2003, Irak’ın işgali merkezli olarak, Amerika’nın dünyayı kendi çıkarları etrafında birleşme zorlamalarının had safhaya çıktığı bir yıl olarak başladı. Irak’a yönelik askeri işgal, diplomatik, sosyo-ekonomik, ideolojik her alanda dünya ölçüsünde yankılandı ve savaşa, Irak’ın işgaline karşı mücadelenin yaygınlaşıp derinleşmesine de yol açtı.
Bu yüzden yıl; Amerika’nın yeni ataklarına, daha önce hiç ulaşamadığı bölgelerde bile yeni mevziler kazanmasına sahne olduğu gibi, aynı zamanda, Amerikan karşıtlığının, Amerika’dan nefretin tarihte eşi görülmemiş boyutlara vardığı bir yıl oldu. Amerikan karşıtı tepkiler, İslam dünyasına yayıldı; Latin Amerika türü geleneksel Amerikan düşmanlığı sınırlarını aşarak Avrupa’ya da yansıdı. Avrupa ülkelerinde savaş karşıtlığı hızla yükselirken, Almanya, Fransa gibi ülkelerin hükümetleri de Amerikan “hınk deyiciliği”ni bırakarak, ona karşı duran bir hattı geliştirmek zorunda kaldılar. Amerikan halkı bile, savaş karşıtı eylemlere yüz binlere varan kitlelesellikle katılarak Bush yönetimine ve onun saldırganlığına karşı açıkça tavır almaya girişti. Amerika’da savaş karşıtlığı, ancak Vietnam Savaşı dönemindekiyle kıyaslanabilecek, etki bakımından değilse de, kitlesellik bakımından o dönemi bile çok aşan bir boyuta vardı.
İşgal sonrasında ortaya çıkan Irak direnişi, Irak halkının ülkesini savunma kararlılığı, Amerika’nın “20 günde işgal ettik. Bize karşı çıkanlar kaybetti” üstünden yapacağı “zafer kutlamaları”na izin vermediği gibi; Irak’ta “Vietnam’dan bile derin bir batağa sürüklendiği” fikrini güçlendirdi.
Yılın sonunda Saddam’ın yakalanması vesilesiyle bir propaganda fırtınası yürütülse de, Irak’lı direnişçilerin Amerika’ya karşı tutumları, günde birkaç Amerikan konvoyuna saldırı ve Amerika’nın ve ortaklarının giderek çaresizleşmesi, hem Amerika’da hem de dünyada işgale ve savaşa karşı güçlere önemli dayanaklar sundu.
Afganistan’dan sonra Irak’ın işgal edilmesi, 2003’ü, Amerika’nın dünyayı bir savaşa sürüklemede daha ileri mevziler kazandığı bir yıl yapmış olmasına karşın, Amerika’ya karşı yeni güç odaklarının ortaya çıktığı ve halkların barış mücadelesinin de zirveye çıktığı yıl yaptı.
Bu gelişmeler ışığında, yıla bütün olarak bakıldığında şu tespitler yapılabilir:
1-) ABD-İngiliz orduları Irak’ı işgal etmiş, Saddam rejimin devirmişlerdir ama, aslında ABD-İngiltere Saddam’la hesaplaşmak, Irak’ı ele geçirmek için değil, Avrupa, Rusya, Çin, Japonya ile mücadele ve onlarla girişeceği bir hesaplaşma için kendisini askeri, diplomatik, siyasi hatta ideolojik bakımdan mevzilendirmektedir. Bu mevzilenme, 2. Dünya Savaşı sonrasında, zaten savaş gücünü bütünüyle yitirmiş ve teslim olmaya hazırlanan Japonya’ya atom bombası atmasına benzetilebilir. Çünkü o zaman da ABD, Japonya’ya atom bombası atmıştır, ama aslında savaştaki müttefiklerini, en başta Sovyetler Birliği’ni tehdit etme, sonra da Avrupalı müttefiklerine göz dağı vermeyi amaçlamıştı. Sonraki gelişmeler bu tespiti doğrulamıştır.
2-) ABD yıl içinde bir yandan 150 binden fazla askerini Irak’a taşırken, dünyanın stratejik bölgelerinde de üsler edinerek, yürümek isteği saldırganlık yolunda yeni adımlar attı. İran ve Suriye’yi daha ciddi bir biçimde tehdit eder duruma geldi. Ortadoğu, Kafkasya ve Ön Asya’ya müdahale edebilme bakımından askeri adımlar attı. 50 yıllık kadim ve sadık müttefiki Türkiye’nin egemenleri de ABD’nin bölgeye yerleşmesinin yarattığı sarsıntıdan nasiplerini aldılar ve Amerikancılıkta yeterince performans göstermeyince, Amerika’nın Irak’ın işgali operasyonunun hedefi” haline geldiler ve ABD yıl boyunca Türkiye’deki işbirlikçi ve uşaklarını adeta yeniden yapılandırdı.
3-) Irak’ın işgali ve Saddam’ın devrilmesinin gündeme gelmesiyle, AB’nin önemli ülkeleri Almanya ve Fransa ile ABD’nin, Ortadoğu üstünde bir çıkar çatışması içinde oldukları ortaya çıktı. BM’yi de arkasına alan Almanya-Fransa bloğu, Amerikan-İngiliz bloğunu uluslararası hukuk dışına iterek, kendilerine, Amerika’nın Irak’a müdahalesini gayri meşru ilen eden bir pozisyon edindiler. Rusya ile ittifaklarını da geliştiren ikili, yakın gelecekte Amerikan karşıtı bir kamplaşmanın son derece önemli olabilecek adımlarını attı. Çin ve Japonya’nın bu bloğa eklenmesi de yakın bir dönemde mümkündür. Ancak Amerika’nın karşı hamlesiyle de İtalya, İspanya gibi ülkelerin de içinde olduğu bir grup AB ülkesi, ABD’nin yanında saf tutarak, AB’nin patronlarına karşı çıktılar. Bu da, ABD’nin Avrupa’da sanıldığından daha etkin bir güce sahip olduğunu gösterdi.
4-) Amerikan saldırganlığı; hem Avrupa ve Amerika’da hem de İslam ülkelerinden Hindistan’a, Güney Afrika’dan Rusya’ya, Japonya’ya kadar tüm dünyada savaş ve Amerikan karşıtlarını sokaklara döktü. Aynı gün içinde dünyanın belli başlı kentlerinde 11-12 milyon kişi sokaklara dökülüp savaşı ve Amerika’yı lanetledi. Londra, Paris, Berlin, Washington, New York, Tokyo milyonların katıldığı “savaşa hayır” gösterilerine sahne oldu.
5-) 2003’te; en büyük ve en önemli ülkesinde, Brezilya’da halk, Brezilya İşçi Partisi’nin adayı Lula da Silva’yı, Amerika’nın tehditlerine rağmen başkan seçerek, Latin Amerika’nın “makus talihi”ni yenme yolundaki gelişmelere önemli bir katkı yaptı. Bu gelişme, Latin Amerika’da Amerikan karşıtlığının giderek yayıldığını gösterirken; Venezüella’da Amerikancı darbe girişimi yenilgiye uğratıldı, Bolivya halkı halkçı bir yönetim kazandı, Peru ve Kolombiya’da halk güçlerinin Amerikancılar karşısındaki mücadelesinde yeni ilerlemeler gerçekleşti.
6-) Avrupa ve öteki ülkelerde işçiler yıl içinde savaş karşıtı mücadelede oldukça etkin bir biçimde yer aldılar. Özellikle İtalya, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerde gösterilere kalabalık işçi yığınları katıldı. Zaman zaman genel greve varan eylemler gündeme geldi. İşçi haklarının gaspına yönelik neoliberal saldırıya karşı da işçiler hemen bütün ülkelerde irili ufaklı eylemlerle tepkilerini göstermeye devam ettiler. Özelleştirme karşıtı mücadele, hizmetlerin piyasaya açılması gibi alanlarda işçiler ve kamu emekçileri direnmeye devam ettiler. Sendikal bürokrasinin rolü, sendikaların yeniden inşası gibi sorunlar da, hemen bütün dünya işçilerinin gündemi olarak 2004’e devroldu.
7-) Dünya ticaretinin “serbestleştirilmesi”nde önemli adım atılacağı iddialarıyla toplanan Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) Cancun Zirvesi’nin başarısızlığa uğramasından sonra, Cenevre Zirvesi’nin de toplanamadan dağıtılması; DTÖ üstünden dünyaya dayatmada bulunan ABD ve öteki birkaç gelişmiş ülkeye ve asıl olarak da neoliberal politikalara karşı mücadelelerin, ülkeler düzeyinde de tepki toplamaya başladığının ve bu alandaki mücadelenin önümüzdeki yıllarda, “küreselleşme balonu”nu patlatabileceğinin göstergesi oldu.
TÜRKİYE HEDEF ÜLKE OLDU
Türkiye 2003’e, son 50 yılın gelenekselleşmiş düzen partilerinden kurtulmuş, fakat onların yeni ama eklektik bir bileşeni olduğunu da hemen belli eden AKP’nin Meclis’teki milletvekilliklerinin üçte ikisini almasının tartışmaları eşliğinde girmişti.
Sermayenin güç odakları uzunca bir zamandan beri kendi siyasal sitemlerini yeniden düzenlemek için uğraşıyordu ve 3 Kasım 2002 seçimi onlara bu imkânı, umduklarından daha çabuk ve istediklerinden daha elverişli bir biçimde sundu.
AKP iktidarı büyük sermaye güçlerine; Amerika’yla ilişkilerden Kıbrıs sorununa, AB ile yapılan pazarlıklardan işçilerin, emekçilerin kazanılmış haklarının ortadan kaldırılmasına, “demokratikleşme”den Türkiye’nin ekonomik ve siyasal bakımdan yeniden yapılandırılmasına kadar başlıca sorunların çözümünde bir hamle yapma olanağı verdi. Onun içindir ki, sermayenin en rafine sözcüleri, AKP’nin Meclis çoğunluğunu ele geçirmesini, CHP’nin Meclis’teki tek muhalefet olmasını, “demokrasi bayramı” olarak ilan ettiler. Çünkü; 2002’nin sonlarında kurulan hükümetin programıyla büyük patronların sıkıntılarını çözme planı olan “Acil Eylem Planı” aynı şeydi.
Ama Türkiye’nin dış ve iç politikasını 2003’te asıl belirleyen, Irak’ın Amerikan-İngiliz kuvvetleri tarafından işgali oldu.
AKP Hükümeti’nin Amerikancılıkta önceki hükümetlere rahmet okutan bir hükümet olacağının görülmesiyle, yılın başından itibaren Amerika ve savaş karşıtı eylemler de genişledi. ABD’nin Türkiye’yi bir saldırı üssü olarak donatmayı, 60 bin dolayında Amerikan askerini ve bunların teçhizatlarını İskenderun-Mardin hattı boyunca üslendirmeyi, pek çok liman ve hava alanının Amerikan savaş uçakları ve gemilerine açılmasını istemesi, savaş karşıtı mücadelenin zeminini genişletti. Halkın böyle bir savaşa hayır denmesi ve Irak’ın işgaline karşı çıkılması yönündeki tutumu, egemen sınıfın güç odaklarını da baskı altına aldı. AKP Hükümeti ile Genelkurmay, Meclis’ten tezkere çıkarılması sorumluluğunu birbirlerinin üstüne yıkarak işin içinden sıyrılmayı amaçlayınca, savaş karşıtı mücadelenin; her gün alanlara çıkan “savaşa hayır” güçlerinin Meclis’i baskılamasının etkisi arttı. Bu ve öteki koşullar birleşince, AKP Hükümeti’nin “Amerika’nın isteklerine evet” demek için hazırladığı “tezkere”, Meclis’ten geçemedi.
Böylece Türkiye, ABD tarafından “Amerika’ya karşı olan ülkeler” kategorisine sokularak, bir operasyon başlatıldı.
Pentagon’un “Kurt Sürüsü” olarak bilinen Wolfowitz, Perle, Grossman, Rumsfeld, neredeyse sıraya girerek; Türk Genelkurmayı’nı “önderlik yeteneklerinden yoksun” olmakla, hükümeti de “Meclis’e sözünü geçiremeyen”, “at pazarlığı” yapan, “sözüne güvenilmez” mihraklar olarak suçladılar.
1 Mart “tezkeresi”nin reddedilmesiyle Türkiye ABD tarafından, operasyonların hedefi yapıldı.
Sözü edilen kişilerin saldırgan açıklamaları karşısında ne Genelkurmay ne de AKP Hükümeti cenahından kayda değer bir tepki geldi. Tersine; “Ne istiyorsanız onu yapalım, Ama Meclis’ten bu karar çıktı” gibi “özürler”le Amerika önünde “hazırol”a geçildi. Ve bu süreç, Kuzey Irak’ta Türk timinin başına “çuval geçirme vakası”na kadar vardı. Sonuçta Ekim’de Meclis’ten Amerika’nın istediği “tezkere” çıkarılarak Amerika’ya teslim olunduğu belgelere geçirildi. Bu Amerika’yı yatıştırdı. Türkiye yeniden “müttefikler” arasına alındı. Hatta, “Irak’taki ihalelere katılabilme” ödülüyle sırtı okşanıp, “işgalci ülkeler” arasında sayılmakla taltif edildi. Ancak bu sefer de, Türkiye, Amerika’nın açtığı Pandora Kutusu’ndan çıkan terörist saldırıların hedefi haline geldi. İstanbul’da “İsrail ve İngiliz hedefleri” denilen hedeflere yönelik saldırılar, aslında Türkiye’nin, Amerika ve onun dünya egemenliği mücadelesinin kıskacına düştüğünün göstergesiydi.
Bu saldırıların hedefi İngiltere ve İsrail gibi görünse de, asıl hedefin Türkiye’nin izlediği politikalar olduğunu herkes biliyordu. Ve beklendiği gibi saldırılar, hükümeti ve öteki sermaye güç odaklarını Amerikan-İngiliz-İsrail Bloğu’nun Ortadoğu politikalarına daha açıkça yaklaştırdı.
BAŞKA GERÇEKLER
Ama Türkiye’deki savaş karşıtı mücadele, geleceğe dair umutlu olmamızı sağlayan son derece önemli gerçeklere işaret etti:
1-) Türkiye’nin egemenleri ve AKP Hükümeti’nin, Türkiye’yi Amerikan-İngiliz ordusunun bütün bölgeye yönelik bir saldırı üssü haline getirme gayreti karşısında, Türkiye halkı; Kürdüyle, Türküyle, Arabıyla… ezici çoğunlukla “savaşa hayır” demiş, Amerikan işgaline karşı çıkmış; bölge halklarının kendi kaderini tayin hakkına saygılı olduğunu göstermiştir.
2-) Halk bu tutumunu; “Aman Amerika para vermez, dolar 3 milyona tırmanır, ekonomi çöker”, “Kuzey Irak’ta Kürt devleti kurulur, Türkiye bölünür” propagandasına rağmen sürdürmüş; Amerikan uşakları ve işbirlikçilerini bir kaosa sürüklemiştir. Halkın bu ısrarı, Meclis’i baskı altına almış; Tayyip Erdoğan’ın çabaları bile AKP grubunun bölünmesini ve “teskere”nin 1 Mart’ta reddedilmesini önleyememiştir.
3-) AKP Hükümeti ve askerlerin, Amerikan çıkarları için değil Türkiye’nin çıkarı için Irak’ın işgaline katılmak istedikleri doğrultusundaki propaganda; Kasım ayında, ABD, “Türk askeri Irak’a gelmesin” deyince çökmüş;Tayyip Erdoğan’ın “Zaten biz Irak’a girmek istemiyorduk, Amerika istedi diye asker gönderme kararı aldık” demesiyle, Türkiye’nin Irak macerasına bulaştırılmasının sadece Amerika’nın isteği ile gündeme geldiği ortaya çıkmıştır. Dahası Türkiye’nin egemenleri, uzun zamandan beri “Türkiye’nin güvenlik kuşağı Kuzey Irak’tan başlıyor”, “Kuzey Irak’ta Kürt devleti savaş nedenidir”, “Musul ve Kerkük’te bizim de hakkımız var” gibi “kırmızı çizgiler”den vazgeçmek zorunda kalmıştır. Çünkü ABD ile komşuluğun Saddam’la komşuluk gibi atıp tutmalara çok imkân tanımadığı görülmüştür. Böylece Türkiye; komşularıyla ilişkilerde düşmanlığı esas alan, halkların kendi kaderini tayin hakkına saygı göstermeyen bir tutumun başına belalar açacağını, hiç olmazsa Irak için görmüştür. Böylece aslında Türkiye; Kürt sorununu, Kuzey Irak’ta askeri harekâtlarla; içerde baskıcı ve antidemokratik uygulamalarla çözme girişimlerinde başarısızlığa uğramış; resmen olmasa bile fiilen bu yolla Kürt sorununu çözme politikasının iflas ettiği açığa çıkmıştır.
4-) Türkiye ABD’ye komşu olarak; Amerika’nın hem Türkiye üstündeki oyunlarının daha doğrudan hedefi hem de Amerika’nın bölgede hedefi olan güçlerin hedefi haline gelmiştir. Yıl içindeki gelişmelerle ve AKP Hükümeti’nin de gayretiyle, halkın muhalefetine karşın, Türkiye, Amerika-İngiltere-İsrail bloğunun stratejisine daha çok yaklaşmıştır. Tayyip Erdoğan’ın, 2002 sonlarında Bush’la girdiği yakınlaşma girişimini bu ayın sonunda Erdoğan’ın Amerika’ya yapacağı “seyahat”le ete kemiğe büründürmesi beklenmektedir.
5-) 2003’te olup bitenler, Amerikan-İngiliz-İsrail bloğunun bölge için bir istikrarsızlık, bölge ülkeleri ve halkları için tehdit oluşturduğunu göstermiştir. Kürt, Türk, Arap… her milliyetten Türkiye halkının kurtuluşunun; Amerika’nın bölgeye müdahalelerine karşı mücadele edilmesinden, Türkiye’nin Amerika’nın bölgedeki bir gücü değil antiemperyalist güçlerin merkezi olmasından geçtiği açıkça görülmüştür.
EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN ÖNEMLİ DERSLER ÇIKARDIĞI BİR YIL
Türkiye’nin sınırlarının dibindeki savaş, savaş alanıyla Türkiye’nin coğrafi, tarihsel, siyasi, dinsel ilişkileri; emek hareketi, Kürt sorunu, demokratikleşme, AB’ye girme, Kıbrıs’taki çözümsüzlük, ekonominin IMF denetimine girmiş olması; açlık ve yoksulluğun yayılması ve piyasalaşma gibi Türkiye’nin başlıca ve kronikleşmiş sorunlarının üstünü örttüyse de, yakından bakıldığında, 2003’ün bütün bu alanlarda, sonraki yılları etkileyecek gelişmelere sahne olduğunu görürüz.
2003’te de temel sorun, Türkiye’nin demokratikleşmesi sorunuydu. Bu açıdan Kürt sorunu, en önemli sorun olmaya devam etmiştir.
Ne var ki; Türkiye’yi egemenlerinin çıkardıkları 7 “uyum paketi”ne karşın, Kürt yığınları tatmin edecek bir ilerleme sağlanamamıştır. Tersine Kopenhag Kriterleri’ne uyum çerçevesinde atılıyor görünen adımlar, sadece AB’ye giriş için biçimlendirilmiş; Kürt sorununun çözümü doğrultusunda adımlardan hiçbirisi atılmadığı gibi, “atıldı” denilen açısından da, bir adım ileri atılıyor gibi görünürken iki adım geriye sıçranmıştır. Kürtçe eğitim, Kürtçe kurslar, Kürtçe adlar, “pişmanlık yasası” konusunda olduğu gibi, DEHAP’a karşı alınan tutum ve bölgedeki polisiye önlemlerdeki artış, OHAL’i çağrıştıran uygulamaları getirmiştir. Bizzat Başbakan Erdoğan, geçmiş yıllarda Ecevit’in şahsında temsil edilen en gerici-şoven çizgiye dönerek; “Kürt sorunu değil bölgenin geri kalmışlık sorunu vardır. Kürt sorunu yoktur diye düşünürseniz yok olur” diyerek, inkârcılıktan bir adım bile geri atılmadığını kanıtlamıştır.
Türkiye’nin egemenleri, “demokratikleşme” sorununu, AB’ye giriş için yapılan bir “makyaj”a indirgemiştir. 2003, bu gerçeğin daha geniş çevreler içinde görüldüğü bir yıl olmuş; yıl içinde oluşan “Demokratik Türkiye için Aydınlar Girişimi”, çeşitli toplantılarla, Anayasa’dan Siyasi Partiler Yasası’na, Polis Selahiyeti ve Toplu Gösteriler Yasası’ndan çalışma yasalarına kadar pek çok yasadaki antidemokratik maddelerin ayıklanması için harekete geçmiştir. Dahası, bu tartışmanın halk yığınlarına taşınmasını da önüne görev olarak koyarak, demokratikleşmeyi; “Hükümet-Cumhurbaşkanı-Genelkurmay-AB” arasında bir pazarlığa dönüştüren zihniyete karşı mücadele açmış; demokrasi mücadelesine halk yığınlarını çekmek için bir dayanak olabilecek girişimler başlatmıştır. Bu doğrultuda atılan adımların emekçiler tarafından son derece olumu karşılandığı gelişmelerle ortaya çıkmıştır.
AB ile girişilen Kıbrıs tartışmaları ve yılın sonunda Annan Planı çerçevesinde bir anlaşma için masaya oturulacağının AKP Hükümeti tarafından ilan edilmesiyle, Kıbrıs sorunu yeni bir safhaya girmiştir. Ama, gerek seçim sonuçları üstünden yapılan tartışmalar gerekse Kıbrıs’ın Türkiye’nin egemen güç odaklarının kendi aralarındaki hesaplaşmanın odağı olması, Kıbrıs’ın en azından önümüzdeki yılın ilk yarısı boyunca Türkiye gündeminin en önüne çıkacağını söylemeyi kolaylaştırıyor.
Bütün bu gelişmelere birlikte bakıldığında;
1-) 2004’te, bir yandan Türkiye’nin demokrasi ve emek güçlerinin öte yandan Irak’ta olup bitenlerin baskısıyla Kürt sorununda demokratik ve halkçı çözümün önem kazanması, AB merkezli bir çözümün giderek etkinlik kaybedeceği bir zemine çekilmesi sürpriz olmayacaktır. Özellikle yerel seçimler; AKP’nin geriletilmesi ve halk güçlerinin birleşmesinin vesilesi olarak değerlendirilebilirse, Kürt sorununun halkçı, demokratik çözümü için geniş yığınların bir taraf olarak tutum almasının yolu açılacaktır.
2-) Kıbrıs sorunu üstünden girişilen hesaplaşma, egemen güç odakları arasında egemenlerin dış politikasının ana unsurlarını tartışma gündemine getirecektir. Bu da; bu dış politikanın emperyalizme bağımlı, şoven bir temele dayandığının gösterilmesi, barışçı, anti-emperyalist bir dış politika ihtiyacının yaygınlaşması bakımından son derece önemli fırsatlar sunacaktır. Bu, Kuzey Irak’taki hak iddiaları ve Amerikan-İngiliz-İsrail çizgisine bağlanma ile birlikte tartışıldığında, aslında emekçilerin kendi dünyalarını kurma mücadelesi için son derece önemli dayanaklar hazırlayacak gelişmelere yol açabilecektir.
3-) 2003’teki birikmeler, Türkiye egemenlerinin en azından elli yıllık politikalarının iflas ettiğini ortay koymuştur. 2004, bu gerçeğin herkesçe görülmesi bakımından başka gelişmelere de gebedir. Bu yüzden 2004’ün; Bağımsız Demokratik Türkiye için mücadele programının yaygınlaştırılması; bu doğrultuda halkın, işçi sınıfının örgütlenmesi, geniş kesimlerin demokrasi ve bağımsızlık mücadelesine çekilmesi ve açlık, işsizlik ve yoksulluğa karşı mücadelenin de bağımsız ve demokratik Türkiye mücadelesiyle birleştirilmesi için adımlar atıldığı bir yıl olmaması için bir neden yoktur.
4-) Türkiye’nin, 14 milyon kişinin açlık sınırının altında yaşadığı, ortalama işçi ve memur maaşlarının yoksulluk sınırının çok altında olduğu bir ülke olduğu gerçeği; 2003’te daha da kesin bir gerçek olarak ortaya çıkmıştır. AKP Hükümeti, IMF ve Dünya Bankası programına bağlanarak; zengini daha zengin yoksulu daha yoksul yapmaya devam edeceğini göstermiştir. Çünkü, ianecilik, “cami önü yardım” tarzı, belki başlangıçta bazı tepkileri önleyebilir ama, Türkiye’nin sorunlarının “cemaat önlemleri”yle çözülemez; sosyal güvenliğin yaygınlaştırılması, parasız eğitim ve sağlığın her vatandaşın hakkı olduğu, açlık sınırının altında yaşayanlara insanca bir yaşam için sosyal yardım yapılması gibi, yoksulluğa karşı mücadelede de başarı sağlayacak adımlar atılmadıkça, açlık ve yoksullukla mücadele başarılamaz. Bu yüzden, 2004, aynı zamanda, yoksulluğa, açlığa karşı mücadelenin de önem kazandığı bir yıl olacaktır.
5-) Hükümet, IMF programını tavizsiz uygulamakta ve 2004 için pembe tablolar çizmektedir. Ancak rakamlar düzeyinde enflasyon düşmekle birlikte, ciddi ekonomi çevreleri, pek çok bakımdan bu programın yeni krizlere işaret ettiğini ifade etmektedir. Dahası hükümetin, “Bize bir yıl süre verin sonra bizden bir şey isteyin” dedikleri süre de bitmiştir. Bu da, emek ve demokrasi güçleri bakımından mücadelede mevziler kazanmak için yeni imkânlar demektir.
EMEK MÜCADELESİ 2004’E NE DEVRETTİ
Sermaye güçlerinin uzun zamandır özlemini çektiği 1475 sayılı İş Yasası’nı bir esnek çalışma yasasına dönüştürme hayali, 2003 yılında gerçekleşti.
Sermaye güçleri 2003’te İş Yasası’nı değiştirdiler, sendikal bürokrasiyi teslim aldılar, ama, örneğin özelleştirmeye karşı mücadeleyi durduramadılar. Daha da önemlisi, bu mücadele TEKEL, TÜPRAŞ ve PETKİM gibi en önemli tesislerin işçilerini de kapsayarak genişledi.
Kamu emekçileri “rutin”, “takvime bağlı” eylem yöntemleriyle yıl boyunca mücadelelerini sürdürdüler. Özellikle sağlık işkolunda hekimlerin de katılımıyla yapılan ilk grev, bir genel greve dönüşecek ölçüde başarılı oldu. Ve bu gelişme, hem yılın sonuna “emek mücadelesi” damgasını vurdu; hem de mücadelenin devamı bakımından önemli dersler sundu.
Öte yandan Türk-İş, DİSK ve KESK’e üye sendikaların İstanbul şubelerinin 50’den fazlası bir araya gelerek, 2003 başlarında İstanbul Sendikalar Birliği’ni (İSB) kurdular. Mücadeleci bir sendikacılık çizgisinin geliştirilmesi, sınıf mücadeleci bir tutumunun tüm sendikalarda yayılması, İstanbul çapında pratik mücadelenin koordine edilmesi.. gibi amaçlarla kurulan bu birlik, İş Yasası’nın Meclis’e gönderilmesi sürecinde sendikasız işçileri de katarak yaptığı toplantılar ve yılın son ayında Kadırga’da 500’den fazla işçinin katılımıyla düzenlenen “Sendikal özgürlükler ve demokrasi” konulu toplantıyla, mevcut sendikaların hem tabandan kopmuşluğunun aşılmasının yolunu hem de “siyaset dışılık” tutumunun aşılabileceğini gösterdi.
Yıl içinde, sendikal harekette irili ufaklı gelişmeler oldu. Esnek çalışma uygulamalarına, işten çıkarmalara ya da patronların baskılarına karşı mücadele verildi; gösteriler yapıldı. Ama bütün bunların ötesinde, 2003’e asıl damgasını vuran, genç işçilerin sendikalaşma çabaları oldu.
İstanbul’dan Uşak’a, Lüleburgaz’dan Gaziantep’e, Bursa’dan İzmir’e başlıca sanayi merkezlerinde yüzlerce işyerinden on binlerce işçi, sendikalaşmak için mücadeleye girdiler.
Yurt sathında girişilen bu mücadelelerin büyük çoğunluğu sendikalaşan işçilerin işten atılmasıyla bastırıldıysa da, bu, hareketin yayılmasını önlemeye yetmedi. Tersine; süreç ilerledikçe, işçilerin daha kararlı ve daha mücadeleci bir hatta girerek mücadeleyi başaracakları fikri yaygınlaşmaya başladı.
2003’te, sendikal hareketin sendikalar boyutunda da önemli sayılacak gelişmeler yaşandı.
2003’te yapılan sendika genel kurullarında, işçi sınıfı hareketi ve onun örgütü olan sendikaların bugünkü durumu eleştirildi, mevcut sendikaların hareketin ihtiyacına yanıt vermediği, hatta bugünkü durumdan çıkışın tek yolunun sınıf mücadeleci bir mücadele hattına geçişte olduğu, sağcı solcu, “siyaset-dışı”… tüm sendikacılar tarafından açıkça “itiraf” edildi. Türk-İş Genel Kurulu, bir “dibe vuruş”u gösterdiği kadar, aynı zamanda, çıkışın tek yolunun mücadeleci sendikacılıkta olduğunun itiraf edildiği bir genel kurul oldu.
Son yıllarda yaşanan gelişmeler açısından bakıldığında, 2003’te;
1-) İşçi sınıfının en büyük bölümünü oluşturan genç, örgütsüz, çok ağır koşullar altında çalışan işçilerin; sendikalaşmak, çalışma ve yaşam koşullarını düzeltmek için inatçı bir mücadeleye girişmeye yöneldiği bütün belirtileriyle ortaya çıktı.
2-) Sendikaların mevcut yapılarıyla ve aynı anlayışın yönetimlerde kaldığı koşullarda ayakta kalamayacağının sendika yöneticilerinin en üst kastı tarafından itiraf edilmesiyle, “Böyle gitmez, daha mücadeleci bir sendikal mücadele hattı” fikrinin sendikalaşmış kesimlerde ve işçi sendikalarının içinde de tartışılmasının önünün açıldığını, Türk-İş’in içinde de tartışmanın bu yönde merkezileşebileceğini söyleyebiliriz.
3-) 2003, bütün şikâyetlere karşın, aslında her gün Türkiye’nin birkaç yerinde eylemlerin olduğu bir yıl oldu. Ve yıl boyunca her eylemde; emek mücadelesinin sorununun, eylemlerin azlığından çok mücadelenin birleştirilmesi ve mücadeleci bir hatta çekilmesi sorunu olduğu, sendikal mücadelenin ancak bu hatta yenilenebileceği, her gün biraz daha derinden duyumsandı. Bu yüzden de, emek mücadelesinin 2004’teki asıl sorununun, sendikal mücadelenin mücadeleci bir hatta çekilmesi ve bu hatta birleştirilmesi sorunu olduğunu söylemek, gerçeği ifade etmek olacaktır.
* * *
Kuşkusuz ki; emek mücadelesi ya da öteki mücadele alanları için sorun, bu alanlardaki durumlar ve sorunların belirlenmesi değildir. Bunlar artık dost düşman herkes tarafından bilinmektedir. Bu yüzden, bütün alanlarda sorun; sınıf partisinin demokrat ve ilerici siyasi odakların, emek güçlerinin ne yapacağı, güçlerini nasıl birleştireceği ve nasıl bir mücadele hattı izleneceğidir. Bunu içindir ki, her alanda asıl rol, partiye, emekçilerin ileri kesimlerine, demokrasi güçlerine düşmektedir. 2004’te bu doğrultuda adım atıldığı ölçüde, mücadelenin kendi ayakları üstüne kalkması kolaylaşacaktır. Yerel seçimler, Kıbrıs üstünden egemenlerin hesaplaşması, Kürt sorununun bir çözümü dayatması, Irak sorunu, egemenlerin bu konularda da kendi aralarında çatıştıkları gerçeği, sendikal mücadele alanında ortaya çıkan gerçekler ile, sınıf partisi ve öteki ilerici güçlerin mevzi doğru değerlendirilirse, 2004, pek çok konuda mücadelenin seyrinin değiştiği, emek ve demokrasi güçlerinin saldırıları püskürtmek için stratejik öneme haiz bir pozisyon edindikleri yıl olabilir. Yeter ki, bu alanda herkes üstüne düşeni yerine getirebilsin.