ABD İŞGALİ, SADDAM’IN ELE GEÇİRİLMESİ VE DİRENİŞİN YÖNÜ

Saddam işgal güçleri tarafından ele geçirildi. Ülkesinde “kaçak” duruma düşürülen ve “Maça As” koduyla aranan Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin, ABD işgal güçleri tarafından esir edildi. Bu, 2003 yılının en önemli olayı olarak tarihe geçti. Saddam’ın ele geçirilmesine dair birçok spekülasyon bulunması bir tarafa bırakılarak söylenecek olursa, ABD’den on binlerce kilometre uzaklıkta bulunan, petrol rezervleri bakımından zengin ve stratejik önemdeki Irak’a savaş açılmış, bu ülkenin binlerce vatandaşı katledilmiş ve ülke işgal edilmiştir. Ülke yıkılmış, yağmalanmış, açlığın ve sefaletin içine itilmiştir. Petrol ve bölge üzerinde hakimiyet sağlanması uğruna insan nesline dair her şey ayak altında ezilmiştir.
ABD Saddam’ı ele geçirmiş olmayı büyük bir zafer olarak sundu. Irak’ı işgal etmiş olmayı birinci, Saddamı ele geçirmeyi de ikinci zafer olarak ilan eden ve bu durumdan tüm dünyaya “dünyanın tek hakimi benim” mesaj vermek üzere faydalanmayı hesaplayan ABD, olup biteni tüm dünyaya ABD’nin irtica ve terörizm karşısında kazandığı büyük başarı olarak sundu. Afganistan’dan sonra Irak.. Hâlâ süren bombalamalarla yıkıntı ve acı içinde bırakılan Irak’ın işgali ve Saddam’ın ele geçirilmesi, 11 Eylül’ün rövanşı gibi yansıtılmaktadır.

KARANLIK VE ACI DOLU DÖNEM KAPANDI: “KIZIL ŞAFAK” DOĞDU!
Operasyonun adı “Kızıl Şafak”tı. Füzeleriyle, stok edilmiş kimyasal gazlarıyla, her köşe başı muhafızlarla tutulmuş, tüm yolları tuzak döşeli, mayın tarlalarıyla çevrilmiş Bağdat başta olmak üzere altı sığınak dolu şehirleriyle, gündeme getirilerek beyinlere kazınan Irak’ın kudretli devlet başkanı, işte, ABD’nin elindeydi. Doktorlar nasıl da onun sağlığıyla ilgileniyorlardı! İşgalciler ne kadar insancıldı! Başında bit, ağzında diş kontrolü yapılan zavallı derekesine düşürülen bir Saddam sunumuyla karşı karşıyaydık.
Girilmedik köy, tecavüz edilmedik ev bırakılmamış Irak’ta Bush’un gelip “Noel hindisi” sunması ve her karış toprağın asker postalları altında çiğnenmesi, elbette halkların zihninde bir şeye karşılık gelmektedir ve emperyalistler bunu ısrarla yapmaktadır. ABD insana dair olan her şeyi kirleterek, tüm dünyaya bir ders vermektedir
Kuşkusuz ABD’nin bu yönlü propagandası etkili olmakta; tüm dünyaya egemen olan burjuva kapitalist yönetme tarzı, bunu en ücra köşelere kadar taşımakta önemli rol oynamaktadır. Güçlü bir karşı propagandanın gerçekleştirilemediği günümüz koşullarında, emperyalist propagandanın kırılması ve yalanın perdesinin yırtılması daha çok ve daha güçlü çabayı gerektiriyor. Gerçeğin güçlü bir sesle dünya işçi sınıfı ve ezilen halklarına anlatılamadığı koşullarda, ABD ile birlikte diğer emperyalistler ve tüm işbirlikçi yönetimler halkları aldatmakta, onları politik amaçlarına alet etmekte ve bu yolla iktidarlarının ömrünü uzatmaktadırlar.
Irak ve Saddam, emperyalist hegemonyanın şaha kalkması ve tüm dünya halklarının tehdit edilerek boyun eğmeye zorlanması bakımından seçilmiş bir savaş cephesi durumundadır.
İran-Irak Savaşı, Kuveyt’in işgali, Kürtlerin kimyasal gazlarla kitlesel katli gibi olayların müsebbibi olarak, Saddam, tüm dünyanın gündemine sokulmuş bir devlet başkanıydı. Birinci Körfez Savaşı’nın ardından devam eden ABD-Irak çelişkisi ve hemen her gün televizyonlarda süren “kimyasal silah avı”, giderek ilaç ve çocuk mamasına varan ambargolarla gündemde olan Irak ve ismi Irak’la eşleşmiş olan Saddam’ın tüm dünya kamuoyunca yakınen tanındığı bilinmektedir.
Saddam’ın ele geçirilme tarzı ve yakalanırken içerisinde bulunduğu görüntülerin evire çevire dünya kamuoyuna sunulması, işte bu, geçmişte beyinlere kazınan “güçlü Saddam” sunumunun tersten gösterilmiş görüntüsüydü. En çarpıcı görüntüler bir mizansen içinde verilmekteydi. Saddam bir devlet başkanı gibi değil, adli bir vakadan aranan, çaresiz kalmış bir düşkün olarak yansıtıldı ekranlara. Böylece emperyalizmin, özellikle de Amerikan emperyalizminin karşı konulmaz ve yenilmez olduğu dünyaya ilan edilmiş oluyordu. Hiçbir “ikinci sınıf” ülkenin ve onun liderinin ABD hegemonyasına baş kaldıramayacağı, bu “yakalanmış zavallı” görüntüleriyle kanıtlanmaktaydı.
Sadece Irak Arap halkına değil, Fas, Cezayir, Tunus, Mısır, Lübnan, Suriye, Filistin, Ürdün, S. Arabistan, Kuveyt ve İran Körfezi Emirlikleri’ne kadar olan koca bir coğrafyaya yayılmış Arap halkına ve tüm Müslüman dünyaya ele geçirilmiş Saddam’la gösterilen ve önerilen “tövbekarlık”ken, Batı’ya ise, “iftihar” edilecek bir tablo sunulmaktaydı!
Özellikle Arap halklarına, bölge halklarına ve tüm Müslüman dünyaya gözdağı verilmekte, hedef kitle, bir sığınakta düşkün halde ele geçirilen Saddam’la “terbiye” edilmek ve hizaya getirilmek istenmektedir.
Elbette burada, son birkaç yılda ABD’ye kafa tutmasından dolayı topladığı sempati ve oluşan “karizmanın” yerle bir edilmesi çabası görülmektedir. “Meydan okuyan adam” tutumlarıyla, Filistin direnişine dair övücü sözleri ve İsrail’e fırlattığı füzeleriyle, ABD ve İsrail karşıtı insanların gönlünde yer bulmuş olan Saddam’ın örselenmesi ve rencide edilmesi, sadece Irak halkı için değil, aynı zamanda Filistin direnişi, Arafat ve diğer bazı “söz anlamaz” liderler için de, ibret alınacak bir durum olmalıydı. Zira, Arafat’ın kuşatma altında olması, Filistin halkına yönelik görülmedik saldırılar, uygulanan pervasızlık, süren kitlesel katliamlar ve yükselen “sınır duvarı” ABD’nin Irak’ta gerçekleştirdikleriyle uyum içindedir.
Diğer yanda, Saddam’ın gadrine uğramışların yedeklenmesi için de hesaplar yapılmaktadır. ABD, Irak’ı işgal etme ve Saddam’ı ele geçirme operasyonlarında, Saddam’ın Kürtler, Şiiler, Asuriler, Türkmenler ve diğer bölge halkları nezdinde kötü olan sicilini de bir olanak olarak görmekte ve bu durumu olabildiğince değerlendirmektedir. İşgalci ve sömürgeci ABD, tüm kötü ününe rağmen, Saddam’ın yıllarca kan kusturduğu bu bölge halklarıyla “ilişki ve diyalog” içinde olmayı önemsemektedir.
ABD, Irak, İran ve Türkiye üzerindeki hesapları bakımından, Kürtlerin özgürlük taleplerini suiistimal etmek, sömürmek, Kürtlerin politik temsilcileri olarak öne çıkmış olanları yedeklemek ve Kürtlerin hamisi olarak yer tutmak için birçok entrikaya başvurmaktadır. Bölgedeki yayılmacılığını güçlendirmek için işgali uzun tutması gereğini hesaplayarak, tepkileri etkisizleştirmenin birçok yolunu hesaplamaktadır. Meşruiyetini Saddam’ın Kürtlere ve diğer halklara yönelik baskıcı ve öldürücü politikalarına ve onların durumunun hala “güvence” altına alınmamış olmasına dayandırmaktadır. 
Ancak, aynı zamanda, ABD tüm bölgeyi kan gölüne çevirecek ölçüde yığınak yapmayı sürdürmektedir. İran, Suriye, Libya, Yemen gibi ülkeler başta olmak üzere, bir bir Irak’a dönüştürülecek ülkelerin kuşatması sürmektedir. ABD, hizaya getirip koşulsuz olarak egemenliği altına alamadığı her ülke için tehdit durumundadır. Ve artık tüm bölge açık bir işgal tehdidi altında bulunmaktadır.
Bu modern haydut çetesinin saldırgan ve sömürgeci eylemi görülmeden ve onun açık işgalci tutumuna karşı mücadele araçları geliştirilmeden beklemek hiçbir bölge halkının hayrına olmayacaktır. Bölgedeki herhangi bir halkın özgün durumundan ve çözümlenmemiş –Kürt sorunu gibi– sorunların çarpıcı olarak gündeme gelmiş olmasından kalkarak, diğer bölge halkaları için tehdit olan bir güce müsamaha göstermek, büyük bir yanılgı ve tehlike ile birlikte yaşamak olacaktır. Böylesi koşullarda geleceği garanti altına almak mümkün değildir. Bölgede, ABD’ye ve diğer emperyalist güçlere yönelik olarak gösterilecek her iyiniyet tutumu, kurtlar sofrasında yem olmayı beklemekle eş anlamlıdır. Bu yaklaşımla hiçbir taşı doğru oturtmak ve bölge halklarının geleceği hakkında doğru öngörülerde bulunmak mümkün olmayacaktır.

EMPERYALİZMİN ELİNİ GÜÇLENDİREN SADDAM VE HALK DİNAMİĞİ

Saddam’ın geçmişi ve bugün içine düştüğü durum bir bütünlük içinde ve doğru irdelenmeden, onun tüm icraatlarının emperyalist politikalardan bağımsız olmadığı görülmeden, bölgedeki savaş ve çatışmaların kaynağı olan paylaşım kavgası ve aşırı kâr hırsı anlaşılmadan ve emperyalizmin karakteri unutularak, girilen her ilişki ve yapılan her değerlendirme, serap görmekle eşdeğer olacaktır. 
Zira, yakın geçmiş, mevcut durum ve hızla değişen çok yönlü gelişmeler, bir bütünlük içinde ve bilimsel sosyalizmin süzgecinden geçirilerek değerlendirildiğinde görülecek olan; Irak işgaliyle birlikte sunulan emperyalizmin yeni dönemdeki azgın görüntüleridir. Emperyalizmin değişmeyen karakteriyle birlikte, YDD’nden anlaşılması gerekenin ne olduğu ve emperyalist güçler arasındaki çelişki ve çatışmaların boyutu ile bölgenin stratejik önemi bakımından çarpıcı veriler sunmakta olan Irak işgali, özellikle bölge halkları bakımından, süratle bir ortak tutum geliştirmeyi zorunlu kılmaktadır. Tüm karmaşıklığına, her ulus, azınlık ve mezhep bakımından özgünlüklerine rağmen, süreç, emperyalist yeni bir paylaşım savaşı hesaplarına denk düşmektedir. 
Saddam’ın eski bir ABD işbirlikçisi olması bir yana bırakılarak söylenecek olursa; onun, Irak’ın sınırları içine hapsedilmiş değişik ulus ve mezheplerden halklara kan kusturmuş olması, ABD’nin bölge halklarını etki alanına almasında önemli etken olmuştur. Şiilerin, Asurilerin, Türkmenlerin, Kürtlerin ve –iktidar nimetlerinden faydalanan bir avuç Arap dışta tutulacak olursa– Arap halkının yıllardır baskı ve sefalet koşullarında yaşaması, işkencenin, zulmün ve sefaletin egemenliği, dahası kullanılan kimyasal gazlarla binlerce Kürdün katledilmesi, on binlercesinin yerinden ve yurdundan sürülmesi, ve hâlâ devam eden esaret koşullarının sorumlusu olarak Saddam büyük tepki toplamıştır. Yaygın ve sistematik propagandanın da etkisiyle tüm dünyanın nefretini kazanmış olan Saddam, ABD’nin bölgeye ilişkin planlarını uygulamasında “ilk vuruş” için bulunmaz bir av özelliği taşıyordu. ABD, Saddam’ı, ‘seveni’ ve ‘sevmeyeni’ için de ders çıkarılacak bir malzeme olarak evirip-çevirip kullandı ve bölgeye hiçbir dönem olmadığı kadar girdi.
İran’la savaşa girerek 1 milyon insanın ölümüne neden olan, Kuveyt’e saldıran, Amerikan uşağı diğer Arap yönetimlerine hakaretler yağdıran ve tehditler savuran, Birinci Körfez Savaşı’nda ABD’ye bayrak açan Saddam’ın ele geçirilmesi, ABD için bulunmaz bir nimet olmuştur.
Ancak, bu durum, aynı zamanda, bugüne kadar olmadığı ölçüde bir tehlike anlamına gelmektedir: Siyonizm ve Amerikan karşıtlığı üzerinde temellenen Arap milliyetçiliği ve bölge halklarının emperyalizme ve özellikle ABD emperyalizmine duyduğu nefret çok uzun olmayan bir süre içinde daha kapsamlı bir direniş hareketine dönüşebilir. Kim ne derse desin, ABD bir bataklığın içindedir, ve burada nispeten kalıcı bir zafer kazanması o kadar kolay olmayacaktır. Bunun içindir ki,  o eline geçirdiği her imkanı propaganda malzemesine dönüştürmekte ve bombalar eşliğinde kullanmaktadır; Saddam’ı ele geçirmeyi bir şova, bir güç gösterisine dönüştürmekte “ince” yöntemler kullanmaktan geri durmayan, bu, özgürlük ve demokrasi düşmanı güç merkezi, Irak ve tüm bölge halklarına, onları bir suçludan kurtardığı ve özgürlük getirdiğini anlatmak için özel çaba harcamaktadır. Ancak, ABD, Saddam üzerinden sağladığı güçlü manipülasyona rağmen, bölge halkının ABD işgalini sindiremediğini/sindiremeyeceğini bilmektedir. “Sükuneti sağlayıp, yönetimi emin ellere bırakıp dönme” açıklamaları ve “demokrasiye geçiş programları” bu kaygıdan ayrı düşünülemez.
Yaygınlaşan direnişi ve durdurulamayan halk tepkisini görmemek mümkün değil. Arap halklarının ve bölgenin tüm Müslüman halklarının, ABD’nin müdahalesi ve işgalini kabullenmediğini, dahası bölge halklarının Amerikan emperyalizminden ve işbirlikçilerinden nefret ettiğini bilmek için kahin olmak gerekmiyor. Bölge işbirlikçi yönetimleri, Kral ve Emirlerin ABD müdahalesi dolayısıyla çektikleri “karın ağrısı” ve halk tepkisinin ne düzeye varacağına dair kaygıları da bilinmektedir.
Bölgeyi istila etmiş ve halkın onurunu çiğnemiş ABD karşısında sessiz kalan yönetimlerin karşılaşacağı halk tepkisinin ezilen ve sömürülen halkın diğer talepleriyle birleşmesi kaygısını da taşıyan işbirlikçi yönetimler, ABD’nin yönetimi halka bırakması için telkinde bulunuyorlar. Petrol deryasına, dolar bolluğuna, lüks ve şatafatın egemen olduğu yaldızlı görüntülere rağmen, Arap ülkelerindeki halkın açlık, sefalet ve ilkel koşullarda yaşamaya mecbur edilmiş olduğu, ve bu on milyonlarca insanın işbirlikçi Arap yönetimlerine ve ABD’ye sempati ile bakmadığı gerçeği, çelişkinin esasını oluşturmaktadır.
İsrail Siyonizmine karşı kin ve nefret dolu olan, bununla birlikte, ABD emperyalizmini İsrail destekçisi, özgürlük ve bağımsızlığın azılı düşmanı ve her gün öldürülen onlarca Filistinlinin katili olarak değerlendiren Arap halkının esir alınması mümkün olmayacaktır. Saddam görüntüleriyle bu halkı susturmak ve teslim almak düşünülemez bile.
Saddam’ın başında bit ayıklama ve ağzını açtırarak diş sayma “sunumu”nun halkın üzerinde etki yapması beklenir bir durumdur; ama bu, aynı zamanda, karşı tepkileri yaratmak ve geliştirmeye de neden olmaktadır. Nitekim, GHK’nin (Geçici Hükümet Konseyi) Saddam’ın yargılanmasını halka açık yapmaktan vazgeçmesi, hem Saddam’ın tutumu, hem de halkın alacağı tutum bakımından gündeme gelmiştir. Özellikle Ortadoğu halkları bakımından “onur”la ilişkilendirilerek seçilmiş “ince” yöntemlerle ekranlara yansıtılmakta olan görüntülerin ters teptiği, şimdiden görülebilir. ABD, yıllardır tüm dünya kamuoyuna bir cani, kitle imha silahlarının ve Saddam Füzeleri’nin başına oturmuş bir katil ve ABD’ye yıllarca kafa tutmuş bir adamı, “tünemiş bir tavşan gibi”  yakaladığını allandıra ballandıra anlatsa da; halkların gözüne kara çalmak, gerçekleri tersyüz etmek olanaklı değil.

ABD-SADDAM İLİŞKİSİNİN ÖZET TARİHİ
ABD İran-Irak savaşı boyunca Saddamı destekledi. Şah’ın yıkılışıyla kaybedilen İran kalesinin yeniden kazanılması ve bununla birlikte Irak’ın denetim altına alınması için ne gerekiyorsa yaptı. Kuşkusuz o, savaşta Saddam’a bu desteği sunarken, bu vesileyle tüm Arap dünyasında sempati rüzgarları estireceğini ve takdir toplayacağını hesaplamaktaydı. 1967 Arap-İsrail savaşı ile kesilmiş olan Irak-ABD ilişkilerini onarmak ve Perslere yenilen Arapların imdadına yetişmek, tüm Arap dünyasında olumlu etki yapacaktı. Bu bulunmaz fırsat iyi değerlendirilmeliydi. ABD’nin gözünde ünlü bir BAAS milliyetçisi olan Saddam, Arap halklarının İsrail ile yeniden ilişki kurmalarında “uzlaşmacı kişilik” olarak da önemsenmekteydi.
Diğer yandan, İran ile Irak arasındaki savaşın Mollalar lehine döndüğünü hisseden ABD iyice telaşa kapıldı. Şah’ı yerle bir eden İran’ın Irak’ı da yenilgiye uğratarak zafer kazanması olasılığı, ABD’yi kaygılandırmakta ve ürkütmekteydi. Mollaların zafer kazanması demek ABD’nin tüm bölgedeki çıkarlarının tehdit altına girmesi demekti. Şah’ın devrilmesiyle ABD ve İngiliz emperyalizmine ve onların tekellerine kapanan İran petrollerinin kapıları tamamen kilitlenecek, ve üstüne üstlük, bölgede bir daha düzelmesi zor bir ‘dengesizlik’ ortaya çıkacaktı.
Bu yeni gelişme, Körfezdeki Amerikan çıkarlarına, en başta da bölge petrollerine erişim olanağına yönelik büyük bir tehdit olarak değerlendirildi ve hızla harekete geçildi. İran’da kadim işbirlikçisi Şah’ı kaybetmeyi hazmedemeyen ve bu ülkenin zengin petrol yataklarına hükmetmekten vazgeçmemiş olan ABD, yeniden müdahale olanakları bulmuştu ve bunu genişletmek için Irak’a destek sunmak gerekiyordu.
Reagan’ın başkanlığı döneminde Ulusal Güvenlik Konseyi üyesi olan ve aynı zamanda Irak’la yakından ilgilenen Howard Teicher, o dönem  Washington Post’a yaptığı bir açıklamada, “Realpolitik bize durumun daha kötüye gidişini durduracak şekilde davranmamızı emrediyor.” diyecekti. Akabinde Rumsfeld’in, Aralık 1983’te, Saddam Hüseyin’i, ABD temsilcisi olarak ziyaret ettiği biliniyor.
Bu tarihten sonraki yıllar boyunca ABD,  Saddam’ı desteklemekten geri durmadı. İran savaşında kullanılmak üzere kimyasal silahlar Saddam’a ABD tarafından verildi. Yine tüm askeri teçhizat ABD desteğinde sağlandı. Ancak ABD, şimdi olduğu gibi, o zaman da birçok “ata oynamakta”ydı. Irak-İran savaşında petrol yataklarına yeniden sahip olmak isteyen ABD ile birlikte Fransa ve İngiltere, Irak’a kimyasal silahlar, füzeler, süpersonik uçaklar satan ülkelerdi. Arap ülkelerini parçalamak amacındaki İsrail de, savaşta Irak’a destek sundu. Sovyetler Birliği ise, Irak’ın hemen tüm modern silah ihtiyacını gideren ülke durumundaydı.

ABD-SADDAM İLİŞKİLERİ VE CIA PLANLARI
United Press International (UPI) ajansından Richard Sale’in yayınlanan araştırmasında, Saddam’ın CIA ile tanışıklığı, 1958 yılına dayandırılmaktadır. Monarşiye karşı az çok devrimci ve ilerici bir ayaklanma olarak gelişen ve Kral Faysal’ın devrilmesiyle son bulan gelişmelerin ardından, General Abdülkerim Kasım’ın iktidara gelişini hazmedemeyen ABD, darbe hazırlıklarına, bu tarihten itibaren girişti. “Komünistler”in de desteklediği, liberal subayların temsilcisi General Kasım’ın iktidara gelişinin hemen ardında, Kasım’a karşı 1959’da gerçekleştirilen suikast girişiminde, CIA desteğinin varlığı biliniyor. Bu, aynı zamanda, Saddam-CIA tanışıklığına denk gelen dönem.
O yıllarda da, Irak, önemli bir stratejik merkez olarak değerlendirilerek, hedefte bulunmaktaydı. Tıpkı İran-Irak savaşında olduğu gibi, öneminin arttığı bir dönem. General Kasım’ın Kral Faysal’ı devirmesiyle ABD karşıtı bir tutum sergilemesi ve Bağdat Paktı’ndan çekilerek Sovyetler Birliği’yle ilişkilerini güçlendirmesi, ABD’yi “yeni arayış”lara yöneltmişti. Yayılan Sovyet etkisini engellemenin yollarından birisi de, bu ülkelerdeki iktidar kavgaları ve klikler arası çatışmayı değerlendirmek oldu. Ve iktidara gelişinden beş yıl sonra, 1963’te, Abdülkerim Kasım Baas gericiliğinin gerçekleştirdiği bir darbeyle devrildi ve idam edildi. Bu darbedeki CIA’nin rolü, o yılların Baas parti sekreteri tarafından şöyle açıklanmıştı: “İktidara, CIA trenine binerek geldik.”  Bu darbeyle iktidara gelen Albay Arif, Saddam’ı Baas’ın Gizli İstihbarat Bölümü’nün sorumlusu olarak atayacaktı. Komünist sayılanların ve ilericilerin tutuklandığı ve kıyıma uğradığı bu dönemde, komünist avı başlatan Ulusal Muhafız Birlikleri Saddam tarafından yönetilirken, CIA önemli bir yol göstericiydi.
1968 yılında General El-Bekr devlet başkanı oldu. Böylece, gerici, feodal ve komprador burjuvazinin temsilcisi olan Baas Partisi iktidarını daha da sağlamlaştırdı. Artık Saddam için iktidar yolu da açılmış oluyordu.
1970’lerin başlarında Basra Körfezindeki ABD karakolu, Şah’ın İran’ıydı. Başkan Richard Nixon, ABD’nin  Basra Körfezindeki çıkarlarının koruyucusu olarak İran Şahı’na özel ilgi ve ihtimam gösteriyordu. Ancak 1979’da Şah’ın devrilmesi ve aynı yıl Saddam’ın Irak’ın başına geçmesi, ABD’nin planlarında değişikliği zorunlu kıldı.
ABD, Reagan döneminde, yani 1981 sonlarında İran-Irak savaşındaki gelişmeleri gerekçe ederek, İran’ın olası zaferini engellemek üzere harekete geçti. Daha önce “terör destekçisi” sayılan Irak, 1982’de, alelacele, ABD’nin “terörizm destekçileri” listesinden silindi. Irak için uygulamada olan ithalat sınırlaması kaldırıldı ve yeni kredi olanakları için düzenlemeler yapıldı. Hem sivil hem askeri amaçlarla kullanılabilen kimyasallar, gelişmiş iletişim donanımları ve sair teknolojik malzemenin alımına kapı açıldı. Kasım 1983’te, Irak’ın İran güçlerini engellemek amacıyla kimyasal gazlar kullandığı açığa çıkmasına rağmen, ABD bunu örtbas etti. Reagan’ın 114 No.lu Milli Güvenlik Karar Yönergesi’ni bu amaçla imzaladığı bugün açığa çıkmış bulunmaktadır. Bu gelişmenin ardından Rumsfeld Bağdat’a giderek görüşmelerde bulundu. Bu görüşmenin akabinde, 1985’te, ABD, 1,5 milyar dolara karşılık gelen şarbon türevleri ve zehirli gazlar vererek, Saddam’ın nükleer ve biyolojik silah programına büyük olanaklar sundu. ABD, Saddam’ı, BM ve başka birçok uluslararası kurumun korumasına ve desteğine aldı. ABD Kongresi’ne yardımların kısılması ve kesilmesi amaçlı olarak gelen öneriler ve yine BM’de yasaklanmış silahların kullanıma karşı gelişen tepki ve alınmak istenen kararlar, Reagan tarafından engellendi.
Krediler, örtülü ödenekler ve askeri teçhizatlarla güçlendirilen Saddam, uluslararası birçok silah tekelinin desteğine kavuşturuldu. CIA koordinatörlüğünde birçok silah tekeli Saddam’a silah vermeye başladı. Dönemin CIA Müdürü William Casey Irak’a yönelik planların başında bulunuyordu. İran’ın, adına “İnsan Dalgaları” dediği taarruz taktiğinin diskalifiye edilmesi için sağlanan Misket Bombaları, Şili’li bir şirket olan Cardoen tarafından sağlandı.
Mart 1988’de Halepçe’de Kürtlere yönelik zehirli gaz kullanıldığında, CIA, Saddam’a tam destek veriyordu. 5 binden fazla Kürdün ölümüne desteği ABD’nin sağladığı, belgeleriyle açıklandı. ABD’nin Irak’a yardımı, Kuveyt’in işgaline kadar devam etti.   

SADDAM’IN ELE GEÇİRİLMESİ VE UŞAKLARIN SEVİNÇ ÇIĞLIKLARI
Saddam’ın yakalanması, ABD için olduğu kadar, emperyalizmin uşakları için de sevinç gösterilerine neden oldu. Türkiye’deki işbirlikçiler, ABD karşısında yıllardır sürdürdükleri onursuzluğu unutarak, büyük bir arsızlık örneği sergilediler. Tam bir Amerikan uşaklığı gösterisi yaşandı. Savaş karşıtı milyonların ve işgale hayır diyen tüm Türkiye halkının karşısına Amerika’nın sesi olarak çıktılar, ve adeta, tüm Amerikan ve savaş karşıtlarına “ders” verdiler. Saddam’ın düştüğü durumla dalga geçtiler. AKP Hükümeti daha birkaç ay önce gidip kol kola girdiği, ticari anlaşmalar yaptığı, geleceğe dair projeler konuştuğu Irak’ın devlet başkanı Saddam’ın ele geçirilmesiyle gönendi. ABD’yi alkışladı, kendisine de pay çıkarmak için çırpınıp durdu. Bu, damat Ferit’in muadilleri, Padişah eteğinin kırıntıları durumundaki mandacı zevat, Amerika’da bile görülmeyen sevinç çığlıkları attılar!
Medya, aylardır karaladıklarının direnişçiler olduğunu unutarak, Saddam’ın direnmeden teslim olduğunu yazarak dalga geçti, Saddam’ın içinde bulunduğu koşulları, aşağılama unsuru olarak kullandı. Bilumum işbirlikçiler, ABD’ye dizilen övgülerle, iğrenç bir yağcılık örneği sergilediler. Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olmasından yana tüm güçlere karşı ABD saflarında hizaya geçtiler. İşbirlikçiler ve ruhunun tüm derinliklerine uşaklık sinmiş olanlar, böylece, ABD’ye direnmenin olanaksızlığını da kanıtlamaya çalıştılar.
Bu güruhun Saddam’ın yakalanışı ile çığlık atması, tüm Türkiye halkının içinde bulunduğu tehlikeyi göstermeye yetmektedir. İşgal edilmiş bir ülke halkının işgalciye karşı koyuşunu, küçümsenecek, aşağılanacak ve iğrenilecek bir durum olarak anlayan ve böyle sunanların yönetimde bulunduğu bir ülkenin, güven içinde olmadığı açıktır. Ve onlar, işbirlikçi ve halk düşmanı mihraklar olarak, Türkiye’nin başına böylesi bir hal geldiğinde ne yapacaklarını bu vesileyle de ilan etmiş oldular. Başka bir güç ya da emperyalist bir mihrak tarafından ülkemize yönelecek bir saldırı karşısında, tıpkı “Kurtuluş Savaşı”ndaki Damat Feritler ve Ali Kemaller gibi davranacaklarını göstermiş oldular.

ÜLKESİNİ SAVUNACAK TEK GÜÇ İŞÇİLER VE EMEKÇİLERDİR, ÜLKENİN TÜM HALKIDIR
Saddam, Kürtlerin, Arap halkının, Şiilerin, Türkmenlerin, Asurilerin ve tüm halkın düşmanıydı. Burjuva kapitalist dünyanın bir unsuru olarak Irak’ın yönetimini elinde bulunduran bir gericiydi. Tıpkı bölgedeki diğerleri gibi, Türkiye’nin başındaki güç odakları gibi bir zihniyetin sahibiydi. Sömürü ve baskı düzeninin savunucusuydu. Kurulu düzeni sürdürmek için elindeki tüm olanakları kullandı. Darbeler tezgahladı, katliamlar gerçekleştirdi, ülkenin maddi ve manevi tüm değerlerini yağmaladı. Özgürlük ve bağımsızlık yanlısı tüm güçleri, en hunhar yöntemler kullanarak ezdi. Sosyalistleri, işçi ve emekçi iktidarını savunan ve bunun için mücadele edenleri yaşatmadı. Gerçek yurtseverler ölüm, işkence ve sürgün dolu yıllar yaşadılar. Ulusal özgürlük için mücadele eden Kürtler, Saddam döneminde en büyük acıyı çektiler. Bir uluslar ve mezhepler hapishanesi olan Irak’ta, tüm bu uygulamalarından dolayı Saddam, hiçbir emperyalist gücün ve gerici bölge yönetiminin tepkisiyle karşılaşmadı.
Ancak tüm bunlar, bizim de hiç yabancısı olmadığımız uygulamalar. Türkiye’nin yönetici güç odakları, yıllardır darbeler, sıkıyönetimler, katliamlar, tutuklamalar, onlarca yıl zindanlarda mahkumiyet ve insanlık dışı tüm uygulamalarla ülkeyi yönetmektedirler. Kürtlere yönelik uygulamalar taptaze ve kabuk bağlamasına imkan verilmeyen kanayan yara durumunda.
Özcesi, Saddam, gericiliğin, işbirlikçiliğin, despotizmin ve halk düşmanı politikaların savunucusu ve uygulayıcısı olarak, Türkiye’yi yönetenlerle benzeşmektedir. O, hemen tüm bölge ülkelerindeki iktidarlardan farklı olmayan bir iktidarın sahibiydi. Emek ve demokrasi mücadelesini, ulusal kurtuluş ve demokrasi mücadelelerini kanla bastıran bir mutlak egemen, uzun bir dönem Amerikan işbirlikçiliği yapmış olan bir devlet başkanıydı. Ancak buna rağmen, tüm dünya halklarının düşmanı, tüm kanlı katillerin destekçisi, tüm diktatörlüklerin ve kanlı iktidarların mimarı olan ABD’nin Saddam’ı ele geçirmesinde dünya halklarının sevineceği bir yan yoktur. Onun yerine kimi ikame edeceğinin hesapları içinde bulunan emperyalist mihrakların, Arap, Kürt halkının ve de bölgedeki diğer halkların ve Türkiye’nin dostu olmadığı açıktır. İşbirlikçiler, tam bir eşgüdüm içinde sevinç çığlıkları atsalar da, ezilen ve sömürülen halkların, ulusal kurtuluş ve demokrasi mücadelesi içindeki ulusların ve mazlumların Saddam gösterilerek hizaya getirilmeleri ise, hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑