkelerde ayaklanma; neoliberal saldırganlıkla olumsuz sonuçları derinleştirilmiş tekelci kapitalizmin üstelik son kapitalist krizle sömürülen yığınlar bakımından katlanılmaz hal alan yıkıcılığıyla, bu düzeni ayakta tutmaktan başka bir işlevi olmayan burjuva diktatörlüklerinin ideolojik ve politik dayanakları zayıf ve dar, aşırı gerici ve otokratik yapılanması belirgin zulüm makinesi ve demokrasinin kırıntılarına izin vermeyen uygulamalarına yönelik tepkinin ürünü olmuştur. Tunus’la başlayıp Mısır’la hız alarak, Libya, Bahreyn, Yemen, Fas ve Suriye’ye –en son, Arap olmasa bile aynı dertlerden muzdarip bir bölge ülkesi olan İsrail’e– yayılan, Irak ve Kürt bölgesini de etkileyen Arap ayaklanması, kuşkusuz her ayrı ülkede kendi özgünlükleriyle gelişip ilerlemiş, bir ülkeden diğerine farklı ve öne çıkan, hareketi birinden diğerine mutlaka farklılaştıran yönler taşımış; ancak Tunus’tan itibaren birbirini tetikleyen ayaklanmalar, tek bir Arap ayaklanması bütünü oluşturmak üzere, ortak yönlerle birlikte ortak bir temele de sahip olmuştur.
Ancak, Arap ayaklanmasının, nesnel –ve hatta öznel– nedenleri ve iktisadi sosyal temeli ve dayanaklarının neredeyse eş zamanlı olarak Yunanistan, Portekiz, İspanya ve son olarak İsrail’de tanık olduğumuz benzer halk hareketlerininkiyle ortak oluşu ve bu ortaklığın evrenselliği bir yana, iki nedenle daha bu tanımlamanın ötesi de vardır. Birincisi, Arap ülkelerinin kendilerine özgü koşulları ve halkların bilinç ve örgüt türünden taşıdıkları farkların “Arap Ayaklanması”nı özgünleştirerek, somut Tunus, Mısır vb. ayaklanmaları olarak şekillenmeye götürmesidir.
İkincisiyse, Libya’ya müdahaleyle birlikte, “denklem”e dahil olan yeni “değişken” nedeniyle, ayaklanmanın ayaklanma olmaktan, Arap’ın da Arap olmaktan çıkmasının/çıkarılmasının zorlanmasıdır. Libya’ya müdahale, doğrudur, özgürlük özlemiyle dolu halk ileri sürülüp, “Libya halkı adına” denerek, Bingazili belirli aşiret reisleriyle taraf değiştiren devlet görevlileri tarafından davet edilmiş, bu davet Arap Birliği Örgütü tarafından da desteklenmiş, hatta öncelenmiştir. Ancak kim, nasıl “davet” ederse etsin, Libya’ya müdahalenin, emperyalist nitelikli olduğu kadar, Libya ve Arap-dışı güçler tarafından, emperyalistler ve –“ben müdahale etmiyorum” diye yüzlerini gizlemeye çalışsalar da, hem asker ve savaş gemisi vererek müdahale güçlerine katılan hem de artık Trablus’u değil ama Bingazi’yi tanıdığını deklare etmekle kalmayarak Bingazi’ye resmi ziyaretler ve kendi topraklarında, İstanbul’da “Libya Temas Grubu” toplantıları örgütleyen Türkiye gibi– işbirlikçilerinin egemenliğindeki bağımlı ülkeler tarafından gerçekleştirildiği bilinmektedir. İşte bu Arap-dışı ve üstelik ayaklanma-karşıtı olan, hedeflerini saptırmakla kalmayıp ayaklanmayı bastırma işlevi üstlenen ve neoliberal tekelci kapitalizmin olumsuz sonuçlarıyla koruyucusu zorba otokratik diktatörlükleri hedefleyerek ayaklanan halkın, özlem ve taleplerinin yerine kendi emperyalist çıkar ve amaçlarıyla hedeflerini ikame etmeye, bunu, kuşkusuz ki halkı, onun özlem, talep ve hareketlerini manivela olarak kullanarak yapmaya yönelmiş, halkı, özlem ve ayağa kalkma nedenleriyle birlikte ayaklanmasını “toplum mühendisliği”nin kaldıracına dönüştürme peşindeki yeni “değişken”, (Türkiye gibi işbirlikçilerini de peşine takan) müdahaleleriyle emperyalistlerdir.
Dolayısıyla Libya’ya yönelik emperyalist müdahaleyle birlikte, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde iç içe geçen iki paralel süreç yaşanmaktadır.
1) İşsizlik ve yoksulluğun tırmanması türünden neoliberal tekelci saldırganlığın dayanılmaz sonuçlarıyla, bu saldırganlığın örgütleyicisi ve koruyup kollayıcısı otokratik zorbalığa karşı ayağa kalkan halkların, bilinç ve örgüt düzeyi bakımından ne denli gelişmemiş ve geri olursa olsun nesnel bakımdan tartışmasız olarak devrimci olan başkaldırıları.. Devrimci hareketler. Şu ülkede şu katmanı bu ülkede diğeri öne çıkıp ağırlıklı rol üstlense ve bilinç ve örgüt düzeyleri kiminde diğerinden az çok ileri ya da geri olsa bile, ülkelere göre özgünlüklerin ötesinde, burada temel dinamiğin, –halka inançsızlıkla emperyalistleri her şeye kadir sayarak her yerde “renkli” “mühendislik eserleri” görenler ne derlerse desinler– halklar olduğundan kuşku duyulamaz.
Ve 2) Tümü yekpare bir bütün oluşturmasa ve hepsi bir arada ve çelişmesiz-sürtüşmesiz, birbirleriyle rekabet içinde olmayan bir blok halinde davranamasalar da, çıkarları halkların çıkarlarıyla uzlaşmaz karşıtlık halinde olan, bölgede başta petrol olmak üzere enerji kaynakları ve siyasal stratejik üstünlük peşinde koşan, yağma, el koyma, sulta ve hegemonya kurma amaçlarıyla halkları ezen ve muhalefet ve başkaldırılarını aman vermeden bastırmayı ilke edinmiş uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin egemenlik kurma ve sürdürme etkinliği.. Karşı devrimci emperyalist müdahaleler.. Halklara kurulan tuzaklar, halkın çeşitli kesimlerinin kışkırtılarak birbirine düşürülmesi girişimleri, dışarıdan ve eski ve yeni geliştirilen işbirliği ilişkileriyle içeriden halkın hoşnutsuzluk ve özlemlerinin istismarı operasyonları.. Halkların ekmek ve özgürlük talepli demokratik içerikli eylemlerini kendi emperyalist amaçlarına bağlamak ve bu amaçların kaldıracı ve aleti haline dönüştürmek üzere amaçlarından saptırıp hedefinden uzaklaştırıp kopararak içini boşaltma.. “Toplum mühendisliği”yle yeniden yapılandırmacılık. Burada, halklar hâlâ sahnede şöyle ya da böyle ve hatta eylem halinde görünmeye devam etseler bile, artık başlıca dinamiğin emperyalistler (ve işbirlikçileri ve/veya yeni işbirlikçilerle işbirlikçi adayları) olduğundan şüphe edilemez.
Artık bu iki süreç, halkların gericiliğe karşı hareketleri ve emperyalistlerin talepleriyle birlikte halk hareketlerini de kullanmaya yönelerek kendi amaçlarına ulaşma içerikli manevraları bir arada ve iç içe işlemektedir. Ya da öteden beri halklara ve kendi talepleriyle mücadelelerine yönelik yağma, baskı ve zorbalık içerikli emperyalist müdahaleye, Arap ülkelerinin bugünkü özel koşullarında ve başkaldırmış halkların ayaklanmalarının yanı sıra ve bu ayaklanmaların hemen ardından tanık olunmaktadır.

TUNUS DEVRİMİ VE MÜDAHALE
Tunus’ta, Amerikalılarla özel olarak Fransızlar başta olmak üzere Avrupalılar, bin Ali’nin emperyalist ve yerli tekelci yağmanın koruyucu ve kollayıcısı işbirlikçi zorba rejiminin destekçileri ve yol göstericileriydiler. Neoliberal saldırganlığın gerektirdiği iktisadi, sosyal, siyasal boyutlarıyla çok yönlü “yeniden yapılanma”ya Tunus’u en başta onlar yöneltmişti. Tunus, onlar tarafından, başka Akdeniz ve Arap ülkelerine örnek gösterilen ve “modernlik” bakımından cakası satılan ülke durumundaydı. Rejimi onlar sağlamlaştırmaya çalışmış, silahlandırmış, organize edilmesine önayak olmuş; halkın terör makinesinin dişlileri arasında hareket edemez hale sıkıştırılması ve en küçük muhalefet girişimlerinin zorla bastırılması için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Emperyalist müdahalenin ilk ve olağan biçimi buydu ve ayaklanma ve devrim öncesi, patlamaları beklentisi yaygın olduğu için değil, ama her hal ve durumda halkın olası bir hoşnutsuzluk ve başkaldırısının bastırılması ve sömürülen yığınların ağırlaştırılan sömürü ve yağma koşullarına zora dayalı olarak sessizce rıza göstermesinin sağlanması burjuva devletin varlık nedeni olduğu kadar emperyalist egemenliğin de zorunlu ihtiyacı olduğundan, emperyalistler, işbirlikçilerini de desteklemek üzere, halka karşı hiçbir gerici önlemi almaktan kaçınmamışlardı.
Ancak buna rağmen, Tunus’ta emperyalistlerin halkın ayaklanması karşısında neredeyse tamamen hazırlıksız yakalandıkları ve özellikle başlangıçta ayaklanmanın ilerlemesiyle ülkedeki gelişmelere anında ve ciddi müdahalelerde bulunamadıkları söylenebilir. Ani patlak veren ayaklanmanın beklenmeyen ortaya çıkışıyla tutum almada gecikmesi nedeniyle emperyalist karşı etkinlik, Tunus’ta, sınırlı kaldı. Ayaklanmanın eski emperyalist işbirliği ve egemenlik ilişkileri biçimlerini önemli ölçüde tahrip ederek gelişmesi, dayanakları çok dar ve zayıf durumdaki bin Ali’nin otokratik hakimiyetinin hızla çökmesi ve otokratın kaçmaktan başka çare bulamaması, başta Amerikalılar ve Fransızlar olmak üzere emperyalistlerin işbirliği ve egemenlik ilişkilerini yenilemeye yönelmelerini zorunlu kıldı; ancak eskinin yerine “yeni” bir işbirliğiyle bu işbirliğinin “yeni” rejimini geçirmek için zamana ihtiyaçları vardı. Risk alınmadı, eski ilişkiler üzerinden bir hükümetle yetinilerek, beklendi. Ayaklanmanın öznel yönüyle fazla gelişkin olmadığı, bilinç ve örgüt düzeyinin, kısa sürede emperyalist ilişkilerin köklü biçimde tasfiye edilmesi ve eski otokrat kaçmak zorunda kalsa bile işbirlikçi rejimin yerine burjuva diktatörlüğünün de devrilmesiyle geri dönülmesi zor olacak şekilde bir yenisinin geçirebilmesi bakımından fazla ileri gidilebilmesine yetmeyeceği bilindiğinden, beklemek değil, hazırlıksız müdahalede bulunmak riskli görüldü.
Otokratik gerici bir biçimi çöken burjuva diktatörlüğün çeperinde açılan gediklerin onarılması, bunun için işbirlikçi gericilikle işbirliğine aday liberal sosyal ve siyasal güçlerin –tabii ki dış desteklerle de– kendilerine gelip toparlanmaları ve emperyalist ilişkilerin bu yenilenme üzerinden yeniden dayatılarak, halkın ayağa kalkışıyla belirli bir zorlukla karşılaşmış olduğu kesin olan uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin egemenliğinin yenilenmiş olarak sürdürülmesi taktiği izlendi.
Emperyalist etkinlik ya da “toplum mühendisliği” girişimleri tabii ki hiç durmadı. bin Ali devrilmeden önce, onun desteklemesi üzerinden, Tunus toplumu, neoliberal politikalar ve sürecin örgütlenmesi çerçevesinde iktisadi, sosyal ve siyasi, kültürel her yönüyle yeniden yapılandırılarak dizayn edilmeye çalışılmaktaydı. 14 Ocak’la birlikte, bu iş artık eski kaldığı yerden sürdürülemez oldu; ancak bu, uluslararası burjuvazi ve emperyalistlerin ellerini kollarını bağlayıp “kaderlerine” razı oldukları, sessizce yenilgiyi kabul ettikleri anlamına gelmedi. Bundan böyle bu etkinlik ve müdahaleler bin Alisiz ya da bin Ali’nin devrildiği koşullarda devam etti.
Eski başbakan Gannuşi’nin kurduğu iki “geçiş hükümeti” denemesi, işbirlikçileriyle bir arada emperyalist egemenlik ilişkilerinin eskisi gibi kalmadığını, ama özellikle iç dayanakları bakımından küçümsenmez biçimde zedelendiğini ve halkın da, bilinç ve örgüt düzeyi bakımından yetersizlikleriyle boğuşsa bile, öyle beklendiği gibi, eski çerçeve hemen tamamıyla geçerli kalarak ve eski biçimler kullanılarak kolaylıkla bastırılamayacağını kanıtlayarak, başarısızlığa uğradı.
Gericiliğin başlangıçta toparlanmakta ve siyasal hegemonyasını ara vermeden sürdürmekte karşılaştığı güçlüğün önemli bir etkeni, Tunus İhvanı’nın etkisizliğiydi. Lideri Türkiye ve AKP’yi “model” olarak benimsediklerini ilan etmiş; ancak henüz örgüt eksikliğinden olduğu kadar, başbakan Gannuşi’yle, dolayısıyla yıllardır mücadele içinde olduğu ya da göründüğü eski rejimle işbirliği görüntüsü vermeye de hazır olmadığından, “geçiş hükümetleri”nde yer almaya eğilim göstermemişti. İşine gelen, başlangıç için halk ve ayaklanma yandaşı görünmek; geleneksel ilişkilerden güç aldığı için kolaylıkla yaygınlaşacağını öngördüğü örgütlenmesini ilerletmek ve güçlenmekti. Ama bir yandan da, dayanaklarıyla birlikte, çoktan iktisaden zenginleşmiş sosyal bir güç durumuna yükselmiş, neoliberal uygulamaların “nimetleri”nden yararlanıp palazlanmaktaydı.
Emperyalistler, İhvan’a el uzatıp anlaşma ve birlik çağrısı çıkarmada gecikmediler. Önü açıldığı için geniş dayanaklarını hızlı bir biçimde örgütlemeye girişen ve çabalarında hızla mesafe alan İhvan, çok geçmeden muhalefeti içinde birleştiren “Tunus Ulusal Kongresi”nden ayrıldı ve hemen her sorunda “Kongre” içindeki eski “ortakları” ile karşı karşıya gelir oldu.
Şimdi Tunus’ta Kurucu Meclis seçimleri yaklaşırken, eskiden bin Ali’nin bekçiliğini yaptığı düzen, Batılı emperyalistler ve yerli burjuvazi tarafından kucak açılan yeterince palazlanıp semirmiş İhvan’ın da katılımıyla onarımdan geçirilme sürecindedir. Ancak bu “onarım”, kuşkusuz ki, henüz bastırılmasına güç yetirilemeyip sürmekte olan halkın demokratik mücadelesi koşullarında gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Şimdilik emperyalist müdahale, açıktan silahlı vb. biçimler kazanmamış haliyle ve örtük olarak bu kapsamıyla yürütülmekte; Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT) ile birlikte 14 Ocak Cephesi’nde yer alan devrimci demokratik güçlerle, Cephe’yle birlikte liberallerin bir kesimini de içinde barındıran daha geniş bir birlik olan “Ulusal Kongre” ise, emperyalistlerin desteğindeki tekelci düzenin yeniden inşası çabalarının karşısında saf tutarak devrimi derinleştirip ilerletmeyi hedeflemektedir.

MISIR’DA AYAKLANMA VE MÜDAHALE
Mısır’da da, Mübarek rejimi günlerinden bu yana benzeri bir süreç işlemektedir.
Mübarek, işbirlikçisi olduğu Batılı emperyalistlerin olağanüstü desteğini arkasına alarak, Ortadoğu’da bir “koçbaşı” rolü oynamaktaydı. Mısır, sadece dünya kapitalizmine sıkıca bağlanmak ve uluslararası tekellerin yağmasına kapıları ardına kadar açmakla kalmamış, bunun bir gereği olan neoliberal politikaların da eksiksiz bir uygulama alanı haline getirilmişti. Mübarek, ailesinin en başında yer aldığı tekellerle uluslararası kapitalizme bağlanmış Mısır ekonomisini koruyup kollayan rejiminin başında, Mısır siyasal yaşamını da tekeline almıştı. Bu haliyle Mübarek otokrasisi, sadece emperyalizmin değil, ama onun Ortadoğu’daki aleti olan İsrail Siyonizminin de stratejik ortağı ve başlıca dayanaklarındandı.
Batılı emperyalistlerle Mübarek ilişkisi, gelişmeler olağan seyrettiği ve Mübarek Batılıların işlerini görebildiği, halkını buna razı edebildiği sürece, “diktatörlük” vb. gibi herhangi gerekçeyle birincilerin ikincisinden kurtulmak isteyeceği türden bir ilişki değildi. Tersine, Batılı emperyalistler ellerindeki tüm imkanlarla Mübarek ve otokrasisini desteklemekte, Mübarek de onların her türlü işlerini görmekteydi.
Batılıların Mübarek ve otokrasisinden “kurtulma”yı tasarlamaları için hiçbir gerçek neden bulunmuyordu. Kimilerinin açıktan ileri sürdüğü, kimilerinin de ima ettikleri üzere Mübarek otokrasisi “bürokratik” vb. niteliği dolayısıyla neoliberal politikalarıyla tekelci kapitalizm ve emperyalistler açısından bir engel değil, aksine bu politikalarla tekellerin tüm amaçlarını gerçekleştirmelerinin dayanağı ve bekçisi durumundaydı.
Özetle, silahlı biçimler almamıştı, ama Mübarek döneminde süreğen bir emperyalist müdahalenin alası vardı.
Mısır’da ayaklanma patladığında, emperyalistler ve gericilik Tunus’taki denli hazırlıksız yakalanmadı; ama yine de geri çekilmek ve Mübarek’e de “yol vermek”ten başka çare bulamadı.
Hazır anti-emperyalist yönelimlerini de açığa çıkarmamış ve güvenilir saydıkları orduyu “baş tacı” etmeye yatkın görünüyorlarken, ayağa kalkan milyonların öfkesinin hedefi olmaktan kaçınıldı. Tunus’taki gibi, halkın bilinç ve örgüt düzeyinin gelişkin olmayışına güvenildi. Bir diğer güvendikleriyse, halkın üzerine sürmeyip “hakem” rolü oynamak üzere kenara çektikleri orduydu.
Bir diğer önemli yenilenme, özellikle ilk kurulduğu Mısır’da ciddi bir güce sahip olan ve on yıllardır otokrasi tarafından siyasetten dışlanan Müslüman Kardeşler’in düzenin dayanakları arasına katılarak değerlendirilmesiydi. İhvan, Tunus’ta olduğundan da ileri boyutta bir palazlanma ve neoliberal politikalarla uyumlanma içindeydi. Üstelik başlangıçta ayaklanmaya katılmayarak emperyalistlerin beklentilerini boşa çıkarmamış, sonradan az-çok gözlemci konumunu aşsa bile, kesinlikle halk ayaklanmasını ilerletici bir etken olmamaya özen göstermiş, tecrit olmamaya elverecek kadar “içinde” yer aldığı halk eylemini her kritik pozisyonda geriletmeye, bastırılmasına katkı sağlamaya yönelmişti.
Ancak emperyalist müdahaleler ve buna bağlı “yenilenme” girişimleri, Mısır’da tanık olduğumuz tek güncel süreç ya da Mısır’da baştan beri tüm olan bitenler Batılı emperyalistlerin “toplum mühendisliği”nden ibaret “renklendirmeler” değildir. Nasır’dan bu yana her yönüyle Batılı emperyalistlerin güdümündeki Mısır Ordusu ve devrimin gelişiminde tuttuğu yerle İhvan’ın bu ülkedeki gücü ve gidişatı etkileme imkanlarına bakmakla sınırlı, kolaycı değerlendirmenin tersine, Mısır’da da bir “renkli devrim”le karşı karşıya değiliz.
Ayağa kalkan halkın sömürü ve zorbalıktan kurtulma özlemiyle ekmek ve özgürlük talepli eylemini hedefinden saptırıp denetim altına alarak bastırmaya ve devrimi püskürtmeye yönelik emperyalist müdahaleler, evet, değişik koşullarda değişik biçimler kazanarak, eskisinin bir devamı olarak süregitmektedir. Ama işte, tüm bu yenilenmiş müdahaleler, milyonların ayakta oldukları devrim koşullarında, yerine halk iradesine dayalı bir yenisini koymayı başaramasa bile, Mübarek rejimini deviren halk ayaklanmasının zaferinin meyvelerini toplamaktan henüz tamamen alıkonulamadığı ve Mısır devriminin emperyalizmin desteğindeki Mısır karşı devrimiyle hesaplaşmasının hâlâ tamamlanmaktan uzak olduğu bu asıl damgalayıcı sürece paralel ve onunla iç içe sürmektedir. Emperyalist müdahale, Mübarek’e “git” diyen Batılıların genel olarak “Arap Baharı”, özel olarak da Mısır’ın “demokratikleşmesi”ni çıkarlarına uygun olduğu için destekledikleri yönündeki emperyalist iddialarla liberal solcular tarafından bu yönde yaratılmak istenen tüm ters-yüz etme çabalarına karşın, zaten bütünüyle Arap ayaklanmalarına, ayağa kalkan halklar ve dönüştürücü hareketlerine karşı, yozlaştırma, bastırma ve ezmeye yönelik olarak gündemdedir. Bu, ayaklanmadan önce de, sonra da böyledir. Talan ve tahakküm koşullarına sahip olma amaçlı müdahale, dün ayaklanmanın önünü kesmeye yönelikti, bugünse ayaklanmış halkı ve mücadelesini saptırıp dağıtmaya, bastırmaya yöneliktir.
Emperyalist müdahalenin başlıca aleti ve kaldıracı durumundaki iki örgütten biri olarak, her burjuva diktatörlüğünün temel kurumu olan ordu, bugün Mısır’da başlıca gerici otorite durumundadır ve büyük burjuvazi adına iktidarı elinde tutmaktadır. Eski Savunma Bakanı Tantawi ile Genelkurmay Başkanı H. Enan’ın 1 ve 2 nolu isimler oldukları Yüksek Askeri Konsey, karşı devrimin devrim karşısındaki başlıca yığınağını yaptığı sevk ve idare merkezi pozisyonundadır. Kuşkusuz tüm eski gericilik örgütleri ve sosyal dayanakları tarafından baş tacı edilmektedir. Bir diğeri ise, emperyalist müdahalenin ikinci aleti ve yenilenmesinin önemli bir kaldıracı durumundaki Müslüman Kardeşler’dir.
Grev ve gösterilerin yasaklanması, Tahrir Meydanı’nın boşaltılmasının dayatılması, Mübarek ve döneminin özellikle başkaldıran halka saldırı emirleri veren ve öldürülmeleri sorumluluğunu taşıyanların yargılanmalarının savsaklanması, giderek tüm otoriteyi elinde toplamaya başlayarak yükselen ordunun “geçici olarak” aldığı iktidarı iade etmeye yanaşmaması; başlangıçta özellikle “hakem rolü”yle orduya bel bağlayarak yatışma görüntüsü veren milyonların, beklentileri gerçekleşmeyince yeniden sokak ve meydanları doldurmaya başlamalarına götürdü. Ordu devrimi akamete uğratmak üzere yönetime el koydu, bu doğrultuda İhvan’ın da desteğini sağladı; ancak yatışma kolay sağlanacak gibi görünmüyor.
Birkaç Cuma gösterisine katılmayan İhvan’ın ise halktan aldığı tepkiler hiç de küçümsenir türden olmadı ve “iki arada bir derede” tutumuyla idare etmek zorunda kalan İhvan, açıktan emperyalistler ve gericilerin yanında saf tutmaya cesaret edemedi. Ordu da çıkardığı yasakçı kararnamelerin bazılarından geri adım atma durumunda kaldı. Örneğin Mübarek’e karşı ayaklanma sırasında halka karşı zor kullanarak katliamlar yapan polis teşkilatının, aralarında İçişleri Bakanı üst düzey yardımcılarından on tümgeneralle 505 general de bulunan 700 civarında yetkilisi görevden alındılar. Mısır tarihinin bu en büyük temizliği, önceki birkaç denemede püskürtülüp dağıtılan devrimi sürdürmede kararlı on binlerin yine tam da Cuma çağrılarıyla Tahrir’de sürekli “kamp kurması”na denk geldi. Grev ve gösteriler durmazken, tecrit olmaktan kaçınmak üzere İhvan da bu gösterilere katılma çağrılarına yarım ağızla destek olur görüntü verdi. Şimdi İhvan, Mübarek zamanında görünüşte otuz küsur yıldır “can düşmanı” olan Mübarek’in Mısır Yüksek İdare Mahkemesi tarafından kapatılmış olan Ulusal Demokratik Parti’sinin başında bulunan İhvan tarafından bir suikastla öldürülen eski başkan Enver Sedat’ın yeğeni Talat Sedat tarafından –bir sözcük eksiğiyle– eski partinin yerine kurulan yeni parti olan “Ulusal Parti” ile ittifak halinde seçimlere hazırlanmaktadır ve bu seçimlerden herhalde ciddi bir oy alacaktır. En son İsrail Elçiliği’nin basılmasında yönlendiricilik yapan, devrim sürecinde örgütlenen ve daha çok gençlik içinde etkili 6 Nisan Hareketi ile Mahalla Direnişi’nden gelen ve emekçiler içinde etkiye sahip Kifaye Hareketiyse meydanlarla sokakları boş bırakmama eğilimindedir.
Emperyalist müdahale, şüphesiz henüz silahlı biçimler almadan ve üstü örtülü olarak, Mısır gericiliğini desteklemek ve devrimi bastırmak üzere devam etmekte; ama tüm bilinç geriliği ve örgütsüzlüğüne rağmen, mücadele içinde bu yönde sağladığı ilerlemelerle açıklarını kapatmaya çalışan halkın mücadelesi ve devrim de sürmektedir.

LİBYA’DA AYAKLANMA VE NATO MÜDAHALESİ
Libya, Tunus’la Mısır’dan farklı bir görüntü vermektedir ve açık emperyalist silahlı müdahale koşullarıyla kendi özgünlüğüne sahiptir.
Emperyalist müdahale ve halkın kendi talepleriyle ayaklanmasının bu ülkede de iç içe geçen süreçler oluşturduğu, neoliberal ekonomik süreçlere tamamen adapte olmamış Libya’nın müdahale ve devrim süreçlerinin ikisi açısından da belirli bir role sahip olmuş olan bir diğer özgünlüğü ise, aşirete dayalı toplumsal yapı ve aşiretlerin etkinliğidir.
Libya’nın bir Mısır ve Kaddafi’nin de bir Mübarek olmadığı bu ülkeye emperyalist müdahalenin evveliyatının olduğu şüphesizdir. ’70 ve ’80’lerde dünyanın ABD ve SSCB olmak üzere iki süper emperyalist devlet tarafından paylaşılma mücadelesi koşullarında, Kral İdris’i deviren Kaddafi’nin 1969’da iktidara geldiği Libya, Sovyet sosyal emperyalizmine eğilim gösteren az-çok bağımsız bir ülke pozisyonuyla ABD ve Batılı emperyalistlerin öfkesini üzerine çekmiş, düşmanlıklarını kazanmıştı. Zengin petrol yatakları üzerine kurulu olan Libya ve aşiret dünyasından gelip aralarına “katıldığı” ve çöl çadırında ağırladığı dünya elitlerinin “yaramaz” ve “güvenilmez çocuğu” durumundaki Kaddafi; Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Irak ve Saddam’ın akıbetinden kendilerini sakınmayı başarsalar ve belirli bir boyun eğmeyle dünyanın yeni koşullarına uyumlanmaya çalışsalar da, emperyalistler açısından güvenilirliklerini kanıtlamış değillerdi. Şüphesiz dayatmaları şurasından burasından çeşitli yönleriyle uygulanma alanı bulmuş olsa bile, neoliberal bir yeniden yapılandırmadan geçmemiş, serbest piyasa ekonomisiyle tam bir “neoliberalizm çiftliği”ne dönüşmemiş Libya, hâlâ Kaddafi’nin çiftliğiydi. Batılılar Lockerbee’den geri adım atan ve emperyalist dayatmalar karşısında sessiz kalan Kaddafi ve Libya’sına petrolün yüzü suyu hürmetine katlanmaktaydılar. Önemli olan Libya petrolünün garanti altına alınmasıydı ve Libya’da hüküm süren ve halkını kontrol altında tutan Kaddafi de emperyalistlere bu olanağı sağlamış görünüyordu.
Bu görüntü sürerken, Tunus ve ardından Mısır’da patlayan halk ayaklanması Libya’yı da etkiledi ve özgürlük talebiyle Libya halkı da ayağa kalktı. Libya’da halk ayaklanması ve devrim, Tunus ve Mısır’a kıyasla daha karmaşık bir gelişme gösteren Libya’ya özgü sürecin bir yönü ya da iç içe geçen iki süreçten biri olarak şekillendi.
Bu kez halk, Mısır ve Tunus’tan da geri bilinç ve örgüt düzeyiyle ayaklandı. Halkın ayağa kalkışında, Libya’nın gerçeği olan aşiretlerin, dolayısıyla aşiretler arası çelişme ve sürtüşmelerin önemsiz sayılamayacak bir payı oldu. Halk ayaklanmak için yararlanacağı örgüt formlarını hazır buldu; ancak bu, başlangıcında kolaylaştırdığı ayaklanmanın başlıca zaafını oluşturdu. Geleneksel toplumsal bilinç kadar geleneksel örgüt formları da halkın harekete geçmesini kolaylaştırmasına kolaylaştırmıştı; ancak bu eski biçimler halka ait değillerdi ve giderek kendilerini, şüphesiz kendilerinde içerili feodal burjuva karakterli sınıf ilişkileri ve inanış ve düşünme biçimleriyle birlikte halka dayattı ve halkı, ilerleme yerine geriye boyun eğmeye zorladılar.
Aşiret yapısı ve ilişkileri, zamanında İtalyan emperyalizmine karşı işe yaramıştı; ama bu, geçmişin dünya ve geri kapitalizm koşullarında böyleydi. Günümüzdeyse, bu ilişkiler ve toplumsal örgüt biçimleri de özellikle petrol üretimi ve ticareti üzerinden gelişen kapitalizme bağlandılar ve kuşkusuz uluslararası tekelci kapitalizmin, mali sermayenin sarıp sarmalayan ve denetim altına alan egemenliğinin çekim gücü ve etkisinden azade değiller. Aşiretler, emperyalistlerle, mali, iktisadi, ticari ve tabii ki siyasal nitelikli olmak üzere, çoğunlukla başında Kaddafi’nin oturduğu burjuva devlet cihazı dolayımıyla ilişkilendiler.
Libya’da devlet otoritesinin, sınıf iktidarının örgütlenmesi, neredeyse bir aşiretler konfederasyonu biçimindeydi. Önemlileri ağırlıklı olmak üzere çeşitli aşiretler devlet iktidarını aralarında “paylaşmış” durumdaydılar. Bu “paylaşım”, Kaddafi’nin kesin ve tartışmasız “orkestra şefliği” altında, ona bağlı olarak gerçekleşmiş olsa bile, yine de bir “paylaşım”dı ve her paylaşılmış “şey” gibi, paylaşanlar arasında şüphesiz ki rekabeti varsayıyor ve “paylaşım”, ancak gündeme geldiği zamanın verili güç ilişkileriyle belirlenmiş koşulların ürünü olabiliyor ve yine ancak bu koşullar değişmediği sürece geçerli kalabiliyor, koşullardaki az-çok önemli değişiklikler karşısında kendisini açığa vurmak üzere yeni bir paylaşım ve bunun için dağılma unsurlarını içinde taşıyordu. Bir yönüyle Kaddafi’nin “birleşik” egemenliği gibi görünen, ama gerçekte aşiret dalaşma ve çekişmelerinde beliren bu siyasal parçalanmışlık, emperyalist müdahaleler için de olağanüstü elverişli imkanlar sunmakta, emperyalistler işbirlikçi adaylarını bu çekişmeli yapı içinden derlemekteydiler.
Libya’da halk bir kez ayağa kalkıp eski uzlaşma ve birliklerle “paylaşılmışlıklar”, üzerine oturdukları zeminden yoksun kaldığında, “kartların yeniden dağıtımı” her açıdan zorunlu hale geldi.
Halk, Kaddafi rejiminin zulmüne karşı, onunla çekişme halindeki aşiretlerin merkezilendiği Bingazi bölgesini üs edinerek, Kaddafi ile çekişmeleri büyümüş olan aşiretlerin desteğinde ayaklandı. Aşiretlerin tabanından ayaklanmayı ilerletici katılımlar olduğu kadar, yukarıdan, aşiret reisleri ve şeyhlerden genellikle geriletici katılımlar geldi. Ve Kaddafi’yi devirmeye güç yetiremeyen halk ayaklanması, giderek Trablus ve Bingazi aşiretleri arasına sıkışarak ikincilleşmeye zorlandı. Bu, “zor yolu” ile olmadı kuşkusuz, daha çok, ayaklanmanın, başarısız kalan ilerleyişinin Kaddafi tarafından püskürtülmesiyle aşiretler ve baskın duruma yükselme eğilimi gösteren mücadeleleri arasına sıkışıp kendisi olmaktan uzaklaşma dayatmasıyla yüz yüze kalmasıyla gerçekleşti.
Kaddafi, Batılı emperyalistlerle başlıca pazarlık gücünü oluşturan petrolün akışını garanti eden halk üzerindeki kontrolünü kaybetmiş, eski “güvenilmezliği”nin yanına eklenen artık işe yaramazlığıyla da emperyalistler bakımından tümüyle anlamsızlaşmış, gerekli olmaktan çıkmıştı. Bir bin Ali ya da Mübarek olmadığı kesindi; emperyalistler daha iyi bir başkası olmadığı ve petrolle halkı o denetimi altında tuttuğu için Kaddafi’ye ses çıkarmamaktaydılar. Durum değiştiğinde, duraksamadan yeni alternatif arayışına girdiler.
Aslında arayışları daha önce başlamış, emperyalistler, eski devlet yapılanmasının yönetim mevkilerinde bulunanlar ve onların aşiretleriyle –özellikle uluslararası ziyaret ve görüşmelerde– fazla zorlanmadan kurabildikleri ilişkiler çerçevesinde yakınlıklar ve ötesinde işbirliği imkanlarını daima değerlendirmeye almış olmalıydılar. Çünkü daha ayaklanmanın ilk günlerinde eski konfederal görünümlü devlet makinesinin dişlileri çatırdamaya ve saf değiştirmeler ortaya çıkmaya başladı. Bu “kolay” saf değiştirme, halk hareketinin etkisiyle olmaktan daha çok, en başta aşiret parçalanmışlığı nedeniyleydi. Ancak o güne kadar sürdürülen ilişkilerin de katkısıyla, bundan böyle işlerin eskisi gibi gitmeyeceği ve emperyalistlerin yeni dayanaklara ihtiyaç hissedeceklerini çoktan kestiren gerici aşiret reis ve devlet kademelerinde yer almış aşiret bağlantılı eski bürokratların emperyalistlere bağlanmaya can atma yönelimleriyle Batılı emperyalistlerin müdahale için fırsat arayışlarının kesişen güncelliği nedeniyle de kolay saf değiştirmelere tanık olundu. Temmuz ortalarında Türkiye tarafından da Libya adına tanınan Bingazili eski “muhalifler” olan yeni iktidar sahiplerinden “Libya Ulusal Konseyi”nin başkanlığını üstlenen, eskiden içişleri bakanlığı da yapmış olan Kaddafi’nin son Adalet Bakanı A. Celil’le, ardından kurulan geçici hükümetin başına getirilen, eskiden “Askeri ve Dışişlerinden Sorumlu Kriz Komitesi”nin başkanı M. Cibril ve başlangıçta “muhalifler”in askeri komutanlığını üstlenen ama Trablus’u hedefleyen son saldırı öncesi bir suikasta kurban götürülen az-çok bağımsızlıkçı Abdülfettah Yunus’u ikinci plana iterek yanına “eş” komutan olarak kendisini dayatan Batı hayranı işbirlikçi yeni askeri şefin kişilikleri ve ilişkileri, bu söylenenlerin kanıtıdır.
Fransa’nın başını çektiği, sonradan NATO operasyonuna dönüşen emperyalist müdahale bu zemin üzerinde başladı ve halkı etkisi altına alan aşiret önde gelenleri, NATO’yu ülkelerini bombalamaya davet ederlerken, Kaddafi’nin kan dökücü paralı askerleriyle egemenlik peşindeki “muhalif” aşiretler arasına sıkışarak düşürüldüğü açmazdan kurtulma özlemi içindeki halkın beklentilerini de bu tutumlarına alet ettiler. Ancak kendisini hazırlayıp olanaklı hale getiren koşulların yaratılması süreciyle ardından gelen müdahale süreci, bu ikisi, patlak veren halk ayaklanmasının ileri atılışının “sonunun başlangıcını” ilan etmiş oldular; halk, talepleri ve mücadelesiyle geriletilip büyük ölçüde püskürtüldü ve halkın mücadelesinin de üzerine basarak onu Kaddafi’nin yerini alma mücadelelerinin kaldıracı olarak kullanmada küçümsenmez başarılar kazanıp önemli mesafeler alan emperyalistlerin desteğindeki Libya’nın yeni “sahip”lerinin önü açıldı. Henüz bütünüyle noktası konmamış ve deneylerinin kazançları halkın belleğine kazınacak olsa da, Libya halk ayaklanmasının yenildiğini söylemek yanlış olmayacaktır; Libya halkının, hiç değilse şimdilik Kaddafi ile Batılı emperyalistlerin desteğindeki Bingazi’li yeni iktidar sahipleri arasına sıkışmışlığından kurtularak yeni bir atağa kalkması olasılığı oldukça küçük görünmektedir.
Ancak kuşkusuz geri kalan Arap halklarına çıkarılmış eylemli bir gerici manifesto niteliğiyle sonuçları Libya’yla sınırlı olmayan bu müdahalenin kendisi kadar, ABD’nin Arap halklarının tepkisini üzerinde toplamamak için başını çekmekten çekinmesi de, Tunus ve Mısır bir yana, Libya’da olup bitenin de bir “renkli devrim” olarak emperyalist bir toplum mühendislinden ibaret olmadığını kanıtlamaktadır. Emperyalistler, evet, kendileri için bir “biçilmiş kaftan” olmayan Kaddafi’den kurtulmak istemişlerdir; ama bu, Kaddafi halkını kontrol edemez hale geldikten sonra aktif hale gelen istekleridir. Ve emperyalist müdahale, asıl olarak ayağa kalkan Libya halkının petrol akışını tehdit eden mücadelesi ve bir devrim ihtimalini bastırmak üzere gerçekleştirilmiş, yoksa halk ve mücadelesinin oluşturduğu asıl değişken sabitken, emperyalistler, rejiminden hoşnut olmasalar bile, “haydi, şu Kaddafi’den kurtulalım!” deyip müdahaleye girişmemişlerdir. Tunus ve Mısır’ın ardından, emperyalist müdahaleye ve bu müdahale Libya’nın yeniden yapılandırılmasını misyon edinmesine rağmen, Libya da, emperyalistlerin toplum mühendisliğinden ibaret bir örnek olarak değerlendirilemez. Burada da aşağıdan gerçek bir halk hareketi baş göstermiş, müdahale, tabii ki bir mühendislik çalışmasını da amaçlayarak, ikinci ve paralel bir süreç olarak birincisini karşılayıp önünü kesmeye yönelik düzenlenmiştir.
Mısır’dan farklı olan Libya’da emperyalistler, NATO eliyle, bir Mübarek olmayan Kaddafi’yi sonunda devirmişlerdir. Mısır’da örneğin Batılı emperyalistler böyle bir “yıkıcı rol” üstlenmezken Libya’da üstlenmeleri, “renkli devrim” yandaşları için eğitici olmalıdır. Ötesinde, Libya’da yalnızca Kaddafi ve rejiminin değil ama halk ayaklanmasının da üstesinden gelinmesi, emperyalistlerin hava harekatı ağırlıklı olmak üzere doğrudan askeri müdahalelerini zorunlu kılmıştır. Ancak Libya’da artık ayaklanmacıları kastederek kullanılan “muhalifler” ya da “isyancılar” öylesine ayaklanan halk olmaktan çıkmışlar ve “halk adına” öylesine bir “zafer” kazanmışlardır ki, “renkli” Milliyet gazetesi bile dış haberler sayfasının manşetini “bir garip zafer” olarak atmıştır. Kazanılan “zafer”in, Kaddafi gibi bir zalimin devrilmesi bir yana, halkın bir kazanımı olmakla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Yerine bir başka halk düşmanı zalimin gelişinin koşulları çoktan hazırlanmıştır.
Ve “muhalifler”in Trablus’a girişinin ardından kısa sürede ortaya çıkan, üstelik gerici burjuva medyaya yansıyan gelişmeler şöyledir: Fransız Liberation gazetesinin yazdığına göre, parçalı bir yapı gösterse de bugün Libya’da iktidar erkini elinde tutan Libya Ulusal Geçiş Konseyi’nin Katar yönetimine gönderdiği 3 Nisan tarihli bir mektupta “Libya petrolünün yüzde 35’inin Fransa’ya verilmesi konusunda anlaşmaya varıldığını” belirtmiştir. Fransız Dışişleri Bakanı A. Juppe “Muhalifleri destekleyen ülkelere Libya’nın inşasında öncelik verilmesi gayet mantıklı bir durum” olduğunu söylemektedir. Bu sadece bir örnektir ve tüm Batılı büyük devletler sadece petrolünü değil, ama tümüyle Libya’yı aralarında paylaşmış durumdadırlar. Aşiret ve sair “doğal” ve siyasal örgütler, hakimiyet bölgelerini, neredeyse Amerikan “Vahşi Batısı”nı iskana açılması döneminde yerleşimcilerin yaptıkları gibi çitlerle çevirerek, “tapulu malları” ilan etmişlerdir. Aynı şey, ülkenin Trablus dışındaki bölgeleri bakımından da geçerlidir. Trablus’un şu semtinde şu aşiret, bu semtinde bu aşiret egemendir ve kuşkusuz ki bu küçük egemenlikler, kendilerinden menkul değillerdir, ama her biri birer emperyalist ülkeye dayanmaktadır. Öyle ki, NATO müdahalesine karşı tutum alan Almanya ve Rusya ile birlikte Çin de, “zafer”den sonra şimdi muhaliflere “yatırım” yapmamış olsalar da “kâr” peşine düşmüşler, Libya’nın “yeniden imarı” konusunda “yardım vaadleri”nde bulunmuşlardır. Türkiye bile, “kırıntı” peşinde “yeni Trablus”’ta elçiliğini ilk açan ülke olmakla öğünmektedir.
Emperyalistler, aralarındaki rekabeti de dikkate alarak bu sonucu elde edebilmek üzere, başından beri, sadece “hava harekatı” öngörmüş BM’nin kararlarına aykırı biçimde “muhalifler”e silah ve mühimmat yardımı yapmalarının yanı sıra doğrudan kara harekatı da düzenlemişlerdir. Newsweek ABD’nin “Libya Devrimi” için 1 milyar dolar harcadığını yazmış, Pakistan Nation gazetesi ise CIA’nın Afganistan’dan 1500 silahlı kişiyi Kaddafi’ye karşı savaşmak üzere Libya’ya naklettiğini aktarmıştır. Guardian İngiltere’nin oluşturduğu “Libya Petrol Hücresi” isimli bir birim Kaddafi egemenliğindeki Trablus’a yakıt akışını durdurup petrolü “muhalifler”e yönlendirmiştir. Devrildikten sonraysa İngiliz ve Fransız SAS komandoları “muhalifler”le birlikte Kaddafi’yi “aramakta” ya da şimdiden “çiftlikleri” çevirmeye giriştikleri bu ülkede mevzilenmektedirler.
Halk muhalefetinin yenildiği Libya’yı “kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı” rakip emperyalistler ve işbirlikçilerinin egemenliğindeki uzun bir çekişme ve karmaşa dönemi beklemektedir.

ÖZGÜNLÜKLERİYLE BAHREYN VE YEMEN
Yemen ve Bahreyn örnekleriyse, dinamiği halk olan ayaklanma ve devrimle, dinamiği emperyalizm ve işbirlikçi gericilik olan, –kuşkusuz sonuç olarak “yeniden yapılandırma”yı hedefleyen– ve halkın mücadelesini kendi amaçlarına bağlayıp kullanmak üzere saptırma ve bastırma amaçlarıyla müdahale ve karşı devrimin iç içe süreçler olarak yaşanması bakımından öğreticidir.
Mısır’da Mübarek’e “git” diyerek, Libya’da ise silahlı müdahalede bulunarak “halkı koruma” ve “demokrasinin yerleştirilmesi”nden yana tutum aldıklarını iddia eden Batılı emperyalistlerle demokrasi uğruna savaşları dolayısıyla onlara övgüler dizen hınk deyicileri liberal solcular, nedense bu iki ülkede olan bitene ilgisizler ve Suriye’deki katliam haberleriyle dolup taşan kontrollerindeki medyada yine nedense uzun süre bu iki ülkedeki gelişmelerle ilgili hiç bilgiye rastlanmadı. Aylar sonra, “renkli medya”dan Yemen üzerine kısa haberler alınmaya başladı ki, anlamı, herhalde, muhalefetin, böylesine “kendi haline bırakılıp” görmezden gelinerek Yemen sorununun hal yoluna konulmasını olanaksız kılacak denli güçlü olması ve Batılıların bu muhalefeti dikkate almadan işin içinden sıyrılamayacaklarını görmüş olmaları olmalıdır. Bahreyn üzerine “ölüm sessizliği”yse sürmektedir.
Otokrat Kralıyla dünya kapitalizmine bağlanmış olan, neoliberalizmin geçer akçe olduğu Bahreyn’de, göreceğimiz gibi, Suriye’de iddia edilenden çok daha güçlü bir mezhep/iktidar ilişkisi var. Suriye’nin tersine Bahreyn’de Şiilik ezilen mezhep durumunda ve nüfusun büyük çoğunluğunu (yüzde 80’den fazlasını) Şiiler oluşturuyorlar. Sünni Kral ise mutlak otokrat ve Sünniler egemen mezhep durumundalar. Şüphesiz ki mezhep bölünme ve çekişmeleri Kral tarafından iktidarını sürdürmenin bir imkan ve dayanağı olarak kullanılmaya çalışılıyor. Yoksa asıl olarak, Kral ve “birinci kemanı” olduğu etrafındaki “elit” para babası takımı, yoksullukları rağmına egemenliklerini perçinledikleri halkı özenle devlet işlerinden dışlamayı sürdürmekle kalmadı, buna yönelik her itirazı şiddetle bastırdılar.
Tunusluların tetiklediği iş, ekmek ve özgürlük özleyen halkların hoşnutsuzluk ve tepkiyle ayağa kalkışları Bahreyn’e ulaştığında, başlangıçta Tunus ve Mısır’dakine benzer bir öfke patlaması yaşandı ve krallığa duyulan nefret sel olup taştı. Ama arkasında emperyalistler ve başlıca müttefiki ve destekçisi Suudiler bulunan Kral ve egemen oligarşi, devreye hemen mezhep çekişmesini sokarak, hiç değilse halk içinde belli bir taban tutma yoluna gittiler. Kısa sürede yayılan ayaklanma, Suudilerin bin kişilik olduğu söylenen ilk askeri birliğinin Bahreyn’e, tabii ki Kral’ın daveti üzerine ve işgalci ya da müdahaleci sayılmadan girişleriyle hunharca bastırılmaya çalışıldı. Suudiler hâlâ Bahreyn’deler ve işgal birliklerinin sayısı arttırılmış durumda. Üstelik yanlarına Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden askeri birlikler de eklendi.
Emperyalistler ve gericilerin “özgürlük destekçilikleri”ne dair iddialarsa Bahreyn kapılarından içeri giremedi, giremiyor. Libya’da halka zulmettiği ve helikopterlerden ateş yağdırarak katlettiği gerekçesiyle, “halkı savunmak için” Kaddafi ve “zulüm rejimi aleyhine” müdahale edenler, sıra Bahreyn’e geldiğinde taraflarını şaşırdılar; bu kez “Kral’ı savunmak için”, zalim otokratik rejim lehine ve halka karşı ve halkı katletmek üzere müdahale ettiler ya da ön ayak oldukları silahlı Suudi müdahalesine hiç ses çıkarmadılar. Halk Libya’da da, Bahreyn’de de ateş altındaydı; ama bu nedenle Libya’ya silahla müdahale edenler, aynı neden eksiksiz geçerli olmasına karşın Bahreyn’de halkı kavuran ateşi harlamayı “tercih” ettiler, Suudi birliklerini halkın üzerine salarak Kral’ın halka ateş açmasını destekleyip şiddetlendirdiler. Aslında söylem ve görüntü bir yana, Libya’da da aynı şeyi yapmış, Kaddafi’nin halka yönelik zulmünü ileri sürüp, tüm ülkeye bomba yağdırarak, halkı, mücadelesini ve giriştiği ayaklanmayı bombardımanın dumanı altında boğmaya koyulmuşlardı. İki ülkede taktik farklıydı sadece; Mısır’da Mübarek’i desteklemeye devam etmenin yol açacağı riskler, (İran faktörü de değerlendirildiğinde) mezhep ayrılıklarıyla Bahreyn söz konusu olduğunda, ölçek küçüklüğünün de kolaylaştırıcılığında göze alınmıştı. Bahreyn, ta başından emperyalist müdahalenin alanı ve uluslararası kapitalizmin “Körfez şubesi” gibiydi; Kral başından beri topraklarında büyük bir askeri üsse sahip Batılı emperyalistler tarafından desteklenmekteydi ve halkın ayaklanmasıyla yüz yüze kaldığında, kendi kurtuluşunu yakınlaştıracak halk ya da bundan kaçınılabilse bile İran’la yakın duracak Şiilerin olası öne çıkması daha riskli bulunduğu ve isyanın üstesinden gelineceğine de inanıldığından, hiç “git” denmedi; “hizmetlerinin” ve sunduğu üs olanağının karşılığı olarak yardımına koşuldu ve müdahale, yeni bir aşamaya yükseltilerek, bu kez Suudi –ve ardından Ürdün ve BAE– silahlı müdahalesiyle tamamlandı. Libya’nın ardından, Bahreyn’de de dışarıdan silahlı müdahaleyle ayaklanmanın bastırılması ve devrimin zorla ezilmesi yolu tutuldu. Görüldü ki, emperyalist Batılılar sadece yağmacı sömürgen çıkarlarının peşindedirler, yoksa sağcı ve solcu liberallerce iddia edildiği gibi “demokrasi”nin ve sözde Ortadoğu’nun liberalleştirilerek yeniden dizayn edilmesine “uygun düşmeyen otokratlar”ın değiştirilmesinin değil! Tersine, demokrasi düşmanı otokratlar, Bahreyn’de açıkça izlendiği gibi, emperyalistlerin savaş atını süren Suudi gericiliğinin desteklerine mazhar olan ve Batılıların arkalarında durup koruyup kolladıkları kendi adamlarıyken, otokratik rejimleri, kendilerine sunulmuş olanaklara erişim kapılarının ardına kadar açık olduğu talan alanlarını çevreleyip bekçiliğini yapmaktadır.
Ancak yabancı müdahale aracılığıyla geriletilmiş olsa bile, bir kez ayağa kalkmış olan Bahreyn halkı henüz taleplerinden vazgeçmiş ve bütünüyle püskürtülmüş değildir. Hala gösterileriyle meydanları doldurmakta ve muhalefetini sürdürmektedir.
Yemen’de durum fazlasıyla Bahreyn gibidir; tek farkla ki, bu ülkede muhalefet, aşiret parçalanmışlığı koşullarında doğal örgütlülüklere de dayandığı için daha güçlüdür ve Bahreyn’dekine benzer biçimde geriletilmekten de uzaktır. Libya’daki türden bir aşiret yapısına sahip olan, iktisaden fazla gelişmemiş Yemen, yirminci yüzyılın ikinci yarısının çoğunu geçirdiği ikiye bölünmüşlüğe yatkındır. Zamanında, dünya, 30 yıl kadar birbirlerine diş geçiremeyen Amerikan ve Sovyet sosyal emperyalizmi arasındaki hegemonya yarışı ve paylaşıma konu olduğunda, güney “Halk Cumhuriyeti” adıyla Sovyetlere yanaşık dururken, kuzeyse sade bir “cumhuriyet” olarak Batı yandaşlığına bağlanmıştı. Genellikle kuzeylilerle güneyliler arasında, kuzeydeyse en büyük aşiretlerden Hutsiler’le “iktidar” arasında çekişmenin sürmekte olduğu on yılların hoşnutsuzluk ve muhalifliğiyle aşiret parçalanmışlığı koşullarında, başkanlığının 33. yılında, A. Salih’e, tabii ki başında bulunduğu otokratik diktatörlüğe karşı, Tunus ve Mısır’dan tetiklenerek milyonların sokağa döküldüğü bir halk ayaklanması patlak verdi. İşsizlik ve yoksulluk gibi sonuçlarına karşı hoşnutsuzluk ve tepkisini ortaya koyan yoksul halkın neoliberal politika ve uygulamalarıyla tabii ki –feodal aşiret ilişkileriyle iç içe geçmiş haliyle yıkıcılığı daha da tahripkar hal almış– tekelci kapitalizmi hedef edinen ayaklanması, dolaysızca düzenin koruyuculuğunu üstlenmiş olan Salih otokrasisine yöneldi. Bunda Salih ve yandaşı aşiretlerle çekişme halindeki rakip aşiretlerin payı olmadı değil; ancak asıl halkın Salih otokrasisine karşı ayağa kalkışı, rakip aşiretler arasındaki çekişmenin şiddetlenmesine ve ülkenin yakın tarihini damgalamış bölünmüşlük deneyinin kolaylaştırıcılığında Salih ve yandaşlarıyla çekişen aşiretlerin rejim karşısında ve dolayısıyla pratik olarak ayaklanma yanında yer alarak hızla saf değiştirmesine götürdü.
Başlangıçta ayaklanma silahsız biçimlerle ortaya çıktı. Gösteriler, özellikle “Cuma Gösterileri” ve yine cumalara denk getirilen otokrasinin “güvenlik güçleri”nce katledilen göstericilerin cenaze törenlerinden oluşan “Ayrılma Günleri” başlıca biçimlerdi. Olağanüstü kitlesellik gösterilerin ayırt edici yanını teşkil ederken, bir başka ayırt edici yan, otokrasinin saldırganlığıydı. A. Salih’in de şansını deneyip, elindeki bütün imkanları kullanarak, kendi yandaşlarını yüz binlerle topladığı Sanaa’da, ayağa kalkan halk ise milyonlarla toplanmaktaydı.
Durumun vahametini gören ve saldırıyla ilerleyemeyeceğini anlayan A. Salih’in aslında bir dizi reform açıklamaları da yapıp işe yaramadıklarını gördüğünde Mübarek gibi bırakıp gitmesi beklenirdi. Ancak Batı’dan “git” çağrısı gelmedi. Mısır’da da böyle olsa ve kendisine kalsa, Mübarek de herhalde gitmeyi seçmezdi. Yemen Suudi Krallığı’na fazla yakındı ve “dayanışma”yla ayaklanmanın üstesinden gelinir gibi görünüyordu; bu şans kullanıldı. Ancak Bahreyn’deki türden mezhep bölünmüşlüğü ve çelişmelerinin kışkırtılmasıyla zayıflatılmamış Yemen muhalefeti ciddi bir güce sahipti ve Salih “iktidarı bırakmaya hazır” olduğu açıklayıp, otokrasinin yeniden organizasyonunda uzlaşma arayışına girdi. Ancak geç kalmış; kendi genelkurmay başkanı A. Muhsin Al Ahmar’dan başlayarak etrafı hızla boşalarak eski adamları saf değiştirip muhalefete katılmaya yönelmişlerdi. Devlet kademelerini de kapsayan bu toplumsal siyasal yarılmayla birlikte, ayaklanma ve çatışma silahlı boyuta sıçrayarak tırmandı. Muhalefet Salih’le uzlaşma görüşmelerinde bulunmayı reddederken, orduda bölünmeleri de kapsayarak yönetsel cihazdaki parçalanma ve aşiret örgütlenmesinin hız kattığı bir silahlanma ve muhalif askeri birlikler kurulması süreci kısa sürede ciddi bir mesafe aldı.
Sonunda, Haziran başında sarayında saldırıya uğrayan başkan A. Salih ağır yaralanarak Suudi Arabistan’a tedaviye gitti. Temmuz’un ikinci yarısında Salih Yemen’e geri döneceğini açıklamışken, bu, “sıhhî nedenlerle” ancak Eylül’ün son günlerinde gerçekleşebildi. Bir “gölge hükümet” kurduğunu ilan eden muhalefetse 17 kişilik bir “Geçici Konsey” oluşturdu ve ayaklanma ordusunun başına eski Savunma Bakanı Abdullah Ali Aleyva getirildi. Ayrıca “Konsey”in bir yeni anayasa taslağı hazırlayacağı ve Kurucu Meclis olarak 501 üyeli yeni parlamentoyu belirleyeceği açıklandı.
Yemen’de de “demokratikleşme yandaşlığı” iddiasındaki Batılılar ve savunucuları liberal solcular, Libya’da ayaklanan halkın yanında yer aldıklarını ileri sürüp Kaddafi birliklerini bombalayarak yaptıklarının tersine, ayaklanmacıların değil, ama ayaklanmanın hedef aldığı otokrasinin, Salih’in yanında yer aldılar. Suudiler Salih’e her türlü desteği sundular. Çünkü Libya’da “güvenilmez” Kaddafi’den farklı olarak Salih emperyalistlerin 33 yıllık kendi adamlarıydı, yerine yenisinin konulması arkasında durulup desteklenmesinden daha riskliydi ve hazırlıksız yakalanılan Tunus’tan farklı olarak, Yemen sorununun, halk ayaklanmasının tavizler yolu ve bir rejim değişikliği gerekmeksizin üstesinden gelinebileceği umuluyordu. Salih ülkesinde barınamayıp kaçıp Suudi Arabistan’a gitmesine rağmen Batılılar ve Suudiler gibi bölge gericiliğince aylarca desteklendi. Ancak bütün desteklere karşın duruma hakim olacak gibi görünmüyordu ve zaten daha yaz aylarında istifa edebileceğini açıklamış, ancak henüz kendisini hâlâ güçlü saydığı için yerine gelecekler üzerine pazarlığa oturmak istemişti. İplerin iyice elinden kaçtığı ve işleri toparlayamayacağı belli olduğunda ABD Salih’e iktidardan ayrılması “isteğini” iletmiş bulunuyor. Salih’se, Yemen’e döndüğünde, son bir umutla ve hemen muhaliflere bir ateşkes çağrısı yaptı ve ülkenin içine yuvarlandığı siyasal krizden çıkmasının tek yolunun taraflar arasında diyalog olduğunu ileri sürdü. Ama daha yazın bunun için geç kalmış olan Salih için artık yapacak ne diyalog ne de başka bir şey kalmadığı ve bölgede bir diktatörün daha şimdiden eskimiş ve gidici olduğu söylenebilir.
Özetle, Yemen’de emperyalist müdahale, ayaklanmadan sonra da, ayaklanma öncesindeki türden sürmektedir. “Renkli devrim” falan olmadığı gibi, emperyalistler ayaklanmaya karşı tutum içindedirler ve ama ayaklanma bütün bunlara rağmen sürmektedir. Ve Yemen’le ilgili olarak son gelen Batı kaynaklı haberler, muhaliflerin gücünün üstesinden gelinmesinin olanaksızlığının anlaşıldığı ve onlarla anlaşma arayışlarının başladığına işaret sayılacak türden, isyancıların sağladıkları ilerlemeleri ve güçlü gösterilerini sürdürdüklerini belirten türden haberlerdir.1

SURİYE’DE NE OLUYOR?
Peki, Suriye? Suriye’de ne oluyor?
Suriye de, kuşkusuz, “Arap Baharı” adı takılarak içi boşaltılıp yumuşatılmaya çalışan ayaklanma ve devrimler sürecinin dışında kalamadı. Hoşnutsuzluk bu ülkeye de sirayet etti.
Ancak Suriye, diğer Arap ülkelerinden, Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen’den ve hatta on yıla yakındır Batılı emperyalistlerle yeniden anlaşma yoluna girerek ekonomisini de liberalleştirmeye yönelmiş Libya’dan da farklıydı. Suriye de, yalnızca –kendisi de “aynı suyla yıkanmak”tan kaçınamayan– İran’la stratejik ortaklığına dayanarak ayakta durmaya çalıştığı uluslararası kapitalizmin “uçsuz bucaksız” dünyasında, bir ucundan sürüklenmeden edemediği neoliberal “serbesti” ya da piyasa ekonomisinin üstünlüğü”yle tanışmasına tanışmıştı. Ancak Rusya ile Çin’in belirli desteklerinden yararlansa bile, bir taraftan ABD’yle Fransa başta olmak üzere Batı kuşatmasının tehditkâr dayatma ve zorlamaları, bir taraftan da “sureti haktan görünerek” ama tamamen bu kuşatmaya dayanarak ve onu çerçeve edinerek Türkiye’nin yakın zamana kadar ortak kabine toplantıları, vizenin kaldırılması türünden yakınlık gösterilerinde belirmiş “yumuşak güç”le el uzatıp reformlara ve Batı’ya avdet etmeye çıkardığı davetiyelere karşın henüz kapılarını ardına kadar açmamıştı.
Artık hemen her sektörde yerli ve yabancı özel şirketler vardı. Örneğin çok sayıda yerli-yabancı banka, neon logolarıyla Şam, Halep ve diğer Suriye kentlerinin ana caddelerini süslemekteydi. Hâlâ isteyenler parasız “hizmet” veren kamu kurumlarından yararlanabilse bile, hem sağlık hem de eğitim alanında özel şirketler vardı ve özel hastane ve okullar çoktan açılmıştı. Ancak, Suriye, iktisaden ve zorunlu sosyal sonuçlarıyla Batı’yla uyumun olmazsa olmaz koşulu sayılan kısıtlamasız/engelsiz “serbest piyasa ekonomisi”ne henüz dönüşmemişti. Üstelik reform kararları alınmış, siyasi partiler ve seçim yasaları değiştirilmiş ve 5-6 ay içinde genel seçimler yapılacak olmasına karşın BAAS’ın tek parti rejiminden geçilecek Batı yandaşlığının “politik çoğulculuk” yüceltili parlamenter “siyaset özgürlüğü” de henüz çok uzaktı.
Mezhep ayrılıkları dolayısıyla ise Suriye, tersinden Bahreyn’e benzemekteydi. Aşiretler etkisiz değildi, küçümsenemezdiler; ancak Libya ya da Yemen boyutunda bir güçleri yoktu.
Şu söylenebilir ki; Tunus ve Mısır halkları başlıca neoliberal politika ve uygulamaların sonuçlarıyla koruyucu kollayıcısı otokratik zulüm makinelerinin zorbalığına karşı ayağa kalkmış, bu ayağa kalkış, Libya’da aşiret bölünmüşlüğü koşullarında ilerleyemezken emperyalist müdahaleyle karşılaşmış, Yemen’de aynı aşiret bölünmüşlüğüne karşın biriktirdiği kolaylıkla üstesinden gelinemez gücüne dayanarak Suudiler ve emperyalistlerin Salih’ten yana müdahalesine rağmen gelişir, Bahreyn’de mezhep bölünmesi ve yine fiili ve silahlı Suudi müdahalesiyle geriletilirken, Suriye’nin kendine özgün koşullarında “Arap Baharı” farklı bir şekillenmeyle belirdi.
α) Tunus’ta emperyalistlerle gericilerin hazırlıksız yakalandıkları tam bir halk ayaklanması yaşandı.
β) Mısır’da halkın patlak veren ayaklanmasını, emperyalistlerin desteğindeki gericilik zamana yayarak kontrol altına almaya, bunu da başlıca orduya dayanarak ve yeni “siyasal ortak” İhvan’la işbirliği yaparak gerçekleştirmeye yöneldi.
γ) Libya’nın özgünlüğü aşiret parçalanmışlığıydı ve bu parçalanmışlığın neden olduğu tıkanmadan, halkın “iki taraf” arasına sıkışmasından yararlanan Batılı emperyalistlerin NATO aracılığıyla müdahalesi ve şimdiden bu ülkedeki mevzilerini güçlendirmesi ikinci bir özgünlük oluşturdu.
δ) Yemen’in özgünlüğü de, aşiret bölünmüşlüğünün yanında, halkının tarihten gelme alışkın oluşuyla, karşısında yıkıntıya uğramayarak, bu bölünmüşlükte hiç değilse bugüne kadar gücünü korumayı ve ilerlemeyi başarması oldu.
ε) Bahreyn’e özgünlüğünü, otokrasinin Sünni mezhebine dayalı oluşu ve mezhep ayrımları ve çelişmelerini dayatmasıyla ayaklanmanın kısa sürede “Şii ayaklanması”na sıkıştırılması ve Suudi müdahalesiyle kanla geriletilmesi verdi.
θ) Suriye’de ise; BAAS iktidarı Arap Alevileri olan Nusayrilerin mezhebi iktidarı olmamasına rağmen, ağırlıklı olarak onlara dayansa ve özellikle devletin, kuşkusuz rejimin de başlıca kurumu olan ordu yönetimi ve kadroları büyük çoğunlukla Nusayrilerden oluşsa bile, Suriye’nin özgünlüğü mezhep çelişki ve çatışmaları değildir. Devlet yönetiminin örgütlenişinde ve özellikle ordu içinde Arap Alevilerinin gözle görülür bir ağırlığının olduğu doğrudur; başlıca bu iki mezhep arasında dışarıdan Batılı emperyalistlerce beslenip kışkırtılan ve dinci, siyasal İslamcı akımların bu mezhebin eski zamanların egemen pozisyonunu yenilemeyi amaçlayarak sürdürdükleri ve rejimin “Alevi niteliği” dolayısıyla “kafirliği” ve bu nedenle devrilmesi gereğinin ajitasyonu yapılarak istismar edilen bir çelişki ve sürtüşme elbette vardır. Ancak Sünnilik Suriye’de ezilen bir mezhep durumunda değildir, Sünni nüfus inanç ve ibadetlerinin gereği saydığı ne varsa tümünü kullanabilmekte, ötesinde bu mezhep –kılık kıyafetleri, konuşmaların besmele ile başlaması, ayet ve dualarla sürmesi vb. türü– dini akideleriyle kendisini hatta siyasal alanda da ifade edebilmektedir. Bu ülkenin özgünlüğünü asıl olarak, kapıları açılmış olsa bile, Suriye ekonomisinin henüz neoliberalizm ve “serbest piyasa ekonomisi”nin egemenliğinden uzak oluşu üzerinden rolünü oynayan Suriye’nin Batılı emperyalistlere boyun eğmeyi reddeden ve Rusya ve Çin tarafından da kollanan İran’la yakınlığı ve Esad’ın Kaddafi türünden yeniden Batı’ya avdet etmiş “güvenilmez bir yaramaz çocuk” olmayıp az-çok bağımsız durma çabasıyla İsrail’in yanı sıra başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin kuşatma ve müdahale tehditlerine maruz kaldığı koşullarda, neoliberalizmin bu kadarının dahi, siyasal özgürlüklere hiç imkan tanımamış olan on yılların BAAS rejiminin zorbalığıyla birlikte, Suriyeli milyonların ayağa kalkmasına zemin sağlamış olması oluşturmaktadır.

SURİYE’DE GELİŞMELERİN ÖZGÜNLÜĞÜ
Tunus ve Mısır’ın tetiklediği Arap ayaklanması Suriye’ye ulaşmazlık etmedi. Ekonomisinin gösterdiği farklılıklara ve emperyalistlere kul-köle olmamasına karşın Suriye’de de, herkesin gözü önünde gerçekleştirilen yolsuzluklar sömürülen yığınların nefretini kazanırken, işsizlik ve yoksulluğun yanı sıra özellikle Muhaberat’ıyla ünlü BAAS’ın zorbalığından duyulan hoşnutsuzlukla ekmek ve özgürlük arayışı baş gösterdi ve hızla yayılmaya başladı. Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilişiyle nihayetlenen revizyonizmin çöküşüyle gündeme giren ve –24 Ocak Kararları ile zamandaşları Özal’ın da katkılarıyla– Reagan ve Thacher’le başlayıp hızla gelişen neoliberalizmin geçerliliğindeki dünya kapitalizminin baskısına dayanamayarak “devlet kapitalizmi” mevziinden gerileyen, Erdoğan Türkiye’sinin iktisadi ve siyasal “yol göstericiliği”nde Batı’ya ve liberalizme eğilim gösteren Suriye’de, otokratik rejimin kodaman bürokrat sahiplerinin kontrolü ellerinde tutmayı sürdürmeleri ve yolsuzluklar vb. ile devlet olanaklarını “değerlendirebilmeleri”, önü açılıp gelişen “piyasa” faktörlerinin yıkıcılığını misliyle artırdı. Rejimin yaydığı korkunun büyüklüğüne ve bunun hiç de nedensiz olmamasına karşın oluşan hoşnutsuzluk, Tunus ve Mısır örneğinin de ardından, ciddi bir muhalefetin yükselişinin kaldıracı oldu. Başlangıçta Alevi Sünni, Müslüman Hıristiyan demeden, kimi daha çabuk, kimi belirli tedirginlikleriyle çeşitli mezhep ve milliyetlerden sömürülen ezilen Suriye halkı sokağa döküldü ve gösterilere katıldı. Başlangıçta, 2004 Kamışlı olaylarının taze anılarıyla sadece Kürtler az-çok hareketsiz kalarak, gidişatı gözlemek üzere beklediler, bir süre sonra onlar da kısa süreliğine de olsa hareketlendiler; sonra yine bekleyişe geçtiler.
Ancak Suriye’de “kazın ayağı” farklıydı.
Ayaklanma, kitlesel gösterilerle, ilk kez, İhvan ve Hizbül Tahrirci olduklarından kuşkulanılanların sürgün edildikleri, doğru dürüst kentleşmemiş, hemen hiçbir alt yapı sorunu çözülmemiş, özellikle ciddi su sıkıntısı çeken, aşiret ilişkilerin baskın olduğu Ürdün sınırındaki hemen tümüyle Sünni nüfusa sahip Derra’da patlak verdi ve civara yayıldı. Fazla uzun bir süre geçmeden hemen tüm Suriye kitlesel gösterilerin ve rejimin bu gösterilere müdahalelerinin alanı haline geldi. Gösterilere ve hızla yükselen muhalefete katılmayan hemen hiçbir kesim kalmadı. Ancak, içeriden daha çok Selefiler2 gibi ortodoks İslamcıların yanı sıra ve başta Müslüman Kardeşler olmak üzere siyasal İslamcı akımların dayandıkları taban durumundaki doğal dinsel örgütlenme olan cemaatlerin belirli kesimlerinin “Alevi azınlığın Sünni çoğunluğu yönetmesi”ne karşı yükselttikleri, BAAS zulmünü mezhep zulmüne indirgeyen ajitasyonun tutup yaygınlaşmasının, dışarıdan Suriye’yi kuşatıp teslim almaya yönelmiş Batılı emperyalistlerce desteklenmesi, zaten örgütsüz muhalefeti bölünmeye yöneltti ve güçsüzleştirici etki yaptı. Bir yandan örgütsüz ve birleşik olmayan muhalefet yükselir ve kitlesel gösteriler sürerken, bu aynı kesimlerin emperyalizmin desteğindeki mezhepçi ajitasyonlarının yanı sıra küçük gruplarla hem mezhebi temelde hem de kitle mücadelesinin yükselişinin ürünü olmayarak silaha sarılmaları, sadece giderek bir ayaklanma görünümü kazanan gösterileriyle muhalefetin bölünüp parçalanmasına değil; ama başlıca ekmek ve özgürlük talepli olmakla birlikte çok sesli ve amaçları formüle edilmemiş dağınık kitlesel muhalefetin, silahlandırılmasına giriştikleri İhvan ve Selefi taraftar ve sempatizanlarıyla tarikatçı vb. gruplarda kendilerine dayanaklar bulan Batılı emperyalistlerin gerici bir “yenilenme”ye yönelik müdahalesi ile yan yana varolmasına götürdü.3
Deraa ve Hama, Humus gibi Sünni nüfuslu yerlerde kitlesel gösterilerin yanında hiç de küçük ölçekli olmayan silahlı eylemlere de tanık olunurken, polis karakolları, asker tesisler, adliye binaları gibi düzenin baskısının örgütlenme noktaları silahlı saldırıya uğradı, yakılıp yıkıldı. Ancak ayaklanma ve emperyalist müdahalenin bir arada seyretmesi ya da halk ayaklanması koşullarında emperyalistlerin kışkırtma ve müdahaleleri için uygun zemin bulmaları, müdahalelerini ayaklanmanın ardına gizlemeleri ve halk muhalefetinin yükselişi zemininde müdahalelerini geliştirmelerinde beliren Suriye’nin özgünlüğü, ayaklanmaya dönüşen kitlesel gösteriler sürerken, silahlanmanın buradan, gösterilerin silahlı gösterilere dönüşerek ve halk hareketinin ileri bir biçimi olarak ortaya çıkmaması, ama yan yana bulunmalarında yansıdı. Hemen tüm sömürülen ve ezilen yığınlar ayaktaydılar, neredeyse hak talep etmeyen kimse kalmamıştı. Silahlı eylemler ise, bu muhalefetin içinden, onun ilerleyişiyle ve “eskiyen” biçimlerin yerini alan bir mücadele biçimi olarak gündeme gelmedi, ama dış bağlantıları kesin olan ve ağırlıklı olarak üç bölgeden, Lübnan üzerinden, Türkiye ve Irak sınırından sokulan silahların radikal İslamcı İhvan taraftarı, Selefi vb. gerici grupların ellerine ulaştırılmalarıyla, özel olarak örgütlendirildi. Silahlı eylemlerin hemen tümüyle Sünni nitelikli küçük gruplarca yürütülmesi ve halk hareketinin içinden gelmeyen ve ilerleyişinin ürünü olmayan bu eylemleri yürüten küçük grupların, gerici ideolojik politik tutumları ve halktan ve halk hareketinden bu kopukluklarıyla, düzenin baskı aygıtının çeşitli birimlerini hedeflemekle kalmayıp, kendilerini ve tutumlarını dayattıkları halk üzerinde de baskıya yönelmeleri Suriye’de yaşanan sürecin orijinalliğini oluşturdu. Batı emperyalizmi kaynaklı olan ve tekelci kapitalizmin “güncel” ihtiyaçlarını karşılayan neoliberal saldırganlıkla halka karşı zulmün örgütlenmesi olan otokratik despotluğa karşı gelişen halk ayaklanması, “tarihin cilvesi” türünden dolaysız biçimiyle değil, ama halkın ayağa kalkışının –“haydut devlet” ilan ederek öteden beri hedef tahtasına oturttuğu– rejimi zora sokarak zayıflatmasını fırsat olarak değerlendiren aynı emperyalist güçler tarafından, henüz Libya türü açıktan müdahale edemeseler bile, doğrudan gerici amaçlara sahip olanların yanında dağınık ve bilinç düzeyi geri rejim muhalifleri arasından ve üstelik başlıca “muhalefet” adı altında kendilerine dayanaklar derleyip silahlandırmalarını mümkün kılıp kolaylaştıran “mümbit bir toprak” ve “örtü” görevi görmek üzere dolaylı biçimde kullanıldı. Emperyalistler, neoliberal politikalarla zorbalığının kefaretini bizzat Esad rejimine ödetmek üzere, halk üzerindeki baskıyı, halkın zulme, işsizlik ve yoksulluğa karşı öfkesini, ilerici demokratik taleplerini ve aynı içerikteki eylemlerini istismar ederek, şüphesiz tamamen karşıt amaçlara sahip oldukları halk ayaklanmasından, muhalefeti kendi gerici amaçları doğrultusunda yönlendirmek, bunu bütünüyle başaramadıkları durumda, aynı gerici amaçlara uygun olarak derleyip silahlandırdıkları gerici kesimleri muhalefetin ana kitlesine dayatmak üzere yararlanmaya yöneldiler.
Rejim karşıtı Suriye muhalefeti, başlangıçta Alevi Sünni, Hıristiyan, Arap, Kürt, Dürzi tüm dinsel ve etnik unsurlarıyla tam bir halk muhalefeti niteliği gösterirken, gerek emperyalistlerin gerekse onların ülke içinden derledikleri unsurların ihtiyaçlarına bağlı olarak asıl olarak Sünni niteliği kazanma eğilimi göstermeye zorlandı. Yurt dışında, daha çok Türkiye’de toplanan ve Suriye içindeki örgütlülükleri gelişkin olmayan ve halk muhalefetini temsil nitelikleri örgütsel bakımdan bulunmayan, fikri ve siyasi bakımdan da sınırlı olan siyasal İslamcı ve özellikle İhvan ağırlıklı muhaliflerin önü buradan açıldı, Kürtlerin Kürt olarak dışlanmalarının yanında destek bulan liberal eğilimlerle birlikte muhalifler siyasal İslami hatta ilerlemeye yöneltildiler.5 İçeride de, özellikle rejim karşıtı silahlı unsurlar, en kolay biçimde, Alevi, dolayısıyla “kafir” nitelikli olduğunu varsaydıkları rejimin Sünnileştirilmesi yönündeki ajitasyondan çabuk etkilenen ve aynı ajitasyonunun yürütücülüğünü yapar kılınabilen İhvan ve Selefi etki altındaki unsurlar arasından, genellikle aşiret ilişkileriyle de birbirine bağlanmış Sünni cemaatlerle tarikatlar içinden derlenebiliyor ve bu, hem iç hem de dış gericilik bakımından sözü edilen ajitasyonu ihtiyaç haline sokuyordu. Emperyalistlerle siyasal İslamcı gericilik, genel bir BAAS zorbalığı karşıtlığının yanında, özel olarak buradan güç olabileceklerini hesaplıyor, hiç değilse ülke nüfusunun önemli çoğunluğunu oluşturan Sünni nüfusu buradan peşlerine takabileceklerini düşünüyorlardı.
Halkın kitlesel eylemi bakımından “zamansız” ve halk hareketi üzerinde yükselmeyen, ama küçük grupların eylemi olarak dışarıdan dayatılan silahlı eylemlerin de itici, daraltıcı etkisiyle muhalefet buradan bölünüyor; emperyalistlerle uzlaşma ve işbirliği eğilimi gösteren dinci gericilikle ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan muhalefetin asıl kitlesi birbirinden kopma belirtisi gösteriyordu. Muhalefetin bölünmesinin bir belirtisi silahlı ve barışçıl eylemlerin benimsenip uygulanmasıysa, bir diğer belirtisi de muhalefete –şüphesiz Sünni nitelikli– siyasal İslami özelliği dayatan gerici ve gericiliğe eğilimli unsurların dar mezhepçiliğiyle ekmek ve özgürlük peşinde koşan sömürülen ezilen kitlenin amaç ve tutumlarındaki kapsayıcı genişliğin çelişik karakteriydi. Buradan sadece muhalefet bölünmekle kalmadı, ama Esad karşıtları arasından dayanaklar edinen emperyalistlerin “yeniden yapılandırmacı” müdahale ve kışkırtmalarıyla halkın kendi nesnel çıkarları temelindeki gerçek muhalefeti de ayrıştı.
Hemen herkes muhalifti ve kitlesel gösteriler on ve yüz binleri kapsıyor, rejimin yetkilileri de bunu kabul ediyordu.6 Rejim yandaşlarına varıncaya kadar hemen herkes düzenin yaşanılır bir düzen olmadığı, işlerin iyi gitmediği ve böyle gitmeyeceği, mutlaka değişiklik ve reform gerektiği konusunda fikir birliği halindeydi. Örgütsüzlük ve bilinç geriliği durumunda bile, en kötü ihtimalle, “Esad iyi, ama çevresi kötü” diye düşünülüyor ve düzenin elitleri bir yana bırakılırsa, “köhnemiş devlet örgütü”nün reformdan geçirilerek yenilenmesi üzerinde tam bir mutabakat sağlanmış görünüyordu. Yanı sıra ise, bu geniş muhalefetten hemen bütünüyle yalıtık olarak küçük gruplar tarafından silahlı eylemler sürdürülüyor ve bu gruplar emperyalistler tarafından beslenip destekleniyordu.
Muhalefet, geniş kitleleri bakımından, en azından şimdilik “Esad iyi, çevresi kötü” yönelimiyle düzenin reformdan geçirilmesini hedeflemekle yetinir durumda ve yabancı bir müdahaleye karşıt platformda bulunurken, dar silahlı gruplarsa, özellikle Amerikan Dışişleri Bakanı ve ardından Başkan’ının “Esad’la olmaz” açıklamasının ardından, Esad’ı doğrudan ve tartışmasız biçimde hedef alarak siyasal İslamcı gericiliğin lehine rejimin çökertilmesini amaçlıyor, bunun için dışarıda da müttefikler arayıp buluyordu.
Emperyalist müdahale ve kışkırtmalar, bu nedenle, kitlesel muhalefeti, kendisini, iyileştirilmesiyle sınırlamaya yönelterek düzenle uzlaşma aramaya geriletici bir etki yaparken, iç ve dış gericiliği daha çok Sünni kesim içinde dayanaklar edinmeye, bunun için de mezhep çelişme ve çatışmalarını kaşımaya götürüyor, muhalefeti bölüp Sünni olmayanları az-çok hayırhah davranmaya zorlayarak tersten Esad’ı güçlendiriyordu.
Suriye’ye gelinceye kadar ayaklanmaların patladığı bütün diğer Arap ülkelerinde iktidarların ardındaki asıl güç olan ve iktidarda kendi adamları bulunan Batı emperyalistler, “Bahar” bu ülkeye sirayet ettiğinde, öteden beri “başına çorap örerek” değiştirmek için çok sayıda girişimde bulundukları, kendisine uzak duran Suriye’nin BAAS rejimini devirmek için harekete geçtiler. Beşir babasının yerine geçerken iktidar savaşından yenik çıkarak sürgüne giden Rıfat Esad’ı yoklamışlar, ardından yine Suriye’den kaçan rejimin eski ikinci adamı Abdülhalim Haddam’ı destekleyerek, öteden beri BAAS rejimini yıpratıp değiştirmeye uğraşmışlar, olmamıştı. Sırası gelmişti. Üstelik Suriye’de bir rejim değişikliği için uzun zamandır hazırlıklıydılar. Vakit kaybetmeden işe koyuldular. İhvan’la Tunus ve Mısır’dan başlayarak yenileyip geliştirdikleri ilişkiler fazlasıyla işlerine yarayacaktı. Düğmeye bastılar. Suriye’ye gelinceye kadar, öteden beri destekçisi olarak müdahale ettikleri otokratik rejimlerin devrilmesinin ardından toplum mühendisliğine girişmek üzere müdahalelerine devam eden ya da Yemen’le Bahreyn’de olduğu gibi otokratik rejimlerin devrilmesini önlemek üzere müdahalelerini sürdüren Batılı emperyalistler, Suriye’de, ciddi boyutlar kazanmakla birlikte, halk muhalefeti henüz rejimi devirme yönünde fazla bir mesafe kat etmemişken, yandaş bir iktidar öngörerek, kendilerini –içinde etkili olup peşlerine takmayı amaçladıkları– Suriye muhalefetinin destekçisi gibi gösterip rejimin devrilmesini örgütlemeyi üstlenerek müdahale ettiler.
Az gerekçeleri yoktu.
Her şeyden önce Suriye, bölgenin “çıbanbaşı” durumundaki İran’la bir blok oluşturmuş, “stratejik ittifak”ını açıklamış, yakın duruyordu. Geçmişten beri ABD ile problemliydi; uzun yıllar Sovyetler Birliği’ne doğu Akdeniz’de dayanaklık etmiş, Sovyet filolarına liman kolaylıkları sağlamış, Amerikan emperyalizmiyle çatışmasında, Sovyet sosyal emperyalizmine stratejik ortak olarak hizmet sunmuş, ekonomisini de Batı kapitalizmine bağlamadan ve ona entegre olmadan, SB ile ilişkileri çerçevesinde ayakta tutmuştu. Bu ilişkiler içinde ve bizatihi kendi başına Filistin sorunu, Suriye açısından hep önemli olmuş; Suriye, direnişlerinde Filistinlilere üs imkanları sağlamış, elinden gelen desteği de fazlasıyla sunmuştu.7 Boyun eğmeye zorlanmak ya da stratejik yapısı ve sahip olduğu su kaynakları dolayısıyla düpedüz el konulmak üzere kendi topraklarının bir bölümü –Golan Tepeleri– İsrail işgalindedir ve hâlâ barış yapmadığı İsrail’i tanımamaktadır. Üstelik Suriye, hem Batılı emperyalistler ve hem de İsrail Siyonizmi bakımından, Lübnan ve uzun yıllar süren Lübnan’daki varlığı nedeniyle de “oyun bozan” durumundadır. Emperyalist-Siyonist planların bir türlü başarı kazanamamasının; Pax-Americana bir Ortadoğu barışı, aynı içerikli bir Filistin-İsrail barışı yapılamaması ve Lübnan’ın Batı dünyasındaki eski yerini alamamasının.. sorumluları arasında Suriye önde gelenlerden sayılmaktadır. Üstelik, uzaktan uzağa Rus ve Çin’le flört de etmektedir. Dolayısıyla hiç olmadık konuları bile gerekçe yaratmak üzere kaşıyıp müdahale nedeni oluşturmak, bu amaçla ülkede karışıklıklar çıkarmak, sabotajlar düzenlemek için sürekli bir çaba içinde olan emperyalistlerle yanı sıra yürüyen Siyonist İsrail, bu son oluşan müdahaleye son derece elverişli ortamı hiç kaçırmadılar.
Suriye, bu nedenle halkın ayağa kalkışı ve yaygın muhalefeti koşullarında “içeriden” muhalifler arasından kendisiyle işbirliğine hazır Esad karşıtları derleyen Batılı emperyalistlerin kışkırtma ve müdahaleleriyle “renklendi”; bir süredir halkın yaygın muhalefetiyle emperyalistlerin “toplum mühendisliği” hesapları yan yana yürüyor.

NÜFUS YAPISI
Bu iki yanlı mücadelenin sürdüğü Suriye’nin demografik yapısına kasıca değinmekte fayda var. Ülkenin etnik ve dinsel/mezhepsel yapısı üzerinde şu nedenle durmak gerekli ki, hem Suriye’nin –Esad’ın orduda da etkili olan azınlık durumundaki Nusayrilerden olduğu– parçalı yapısına dışarıdan bakıldığında rejime karşı muhalefetin dinsel/mezhebî bir muhalefet olarak şekillendiği yanılsaması doğabiliyor, hem de Suriye üzerine yayınlara bakılırsa bunun doğru olduğuna inanmamak için sebep kalmıyor. Hele Türkiye’den bakıldığında, Hatay, Mersin, Tarsus’ta önemli bir nüfus olarak yerleşik bulunan Arap Alevileri olan Nusayrilerin hiç değilse belirli bir bölümü, Esad’la “akrabalıklar”ının hatırına olmalı, bir zamanlar Türkiye’de dillere yapışmış olana benzer biçimde, genellikle Suriye’deki muhalefeti “şeriat isteyen yobazlar” ve Esad’ın bastırma faaliyetini “yobazlığa karşı mücadele” olarak algılama ve böyle yansıtma tutumundalar. Ki Esad rejimi de olan biteni böyle yansıtma eğiliminde. Ve ikinci olarak, Suriye muhalefeti içine doluşan ve özellikle başta Türkiye olmak üzere yurtdışında toplantılar örgütleyen muhalefetin siyasal İslamcı gerici kanadı, Sünni İslamcı vurgularıyla, rejime yönelik “kafir” edebiyatıyla, Suriye’de olup biteni, bilinç altlarına yine dinsel/mezhepsel çatışma olarak kazıma çabasındadır.
Gerçekse şöyledir:
Suriye, 22-23 milyon nüfuslu ve 1961’den bu yana BAAS’ın iktidarda olduğu bir ülke. BAAS rejiminde ancak bu partiyle cephe oluşturmuş partilere yaşam hakkı tanınmakta, bu kapsamda örneğin birbirleriyle çekişme halindeki iki “komünist parti” birer bakanla hükümete “ortak” bulunmakta ve ülke 7 partinin ortak olduğu “İlerici Ulusal Cephe” tarafından yönetilmektedir. Gerçekte BAAS iktidarı bir tek parti diktatörlüğüdür ve bu partinin de başı olan devlet başkanı Esad, başbakanı, bakanları, silahlı kuvvetler komutanını, –Suriye MİT’i olan JİTEM benzeri, kötü ünlü– gizli servis Muhaberat başkanını atama, Meclis’i feshetme gibi yetkilere sahiptir.
Nüfusun %85’i İslam, %12’siyse Hıristiyan’dır. Büyük çoğunluğunu Lübnan’ın kuzeyiyle Ürdün’ün sınır bölgelerinde de yaşayan Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Maruniler’in oluşturduğu Hıristiyanların geri kalanını ise Ermeniler’le Nasturiler (Asurlular) oluşturuyor. Nüfusun %3’ü de Dürzi, Ezidi ve Yahudi. Aleviler nüfusun %15’ini (bunun %12’si kadarı Nusayri), Sünniler ise %65 kadarını oluşturmaktadır.
Etnik olarak ise, nüfusun %73’ü İslam, %15’i Hıristiyan kökenden olmak üzere büyük çoğunluğu Arap, %9-10’u Kürt, %3’ü de Yahudi ve Dürzi. Küçümsenmeyecek bir Filistinli nüfusun yanında, Suriye’de büyük kentlere dağılmış halde Çerkes, Asuri, Ermeni nüfus da bulunuyor. İsrail işgalindeki Golan’daysa 200.000 Arap yaşıyor.
Özetle Suriye, hem etnik hem de inanç bakımından oldukça parçalı bir yapıya sahip. Ama bu durumu, Mart’tan bu yana Suriye’de olan bitenin bir mezhep çatışması olması ya da böyle gösterilmesi bakımından yeterli değil.

SÜNNİLER VE İHVAN
Osmanlı döneminden beri Suriye’de siyasi, ekonomik ve kültürel ayrıcalıklara sahip olan Sünni Araplar, günümüzde Lazkiye ve El-Süveyde dışında her yerde çoğunluğu oluşturmakta ve genellikle ticaretle uğraşmaktadırlar. Nüfusun %70-75’ini sağlayarak asıl yerleştikleri bölgelerse, Hama, Humus, Halep, kuşkusuz her mezhep ve etnisiteden yığınların yerleşik olduğu Şam ve güneyde Derra’dır. Ancak çoğunluğu teşkil etmelerine karşın kırk yıldan fazladır ayrıcalıklarını koruyamamış, egemenliklerini kaybetmişlerdir. Bu durum, Mısır çıkışlı İhvan’a Suriye’de, kuşkusuz Sünniler arasında kolaylıkla örgütlenme olanağı sağlamış, ancak bu örgütlenme Sünnilerin çoğunluğu oluşturmalarından dolayı fazlasıyla tehlikeli bulunarak, İhvan BAAS rejimi tarafından siyasetten dışlanmış, ancak Sünnilerin, İhvan saflarında örgütlenerek verdikleri tepki gecikmemiştir.
1970’lerin sonlarından itibaren altyapı tesislerinin yanında askeri tesis ve yetkilileri, Alevilerin yanı sıra onlarla birlikte “kafir” saydıkları Hıristiyanları da hedef alarak BAAS rejimine karşı küçük silahlı gruplarla vur-kaç saldırılarına giriştiler. İhvan özellikle ’76’da Suriye’nin Lübnan’da iç savaş batağına saplanmasının zorluklarından yararlanmaya çalıştı. Hükümetin tepkisi, toplu tutuklama ve infazlarla sert oldu. İhvan Haziran ’79’da Halep’teki topçu okulunda 83 askeri öğrenciyi öldürürken, 1980’de Şam’da yüzlerce kişinin öldüğü üç bombalı saldırıyla saldırılarını tırmandırdı. Şubat 1982’de Hama’da yerel bir ayaklanma patladı, BAAS militanı ve rejim yandaşı çok sayıda kişi öldürüldü. Hama “kurtarılmış şehir” ilan edildi ve genel ayaklanma çağrısı yapıldı. Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat’ın komutasında Hama’ya saldırıya geçen askeri birlikler tam bir katliam yaptılar, zehirli gazın da kullanıldığı bu saldırıda 20-30 bin kişi öldürüldü.
’82 Hama ayaklanması ve katliamı BAAS’la İhvan ve ötesinde mezhep ayrılılıklarını şiddetlendirip ayrımcılığı besleyerek, Suriye Alevileriyle Sünniler arasında derin bir güvensizlik uçurumu oluşmasına götürdü; yeniden birleştirilmesi neredeyse olanaksız biçimde “vazonun kırılması”na neden oldu ve Suriye toplumsal siyasal yaşamı artık mezhep ayrılıkları ve çatışmalarının gölgesinden kurtulamadı. İhvan üyeliği bundan böyle idam demek oldu ve bu örgüt Suriye içinde yasallığın kırıntısından bile yararlanamaz kılındı, yöneticileri sık sık yer değiştirerek ancak sürgünde yaşayabildiler.
Zihinlerde böyle bir tarihsel arka planla Esad ve ordudaki ağırlıkları nedeniyle rejim Nusayri varsayılırken Sünni nüfusun çoğunluğu oluşturması ve Derra’dan başlayan ayaklanmanın en çok Hama, Humus gibi üçü de hemen tümüyle Sünni nüfusa sahip bölgelerde güç kazanması ve ağırlığını hissettirmesinin yanında, silahlı eylemlerin de yine bu bölgelerde yoğunlaşması, halk hareketi olarak tanık olunan muhalefetle Sünnilik arasında bir paralellik, hatta özdeşlik kurulmasına zemin oluşturdu. Daha da ileri gidilip bir adım daha atılarak, siyasal İslamcı bir akım olan şeriatçı Müslüman Kardeşler ya da Arapça adıyla İhvan-ı Müslimin’in rejim karşıtlığı ve Sünni özelliği bilindiğinden, muhalefetle İhvan arasına eşit işareti, özellikle yurt dışındaki muhalif toplantıların katılımcılarının liberalizmin eşliğindeki siyasal İslamcı ağırlıklarına bakıldığında, kolaylıkla konulabildi.
Oysa, dış bağlantılarıyla birlikte silahlanmış ve emperyalist müdahalenin unsuruna dönüşmüş kanadı bir yana bırakıldığında, muhalefet Sünnilerden ibaret olmadığı gibi, Sünniler bütünüyle muhaliflerden de oluşmamaktadır. İş ve ekmek yanında BAAS zulmünü hedef alarak özgürlük isteyen halk muhalefetinin yalnızca Sünni nüfus içine sıkışması için bir neden yoktur. Tek neden olarak ileri sürülen Esad ve yakın çevresinin ağırlıklı olarak Alevi oluşları, olan bitenin sadece mezhep çatışmasından ibaret olduğunun kanıtı olarak kullanılmakta; ancak bu “kanıt”, tekelci kapitalizm çağında sömüren ve sömürülen sınıflar gerçeğini ve neoliberal uygulamalar ve sonuçlarıyla BAAS zorbalığının, yalnızca Sünni olanlarını değil, ama hoşnutsuzluk ve öfkelerini tahrik ederek tüm sömürülen ezilen halkı hedef aldığını “gözden kaçırmaktadır”.
Muhaliflerin Sünnilerden ibaret olmayışı bir yana, tersinden, Sünnilerin muhaliflikleri iddiası da asılsızdır. Diğer etnik, din ve mezhep grupları gibi, Sünnilerin de zengin “üst” kesimleriyle yoksul “aşağı” katmanları, iktisadi, siyasal ve sosyal yaşamın çeşitli alanlarında farklı pozisyonlarda olmuşlar, ayaklanma karşısında da farklı tutumlar almışlardır. Yoksul Sünniler genellikle muhalif saflarda yer almışlardır, doğrudur, ancak ticaret başta olmak üzere ekonomide hatırı sayılır bir yer tutan büyük zenginlikler biriktirmiş Sünni burjuvaziyse egemenlerdendir ve rejimin önde gelen dayanakları arasındadır. Musul’un yanı sıra Şam da bu burjuvazinin ekonomik faaliyetin odağında olduğu yerlerdir ve Sünni burjuvazinin iktisadi ve sosyal egemenliği, siyasal alana da yayılmazlık etmemiştir. Büyük ve etkili aşiretlerin önde gelenlerinden olan gerek Dışişleri Bakanı Mülayim, gerekse başta Ekonomi Bakanı olmak üzere rejimin önemli makamlarında oturmakta olan bir dizi bakan, muhalefetin başlangıç noktası ve en yoğun mekanlarından biri olan Derra’lı Sünnilerdendir. Başka türlüsünün olanaklı olduğu da herhalde düşünülemez ve büyük bir nüfus oluşturan Sünnilerin tümüyle karşısında yer aldıkları, yalnızca küçük bir azınlık durumundaki Nusayriler içine sıkışmış bir BAAS iktidarının bunca uzun yıllar boyunca ve bunca yoğun dış baskı ve müdahaleye rağmen yalnızca süngü zoruyla hükmetmeye devam edebileceği varsayılamazdı.
Rejimin Sünnilerle ilişkisi ve onları kapsamaya ve dayanağı kılmaya yönelik yaklaşımları, sadece iktisadi ve siyasal egemenlik alanıyla sınırlı kalmamakta, ama bizatihi dinsel alana da yayılmaktadır. Fethullah Gülen’inki gibi büyük ve etkili bir tarikat/cemaatın başında bulunan, üstelik dini bir “rütbe”ye de sahip Sünni bir din adamı olan Şeyh El Bouti ve cemaati rejimin dayanakları arasındadır. İhvan’dan hiç hazzetmeyen ve tıpkı Gülen gibi bir okul-cami-şirket mekanizmasına sahip olma ayrıcalığıyla, Şeyh, cemaatten “yatırımcı”larca ihya edilen çok sayıdaki okulları ve buralarda yetiştirilip eğitilen imam/hocaları gönderdiği yine hakimiyeti altındaki camileri aracılığıyla Sünni halk içinde küçümsenemez bir güce sahiptir. Bir Arap Alevisi olan baba Esad’ın cenaze namazını da kıldıran El Bouti, üstelik, muhalefetin yükselişi döneminde Sünniler bakımından dikkate değer bir “reform”un (!) da sağlayıcısı olarak siyasal bir “başarıya” da imzasını attı ve hem kendi pozisyonunu hem de rejimin Sünniler indindeki görüntüsünü sağlamlaştırdı.8
Ancak yine de özellikle dış bağlantılı silahlı muhalefetin Sünniler içinden yükselişi ve dayanaklarını bu kesim içinde bulması, muhalefeti bölüp güçten düşürmenin ötesinde, tarihsel bir zemine de oturan mezhep ayrımları ve ayrımcılığının etkisiyle, zihinlerde olmasa bile bilinçaltlarında muhalefetin Sünniler, hatta doğrudan İhvan üzerine yapıştırılması eğiliminin gelişmesine yol açtı; Nusayri ve Maruni yoksulları, Dürziler, Ermeniler vb. bu nedenle muhalefetten kopup karşısına geçmediler, ancak muhalefeti ürkütüp bölüp parçalamak üzere sürekli olarak İhvan’ı işaret ederek tehlikesini vurguladığı mezhep ayrılık ve çatışmalarıyla özellikle başarısı halinde şeriatçı bir “Sünni rejimi” altında yaşamaktan çekinerek ayak sürümeye ve “rejimin reformdan geçirilip iyileştirilmesi”yle yetinmeyi benimsemeye gerilediler.
İhvan’a gelince, bir akım olarak, gerek yurt dışında düzenlenen muhalif toplantılarda gerekse yurt içinde, özellikle doğal dinsel örgütlenmeler olan Sünni cemaat ve tarikatlar üzerinde şüphesiz ki etki sahibidir. Ve bu etkiye temellik eden inanç ve imana dayalı “fikri” bağlar kadar doğal örgüt ilişkileri de, Sünni nüfus içinde bu akımın ciddi ve yaygın bir örgütlenme potansiyeli bulunduğunu ve uygun koşullara sahip olduğunda, İhvan’ın oldukça kısa süre içinde küçümsenemeyecek güçte bir örgüt haline gelebileceğine işaret etmektedir. Üstelik Mısır ve Tunus’taki “kardeşleri” ile kurdukları yakınlığın ardından Batılı emperyalistlerin şimdiden açık desteğine de sahiptir. Örgütlenmesine temel teşkil edecek kesimlerin de ayağa kalktıkları, ötesinde belirli unsurlarının dış destekten de yararlanarak silaha sarıldıkları, muhalefet ve müdahalenin yan yana varolduğu güncel koşullarda, İhvan’ın örgütlenmeye giriştiği ve bu alanda belirli adımlar attığından kuşku duymamak gerektir. Ancak bütün bunlara karşın, İhvan, henüz örgütlenmesinin önündeki ölümcül engellerin kalkmadığı, dolayısıyla güçsüz örgüt ilişkileri muhalefet üzerindeki “fikri” gücü ile kıyas kabul etmez bir akım durumundadır. İhvan, bugünkü Suriye muhalefeti içinde içeride henüz örgüt olarak önemli ve belirleyici bir yer tutmamaktadır; yarın öyle olabilecek olsa bile, bugün için –çoğu silahlandırılmış– dağınık militan ve sempatizanlarla otonom gruplardan ibarettir ve ülke içinde merkezi yapıya sahip etkili bir İhvancı muhalefetten söz etme olanağı yoktur. Ancak bu haliyle bile Esad rejimini tedirgin etmektedir ve üstelik halkın, özellikle doğal bağlara sahip oldukları Sünni yığınların hoşnutsuzluk ve düzene karşı muhalefetlerinden güç alıp beslenerek güçlendiği ve Suriye’nin içinde bulunduğu kaotik ortamda örgütlenmesini geliştirmenin tüm şartlarına sahip olduğu ortadadır.

NUSAYRİLER
Türkiye’de Tarsus, Mersin, Hatay’da ciddi bir nüfus yoğunluğuna sahip olan Nusayriler, Suriye’de, aynı yayın devamı üzerindeki Lazkiye merkezli olarak yerleşikler. Her etnik ve dinsel unsurun yaşadığı Şam’da da ciddi bir Nusayri nüfus bulunuyor. Bir azınlık durumundaki Nusayriler BAAS iktidarı öncesi ezilen bir kitle halinde, yoksul bir kesim olarak, daha çok kentlerin dışında yaşamaktaydı ve tahmin edileceği gibi Sünni çoğunluğun baskısı altındaydı. BAAS iktidarı onlar için bir “şans” anlamına geldi.
BAAS, başlangıçta Hıristiyan Mişel Eflak tarafından kurulmasına ve etnik ve dinsel ayrımlar üzerine oturmamasına karşın, bir Nusayri olan ve 1970’de iktidarı ele geçirerek onu “yakınları” ile tahkim etmeye yönelen baba Esad’la birlikte giderek, Nusayriler devlet ve ordu kadrolarında etkin bir şekilde yer alarak öne çıktılar, ileri gelenleri sınıf atladı ve kentlerde yaşamaya başladılar.
BAAS rejimi bir Nusayri rejimi olmadı, ancak giderek Nusayri ağırlığı arttı, bu ağırlık, ordu içinde ve siyasette olduğu kadar ekonomide de hissedilir hale geldi. Bunda şaşılacak şey yoktu: Benzeri otokrasilerde daima görüldüğü üzere, siyasi ve iktisadi egemenliği elinde tutan kodamanların, hükümet şefleri ve büyük zenginlerin iç içe geçmesiyle şekillenen oligarşide, Esad, (kardeş Mahir ve her taşın altından çıkan ultra zengin kuzen Mahluf örneği) ailesi ve etrafları dikkate alındığında, Suriye’de ekonomide de bir Nusayri ağırlığından kaçınılamayacağı ortadaydı. Ancak Nusayrilerin bu ağırlığı, örneğin Sünnilerle Marunileri yok sayacak bir noktaya ilerlemek bir yana, “eşitler arasında birincillik” içeriğiyle, oligarşi içinde bir ağırlık olarak kaldı ve özellikle bu iki kesimin gücüyle dengelenerek varoldu.

MARUNİLER VE REJİMLE İLİŞKİLER

Siyaset ve iktisatta Nusayri ağırlığının, tüm diğer kesimlerin dışlanması anlama gelmediği söylenmişti. Böyle olduğunda iktidarın sosyal temeli ve dayanaklarının olağanüstü daralacağı, dayanıksızlaşacağı ve kısa sürede yıkılma riskiyle yüz yüze olacağı tahmin edilmez değildi ve BAAS, Nusayri ağırlığı kazanmasına karşın, “kuruluş felsefesi”ndeki türden “tüm kesimlerin partisi” olduğunu ileri sürerek, her toplumsal kesime eşit davrandığı propagandası yürüttü, bunun gereği olarak onlar içinde de dayanaklar edinme yolunu tuttu. Türkiye’de Kürtlerin PKK’li sayılması türünden BAAS rejimi de tüm Sünnileri hiç değilse potansiyel İhvan’cı saysa bile, yine de Sünniler ve özellikle daha modern bir kesim olan Maruni Hıristiyanları kazanmanın yollarını aradı. Buldu da.
Bu kapsamdan olmak üzere, örneğin baba Esad, ’80’lerde yaptığı konuşmaların neredeyse tamamına ‘Allahu Ekber’le başladı, hatta bu konuşmalarında –12 Eylül’ün şefi K. Evren’in nutuklarını hatırlatacak biçimde– Kuran’dan ayetlere yer verdi. Esad sıklıkla Müslüman olduğunu vurguladı, çünkü burjuvazisinin Esad’la birleşmiş olmasına karşın, Sünni çoğunluk Alevilerin İslam olmadığından emindi ve bu nedenle BAAS rejimini sorgulamaktaydı. Bu nedenle, oğul Esad’ın Esma Esad gibi Sünni bir eş seçmesi, herhalde “aşk”a değil, ama iktidarının meşruluğunu gözetmesine ve –mezhep ayrılıklarını göz önüne alarak– dinsel dayanakları bakımdan iktidarını sağlamlaştırma çabasına bağlanmalıdır.
Bu çaba, Maruniler şahsında daha da önemle yürütüldü. Kuzey Lübnan ve Ürdün’de yaşayanlarla da sıkı bağları bulunan ve başlıca Şam’da yerleşik bir kentsel nüfus olan, kapitalizme ve dolayısıyla Batı’ya en yakın ve oldukça zengin bir toplumsal kesim durumundaki Maruniler, bu politikaya kolay uyum sağladı ve iktidarla aralarını iyi tuttular. Zaten iktisaden egemenler arasında bulunan ve yeterince zangin olan Maruni burjuvazi sadece iktisaden daha da zenginleşmekle kalmadı, ama Sünni elitler gibi hükümete bakan da verdi. Öyle ki, BAAS rejimi, Nusayri ağırlıklı olmakla birlikte yalnızca Nusayri seçkinlerinin rejimi olmadı.
Kürtler bir yana bırakılırsa, geri kalan Dürzi, Filistinli, Çerkes, Ermeni, Yahudi vb. azınlık ulusal topluluklar bakımından da geçerli olan BAAS’ın bu kendisini dayatan “kapsayıcı” çabası genellikle olumlu yanıt buldu ve olumluluk, “Arap Baharı” Suriye’ye ulaşıp tüm toplumsal kesimler en başta demokratik özlem ve talepleriyle sokağa çıktıklarında işlevsel oldu.
Yoksulları ayağa kalkmasına kalkmışlar, aydınları da muhalif saflarda yerlerini almışlardı; ancak ötesinde mezhep ayrılıklarının etkisi altında, silahlı eylemlere girişmiş “Sünnilerin intikamı”yla da ürkütülen Nusayriler, Nusayri olarak, bir de rejim az-çok iyileşecek olsa, kendilerini BAAS iktidarı altında emniyette hissedeceklerdi ve tabii ki yanılsama, ama iktidarı “kendi” iktidarları olarak görme eğilimindeydiler. Maruniler ve yanı sıra Sünniler dışındaki tüm geri kalanlar, BAAS iktidarıyla kurdukları ilişkiyi, olası bir iktidarlarında ne yapacakları belli olmayan ya da “kafirlik”in cezalandırılması yanlısı oldukları bilinen İhvan’ın siyasal İslamcı iktidarına tercih edip, belirli reformlardan geçirilme durumunda, en azından hayırhah bir tutum alarak, “rejimi devirme”yi, sokağa dökülen halkı arkalamayı hesap ederek, sadece sırt sıvazlamakla kalmayan, ama para ve silah yardımı da sağlayan en başta Amerikan ve Fransız emperyalistlerinin desteğiyle silahlı mücadeleye girişen dinci Sünni kesimlere bırakıp, Nusayriler de aralarında olmak üzere, kendilerini –başlangıçtaki tutumlarından– geri çektiler. Öyle ki, kitlesel olarak ayağa kalkan halk ve halk muhalefetinden geriye, rejimle belirli bir “rezonans”a girerek, kendisini, zorbalığın da üzerlerine yıkıldığı, Esad’ın “yolsuzluklara batmış köhnemiş çevresi”nin değiştirilmesi ve belirli reformlarla düzenin sürdürülmesini kabullenme noktasına geriye çekerek yatışma belirtileri gösteren çoğunluk eğilimiyle, özellikle ülke içinde mezhep çatışması yürütme görüntüsüne sıkışmış, bölgede, ileri bir adım atıp, müttefiklerinden yoksun bırakıp yalıtacağı İran’ı da gerileterek, egemenlik peşinde olan emperyalistlerin desteğindeki İhvan’ın ideolojik etkisi altındaki belirli Sünni kesimlerle sınırlanan küçük grupların karakollara ve Cisr Şuğr’da 120 güvenlik görevlisinin öldürülmesinde olduğu gibi rejimin silahlı birliklerine saldırdıkları silahlı faaliyetlerinin kaldığı söylenebilir.

KÜRTLER
Arapların ardından ciddi alınması gerekli en geniş ulusal topluluğu oluşturan Kürtler başlıca Şam’ın iki büyük mahallesi (Ekdor ve Duman) ile Hama, Kamışlı ve Halep’te toplanmış durumdadır. Alevi Kürtler çok azdır. Ezidi ve Keldaniler bir yana Kürtlerin ana kitlesini oluşturan Sünni Kürtlerse, Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda yerleşik halde, aşiret örgütlenmesine dayalı toplumsal yapılarıyla kendi ulusallıklarına sahiplenerek yaşamaktadırlar; ulusallıklarının dışında, örneğin Suriye Müslüman Kardeşler örgütlenmesi içinde hiç yer almamışlar, İhvan’ı tarihte hiçbir zaman desteklememişlerdir.
Kürtlerin en ciddi sorunları kimlik sorunudur. Ana kitleyi oluşturan Suriye’de öteden beri mukim Kürtler vatandaş sayılsalar da, 1962’de yayınlanmış bir kararnameyle, 1945’ten beri bu ülkede yaşadıklarını kanıtlayamayanlara vatandaşlık hakkı tanınmamıştır. 250 bini aşan bir kitle durumundaki bu kategoriden Kürtlere özel bir “kırmızı kimlik” verilmekte ve kendilerine Maktoumeen (kayıt edilmemişler) denmektedir. Hiçbir hakları yoktur. Yakın zamanlarda dışarıdan, örneğin Türkiye gibi ülkelerden gidenlerin ise “kırmızı kimlikleri” bile yoktur. Var sayılmamaktadırlar. Bu iki grubun da, seçme-seçilme, kamu görevlisi olma, pasaport taşıma, toprak satın alma, sağlık hizmetleri vb. vatandaşlık haklarından yararlanma ve belirli okullara kaydolma hakları yoktur.
Suriye’de, en güçlü Kürt partisi olan PYD’ye (Demokratik Birlik Partisi) üyelik iddiasıyla 2000 Kürt siyasi tutuklu bulunmaktadır.
Kürt halkının başlıca talepleri, 1) Anadilde eğitim, 2) Özerklik, 3) Kimlik sorununun çözümü ve 4) Af’tır.
Tunus ve Mısır’ın ardından Suriye de hareketlendiğinde, bu hareketlenmeden başlangıçta tüm rejim dışına itilmiş muhalif güçler gibi Kürtler de etkilendiler. Önce, görmüş geçirmişlikle9 gözleyerek beklediler ve ardından onlar da sokağa döküldüler. Esad’ın “reform” vaadi, bu kapsamda af ve kimlik sorununun çözümü gündeme geldikten ve 20-30 PYD’li yönetici serbest bırakılıp geri kalanların da bırakılacakları açıklandıktan sonra, Kürtlerin beklentileri arttı ve koşut olarak hareketsizleşip, yeniden, ama bu kez bir pazarlık süreci çerçevesinde beklemeye geçtiler. Bunda, silahlı eylemlerin ortaya çıkmasının dış müdahalelerin varlığının işareti olmasının yanında halktan kopukluğunun Kürtler bakımından da oluşturduğu tehdit ve tehlikelerin Kürtler tarafından algılanmasıyla birlikte İhvan yönelimli muhalefetin en az Esad rejimi kadar Arap milliyetçiliğiyle malul olması etkili oldu. Kürtler; Arap milliyetçisi tutumu nedeniyle İhvan’a geçmişten bugüne hiç yakın hissetmedikleri gibi, aynı tutum bugün de devam etmiş ve özellikle yurtdışında İhvan ağırlıklı düzenlenen muhalif toplantılarda Kürtlerin temsiline yer verilmeyerek, “eklenti” babından İhvan’ın platformunda durmayı kabullenen ve temsil yeteneği bulunmayan birkaç kişinin çağrılmasıyla yetinilip Kürtler dışlanmışlardı. Sonuçta, hem rejime hem de siyasal İslam ağırlıklı muhalefete karşı “gardını alarak” mesafeli duran Kürt halkı, halkın kendiliğinden muhalefetinin ötesinde, içinde yer alabileceği “üçüncü bir cephe” olarak örgütlenmesine girişilmiş yeterince güçlü bir hareketin bulunmadığı koşullarda, geçmiş deneylerinin dersleriyle kendi başına muhalefet yürütmek üzere öne çıkmaya da eğilim göstermeyerek –belki aktif denebilecek türden bir– beklemeyi seçmiştir.
Zamanında Suriye’nin iyi ilişkilere sahip olduğu PKK’ye üs sağlamış olmasıyla bu iyi ilişkilerin, şimdi iki tarafın da Amerikan müdahalesine karşı olmalarıyla birlikte, Suriye ile Kürt nüfus arasında, tabii ki Kürtlerin taleplerinin az-çok karşılanmasıyla gelişebilecek bir yakınlığın kolaylaştırıcı etkeni olabileceğini düşünmek yanlış olmayacaktır ki, PKK Suriye’yi Batı Kürtlerinin taleplerini karşılamaya çağırmaktadır. Öte yandan muhalefetin yenilenmesi, örneğin Kürtleri kapsamayı da amaçlayarak muhalefeti birleştirecek yeni bir Koordinasyon Komitesi’nin kurulması türünden eğilimlerinin ortaya çıkmasıyla Arap milliyetçisi tutumda bir gerileme ve Kürtlere el uzatılması ihtimalinin belirdiği de söylenmelidir. Kuşkusuz nüfusun yüzde onu gibi büyük bir oranını oluşturan Kürtlerin kazanılması her iki taraf için de önemli sayılmakta, fazla taviz verilmeden de olsa, Kürtler Esad tarafından rejimini sağlamlaştırmak üzere kendi yanına, muhalefet tarafından da rejimi güçsüzleştirmek için karşı tarafa çekilmeye uğraşılmaktadır, ancak şimdilik bu iki çaba da sonuç vermemiştir.

DIŞ MÜDAHALELER
Amerikalılar, peşlerine sair Batılı emperyalistleri de takarak, öteden beri Suriye’ye müdahale uğraşındalar. Suriye’yi çoktan beri “haydut devlet”lerden biri ilan etmişlerdi. Suriye’yi çökertmek, olmazsa İran’la bağlantısını keserek diz çöktürmek Ortadoğu’ya ilişkin stratejik amaçları arasındaydı.
Irak’a yönelik ikinci Amerikan müdahalesi ve Irak’ın işgalinin ilk dönemlerinde, savaşın Suriye’ye yayılmasının kıyısından dönüldü. Amerikan birlikleri, Suriyelilerin Irak’a yardım ettikleri bahanesiyle Irak-Suriye sınırında Suriye birliklerine saldırdılar, ancak, savaşın büyüyüp yayılmasını göze alamayıp saldırılarını durdurdular.
Ardından, Refik Hariri suikastı üzerinden ABD, Suriye’ye çok yüklendi ve en son BM’den yargılamalara ilişkin bir karar çıkardı. Hariri’yi Hizbullah öldürmüştü, destekçisi ve asıl organizatörü ise Suriyeli ajanlardı; iddia buydu, Suriye köşeye sıkıştırılmaya ve yalnızlaştırılıp yalıtılmaya çalışıldı.
Libya’ya silahlı NATO müdahalesi ise, Suriye’nin de topun ağzına konduğu anlamına geliyor ve tüm Arap halklarına olduğu gibi, Suriye halkına da, bu arada tabii ki BAAS rejimine de gözdağı verilmiş oluyordu.
Bununla kalmadı, Amerikan Elçisi’nin, beraberinde Fransız Elçisi olduğu halde, Hama’ya düzenlediği birkaç günlük “gezi” son derece pratik bir siyasal müdahaleydi. “Gözlem ve göstericilere destek sunma” amaçlı olduğu açıklanan gezi, şüphesiz Hama’yı 40 gün ellerinde tutmuş silahlı gruplara işbirliğinin ciddiyetini göstermeyi ve henüz ezilmekten uzak olan bu grupları cesaretlendirmeyi hedefliyordu.
Suriye’ye yönelik Amerikan müdahale ve dayatmaları zaman içinde dalgalandı, esnek taktikler çerçevesinde uygulandı.
Türkiye’yi Suriye’ye “örnek” gösterme10 ve “Suriye’de istikrar lazım, ama doğru çeşit bir istikrar lazım. Hem Suriye hem de Türkiye için en iyi sonuç olmalı” diyen Amerikan Dışişleri Bakanı H. Clinton’un ağzından Türkiye ile Suriye’nin “kader ortaklığı”na gönderme yaparak,11 Türkiye’yi, Irak’ın ardından Suriye’deki Kürtlerin de olası özerkliği ile terbiye edip kazanma taktiği, ABD müdahilliğinin belli başlı iki yönelimi durumunda olmuş; ABD, başlıca bu çift taraflı “havuç ve sopa” politikasını yürütmeyi sürdürmüştür. Bu çerçeve dahilinde esnemelerse hep olmuştur.
Önce, “haydut devletler”den olan Suriye hedef tahtasına oturtulmuş, ardından, sözde ABD’den farklı politika izleyen ve onunla “anlaşmazlık” halinde görünen Türkiye aracılığıyla ehlileştirilip liberalleştirilmesine çalışılmıştı. Ayaklanma patlayınca, yine “fırsat bu fırsattır” denip gaza basıldı. Sonra, İngiliz The Guardian’ın haberiyle12 ABD’nin yeni bir “bilgi sızdırması”na tanık olundu: ABD, Suriye’de değişim için yeni bir “yol haritası” hazırlamıştı ve öngörülen, “rejim değişsin, ama Esad gitmesin” formülüydü. Erdoğan’la teşriki mesaisi boyunca yumuşatıldığı düşünülen Esad’ın yeterince yumuşayıp yumuşamadığı sınanacaktı, bu nedenle ona “sivil demokrasiye güvenli ve barışçıl geçişe önderlik etme” görevi veriliyordu. Şartlarsa şunlardı: 1) Barışçıl gösterilere izin verilecekti, 2) Basın özgürlüğü genişletilecekti, 3) Bir “geçiş konseyi” kurulacaktı, 4) “Hayaletler” denen, gösterilere saldıran milis güçleri dağıtılacaktı, 5) Gösterilerde ölenler için resmi özür dilenecek ve ailelerine tazminat ödenecekti, 6) BAAS yüz üyeli “geçiş parlamentosu”nda 30 üyeyle temsil edilecek, 70 kişi ise Esad’la muhalifler arasında istişare ile belirlenecekti.
Fena mıydı! Bu “yol haritası”, Esad’ın reform vaat eden ikinci konuşması ve bir “ulusal diyalog grubu” oluşturulacağını açıklamasından sonra gelmişti. Hemen kurulan “diyalog grubu” çerçevesinde Şam’da 200 muhalif aydının toplantı düzenlemesi olanağı da tanınınca Esad’la yürünebilme ihtimali önem kazanmış ve plan açıklanmıştı. Amerikalı ve Fransız Elçilerin Hama ziyareti ise hemen bunun arkasından gelmişti. Belliydi ki, emperyalistler öyle küçük değişikliklerle yetinmemeye kararlıydılar, açıktan muhalefetin gerici kanadının yanında yer aldıklarını göstererek Esad’a tutacağı yolun ne olduğunu dayatmaktaydılar.
Birkaç gün sonra, karşılık olarak, “Esad yandaşları”nın Amerikan ve Fransız Elçilikleri baskını ve ardından ABD Dışişlerinden –sonradan Obama tarafından da benzer içeriğiyle yinelenen– sert açıklama geldi. Clinton, Beşar Esad’ın “vazgeçilmez olmadığını ve ABD’ye göre meşruiyetini kaybettiğini” söyledi. Ve hiç sektirmeden Türkiye, Erdoğan’ın ağzından, Esad’a yönelik olarak “halkına zulüm yapanlar abad olmazlar” açıklamasını yaptı. Amerikan politikasına uygun biçimde ve onun oynadığı “atlar”dan birine binerek “yumuşak güç” aracılığıyla Suriye’yi Batı’ya davet eden Türkiye gitmiş, yerine, artık bu yoldan yürünebilir olmadığını gören ABD’nin dayatmaları karşısında gerileyerek kendisi de Batı’nın birincil atına binerek “şahinleşen” bir Türkiye gelmişti.
Müdahale, işbirlikçilerle birlikte, bir biçiminden diğerine sürmektedir. Ancak doğrudan dış müdahalede bulunmak yerine, Suriye’nin Libya türü görece “kolay lokma” olmadığını bilen emperyalistlerin, dolaylı müdahaleleri, halk muhalefetinin yükselişini fırsat bilip ülke içinde finansmanıyla silahlandırılmalarını üstlendiği yandaş güçler örgütlemeyi ve içine sızarak muhalefeti kontrol altına almayı tercih ettiği görülmektedir.

MEDYATİK MÜDAHALE

Tüm Batı medyası, Bahreyn, Yemen ve diğerlerinin tümünden söz etmeyi keserek, bir Libya, bir de Suriye’de –devrilmesine rağmen– Kaddafi’yle Esad’ın zalimlikleri ve iki halkın katledilmekte olduğu haberleriyle dolup taşmaya başladı. Libya’nın bir hal yoluna girdiği düşünülerek, giderek ağırlık özellikle Suriye haberlerine kaydı. Artık Türk gazeteleri ve TV’lerinde de Suriye’deki zulüm ve katliam haberlerinden geçilmiyor. Oysa uzun süre, hükümet kontrolündeki TRT ve AA, Suriye’de olanları genel Batı medyasından farklı işlemiş; ayaklanmadan değil, ama küçük silahlı grupların vur-kaç eylemlerinden, hatta teröre başvurduklarından söz etmişti. Sonra birkaç gün içinde onlar da değişti ve Zaman ve Akit başta olmak üzere tüm Türk medyası, aynı Suriye düşmanı çizgiye geldi: “Suriye’de mezalim”. Tüm Batı medyası birkaç gün içinde milyonların ayakta olduğunu keşfetmiş, Derra’da beş yüz bin, Hama’da milyonluk gösterilerin haberlerini aktarır olmuştu. Tam bir dezenformasyon hüküm sürmekte ve kampanyanın başını Bahreyn’de bütünüyle sessiz kalan El Cezire çekmektedir.
Kuşkusuz benzer bir dezenformasyon Suriye kaynaklı olarak da yürütülmektedir. Suriye’den gelen haberlerde en çok, yer yer 10-15 binlik gösteriler düzenlendiği kabul ediliyor, askeri harekat ve 4-5 bini bulan öldürümler görmezden geliniyor.
Suriye’de “olaylar” olduğu kesin, ama rivayet muhteliftir. Ellerinde propaganda aygıtları bulunan iki tarafın da birer amacı var ve hem batılı emperyalistlerle başta Türkiye olmak üzere işbirlikçileri, hem de Suriye rejimi amaçlarına ulaşmak için yalan ve katillik de içinde olmak üzere her türlü yöntemi kullanıyorlar.

TÜRKİYE’NİN ÜSTLENDİĞİ YIKICI MÜDAHALECİ ROL
Batı’nın yüklenmesi Türkiye’nin hızla tavır değiştirmesine neden oldu. Sadece Türk medyası tutum değiştirmekle kalmadı; ama hükümet de Amerikan tutumlarını, henüz daha açıklanmadan bir gün öncesinden Davutoğlu’nun ağzından seslendirmelerle öncelemeye yöneldi. “Kardeşim Esad” dönemi kapanmış; “ortak kabine toplantıları”yla “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” ve stratejik ortaklık söylemi hükmünü yitirmişti. Türkiye hızla düşmanca tutuma yöneldi.
I) Suriye sınırında, Hatay’da yüz bin kişilik bir mülteci kampı oluşturuldu. Kamp kurulduğunda henüz Türkiye’ye gelen Suriyeli yoktu; ama kamp bir işaret fişeği rolü oynadı. Birkaç gün içinde on bin civarında sığınmacı Türkiye’ye geçip kampa geldi. Kampın belirli amaçlara sahip bir “üs” olarak öngörüldüğü şuradan belliydi ki, erkekler ve gençler, genellikle, yanlarında getirdikleri kadın ve çocukları bırakıp “mücadele”ye geri döndüler. Ve sonradan, Suriye’nin “geri dönün” çağrısı üzerine bir hafta-on gün içinde sığınmacıların on bine yakını (sonradan artmak üzere, 3 Temmuz tarihli Hürriyet’in haberine göre, 4658’i) geri döndü; ancak kamp macerası Türkiye’nin bir yıkıcı etkinliği olarak hafızalarda yer etmek ve ileride yeniden kullanılmak üzere, kenara çekildi.
II) İlk kez Robert Fisk’in bir makalesinde sözünü ettiği, tabii ki Amerikalı emperyalistlerce sızdırılan, Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafında, ayaklanan halka destek ve BAAS zulmünden kaçanlara sığınacak “güvenli bir bölge” sağlamak üzere bir “tampon bölge” oluşturulması haberi karşısında Türk yetkilileri yalanlama yapmadıkları gibi, bilmiş bilmiş söylenerek “neden olmasın” tutumu aldılar. Bu “tampon bölge”, şüphesiz ki, Saddam’a kuzeyine geçmeyi yasaklayan ve “Çekiç güç”çe denetlenen “36. paralel”den bir çizgi çekilmesi ve Libya’ya son NATO saldırısında olduğu gibi Kaddafi karşıtlarına “güvenlikli alan” açılması türündendir ve Türkiye tarafından onaylanmıştır. Türkiye, bugün için henüz tasarım halinde olsa bile, hem “fikren”, ama hem de pratiğe aktarılacak roller üstlenerek, Libya’da olduğu gibi, müdahalecilere katılmaktadır.
III) Türkiye, kapılarını, hemen tümü İhvancı, bir kısmı da eski rejim yandaşı yeni liberal Suriyeli “muhalifler”e ardına kadar açmış, İstanbul ve Antalya’da üst üste toplantılar düzenlemelerine önayak olmuştur. “Ulusal Kurtuluş Konferansı” adıyla İstanbul Pendik’te dualarla açılan toplantıda, başkanlığı üstlenen eski İnsan Hakları Genel Sekreteri Malih, karanlık amaçlarını örtmek üzere, Erdoğan’ın Kahire’de Mısır için önerdiği türden, “demokratik, laik bir Suriye kurmak” hedefini açıklamıştır! Muhalefetin yine siyasal İslamcı bir diğer kolunun Antalya toplantısında yaptığı “dış müdahaleye kesinlikle karşı olunduğu” açıklaması gibi, bu açıklama da, sadece bir yalandır. Türkiye, Suriye muhalefetinin, Kürtleri dışlamayı dayattığı, demokratlıkla laikliğin semtine bile uğramamış siyasal İslamcı Amerikancı gerici kanadını açıktan desteklemektedir.
IV) Uzun süredir Şam’da yaşamakta olan üstelik İhvancılığından kimsenin şüphe etmediği HAMAS önderi H. Meşal’le FKÖ önderi M. Abbas Mısır “Yüksek Askeri Konseyi”nin –tabii ABD adına– inisiyatif almasıyla bu ülkede görüşüp Filistin’de iç barış üzerine anlaştılar. Türkiye, HAMAS’ın Suriye ile ilişkisinin bozulmasını amaçlayan bu görüşmenin kotarılması ve olumlu sonuçlanmasının sağlanması sürecinde doğrudan yer aldı, taraflar bu süre içinde Türkiye’ye gelip gittiler, Türk Hükümeti’nden Meşal’e “git görüş” mesajı gitti. İran-Hizbullah-Suriye-HAMAS ittifakının sonu getirilerek Suriye-Filistin bağının bu koparılma adımı ne kadar başarılı olur şimdiden öngörülemez, ancak her halükarda Suriye’yi ve yalnızlaştırılmasını hedef aldığı bellidir.
V) Türkiye’den Suriye’ye, siyasal İslamcı gruplara “silah kaçakçılığı” yapıldığı artık gizlenemez haldedir. Örneğin, Suriye’nin Rakka gümrük kapısı yetkilileri, “Türkiye sınırındaki Rakka kentinde Türkiye’den gelen ve çimento taşıyan bir kamyonda yapılan aramada 36 adet otomatik silah ele geçirildiğini” açıklamışlardır. Batılı emperyalistlerin yanı sıra Türkiye tarafından da açıktan desteklenen İhvan’ın Türkiye’nin bu manevralarıyla cesaretlendirilip teşvik edildiğini söylemek için kahin olmak gereksizdir.

SURİYE’Lİ “MUHALİFLER”
Çok sayıda sürgündeki İhvancının yanı sıra Esad’ın eski Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam, Şam Deklarasyonu Yurt Dışı Milli Konseyi Başkanı Abdurrezzak Eid, eski Suriyeli muhalif milletvekili Mamoun Homsi, Reform Partisi lideri Ferid el-Gaderi gibi sürgündeki Suriyeliler, şimdi Suriye’ye yönelik kampanyada önemli rol üstlenmiş görünüyorlar ki, bu, kampanya hakkında fikir vericidir.
Bunlardan El Arabiya Televizyonu’na konuşan Haddam, “Suriye’deki muhalefetin eylemlerinin başarısız olması halinde İran’ın Lübnan, Suriye, Irak ve Afganistan’ı tamamen kontrol altına geçireceği”ni söyleyip “Suriye’de Esad yönetiminin varlığını koruması halinde bölgedeki tüm ülkeler, İran’la uzlaşmak zorunda kalacaktır. İran’ın bölgeye hakim olması halinde ise tehlikeli sonuçlar olacaktır” diyerek müdahaleyi davet eden tutumuyla, “Arap ülkelerini Suriye’ye karşı sorumluluk üstlenmeye” çağırmaktadır.13
Ferid el-Gaderi’, 2007’de İsrail Parlamentosu Knesset’i ziyaret ederek İsrail-Suriye, Batı-Suriye “barışması”nda rol üstlenmiş, ancak başarılı olamamıştır.
Ve İsrail ve Batı’yla aynı türden bir barış doğrultusunda tutum alan bir diğer güç Mısır İhvan’ı olmuş, Mübarek’in devrilmesinin hemen ardından “Camp David dahil Mısır’ın imzaladığı tüm uluslararası anlaşmaları tanıyoruz” açıklamasını yapmıştır. Suriye İhvanı’nın Mısır İhvanı’ndan ciddi bir farkının olmadığı, İhvan’ın Tunus, Mısır, Suriye, Ürdün vb.. kollarının aslında tek bir İhvan oluşturan ulusal-ötesi/ümmetçi yapılanması düşünüldüğünde, aynı yönelim Suriye İhvanı için de geçerli sayılmalıdır. Zaten Müslüman Kardeşler temsilcisi, Temmuz ortalarında Paris’te “Suriye Halk hareketi” adı altında düzenlenen Suriye muhalifleri konferansına “dünyanın en insancıl ordusu İsrail ordusudur” diyen ve İsrail Başbakanı Netenyahu ile yakın ilişkiye sahip olan Siyonist Bernard-Henry Levy ile birlikte katılarak, Siyonistlerle ortak hareket etmede bir çekinceleri olmadığı ortaya koymuştur.14

SONUÇ OLARAK

Suriye halkının kitlesel biçimde ayağa kalkmış olmasına ve emperyalistlerin Suriye’nin içişlerine burnunu sokarak silahlı eylemler örgütlemesine karşın, Esad ve rejimi henüz hâlâ yeterince sağlam görünmektedir. Kendiliğinden olsa bile halk isyanına dönüşmüş kitlesel bir muhalefetin, hele Batılı emperyalistlerin kuşatma ve müdahaleleri de eklendiğinde, rejimi zayıflattığı ve zayıflatmaya devam edeceği bir gerçektir. Dünya tarihi, kendisine karşı ayağa kalkmış halk muhalefetini ezip bastırarak kendisini geçici olarak olsa dahi sağlamlaştıran burjuva diktatörlüklerine tanıklık etmekle birlikte, üstesinden gelemediği, ezip bastırmayı başaramadığı halk muhalefetleri karşısında zayıflamaktan kaçınabilen bir diktatörlük tanımamıştır. Ancak, gerek rejimin dayanaklarının güçlülüğü ve –Rusya ve İran gibi– uluslararası bağlantıları ve gerekse kendiliğinden muhalefetin iktidarı almaya uzak oluşuyla birlikte, halktan ve eyleminden kopukluğu, hissedilir dış bağlantıları ve mezhepçilikle ilintili oluşu nedeniyle muhalefeti bölmesinin yanında halkta tedirginliğe yol açan silahlı faaliyetlerin muhalefet üzerindeki dağıtıcı, bölücü ve geriletici etkisi dolayısıyla Esad devrilmeye, muhalefet de bir rejim değişikliği gerçekleştirmeye yakın gözükmemektedir.
Rejimle herhangi uzlaşmaya karşı duran İhvan bir yana hemen her akımın üzerinde fikir birliği etmiş göründüğü, Esad tarafından da toplumsal muhalefeti yatıştırmanın ve Suriye’yi boydan boya etkisi altına alan toplumsal-siyasal krizden çıkışın yegane yolu olarak kabul gördüğü anlaşılan ve kitleler tarafından da beklenen “rejimin iyileştirilmesi”ne yönelik reformlar, bütün bu nedenlerle, bu ülkenin uğrayacağı zorunlu bir “durak” olarak belirmektedir. Hem muhalefet hem halkın geniş kesimleri reform istemekte; Esad da rejimini kurtarmak üzere reformdan başka çare bulamamaktadır. Ve bu “çare”, aynı zamanda Batılı emperyalistler tarafından da öngörülen “reçete”den başka bir şey değildir. Birkaç ay önce Amerikalı yetkililerce dillendirilen “Esad’lı çözüm”, somut önlemleriyle ilgili bir ileri iki geri oynamalar bir yana bırakılırsa, rejimin benzer “iyileştirmeler”le yeniden düzenlenmesini öngörmekteydi. “Tarihin cilvesi”, şimdi emperyalistlerin kuşatma ve müdahalelerine karşın, Esad’ın zayıflamakla birlikte hâlâ görece güçlü olduğu, halk muhalefetinin de bir iktidar değişikliğine güç yetiremediği orijinal koşullarda, bu üç dinamiğin de kendi lehine “yontmaya” ve kendisini güçlendirmek üzere yararlanmaya çalışacağı bir reform sürecini kaçınılmaz kılmış durumdadır ki, bu süreç şimdiden gündemdedir. Eylül sonuna doğru Siyasi partiler Yasası’yla Seçim Yasası değiştirilmiş bulunmaktadır, yaz olmadan da seçimlerin yapılacağı açıklanmıştır.
Kuşku yok ki, “reform”larla ilgili rivayet muhteliftir ve başlıca üç grupta toplanarak ayrışan hemen herkesin “reformlar”a yüklediği anlam farklıdır. Ancak anlaşılan odur ki, halkın siyasal demokrasiye ilişkin belirli olası kazanımlarının ötesinde; rejimin çok partililik vb. yönünde liberalize edilişine yönelik liberalizm, iktisadi ve sosyal alanda da tutulacak yol olacaktır ki, bu, hem Batılı emperyalistlerin baskıladığı yöndür, hem de siyasal despotizmin yanında halkın sokaklara dökülmesinin başlıca nedenidir. Geldiği anlam şu olacaktır ki, “derdin nedeni”, “çaresi” ya da “ilacı” olarak kullanılacak; işsizlik, sefalet ve açlığa neden olan neoliberal politika ve uygulamalar, kendi yarattığı sonuçları gidermek üzere gündeme alınacak, başka bir deyişle, işsizlik işsizlikle, açlık açlıkla terbiye edilmeye girişilecektir! Özellikle bu yönüyle, iktisadi ve sosyal bakımdan beklediği reformlardan halkın kazançlı çıkması düşünülemez, ama yeni aldatıcı bir edebiyatla karşılaşacaktır. Siyasal demokrasi alanında sağlayacaklarının yanında yolsuzlukla, rüşvetle mücadeleyse, bir yönüyle iktisadi liberalleşmeyi örtecek, ancak, halkın kaynaklarının çar çur edilmesinin az-çok ve geçici olarak bile olsa önlenmesi belki de tek kazancı olacaktır.
Bu süreçten, bir kez ortaya çıktıktan sonra kendi deneyleriyle kendisini eğiterek ilerleyen, güdük ve sınırlı olsa bile siyasal demokrasi alanına ilişkin olası reformlarla kullanabileceği imkanlar arttıkça güçlenme potansiyeli taşıyan ve dev adımlarla örgüt ve bilinç açığını kapatma fırsatı bulabilecek halk muhalefeti yararlanabilecektir. Ama reformlarla belirli bir yatışma sağlayıp zaman kazanarak nefeslenecek olan Esad’ın, bu aynı imkandan yararlanarak kendisini toparlayıp güçlenmesi ihtimali de kuşkusuz vardır. Ve kuşkusuz kollarını kavuşturup gelişmeleri seyretmekle yetinmeyeceği kesin olan Batılı emperyalistlerin mevzi kazanmaları da hiç küçümsenmesi gereken bir diğer ihtimaldir. Bir reform sürecinin yaşanacağı anlaşılmaktadır, ancak bundan kimin kazançlı çıkacağı mücadelenin gidişatı tarafından belirlenecektir.
Öte yandan, Suriye ile ilgili olarak, Türkiyeli devrimciler bakımından çıkarılacak sonuç önemlidir ve sorun bu nedenle bütün boyutlarıyla ele alınmaya çalışılmıştır.
İki süreç iç içe yaşanır, kendi demokratik içerikli, başlıca “iş, ekmek” ve “özgürlük” olarak formüle edilebilecek talepleriyle halk ve mücadelesinin yanında, neoliberal yönelimli İslami gericiliği destekleyip dayanağı haline getirmeye yönelmiş emperyalist müdahalenin yaşanmakta olduğu Suriye’nin içişlerine Türkiye gericiliğinin karışmasına ve emperyalizmin dümen suyunda müdahalelerde bulunmasına karşı çıkmak herhalde temel sorundur.
Esad’ın başında durduğu BAAS rejiminin savunulacak bir yanının olmadığı ve hiçbir biçimde kefil olunamayacak bu rejimin desteklenemeyeceği ortadadır. Emperyalist müdahaleler ve İhvan’la benzeri akımların gerici neoliberal İslami faaliyetleri, tabii ki BAAS rejiminin “halkçılığı” ya da anti-emperyalizminin ileri sürülüp desteklenmesinin nedeni olamaz. Ancak aynı şekilde BAAS’ın gericiliği ve halka karşı işlediği suçlar, emperyalist müdahaleleri ve onunla işbirliği halinde silaha sarılan siyasal İslamcı gericiliğin savunulup desteklenmesinin nedeni sayılamaz.
Emperyalistler ve işbirlikçilerinin manevra ve müdahaleleriyle Ortadoğu’da kendi egemenliklerinin önündeki engelleri temizleme girişimlerine karşı çıkıp teşhir etmek, özellikle Türkiye gericiliğinin bu kapsamdaki girişimlerine karşı tutum almak, günün başlıca görevi durumundadır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑