Leyla Zana’nın Haziran ayında Hürriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda “inanıyorum, bu işi Erdoğan çözer” değerlendirmesini yapması, Kürt sorununun çözümüyle ilgili tartışmalara yeni bir boyut getirdi. Başta AKP Hükümeti ve Kürt ulusal hareketi olmak üzere farklı politik çevrelerin Zana’nın sözlerine tepkileri, kimin çözümden ne anladığını açığa çıkarmış oldu. Dolayısıyla Zana’nın açıklaması ve ardından Başbakan Erdoğan ile yaptığı görüşme, saflaşmanın giderek “hangi çözüm?” sorusu üzerinden şekillendiği bir tartışma sürecinin önünü açtı.
Zana’nın değerlendirmelerine Kürt hareketinden ilk tepki BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’tan geldi. Demirtaş, İmralı ve Oslo sürecinde hazırlanan protokolleri uygulamak yerine Öcalan’a yönelik bir yıla yaklaşan tecrit politikası uyguladığı, askeri ve siyasi operasyonların aralıksız sürdürüldüğü bir dönemde, AKP ve Erdoğan’dan çözüm konusunda beklenti içinde olmanın “saflık” olduğunu söyledi. Zana’nın Erdoğan’la görüşmesine Kürt hareketi içinden en sert tepki ise, Demokratik Özgür Kadın Hareketi’nden (DÖKH) geldi. DÖKH, Zana’nın Kürt hareketinin iradesi dışında Erdoğan’la görüşmesini “gayrı meşru” ilan etti. AKP cephesi de Zana’nın özellikle Kürt hareketine (PKK ve BDP’ye) yönelik eleştirilerini öne çıkardı. Başbakan Erdoğan, BDP içinde Zana gibi düşünen çok kişi olduğunu ve baskı nedeniyle konuşmadıkları iddiasını gündeme getirdi. Başbakanın siyasi danışmanı Yalçın Akdoğan’dan Hüseyin Çelik’e, Galip Ensarioğlu’na kadar birçok AKP’li, bugüne kadar birçok açıklaması nedeniyle partileri tarafından her fırsatta eleştirip hedef gösterilen Zana’nın “sözlerine kulak verilmesi gereken önemli bir siyasetçi” olduğunu keşfettiler! Hatta Yalçın Akdoğan, kendileri için önemli olanın, bu açıklamanın Kürt hareketi içinde nasıl bir tartışmaya yol açacağı olduğunu açık açık söyledi. Yani Zana’nın açıklamalarının Kürt sorununun çözümünde AKP’den bir beklenti yaratması önemliydi, ama AKP için daha önemlisi, yaşanacak tartışma/çatışma üzerinden Kürt hareketinin zayıflatılması ve mümkünse bölünmesiydi. Ardından PKK-BDP çizgisi dışında kendilerine varlık alanı oluşturma arayışı içindeki bazı Kürt aydınları Zana’nın çıkışını desteklediklerini deklare eden bir imza kampanyası başlattılar.
Gelinen yerde Zana’nın çıkışı ve Erdoğan’la görüşmesi, onun niyetinden öte bir politik anlam taşımaktadır. Dolayısıyla Zana’yı Kürt sorununun çözümü konusunda Kürt ulusal hareketinden ayrı bir tutum ve yönelime götüren bölgesel gelişmeleri, bu gelişmeler üzerinden yapılan hesapları ve yaşanan çatışmayı görmeden bu çıkışı doğru değerlendirmek mümkün değildir.
BÖLGESEL GELİŞMELER VE KÜRT SORUNU
Tunus ve Mısır’da sadık işbirlikçilerini kaybeden Batılı emperyalistlerin Arap ülkelerindeki halk ayaklanmalarını bölgeyi kendi çıkarları temelinde yeniden yapılandırmak üzere kullanmaya yönelmelerinin ilk somut ifadesi, Libya’da Kaddafi’nin NATO müdahalesi ile devrilmesiydi. Emperyalizmin Libya’dan sonra kendi güdümündeki muhalif odakları kullanarak hedefe koyduğu ülke, Suriye oldu. Suriye, hem Irak ve Lübnan gibi emperyalist müdahalelere rağmen ele geçirilemeyen ülkelerin denetim altına alınması, hem de İran gibi bölgesel egemenlik için stratejik bir öneme sahip ülkeyi kuşatmak ve Rusya-Çin’in egemenlik alanlarında at koşturabilmek bakımından devrilmesi gereken bir kale konumundaydı. Libya’da Kaddafi rejimini deviren NATO’nun komuta merkezi olan Türkiye, Suriye’ye yönelik emperyalist saldırganlığın da ‘koçbaşılığı’ görevini üstlendi. Suriye’ye yönelik müdahale girişimlerini Osmanlı’nın torunu olmaya bağlayan Başbakan Erdoğan, böylece ABD’nin Türkiye’ye biçtiği “bölgesel liderlik” rolüne ‘yeni Osmanlıcı’ bir elbise giydiriyordu. Suriye muhalefetine siyasi desteğin yanı sıra askeri eğitim ve silah desteği de verdiği konusunda birçok kanıt bulunan AKP Hükümeti için, Suriye rejimini devirmenin ‘bölgesel liderlik’ rolünün de ötesinde bir anlamı vardı. Bu müdahale ile, Türkiye rejimine karşı en örgütlü ve dinamik direniş odağı konumunda bulunan Kürt hareketinin de baskı altına alınması, kuşatılması ve etkisizleştirilmesi hesapları da yapılıyordu. Türkiye güdümlü Suriye Ulusal Konseyi’nin (SUK) Kürtleri bir halk olarak tanımaktan ve statü taleplerini kabul etmekten ısrarla kaçınması da bu hesaplardan bağımsız değildi. Bu dönem boyunca Suriye’ye yönelik müdahale girişimleri ile Kürt hareketine karşı saldırı politikası iç içe devam etti. Hatta bu saldırı politikalarına dayanak oluşturmak üzere her fırsatta Suriye rejimi ile Kürt ulusal hareketi arasında işbirliği olduğu iddiaları gündeme getirildi. ABD de, sadece Türkiye’de değil; Suriye ve İran’da da kendi politikalarına yedeklenmeyi reddederek demokratik bir çizgide ısrar eden Kürt özgürlük hareketine karşı Türkiye’nin saldırı politikalarının en büyük destekçisi oldu, olmaya da devam ediyor.
Suriye’ye müdahale girişimlerinin öncülüğünü yapan Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan, bu girişimlerine mezhepsel bir boyut da katarak, sadece Suriye’ye karşı değil; Irak ve İran’ın Şii hükümet ve rejimlerine karşı İslam dünyasının Sünni çoğunluğunun desteğini arkalarına almayı amaçlıyorlardı. Kürtler; hem saldırı politikalarının başını çeken Türkiye’de, hem de saldırının hedefi konumunda bulunan Suriye, Irak ve İran’da yaşayan, ama öte yandan Irak’taki Federe Yönetim hariç, bu ülkelerde herhangi bir politik statüye sahip olmayan bir halk olarak, bu süreçte dengeleri değiştirebilecek önemli bir güç haline geldiler. Ancak gelişmeler, Kürtlerin de bazen çıkarları çatışan ve bazen de uzlaşan iki farklı politik harekete; Türkiye, Suriye ve İran’daki Kürt ulusal demokratik hareket (PKK-PYD-PJAK) ve başını Kürdistan Federe Yönetim Başkanı Barzani’nin çektiği Türkiye ve ABD ile ilişki/işbirliği içindeki harekete ayrışmasını da beraberinde getirmiştir. Kürtlerin yaşadıkları bütün ülkelerde statü sahibi olmaları için ‘ulusal birlik’ ve ortak politikalar belirlenmesi konusunda tartışmaların yapıldığı bu dönemde, Kürtlerin ulusal liderliği rolünü üstlenmek isteyen Barzani, PKK çizgisindeki Kürt ulusal demokratik hareketi ile uzlaşı noktaları aramaya yönelmektedir. Ama öte taraftan Irak’taki Maliki Hükümeti ile ilişkilerin kopma noktasına geldiği ve Irak’ta Kürtlerin olası bir bağımsızlığının tartışılmaya başlandığı koşullarda, Barzani, Türkiye ve ABD ile başta petrol anlaşmaları olmak üzere ilişki ve işbirliğini giderek geliştirme tutumuna da yönelmektedir. Barzani’nin bugün için sürdürülebilir gözüken bu politikasının, bölgedeki çatışma ve müdahale girişiminin seyrine bağlı olarak, yeni açmazlarla karşılaşması kaçınılmaz olacaktır. Zaten 3 yıldır yapılması tartışılan ‘Kürt Ulusal Konferansı’ da, bu konferanstan Türkiye-ABD’nin beklentisi (PKK’nin silahsızlandırılıp bölgeden çıkartılması) ile başını PKK’nin çektiği ulusal demokratik güçlerin politik mücadele çizgisi arasındaki çatışma nedeniyle bir türlü yapılamamaktadır.
Kürt hareketleri arasında uzlaşı arayışlarının en somut adımı, Temmuz başında, “Suriye muhalefeti”nin yaptığı Kahire toplantısında, SUK’un Kürtlerin anayasada kabul edilmesi, ulus olarak tanınması ve kültürel haklarının verilmesi taleplerini reddetmesi üzerine Kürtlerin toplantıyı terk etmesi sonrasında yaşandı. Bugüne kadar Suriye’de PYD dışındaki Kürtleri etrafında toplayan, ama bunların güçsüzlüğü nedeniyle Suriye’ye politik müdahalesi oldukça sınırlı kalan Barzani’nin girişimleri sonucu Kahire toplantısını terk eden PYD ve diğer Kürt muhalefetini oluşturan Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) arasında bir anlaşma imzalandı. Yapılan anlaşmaya göre, her iki taraftan eşit temsile dayalı ‘Yüksek Kürt Konseyi’ oluşturulacak ve bu konsey aslında Suriye’de Kürtlerin özerkliğini inşa etme görevini üstlenecek. Şam’da savunma bakanının da öldüğü bombalı saldırıdan sonra, bir süreden beri Batı Kürdistan’da fiili olarak özerkliği inşa eden Kürtler, başta Kobani ve Afrin olmak üzere çeşitli Kürt yerleşimlerinde yönetime el koydu. PYD lideri Salih Müslim, Suriye’de rejim güçleri ile Batı destekli silahlı gruplar arasındaki çatışmanın Kürdistan bölgesine yayılmasını engellemek için halkın yönetime el koyduğunu açıkladı. Bu gelişmeler üzerinden söylersek, Suriye’de Kürtler arasındaki anlaşma, büyük oranda Barzanici Kürtlerin PYD’nin Suriye rejimi ile çatışmama ve özerkliğin inşa edilmesi çizgisini kabul etmesi üzerine sağlanmıştır. Peki, Barzani’nin, bir yandan Suriye’de Kürtlerin statü sahibi olmasını engellemek için tampon bölge arayışından SUK’un kapılarını Kürtlere kapatmasına kadar her yolu deneyen Türkiye ile ilişkilerini geliştirirken, öte yandan PYD ile uzlaşması ne anlama gelmektedir?
Birinci olarak, aslında Barzani, Suriye’de, önceleri PYD’yi dışlayarak diğer Kürt grupları üzerinden sürece müdahale etmeye çalışmış; ama bu grupların etkisiz olması, onu, Suriye’de sürecin dışında kalmamak için PYD ile anlaşma noktasına getirmiştir. İkincisi, Barzani’ye Türkiye’deki Kürt sorununun çözümünde de rol vermeye çalışan Türkiye egemenleri için, Suriye’de Kürtlerin özerkliği en son istenecek şey olmasına rağmen, Suriye Kürtleri üzerinde Barzani’nin etkili olması, en azından bugün bakımından, PYD’nin tek güç olmasından daha kabul edilebilir bir durumdur. Tıpkı, Irak’ta da Kürtlerin bağımsızlığı Türkiye egemenleri tarafından istenir bir şey olmadığı halde, bu olasılığın Türkiye karşıtı Maliki’nin bütün ülkede egemen olması olasılığı karşısında daha kabul edilebilir olması gibi… Ve PKK-PYD güçleri bakımından da, Barzani’nin kendileri ile ABD-Türkiye arasında bir denge politikası izlemek zorunda kalması, elbette Barzani ve Barzanici güçlerle karşı karşıya gelmekten daha istenir bir durumdur. Özetlemek gerekirse, bugün bölgede bütün güçler hesaplarını var olan denge durumunu gözeterek, ama bu durumu kendi lehlerine çevirme hesaplarını yaparak adımlarını atmaktadır. Ve Suriye, bu denge durumunu değiştirebilecek en yakın ve önemli çatışma alanı olmayı sürdürmektedir.
BARZANİLİ ÇÖZÜM VE LEYLA ZANA
Bölgede dengelerin değişmeye başlaması, yeni dönemde Kürtlerin yaşadıkları ülkelerde statü sahibi olabileceği yeni koşulları da beraberinde getirmişti. Suriye’de fiili olarak özerkliğin inşa edilmesi, Irak’ta merkezi hükümetle gerilim üzerinden bağımsızlık tartışmalarının yapılmaya başlanması, İran’da PJAK ile İran rejimi arasındaki ateşkes bu sürecin adımları olarak değerlendirilebilir. Kürtler için birlik ve ortak politikalar belirlemek, farklı ülkelerde statü sahibi olabilmek bakımından önem taşımaktadır. Birlik tartışmalarının can alıcı sorusu, bu birliğin “hangi politikalar” ve “hangi ittifaklar” üzerinden kurulacağıdır. Bu politikaları belirlemek/tartışmak üzere toplanması kararlaştırılan Kürt ulusal konferansı daha yapılamamış olsa da, olası konferansın ev sahibi Barzani olacaktır. Barzani, bölgedeki değişim sürecine bütün Kürtleri kendi etrafında toplayarak müdahale etmenin hesaplarını yapmaktadır. Suriye’deki Kürtleri birleştirme çabası bu politikanın bir parçasıdır. Barzani’nin Kürdistan Federe Yönetimi Başkanı olarak ciddi bir siyasi ve ekonomik güce sahip olduğu da bir gerçektir. Peki, Barzani’nin ittifak halinde olduğu temel güçler kimlerdir? 2007 Bush-Erdoğan görüşmesinden sonra, Türkiye ve Irak Kürdistan Federe Yönetimi’nin giderek ABD ekseninde birleştiği ve ilişkilerini geliştirdikleri söylenebilir. ABD, Kürt yönetimini Arapların baskısı karşısında Türkiye’ye daha fazla yaklaşmaya ve Türkiye’yi de PKK’ye karşı Barzani’yle daha fazla işbirliğine zorlamış; öte yandan da petrol anlaşmaları (Türkiye’nin Kürt yönetiminden ham petrol alıp işlenmiş petrol satması) ve Kürdistan’daki Türkiyeli inşaat şirketleri bu işbirliğinin ekonomik temelini oluşturmuştur.
Türkiye’de AKP’nin son yıllarda Kürt sorununun çözümünde Barzani’yi öne çıkarmaya çalıştığı biliniyor. Bu tartışma, Barzani’nin Nisan ayındaki Ankara ziyareti döneminde de yeniden alevlenmiş ve Barzani’nin “Kürtlerin ortak lideri haline getirilmeye çalışıldığını” söyleyen BDP Eşbaşkanı Demirtaş, “Barzanili çözümün Türkiye Kürtlerinde karşılığı yok” açıklamasını yapmıştı.
Peki, nedir bu Barzanili çözüm? Barzani, AKP’nin 2009’da açıkladığı “açılım” politikasını desteklediğini her fırsatta yineliyor ve aslında bu politikada önemli bir rol üstleniyor. Zaten son Ankara ziyaretinde de, “AKP’nin Kürt sorununa yeni bir bakış getirdiğini” ve “BDP’nin bu yeni bakışa daha fazla destek vermesi gerektiğine inandığını” söylemişti. AKP’nin “yeni bakış”ı, “açılım” politikasında somutlanıyordu. “Açılım”, Kürt hareketinin muhatap olarak kabul edilmesi ve anadilde eğitim ile demokratik özerklik çerçevesi içindeki çözüm taleplerinin karşısına AKP’nin bireysel-kültürel haklar çerçevesini aşmayan kimi düzenlemeleri koyarak bu taleplerin içinin boşaltması ve diğer taraftan da dayatılan çözümü kabul etmeyen Kürt hareketinin çözümü istemediği görüntüsü üzerinden baskı ve tasfiye politikalarının sürdürülmesi anlayışına dayanan bir politikaydı. Barzani de, AKP’nin attığı adımları destekleyecek ve PKK’ye silah bırakma ve Güney Kürdistan’dan çıkma konusunda baskı yapacaktı. Barzani, AKP’yi desteklerken, öte taraftan da PKK ile savaşmayacaklarını ve AKP’nin sorunun çözümü yönünde daha fazla adım atması gerektiğini her fırsatta söylüyor. Bu tutum ilk bakışta çelişkili görünse de, Barzani’nin politikası iki uçlu olarak devam etmektedir. Bir yandan Kürt sorununun çözümünde üstlendiği rolle, AKP’yi kendisine daha fazla muhtaç hale getirmek, ama öte yandan da atılacak adımlar üzerinden PKK’yi baskılayıp zayıflatarak, kendisinin Kürtlerin “ortak lideri” olma rolünü oynamasını engelleyebilecek bir güç olmaktan çıkartmak istemektedir.
Barzani’ni bölgesel güç ve etkisi bakımından belirleyici bir önem taşıyan ve Leyla Zana’nın Kürt özgürlük hareketinden bağımsız tavır almasına neden olan asıl gelişme ise, Irak’ta yaşanmaktadır. Irak’ta Şii Maliki Hükümeti ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasında bölgedeki kamplaşmadan bağımsız olmayan ve olası bir ayrılmaya varabilecek bir çatışma yaşanmaktadır. Şii Maliki Hükümeti Suriye ve İran’la aynı safta dururken, Barzani yönetimi de, olası bağımsızlık için desteğini almak zorunda olduğu ABD ve Türkiye yönetimiyle aynı safta durmaktadır (bu durum Barzani’nin Suriye Kürtlerinin birleştirilmesi gibi, zaman zaman kendisini Türkiye ile karşı karşıya getirecek adımlar da atmasını dışlamamaktadır).
Irak’taki çatışmanın en önemli konusunu petrol gelirlerinin paylaşımı oluşturmaktadır. Kürdistan Federe Yönetimi, Maliki’nin petrol gelirlerinden kendilerine düşen payı vermediğini söyleyerek, ABD’nin petrol tekelleri (Exxon Mobil ve Total) ve Türkiye ile ayrı anlaşmalar yaptı. Merkezi hükümet (Maliki) bu anlaşmaları tanımadığını ilan etti.
Aynı süreçte, Barzani, Maliki hükümeti tarafından hakkında tutuklama kararı çıkartılan Sünni lider Haşimi’yi de koruma altına alarak, krize yeni bir boyut getirdi. En önemli petrol rezervlerinin bulunduğu Kerkük’ün statüsü konusu da, diğer bir çatışma konusu durumundadır. Barzani, Kerkük’ün, Kürt, Arap ve Türkmenlerin eşit temsil edildiği özerk bir yönetimle Kürdistan Yönetimi’ne bağlanmasını istemektedir. Türkiye’yi de, Türkmenler üzerinden Kerkük’te söz sahibi yaparak, ikna etmeye çalışmaktadır. Özetle, Irak’ta, hem başta petrol gelirlerinin paylaşımı ve ülke yönetimine katılım ve hem de bölgesel saflaşmadan kaynaklı bir çatışma yaşanmaktadır ve bu çatışma, gelişmelerin seyrine bağlı olarak, Irak’ın bölünmesine yok açabilecek bir nitelik taşımaktadır.
Barzani, bölgedeki güç ve etkisini korumanın, bütün Kürtlerin liderliği rolünü oynayabilmenin ve bağımsızlığa giden yolun ancak ABD-Türkiye ile ilişki ve işbirliğinin daha da geliştirilmesinden geçtiğini düşünmektedir. Bu çatışmada, Irak’ın diğer önemli Kürt lideri Irak Cumhurbaşkanı Talabani ise, İran’la da olan iyi ilişkilerini bozmamak için, bu çatışmada bazen arabulucu olmaya ve bazen de tarafsız durmaya çalışmaktadır. Bugün için Kürdistan’ın bağımsızlığına ne ABD’nin, ne de Türkiye’nin sıcak bakmadığı söylenebilir. Ancak Barzani, yaşanan çatışmanın seyrine bağlı olarak ve Sünnilerle ilişkilerin geliştirilmesi, Kerkük’te paydaş yapma, PKK’ye karşı destek olma gibi konularla Türkiye’yi ve başta petrol kaynaklarının ABD tekellerine devri, Kürdistan’da ABD üslerinin varlığı, İsrail’le iyi ilişkiler gibi konular üzerinden de ABD’yi olası bağımsızlığa ikna etmek istemektedir.
Özetle Barzani, bağımsızlık dâhil gelişen süreçte Kürtlerin yeni statü kazanmasının ve bölgede daha etkin bir halk/güç haline gelmesinin yolunun ABD-Türkiye çizgisiyle ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesinden geçtiğini düşünmekte ve politikalarını buna göre belirlemektedir. İşte tam da bu noktada, yıllardır Kürtlerin 3 liderinin (Öcalan, Barzani ve Talabani) olduğu söylemini öne çıkaran ve Kürt özgürlük hareketinin “halkların demokratik birliği” çizgisinden daha çok “ulusal birlik” çizgisine yakın duran Leyla Zana’nın Erdoğan’la ilgili açıklaması ve ardından yaptığı görüşmenin Barzani çizgisine daha yakın durmasından kaynaklandığı söylenebilir. Başka bir deyişle, Zana’nın Erdoğan’ın Kürt sorununu çözeceği yönündeki inancı, Barzani’nin Kürtlerin geleceğinin Türkiye’nin içinde olduğu ittifakla birlikte olmaktan geçtiği inancından bağımsız değildir. Zaten Zana da, Hürriyet gazetesine verdiği röportajda, “Bağımsız Kürdistan için o zaman ölenleri anlıyorum. Ama 1999’dan itibaren strateji değiştiyse Bağımsız Birleşik Kürdistan yerini, haklı talepleri elde ederek tamamen birlikte yaşama stratejisine bıraktıysa ve amaç yerel yönetimin güçlenmesi, demokratikleşme ise, bu gençlerin ölmesini artık hiçbir vicdan kabul edemez.” diyerek, aslında Kürt hareketinin silah bırakması konusunda Barzani’ye yakın bir yerde durduğunu göstermiştir.
Burada, mesele, Zana’nın niyetini sorgulamak, onu savunmak ya da hedefe koymak değildir. Zana, Erdoğan’la yaptığı görüşmeden sonra, Kürt hareketinin dillendirdiği talepleri aynen gündeme getirmiştir. Ancak bu durum, ortada bir tutum farklılığı olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Ayrışma sorunun çözümünün AKP’den bir beklenti içine girilerek mi, yoksa AKP’ye karşı demokratik direniş çizgisini geliştirerek mi geleceği noktasındadır. Zana’nın çıkışından sonra, Federel Kürdistan’ın başkenti Hewler’de (Erbil) çıkan ve Barzani’ye yakınlığıyla bilinen Hewler gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Rewbar Kerim’in yaptığı “Zana, Barzani tarafından çok sevilen bir politikacı. Hewler’de Kadın Konferansı’nda katıldığında Barzani ile görüştü. Daha sonra bu açıklamayı yaptı. Barzani’nin etkisi altında kalıp böyle bir açıklama yaptığını düşünüyorum.” değerlendirmesi aslında durumu yeterince açıklamaktadır.
Burada, Zana’nın Erdoğan’la ilgili çıkışından önce dolaylı ya da dolaysız olarak Öcalan’la görüştüğü iddiasına da kısaca değinmek gerekiyor. Bu iddiayı gündeme getirenler, Öcalan’ın, önderi olduğu örgütten gizleyerek sorunu çözmeye çalıştığına inanmamızı istiyorlar. Oysa gerçekten böyle bir şey olsaydı, herhalde yapılması gereken ilk şey, Öcalan’ın örgütünü ikna etmesi için tecrit politikasına son verilerek mesajını vereceği kanalların açılması olurdu. Bırakın tecrit politikasından vazgeçmeyi, AKP, 14 Temmuz’da, DTK ve BDP’nin tecrit ve savaş politikalarına karşı yapmak istediği mitingi yasaklayarak, alana çıkmak isteyenlere karşı dizginsiz bir terör uygulanmıştır. Yani tecrit politikası, AKP’nin, sorunu muhatapsız çözme; askeri ve siyasi operasyonlar üzerinden Kürt hareketini etkisizleştirip tasfiye etme anlayışının en somut ifadesi durumundadır.
HANGİ ÇÖZÜM?
Kürtlerin bölgesel kamplaşma ve çatışmada denge durumunu bozabilecek önemli bir güç haline geldiği; özellikle Suriye ve Irak’taki gelişmelerin Türkiye’deki Kürt sorununu doğrudan etkilediği koşullarda, mesele, artık Kürt sorununun çözümü konusu üzerinde odaklanmaktadır. Zana’nın çıkışı bu çerçevede değerlendirilmelidir. Ve evet, AKP de Kürt sorununu çözmek istemektedir. Çünkü bu sorun AKP’nin bölgede attığı her adımda ayağına dolanmaktadır. İşte Suriye’de yaşananlar ortadadır. AKP, bir yandan Esad rejiminin devrilmesini isterken, öte yandan Suriye’de Kürtlerin özerkliğinin önüne geçmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla burada kilit soru, bu çözümün nasıl gerçekleşeceği ve çözümün kimlerin çözümü olacağıdır.
Peki, AKP nasıl bir çözüm istemektedir? AKP’nin çözümü, geçtiğimiz aylarda Fikret Bila tarafından “yeni çözüm stratejisi” olarak açıklanan “çözüm”dür. Bu strateji, muhatapsız “çözüm” stratejisidir. İmralı ve Kandil’in çözümde devre dışı bırakılması ve BDP’nin de meclis çatısı altında AKP tarafından kendisine dayatılacak çerçeveyi kabul etmeye zorlanmasına dayanmaktadır. Çözümün çerçevesi de, Kürtçenin seçmeli ders olarak okutulması ve Türkiye’nin “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”na koyduğu şerhlerin kaldırılması olarak belirlenmiş bulunmaktadır. Kürt halkının anadilde eğitim ve ‘Demokratik Özerklik’ taleplerinin karşısına konulan “çözüm” budur. Böylece, hem kamusal/kolektif bir talep olan anadilde eğitimin yerine bireysel-kültürel haklar çerçevesi içinde isteyenin Kürtçeyi seçmeli dersle öğrenmesi konmakta ve öte taraftan da halkın örgütlülüğüne dayanan ‘Demokratik Özerklik’ modelinin yerine yerel yönetimlerin güçlendirilmesi üzerinden neo-liberal bir özerklik modeli dayatılmaktadır. BDP, meclis çatısı altında böylesi bir çözüme razı edilmeye çalışılacak, razı olmazsa, aslında çözümü Kürt hareketinin istemediği propagandası üzerinden, askeri ve siyasi operasyonlarla Kürt hareketini etkisizleştirme/tasfiye etme politikaları sürdürülecektir. Zaten bugün sorunun çözümünde birinci muhatap olan Öcalan’a uygulanan tecridin bir yılı aşmış olması ve öte taraftan askeri ve siyasi operasyonların aralıksız sürmesi, bu “muhatapsız çözüm” arayışının en somut göstergeleridir. AKP, kendi inisiyatifine dayanan muhatapsız bir çözüm istemektedir, çünkü Kürt halkının örgütlülüğüne dayanan demokratik-halkçı bir çözüm, bölgede hareket alanlarını kısıtlamaya, istedikleri gibi at koşturmalarına engel olmaya devam edecektir.
Hatırlayalım, Demokratik Toplum Kongresi (DTK), “Demokratik Özerklik Taslağı”nı açıkladığında, DTK’nın çözümünün ‘halk meclisi’ sistemine dayanması, ‘öz savunma güçleri’ni esas alması ve tekelciliğe karşı ‘komüncü ekonomik politika’yı savunması karşısında, liberaller, “Sovyetik bir model”, “totaliter bir anlayış dayatılıyor” diye ayağa kalkmışlardı. Yani mesele, dönüp dolaşıp “kimlerin çıkarları temelinde ve nasıl bir çözüm” sorusuna dayanmaktadır. Bugün teşvik yasalarıyla ‘entegrasyonist Kürt burjuvazisi’nin güçlendirilmeye çalışılarak Kürt sorununun çözümünde rol oynayacak bir dinamik haline getirilmesi arayışı da, bu çerçevede değerlendirilmelidir.
AKP’nin muhatapsız ve halksız çözüm dayatması, karşıtını da güçlendirmekte; Kürt hareketinin çözüm modeli içinde demokratik-halkçı taleplerin daha da öne çıkmasının önünü açmaktadır. Bu bakımdan, DTK’nın Haziran ayında düzenlediği “Kürdistan’da Çalışma Yaşamı ve Emeğin Örgütlenmesi Çalıştayı”nda, DTK Eşbaşkanı Aysel Tuğluk’un entegrasyonist Kürt burjuvazisine karşı Kürdistan işçi ve emekçilerinin örgütlülüğünü esas alan bir politik yönelim içinde olacaklarını söylemesi önemlidir. Açıktır ki, halkın; geniş işçi ve emekçi kitlelerin örgütlülüğünü esas alan bir çözümün Kürtlerin ulusal varlığının ve kimliklerinin tanınmasının ötesinde halkçı bir karakteri vardır. Çünkü halkın örgütlülüğüne dayalı bir çözüm, aynı zamanda egemenlerin Kürt hareketini sistemin girdabı içine çekme ve kendi ekonomi-politikalarını dayatma koşullarını da sınırlamaktadır. Liberallerin rahatsızlığının en temel nedeni de budur.
Halkın; geniş işçi ve emekçi yığınların örgütlülüğüne dayanan bir çözüm, Kürt halkının anadil ve statü talebinin ötesinde karar alma yetkisinin ‘halk meclisi’nde olduğu, emperyalizm ve gericiliğin halkları düşmanlaştırma politikalarına karşı demokratik-barışçı bir politikanın izlendiği, tekelci yağma ve sömürüye karşı bölgenin bütün yer altı ve yerüstü zenginliklerinin bölgesel yönetim tarafından halkın çıkarları temelinde kamusal bir şekilde işletildiği, yine GAP’ın halkın çıkarları temelinde yeniden düzenlendiği, Kürdistan’ı “Çinleştirme” planları karşısında işçi sınıfının örgütlülüğünün geliştirildiği, Kürt yoksullarının güvenceye kavuşturularak, barınma, beslenme, iş, eğitim, sağlık gibi ihtiyaçlarının kamusal hizmetler üzerinden sağlandığı, güvenliğin halk meclisinin denetimindeki ‘öz savunma’ güçleri tarafından karşılandığı bir çözümdür. Bu çözüm; egemenlerin muhatapsız-halksız çözüm modeli karşısında ‘demokratik-halkçı çözüm’ modelidir. Ve demokratik-halkçı çözüm modelinin gelişmesi bakımından sınıf partisinin Kürdistan örgütünün bu talepler üzerinden Kürdistan işçi ve emekçileri içinde örgütlenme ve mücadele düzeyini ilerletmesi güncel bir görev durumundadır.