Devlet sorunu, Platon’nun MÖ 4. yüzyılda “devlet üzerine” tezler öne sürmesinden beri felsefenin ve siyasetin en önemli tartışma konularından birisi olmuştur. Ve o zamandan bu yana, Platon’un öğrencisi Aristoteles’ten başlayarak, Marks’ın hemen öncesinde idealist felsefenin zirveleştiği Hegel’e kadar, “sistematik” görüşler öne süren her filozof, felsefi okul, siyasi mihrak “kendi görüşleri” açısından “devlet”i tarif ederek “kuramlarını tamamlamış”lardır.
Elbette devlet tartışması, Marx ve Engels’in sorunu diyalektik ve tarihsel materyalizm ışığında çözümlemesinden sonra da bitmemiş; tersine, burjuvazinin çeşitli renkten filozofları, siyasetçileri, ideologları, Marksizmden sapma akımlar; Hegel’e, Kant’a, Hume’e dönerek ya da liberalizme sarılarak devlet üstünden kendi politikalarını hayata geçirmeye çalışmışlardır. Bu yüzden “devlet sorunu”, Marksistlerle tüm öteki görüş sahipleri arasında, Marksizmin tarih sahnesine çıkmasından beri en temel tartışma konularından birisi olmuş; çoğu zaman da mücadelenin saflaşmasında pratik ve belirleyici bir önem kazanmıştır.
Günümüzde de, neoliberalizmin savunucuları ve onlara eklemlenen sözde Marksist çevreler (gerçekte ‘liberal sosyalizm’ yanlıları), Marksistleri, ülkelerinin emperyalizmden bağımsızlığını savunanları; emperyalist sermaye ihracı ve emperyalist hegemonya karşısında ulusal sanayi ve tarımın gelişmesini savunanları, özelleştirmelere karşı çıkanları, devletin yükümlenmek zorunda kaldığı parasız eğitim ve sağlık başta olmak üzere öteki kamu hizmetlerinin tasfiye edilmesine karşı çıkanları; eski, hantal, müsrif devleti savunmakla, devletçi olmakla, devleti kutsamakla, muhafazakarlıkla suçlarken, kendilerini, devlete, dolayısıyla baskıya karşı, ilerici, yenilikçi olarak göstermektedirler.
Özellikle burjuva devletin hantal, bürokratik, müsrif, rüşvetçi, adam kayırmacı özellikleri öne çıkarılarak, bizzat sermayenin çeşitli çıkar odaklarının marifeti olarak ortaya çıkan devlet kurumlarının siyasi partilerin rant alanı, arpalığı haline gelmesini öne sürerek, devletin bu zaaflardan kurtulması için bütün diğer önlemleri aldıkları intibaını vermek istemektedirler.
Özgürlük Dünyası, çıktığı günden beri bu tartışmanın Marksist tarafında yer aldı; burjuva devletin karakteri, rolü, devlet karşısında Marksistlerin tutumu, işçi sınıfı ve emekçilerin bugünkü mücadelesi bakımından devlet ve devletçiliğin nasıl bir rol oynadığı vb. gibi konularda sayısız eleştiri, makale yayınladı; Marx, Engels, Lenin ve öteki Marksist düşünür ve siyasetçilerin makalelerini aktardı.
Ama Kamu Yönetimi Temel Yasası ve ona bağlı olarak Kamu Personel Rejimi Yasası ve Yerel Yönetim Yasası gibi başlıca alanlarda hükümet ve sermayenin çeşitli güç odaklarının devletin yeniden yapılanmasını güncel bir sorun olarak ele almalarıyla, “devlet” konusu yalnızca teorik bir tartışma, devrimin stratejik bir sorununun ele alınışı olmaktan çıkıp, aynı zamanda, güncel siyasal ve sendikal mücadelenin de bir sorunu olarak gündemin üst sıralarına oturdu. Öyle olunca da; yığınların mücadeleye katılmasını engellemek ve onları bölmek için sermayenin propaganda odakları, “devlet düşmanlığı” denilecek bir çizgiden “kutsal devlet”e kadar varan yelpazede yayılan bir propaganda ile emekçiler arasında bölünme yaratmaya yöneldi. Asıl yapılmak istenenin, egemen sınıfların devletinin gediklerinin kapatılması, çürüyen yönlerinin restore edilerek, emekçilere, halka karşı daha etkin, kendisini her tür hizmet ve sosyal görevden arındırmış; etkin biçimde vergi toplayan, polis ve asker gücü bakımından daha zapturaptçı bir yapıya kavuşturulması olduğunun ise, üstünün örtülmesi tercih edildi.
Bu yüzden, bu yazı, hem yakın tarihteki devlet tartışmalarına bir göz atmayı hem de günümüz tartışmalarıyla dünkü tartışmalar arasındaki bağlantıyı kurarak ve bir dergi yazısını sınırlılığı içinde de olsa, güncel mücadelenin ihtiyaçların gözeterek, devletin niteliğinden öte, üstlendiği roller ve onun asli görevi arasındaki bağlantılar üzerine bir tartışmayı amaçlamaktadır.
EGEMEN SINIFIN BASKI ARACI OLARAK DEVLET
Devleti, bürokratik, askeri bir mekanizma olarak; egemen sınıfın, öteki sınıf ve tabakaları baskı altında tutmak için örgütlediği gerçeği, devletin şiddetin örgütlenmiş ifadesi olması, onun, şiddeti rasgele kullandığı ve terör dışında bir işlevinin olmadığı anlamına gelmez. Tersine devlet, en “yalın” haldeyken bile, kendini tüm sınıfların üstünde göstermesine yarayan fonksiyonlara sahip olduğu gibi, toplumun “babası”, “kutsal yükümlülükleri” olan, toplumdaki çıkarları karşıt sınıflar arasındaki çatışmayı belirli sınırlar içinde tutan, “arabuluculuk yapan”, “sınıf çıkarlarının üstünde” bir kurum olduğunu göstermesine inandırıcılık kazandıran çeşitli “donatılara” da sahip olmuştur. Örneğin, Ortaçağ’da dinle içli dışlı hale gelerek, çoğunluğun ve dinin koruyucusu, ulusun ve halkın dış düşmanlara karşı kollayıcısı, asayişin sağlayıcısı, salgın hastalıklara karşı önlem alıcı, açlık ve kıtlık yıllarında sıkıntıları hafifletici bir rol oynayan, toplumun birlik bütünlüğünü sağlayan bir kurum olarak gösterilmiştir.
Devlet hakkında yayılan, onun sınıflar üstü bir toplumsal organizasyon olduğu hayallerine karşı Engels, “Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni” adlı yapıtında şunları söylüyor:
“…devlet, asla topluma dışarıdan zorla kabul ettirilmiş bir güç değildir. Hele Hegel’in ileri sürdüğü gibi ‘ahlaki düşüncenin gerçekliği’ hiç değildir. Devlet, daha çok toplumun kendi kendisiyle çözülmez bir çelişmeye düşmesinin, üstesinden gelemeyeceği uzlaşmaz karşıtlıklara bölünmesinin kabullenilmesidir. Ne var ki bu karşıtlıkların, ekonomik çıkarları çelişen sınıfların gerek kendilerini gerekse toplumu kısır bir mücadele içinde tüketmemeleri için görünüşte toplumun üzerinde duran bir güç, çatışmayı yumuşatmak ve düzenin sınırları içinde tutmak amacıyla zorunlu duruma gelmiştir. İşte toplumun bağrında doğan, ama kendini toplumun üzerine koyan ve ona gittikçe yabancılaşan bu güç devlettir.”
Engels’in tanımı, hem devletin bir keyfiyetten değil, zorulu olarak, toplumun çıkarları karşıt sınıflara bölünmüş olmasının zorunlu sonucu olarak ortaya çıktığını, hem egemen sınıfının baskı aracı olduğunu, hem de onun, toplumun üstünde, karşıt sınıfları uzlaştırma görünümü veren bir rol oynadığını ifade etmektedir. Ama bu “uzlaştırma”, iki tarafa eşit uzaklıkta durarak değil, egemen sınıfın çıkarlarına uygun bir uzlaşmayı gerçekleştirmek üzere devletin rol oynadığın ifade etmektedir.
Devlet, yalın haliyle; egemen sınıfın öteki sınıf ve tabakaları kontrol altına almak, boyun eğdirmek için oluşmuş, örgütlenmiş bir şiddet aracıdır. Ama her dönemde de, toplumsal gelişmeye bağlı olarak daha karmaşık görevlerle yükümlenerek, bu yalın halinin üstünün örtüldüğü çeşitli yükümlülükler ve roller de üslenmiştir.
Bu açıdan bakıldığında, çıplak haliyle kapitalist devlet, burjuvazinin işçi sınıfı ve öteki halk kesimlerini baskı altında tutması için örgütlenmiş bir şiddet aracıdır. (Sorun, çeşitli yanlarıyla, Özgürlük Dünyası’nın 141. sayısında Lenin’in Devlet ve Devrim adlı yapıtının tanıtımı çerçevesinde, kapsamlı bir biçimde Kadir Yalçın tarafından aktarılmıştır. Okuyucularımızın, sorunun Marksizm tarafından ele alınışı için hem Yalçın’ın yazısına hem de Devlet ve Devrim’e başvurmaları önemlidir.) Şiddet, bazen polis önlemleri, mahkemeler, cezaevleriyle yasalar aracılığı ile sürdürülürken, bazen de devlet ve düzenin korunması adına hak ve özgürlük talebi ile hareket eden yığınların asker ve polis şiddetiyle sindirilmesi, toplumsal muhalefetin açık şiddet aracılığı ile bastırılması biçiminde görünür. Ama asıl olarak, burjuva devletin asli yapısı; asker, polis gibi iç ve dış güvenlik gücü ile vergi toplayan bir “sivil bürokrasi”den ibarettir. Bunun ötesinde, bu yapıya eklenen yükümlülükler, döneme, ülkeden ülkeye, toplumdaki sınıfların mücadelesinin durumuna ve güç ilişkilerine göre değişebilir.
‘SOSYAL DEVLET’* YALANI NASIL ORTAYA ÇIKTI?
18. ve 19. yüzyıldaki işçi mücadeleleri, burjuva devlet açısından kimi hakların kabul edilmesine götürmüş, işgününün belirli saatle sınırlandırılması, çalışma koşullarının yasalarla düzenlenmeye başlanması, sosyal güvenlik sisteminin kurulması, toplu sözleşme hakkının tanınması, genel oy hakkının kabulü, genel eğitim ve sağlığın yaygınlaşması gibi hakların kabulüne bağlı olarak, devlet, bu hakların kullanılmasını hem garantiye alan hem de “denetleyen”, “gözetim altında tutan” kurumlar oluşturmak, bu kurumlarda azımsanmayacak sayıda sağlıkçı, eğitimci, müfettiş, teknisyen istihdam etmek zorunda kalmıştır. Yine yaygın eğitim ve sağlık, araştırma geliştirme, sivil ve savaş sanayiinin ihtiyaçlarından kaynaklanan büyük işletmeler kurulması, haberleşme, kara ve demir yolu yapımı, bakımı ve işletilmesi gibi çeşitli alanlarda devletin faaliyetleri genişlemiştir. Ama, devletin bir takım sosyal görevler üstlenmesi, bu görevlerin, devletin faaliyetleri içinde hem çalışan personel sayısı hem de faaliyetlerin alanı olarak ciddi bir yer tutmaya başlaması; 20. yüzyılda, Ekim Devrimi sonrasının dünyasında görülmüş; bir sosyalist devletin de ortaya çıkması (işçi sınıfının dünya ölçüsünde yükselen iktidar mücadelesini de buna eklemek gerekir), burjuva devletin sosyal görevlerine genellik ve süreklilik kazandırmıştır.
Başka bir söyleyişle, burjuva devletlerin, eğitimden sağlığa, ulaşımdan belediye hizmetlerine, işçilerin ve öteki emekçi kesimlerin emeklilik, işsizlik, sağlık sigortaları, sosyal güvenlik, bilim ve teknolojinin geliştirilmesi, sağlık ve eğitimin parasız ve herkese açık hale getirilmesi gibi “sosyal görevler”le yükümlendirilmesi, tümüyle; işçi sınıfının 200 yıllık mücadelesi, ve asıl olarak da, Ekim Devrimi’nin dünyayı sosyalist ve kapitalist dünya olarak ikiye bölmesi ve dünyanın bir bölümünde sosyalist bir devletin ortaya çıkmasıyla olabilmiştir.
Kısacası, Rusya’daki Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’nin kapitalist ülkelerde kıyıya vuran dalgası, burjuva devletin, kendi yapısını da “sosyalleştirmeye” zorlamıştır.
Ekim Devrimi’nin kapitalist dünyada reformlara yol açan etkisi 1917’den itibaren görülmeye başlar. Ama, sosyalizmin hızla inşasına başlandığı 1920’li yıllarda daha açık hissedilmeye başlar. 1929 Ekonomik Buhranı’nın kapitalist dünyada yol açtığı panik, sosyalizmin yükselen baskısıyla birleşince, kapitalist ülkeler; Keynesyen politikalar eşliğinde bir “sosyal reformculuğu” (günümüzde neoliberalizmi benimsedikleri gibi) genel bir tutum haline getirirler. Ama özellikle de 2. Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa ülkelerinde devletler yeniden kurulurken; bir yandan SB Anayasası’ndaki bireysel hakları, öte yandan SB’deki sağlık, eğitim, sanayileşme, ulaşım, işsizlik, emekçilerin sosyal statülerine ilişkin öteki gelişmeleri görmezden gelememiş; kapitalist ülkelerde, savaş boyunca sosyalizmi de kapitalizmin faşist yüzünü gören işçi sınıfı ve öteki halk kesimlerinin sosyalizme yakınlık duymaları, faşizmle kapitalizm arasındaki dolaysız bağı farketmiş olmaları ve komünist partilerin İtalya, Fransa, Yunanistan gibi ülkelerde iktidarın eşiğine kadar gelen güçleri, burjuva devletin, kendisini, daha önce görülmemiş ölçüde sosyal görevlerle yükümlendirmesini zorlamıştır.
Aslında 1917’de Rusya’da patlak veren devrimden sonra, 2. Dünya Savaşı arkasından, Doğu Avrupa’da , Avrupa’nın ortasına kadar olan bölgede “halk cumhuriyetleri”nin kuruluşu, Asya’da ise Çin, Kore ve Vietnam devrimlerinin halkçı ve anti emperyalist karakteri ve sosyalizmle kurdukları ilişki; dünya nüfusunun ve topraklarının çok önemli bir bölümünü kapitalist dünyanın hakimiyetinden çıkarmıştı. Daha geniş bir tarih aralığından bakarsak, bu gelişmeler, Ekim Devrimi’nin yayılması, bir anlamda 2. Dünya Savaşı’nın üstünden bir yandan Avrupa’da öte yandan Asya’da ulusal kurtuluş mücadeleleri ve faşizme karşı savaşların bir sosyal devrim olarak da ilerlemesiydi. Bu ülkelerde savaş ve devrimler sonrası kurulan devletler, kapitalist burjuva-bürokratik devletten farklı olarak, halkçı, sosyal karakterleri gelişkin devletler olarak şekillenmişlerdir.
Kapitalist Avrupa’da bir yandan iktidardan dönen öte yandan da “halk cumhuriyetleri”yle Batı Avupa’nın sınırlarına dayanan sosyalizm güçleri, aslında kapitalist dünyayı pek çok yandan kuşatmıştı ve kapitalist Avrupa savaş sonrasında devlet yapısını yeniden kurarken; bu kuşatmanın baskısı altında biçimlendi ve anayasa ve yasalarını yeniden oluştururken, her maddesini yazarken, deyim yerindeyse, “Acaba bu maddeyi böyle yazarsak işçiler ne der; halk kabul eder mi; acaba sosyalizm bu konuda ne diyor, ne yapıyor?” diye yeniden yeniden düşünmek zorunda kaldılar.
Sosyalizmin, halk cumhuriyetlerinin ve kendi işçi sınıflarının tehdidi altında şekillenen burjuva devletlerinde, işçi ve emekçi haklarının gözetilme zorunluluğunun ortaya çıkması, milyonlarca halkın eğitim, sağlık,ulaşım, iş, ev, belirli bir standartta yaşama hakkını garanti altına alan kurumlar ve kuruluşlar, burjuva devletin bürokratik yapısını yumuşatmıştır. Daha doğrusu, burjuva devlet, bürokratik yapının arkasında saklanacağı bir “sosyal örtü” oluşturacak kadar “kalın” sosyal görevler üstlenmek zorunda kalmıştır.
Nitekim, 2. Dünya Savaşı sonrasının ABD’nin başında bulunduğu kapıtalist strateji, SB’nin Batıdan ve Güneyden kuşatılmasıdır. Bu, NATO, CENTO, CEATO ve öteki kapitalist paktlar içinde yeralan ülkeler, Avrupa’da “sosyal” ve “demokratik normlar” bakımından teçhiz edilirken, geri ülkelerde de sosyal önlemler öne çıkarılmış, Türkiye gibi ülkelerde de “çok partililik”, sendikaların serbestçe kurulması, sosyal güvenlik sistemlerinin geliştirilmesi, genel eğitim ve sağlığın yaygınlaştırılması, devletin sanayii ve tarımı geliştirmek için çeşitli organizasyonlar ve denetim kurumları oluşturması gibi pek çok ekonomik ve sosyal kurumla burjuva devlet aygıtı donatılmıştır.
‘SOSYAL DEVLET’İN İŞÇİ SINIFI VE HALKLAR İÇİN BİR TUZAĞA DÖNÜŞMESİ
Bu gelişmelerden, burjuva ideologları; burjuvazinin, artık eskiden olduğu gibi, sadece kendi kârını düşünmediği, uygar, sömüren, ama bu sömürüden emekçilerin de yararlanmasını sağlayan bir sınıf olduğu, dolayısıyla kapitalizmin, yeni bir aşaması olarak “sosyal devletçi” aşamasına geçtiği sonucunu çıkardılar. Yani; emek mücadelesinin, sosyalizmin başarıları karşısında burjuva dünyasında, bu arada burjuva devletin yapısında yapılmak zorunda kalınan reformlardan, burjuva ideologları, bu gelişmelerin, kapitalizmin yapısında, onun “özü”nde bir değişimin sonucu olduğu, burjuvazinin karakterin değiştiği sonucunu çıkarmışlardır. Daha doğrusu, böyle bir iddiayı propagandalarının merkezine koymayı, kapitalizmin sosyalizme karşı yürüttüğü savaş stratejisinin gereği saymışlardır. Çünkü böylece işçi sınıfı ve emekçi halk kesimleri arasında fikri bir kargaşa çıkarma ve mücadelelerini yatıştırmayı umdukları gibi, aydınlar arasında da bir bölünme yaratmayı amaçlamışlardır.
Kruşçevizm ve onunla aynı ideolojik dayanaklar üstünde şekillenen Eurokomünizm de, kapitalizmin ideologlarıyla aynı sonucu çıkarmakta yarışmışlardır.
Kruşçevciler, “kapitalizmle sosyalizmin barış içinde bir arada yaşadığı, birbiriyle savaşmasına gerek olmadığı bir dünyanın artık mümkün olduğunu” ileri sürerken sınıf uzlaşmacılığını savunmuş; bundan önceki dönemde sosyalizm ile kapitalizm zıtlaşmasını Stalin’in uygulamalarına bağlayarak, daha 2. Dünya Savaşının hemen sonunda “soğuk savaş” stratejisiyle SB’yi kuşatmaya başlayan ABD ve öteki gelişmiş ülkelerde yaygınlaşan Mc Cartycilikle birleşmiştir.
Kruşçevizmin Marksist-Leninist partiler içinde yarattığı bölünme ve ideolojik kargaşa ile birleştiğinde “burjuvazinin karakterinin değiştiği” yönündeki iddialar, aynı zamanda, işçi sınıfının devrimci rolünü de tartışmaya açmış, “işçilerin de artık proleter olmaktan çıkıp beyaz yakalı orta sınıf fertlerine dönüştüğü” öne sürülmüş, “öncü savaşçılık”, “Maoculuk”, Marquezcilik gibi akımlar itibar kazanmıştır. Bu akımlardan kimisi, bir devrimin artık gereksizliğini (aynı zamanda olanaksızlığını) öne sürerken, kimisi devrimin silahlanmış küçük birimlerin, kadroların işi olduğu üstünden stratejiler savunmaya koyulmuş, kimisi köylülüğü asıl devrimci güç ilan edip şehirlerin kırlardan kuşatılarak kurtarılacağı fikrine sarılmıştır. Başkaları, başta CİA görevlisi Herbert Marcuse gibiler ise, “artık işçi sınıfı değil, öğrenciler devrimin öncü gücüdür” gibi saçma görüşleri bu kaos ortamına atmıştır. İşin kötüsü, ortaya çıkan kaos ortamı, yakın geçmişte devrimci bir çizgide olan işçi sınıfı partileri ve sendikalarının “sosyal uzlaşmacı” bir çizgiye çekilmesiyle birleşince, bu görüşler, sahiplerinin umduğundan çok daha fazla itibar kazanmışlardır.
Toplam açısından bakıldığında, gerek sosyal güvenlik, işsizlik sigortasının sınıfın çok önemli bölümünü sosyal güvenlik şemsiyesi altına alınması; eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim… gibi hizmetlerin parasız olmasının yasalar ve anayasalara geçirilmesi, gerekse kişisel özgürlükler alanında burjuva demokrasisini zenginleştiren gelişmeler, daha önceki dönemlerde görülmemiş biçimde gelişmiştir.
Bu gelişmeden iki sonuç çıkabilirdi. Bunlardan birincisi; kapitalizmin artık uygarlaştığı, dolayısıyla işçi sınıfı ile çelişmesinin uzlaşmaz olmadığı, dolayısıyla bu hakları verdiği, en azından kabul ettiği biçimindedir.
Bu gelişmelerden çıkarılabilecek ikinci sonuç ise, işçi sınıfının kazandığı bu hakları mücadeleyi daha da ilerletmek, burjuvazinin iktidarına son vermek için kullanmaktır.
Burjuvazi ve onun stratejistleri, bu gelişmeyi, işçi sınıfı ve onun çeşitli örgütlerine karşı bir tuzağa dönüştürmek üzere harekete geçtiler.
Onlara göre; “Kapitalizm eskiden sömürücü, ‘insanın insanın kurdu olduğu’ vahşi bir sistemdi. Marksizmin bu doğrultudaki tespitleri ve sınıf mücadelesi anlayışı doğruydu. Ama bugün durum değişmiştir. Kapitalizm de olgunlaşmış, artık sisteminin eskisi gibi sürmeyeceğini görmüştür, bunun sonucu olarak da işçilerin sosyal haklarını, demokratik isteklerini kabul ederken ekonomik bakımdan refahın paylaşılmasını, yani ekonomi geliştiği ölçüde işçilerin reel gelirlerinin de artmasını kabul etmektedir. Bu yüzden artık sınıf mücadeleci değil, sosyal uzlaşmacı bir ilişkiyi esas almalı; işçilerle patronları arasındaki sorunları masa başında çözen bir yaklaşım esas olmalı”dır.
Burjuvazinin bu tutumu karşısında, Kruşçevciler; “barış içinde bir arada yaşama” teziyle zaten, sınıf mücadelesine gerek olmadığını ilan etmişler, kapitalist ülkelerdeki işçi partilerine, “kendi burjuvazileriyle barış içinde bir arada yaşama” çağrısı yapmışlardı. Çünkü onlara göre de; “kapitalizm artık eski vahşi karakterini değiştirmiş, şimdi uygar ve uzlaşmacı bir kapitalizm olarak sosyalizmle her alanda barış içinde yarışabilir; insanlar da sistemlerin başarısına bakarak, kendi taraflarını seçebilirler”di.
Eurokomünistler ise, aslında Kautskistlerin bıraktığı yerden hareketle, sosyalizmin demokrasi ve sosyal haklar bakımından hayli adımlar atmış kapitalizm içinde gelişeceği ve barış içinde sosyalizme geçilebileceği fikrindeydi.
Sosyal demokrasi, zaten ortaya çıktığından beri böyle bir uzlaşmacılık ve sınıf işbirliğinin teorisini yapıyordu.
Kısacası gelişmiş ülkelerde burjuvazinin uzattığı “sosyal uzlaşma” elini tutmak isteyen geniş bir “Kruşçevci-eurokomünist-sosyalist-sosyal demokrat” tortu oluşmuş bulunuyordu ve bu tortunun ideologları ve propagandacıları, burjuvazinin “uzlaşma teklifini” allayıp pullayarak yaygınlaştırma, bir propagandaya dönüştürme işini de fazlasıyla başardılar. Elbette bunlar bir ideoloji ve propaganda olarak da kalmadı; işçi sınıfının partilerinin mücadele hattında belirsizliklere, yalpalamalara, sonra da onların hızla uzlaşmacı bir çizgiye kaymalarına yol açarken, sendikaların da Komintern döneminin sınıf mücadeleci çizgisinden ayrılarak sınıf işbirlikçi bir çizgiye yönelmesine yol açtı.
Böylece burjuvazi ile uyumlanan işçi örgütlerinin önemli bir bölümü ve dünün Marksist-Leninist partileri, bir takım sosyal haklar ve ekonomik bakımdan işçilerin durumlarını iyileştirmesi karşılığı, kapitalizme karşı mücadeleden, sömürüsüz ve baskısız bir dünya kurma mücadelesinden vazgeçiyorlardı.
1950’lerin sonundan başlayarak, gelişmiş ülkeler başta olmak üzere, kapitalist dünyada sınıf mücadelesinin mevzilenmesi böyle bir “sosyal anlaşma” çizgisine hapsedildi.
Burada, kuşkusuz ki, asıl sorun, sendikaların işçilerle bazı hakları konusunda anlaşmaları değil; burjuvazinin karakterinin değiştiği fikridir. Çünkü; “Burjuvazinin artık uygarlaştığı” varsayımı, burjuvazinin artık sömürücü niteliğini kaybettiği, en azından burjuvazi ve işçi sınıfının çıkarlarının uzlaşmaz karşıtlığını yitirdiği, dolayısıyla kapitalizmin süreç içinde tümüyle sosyalizme evrilebileceği fikirine yol açmıştır. Bu var sayım, işçi partilerinin sermayeye karşı mücadelesinin karakterini de devrimci olmaktan çıkarıp reformcu bir çizgiye çekilmesini getirmiştir. Aslında bu, kapitalizmi karakterize eden emek-sermaye çelişmesiyle dünyayı tanımlayan başlıca çelişmelerin karakterinin değiştiği anlamına da geliyordu.
‘YENİ DÜNYA DÜZENİ’NİN YOLU ‘SOSYAL DEVLET’LE DÖŞENDİ
Burjuvazi, tek tek ülkelerde; sosyal hakların, işçilerin yaşama ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi alanlarda tavizler verip “sosyal uzlaşma” çağrısı yaparken, Amerika ve İngiltere başta olmak üzere, kapitalist ülkelerde Mc Cartycilik üstünden yürütülen anti-Stalinizm, anti-komünizm kışkırtılıyordu. Öte yandan, NATO’nun yanı sıra CENTO, SEATO gibi bölgesel paktlarla SB batıdan ve güneyden kuşatılarak bir “yeşil kuşak” da oluşturuluyordu. Kore’den sonra Küba, sonra da Vietnam’a karşı savaş, asılında komünizme karşı bir savaş olarak yürütülüyordu. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ilerici ve anti-emperyalist gelişmeler, emperyalizme karşı mücadeleler ve sosyalizmle birleşebilecek güçler, istihbarat örgütlerin faaliyetleri ve gerici güçlerin, cuntaların iş başına getirilmesiyle tasfiye ediliyordu. Ama ne Kruşçevciler ne de euro-komünistler ve kendisine sosyalist diyen uzlaşmacı çevreler, bu olup biteni; kamplar arasında bir rekabetin sonucu olarak ele alıyorlardı. SB’nde iktidarı elinde tutan Kruşçevciler de SB’nin prestiji ve dünyada kazandığı sempatiyi, ABD ve Avrupalı emperyalistlerle aynı platformda rekabet ederek harcıyor; emperyalistlere, karşı darbelerle, geri ülkelerdeki gerici, militarist fraksiyonlarla işbirliği ile karşılık vererek, emperyalizme karşı mücadeleyi onlarla rekabete indirgiyordu. Bu yöndeki tutumları; bu ülkelerdeki gerçek Marksist örgüt ve çevrelerin gelişmesine müdahale ve işçi hareketinin bastırılmasıyla birleşiyordu.
Böylece Kruşçevizmin emperyalist politikalara yönlendirdiği SB, dünya ölçüsünde anti-emperyalist demokratik gelişme ve mücadelelerle değil, darbeler ve cuntacı burjuva fraksiyonlarla birleşerek, komünist partilerden sonra anti-emperyalist mücadelede de bölünmeleri kışkırtarak Amerika ile aynı silahları kullanarak aynı platformda bir mücadeleye yönelmiş bulunuyordu.
Aslında 70’li yılların başından itibaren kapitalist ülkeler; SB’nin sosyalizmden, Ekim Devrimi’nin amaçlarından uzaklaştığını, uzaklaştıkça da, işçi sınıfı ve anti-emperyalist hareketler karşısında itibar yitimine uğradığını fark ettiler. Dolayısıyla onları bağlayan ve işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı dizginsiz bir saldırıya girişmekten caydırıp alıkoyan bu en önemli bağ; dünyadaki sosyalizme yöneliş ve emperyalizme karşı mücadelelerin desteğini alan SB’nin oluşturduğu tehdit ortadan kalkıyordu. Onun için de, ’70’lerin ikinci yarısında itibaren; neoliberal politikalar, önce İngiltere, sonra Amerika’da Teacher ve Reagan’la gündeme girmeye başladı. Burada petrol krizi ve onun ortaya çıkardığı etkenlerin rolü de vardır, ama neoliberalizme yönelişi asıl kışkırtan, kapitalist ülkelerin kendilerini artık sosyalizm ve anti-emperyalist, demokratik muhtevalı halk hareketlerinin tehdidi altında görmemeleridir. Ve sürecin sonraki yıllarda nasıl geliştiği biliniyor.
Gorbaçov, aslında Kruşçevin sözünü ettiği, burjuvazinin artık vahşiliğini kaybettiği, burjuvazi ile proletarya, sosyalizmle kapitalizm arasındaki çelişmenin uzlaşmaz olmadığı fikrine dayanan “barış içinde bir arada yaşama” düşüncesini sonuçlarına götürerek SB’ne son verdi ve Baba Bush’la el ele tutuşarak Yeni Dünya Düzeni’ni ilan etti.
Yeni dünya Düzeni, “sosyalizme ihtiyaç duyulmayacak bir kapitalist düzen” olarak tarif edildi: Evrensel barış, uluslar arasında eşitlik ve adalet, demokrasinin dünyanın her yerinde egemen olduğu ve refahın emek ve sermaye arasında paylaşıldığı bir dünya!
Ama propagandası yapılan bu “dünya”nın yerine, aslında, söylenenin tam tersine, dünyanın her köşesinin savaş alanına dönüştürüldüğü, ABD’nin hiçbir uluslararası anlaşmayı ve uluslararası hukuku dinlemediği, BM kararlarının bile açıkça çiğnediği, açlık ve yoksulluğun devasa büyüdüğü bir dünya düzeni kuruluyordu. Küreselleşme ütopyası etrafında neoliberal politikalarla emeğin tüm kazanımları ve sosyalizmin insanlığa kazandırdığı tüm kurum ve değerlerin ortadan kaldırılması amaçlanıyordu.
Yeni dünya Düzencileri “küreselleşmiş bir dünya” tarifi yaparken, bu; aslında 1950’li, ’60’lı yıllarda, “sosyal uzlaşma”yla varılan ve işçi sınıfıyla (sendikalar ve kendisini işçi sınıfı partisi sayan parti ve çevrelerle demek daha doğru) burjuvazi arasında, bir takım sosyal haklar ve ücretlerin yükseltilmesi karşılığında kapitalizmi yıkmaktan vazgeçme anlaşmasının kapitalistler tarafından yok sayılmasının da ilan edilmesiydi. Böylece kapitalistler kendilerini artık o uzlaşmanın koşullarıyla bağımlı saymıyordu. Buna karşılık, sendikalar, artık tamamen sosyal demokratlaşmış eski işçi partileri, eski Marksist çevrelerse, sanki bu “uzlaşma anlaşması” hâlâ devam ediyor gibi davranmayı sürdürdüler.
Sürece bir bütün olarak bakıldığında şunlar apaçık görülecektir:
1-) İşçi sınıfının ve sosyalizmin kazanımları olan sosyal ve ekonomik haklar bütünü üstünde gerçekleştirilen “sosyal uzlaşma”, işçi sınıfı için bir tuzağa dönüşmüş, bu vesileyle sermaye işçi hareketini denetim altına alarak, kendi mevzilerini işçi sınıfına ve sosyalizme karşı rahatça tahkim etmiş, dahası işçi sınıfını kuşatarak, “vermek” zorunda kaldıklarını geri almak için 1990’larda gerçekleştirdiği operasyonu mümkün kılacak hazırlıkları yapmıştır.
2-) Burjuvazinin düne göre daha uygar, daha uzlaşmacı bir karakter kazandığı, baskıcı ve sömürücü karakterinin değiştiği iddiasının sadece bir propaganda olduğu ortaya çıkmıştır. Neoliberal politikalar dönemi göstermiştir ki, burjuvazinin sömürücü, baskısı karakteri eskisi gibi sürerken, o, 1960’larda işçi sınıfının mücadelesi ve sosyalizmin kazandığı mevziler karşısında benimsediği uzlaşmacı tutumu 1980’lerden itibaren terk ederek, daha da aç gözlü bir biçimde işçi haklarını ortadan kaldırmak için saldırıya geçmekten, çalışma ve yaşama koşullarını daha da ağırlaştırmaktan çekinmediğini göstermiştir. 6 Ocak 2004 tarihli Evrensel’de Serdar Derbentli’nin köşesinden Almanya için yazdıkları bu durum çarpıcı bir göstergesidir:
“Eylül 1998’de sendikaların büyük desteğiyle hükümete gelen sosyal demokratlar emekçilerin kazanılmış bütün haklarını gasp ediyorlar. Bununla da yetinmeyip on yıllardır müttefikleri olan sendikaların örgütlenme haklarına saldırıyorlar. Son olarak hükümet, sermayenin direktifi doğrultusunda TİS’lerin özerkliğine saldırıya geçti. Hükümet sendikalara daha fazla uzlaşmacı davranmalarını dayatıyor: ‘Ya uzlaşır ve TİS’lerin delinmesine müsaade edersiniz ya da biz yasalar çıkartarak TİS’lerin genel geçerliliğini engelleriz.’ Yıllardır ‘sınıfların kalktığından’, ‘sınıf mücadelesinin’ bittiğinden dem vuran DGB ve ona bağlı sendikaların bürokratları bastılar feryadı: ‘Bu tepeden sınıf mücadelesi dayatmasıdır.’”
3-) Burjuvazinin karakterini değiştirdiği saptaması ve bundan çıkarılan devrimin gereksizliği kuramı; eğer bilerek geliştirilmiş hainane bir kuram değilse, aşırı aptalca, burjuvaziye duyulan derin imanın yön verdiği sınıfa yabancı bir tutumun ifadesidir.
4-) Yeni Dünya Düzeni, 1990’ların başında dünyanın gelişmiş kapitalist ülkelerinin çıkarları doğrultusunda ve onlar etrafında bir küreselleşme zorlamasıydı. 11 Eylül’den beri ise, küreselleşme, Amerika’nın çıkarları etrafında tüm dünyanın küreselleşme zorlamasına dönüşmüştür. “Ya bizden yanasınız ya da teröristlerden” formülasyonu bu zorlamanın en yalın hali oldu. Olup bitenler, bugün de, dünyanın 20. yüzyılın başındaki gibi; emperyalist, büyük devletlerin birbirinin gözünü oymak için mevzilenmeye yöneldiği, emperyalist ülkelerin, özellikle ABD’nin yeni bir dünya savaşı için mevzilenmeye giriştiği bir dünyadır. Üstelik, bu sefer savaşı dayatan “gelişen genç emperyalist” değil, zaten sistemin patronu olan emperyalisttir. Ve bu yüzden de dünya ve insanlık, bu emperyalistin dünya egemenliğini sınırsızca sürdürme stratejisine bağlanmaya zorlanma gibi büyük bir tehdit altındadır.
BURJUVA DEVLETİN ‘YENİDEN YAPILANMA’SI**
Uluslararası burjuvazi, 1990’ların başından beri, açıkça, kendi devletini “hantallık”, “rüşvet”, “çürümüşlük”, “israf” gibi pek çok şeyle eleştirmektedir. Ve sürekli olarak “yeniden yapılanma” derken; ekonomik, siyasi, idari, sosyal yapıyı yeniden yapılandırmak”tan söz etmektedir.
Mevcut devlet yapısındaki bürokrasiden; çürümüşlükten, adam kayırmacılıktan vb. bunalan insanlar da, “evet eleştiriler doğrudur, yeniden yapılandırılsın” demektedirler. Ama, sermaye güçlerinin “yeniden yapılandırma” dedikleri ile, emekçilerin, halkın devlet ve idare karşısındaki şikayetleri aynı nedenlerle değildir. Halk, devletle yüz yüze gelenler, idarenin labirentlerine düşenler; bürokrasiden, rüşvetten, halkın değil varlıklıların işlerinin yürümesinden şikayet ederken, egemenler ve onların propagandacıları “hantallık”, “bürokrasi” dediklerinde; devlete yüklenmiş olan sosyal görevlerden; eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamu hizmetlerinin devlet tarafından üstlenilmiş olmasından, devletin ekonomiyi denetlemesinden ve karaborsayı, fahiş fiyatı vb. kontrol etmesi gibi faaliyetlerden ve yanı sıra geri ülkelerin sanayi ve tarım gibi alanlarda koruyucu önlemler almasından yakınmaktadırlar.
Çözümler de buna göre olmakta; neoliberaller devletin; devletin bir alanını oluşturan idarenin, merkezi ve yerel yönetimlerin vergi toplamak, güvenlik gibi başlıca işlerle uğraşması, ama geri kalan her şeyi piyasa koşullarında yapılması için özel kişilere, özel firmalara devretmesini istemektedirler.
Dolayısıyla kapitalizmin kendisini yeniden yapılandırmasından, bu “yenilenme”nin temeline konulan her tür mal ve hizmetin piyasa koşullarında üretilmesi ve devletin, kamunun piyasanın ürettiği hizmet ve mal alanlarından tümüyle çekilmesi isteğine uygun olarak, devletin bütün faaliyet alanlarında da buna uygun düzenlemeler kastedilmektedir.
Demek ki, burjuvazi, kendi devleti açısından; 20. yüzyıl boyunca işçi sınıfı ve sosyalizmin kazanımları olarak kendisine dayatılmış görevleri terk ederek; o klasik tanımında ifade edilen “egemen sınıfın örgütlenmiş şiddet aracı olama” görevi dışında kendisine yükümlendirilen görevlerden kurtulmak istemektedir. Eğitim reformu, “sağlık reformu”, “sosyal güvenlik reformu”, “personel reformu”, “çalışma yaşamı reformu” gibi her şeyin başına reform lafını getirerek yapılan işler, aslında bir reformdan çok, bir restorasyon, çürüyen, tahrip olan burjuva devlet yapısının yenilenmesi, tamir edilmesidir.
En gelişmiş kapitalist ülkelerden en gerilerine kadar, bütün ülkelerde, burjuvazinin bu uluslararası programı hayata geçirilmeye çalışılmaktadır.
Elini kolunu emperyalizme, özellikle de Amerikan emperyalizmine kaptırmış Türkiye ise, pek çok bakımdan olduğu gibi, sermayenin uluslararası “yeniden yapılanma” operasyonundan en çok etkilenen ülkelerden birisidir. Aynı zamanda, pek çok bakımdan pratikte olanlar, teorinin söylediklerine neredeyse bire bir karşılık gelmektedir.
Şu günlerde gündemde olan ve “yerel seçimler” nedeniyle de ayrıntıları ile tartışılacak olan Kamu Yönetimi Temel Kanunu (KYTK) ve ona bağlı olarak çıkarılması planlanan Kamu Personel Rejimi Kanunu ile Yerel Yönetimler Kanunu, devletin yeniden yapılanmasının (İş Yasası’nın değiştirilmesi, sosyal güvenlik sisteminin tasfiyesi girişimleri, özelleştirme, esnek çalışma vb. ile birlikte) çok tipik bir ifadesi olarak karşımıza çıkmıştır.
Türkiye’nin egemenleri; bürokrasiden, Kürtler üstündeki baskıdan, eğitim ve sağlık hizmetlerinin çöküşünden, sosyal güvenlik hizmetlerinin aksaması ve yetersizliğinden, akla gelen her sorun dolayısıyla yükselen şikayetler karşısında; “İşte Kamu Yönetimi Temel Kanunu ile bunları çözeceğiz. Özelleştirme tamamlanırsa bütün bu sorunlar ortadan kalkacak”, “Yerel Yönetimler Yasası ile bürokrasi, hantal devlet aşılacak; hatta Kürt sorunu çözülecek, Türkiye’nin demokratikleşmesinde ileri hamleler yapılacak!” propagandasını geliştirmekte; ve, bu yasalar ve devletin yeniden yapılanması doğrultusundaki girişimler, halkın şikayet ettiği sorunları çözme amaçlı girişimler olarak sunulmaktadır.
Gerçekte ise, egemenler; bütün bu şikayetleri, yığınları, kendi sistemlerini yenilemenin ve halkın asırlık kazanımlarını ortadan kaldırma stratejilerinin arkasına çekmek için kullanmaktadırlar. Onun içindir ki, Kamu Yönetimi Temel Kanunu üstünde yürütülen tartışma; ancak şu iki temel soruya yanıt vererek anlaşılabilir olmaktadır.
1-) Çıkarılmak istenen yasa gerçekte nasıl bir “yeniden yapılanma” amaçlamaktadır? Kimin, hangi sınıfın, hangi güç odaklarının ihtiyacıdır?
2-) Bu yasa (taslağı) hangi sınıfın, hangi güçlerin ihtiyacından doğmuştur; hangi sınıf ve güçlerin egemenlik stratejisinin bir unsurudur?
Önce birinci sorunun yanıtına bakalım:
Her şeyden önce, iskeleti Cumhuriyet’le kurulan ve geçen 80 yıl içinde çeşitli payandalarla, restorasyonlarla güçlendirilen egemen sınıfların devleti ve onun “idari yapısı”, seksen yaşında bir gemi gibi, hurdaya çıkarılacak kadar eskimiş, çürümüş, perçinleri paslanmış, pek çok yerinden su alır hale gelmiştir. Hantallık, rüşvet, iltimas, israf, bürokrasi, birçok alanda sistemi tıkamakta; devlet gemisinin ağır ağır suya gömülmesi manzarasını yaratmaktadır.
Egemen sınıflar arkalarına IMF, Dünya Bankası ve sermayenin öteki uluslararası güç odaklarını alarak, bu çürümüş, ağırlaşmış, her yandan su alan “idari yapı”yı restore ederek yeniden yüzdürmek, kullanılır hale getirmek istemektedir. Ama, bunu yaparken de, asıl olarak, artık devletin sırtında bir ağırlık olarak gördükleri emekçi sınıfların hakları, parasız eğitim, parasız sağlık hizmeti gibi son yüzyıl içinde devlete yüklenen çeşitli sosyal hizmetleri, sosyal görevleri devletin sırtından atarak “gemiyi hafifletme”yi ve “yüzdürmeyi” hesaplamaktadırlar. Başka bir söyleyişle, egemen güç odakları, kendi sistemlerini ve kendilerinin bu hale getirdiği idareyi değiştirmek istemekte, ama bütün bu değişiklikleri halkın ve ülkenin çıkarları için yaptıklarını propaganda etmekte, buna inandırıcılık kazandırmak için de; “hantallık”, “rüşvet”, adam kayırma”, “çürüme”, “bürokrasi”, “israf” gibi kendi sisteminin hastalıklarını öne sürüp, onları kaldıracaklarını iddia etmektedirler.
Bu yasanın arkasında IMF ve dünya Bankası da olduğuna göre, şu çok açıktır ki; bu yasa, Türkiye’nin egemenlerinin ihtiyaçlarından da öte, uluslararası sermayenin ihtiyaçlarını karşılayan, Türkiye ile uluslararası sermaye güçlerinin entegrasyonuna hizmet eden bir yasa olarak hazırlanmıştır.
Demek ki, Kamu Yönetimi Temel Kanunu’na egemen sınıflar ve arkasındaki uluslararası sermaye güçleri acilen ihtiyaç duymaktadır.
İkinci sorunun yanıtı da burada saklıdır. Çünkü egemen sınıflar kendi sistemlerini değiştirmek için ekonomide, siyasette, hizmetler alanında (özelleştirme, taşeronlaştırma, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi hizmetlerin piyasalaştırılması, düzen partilerinin aynı ekonomik ve sosyal programa bağlanarak gerçekte tekleştirilmesi, eski siyasi partilerin tasfiyesi vb..) önemli değişiklikler yaparken, bunu, idari yapıyla tamamlamak, bu yapılan işlerin idari yapıdaki (merkezi ve yerel yönetimlerin görevlerinin, üstlendikleri hizmetlerin ve buralarda çalışan personelin çalışma koşullarının piyasa kurallarına göre yeniden düzenlenmesi..) karşılığını da oluşturmak durumundadır. Çünkü egemenlerin iktidarı ve Cumhuriyet tarihi boyunca geliştirdiği başlıca politikalar tıkanmıştır.
Kısacası, Kamu Yönetimi Temel Kanunu ve ona bağlı olarak çıkarılması planlanan kanunlar; sermayenin kendi devlet örgütünün etkinliğini artırmak için (bunu devlet tanımında kullanılan sözcüklerle; “egemenlerin emekçi sınıflar üstündeki baskısını daha etkin bir biçimde sürdürmesi için” biçiminde ifade edebiliriz), devlet örgütünün idari yapısını yenilemek, emekçilerin mücadelesinin devlete (merkezi ve yerel yönetimlere) yüklediği görevlerden kurtulmak istemektedirler. “Yeniden yapılanma” adı altında sürdürülen gayretlerin tümü, elbette söz konusu kanunlar da, egemenlerin, bu, devleti yeniden organize etme stratejisinin bir dayanağıdır. Bu yüzden de emekçilerin, ilerici ve demokrat güçlerin bu yasalarda iyilikler keşfetmeleri; “şu maddesi iyi bu maddesi kötü” yaklaşımıyla tartışmaya katılıp bu yasalara genel kabul vermeleri, kanunların amaç ve gerekçelerinin emekçiler içinde meşruiyet kazanmasına olarak tanımaları, sermayenin stratejisine bağlanmak anlamına gelir.
Amerikancılıktan AB ile bütünleşmeye, Kıbrıs’tan Kürt sorununa, demokratikleşmeden, “çok partili hürriyetçi siyasi düzen”e, idari ve adli sistemden şeriatla mücadeleye, ekonomik düzenden çeşitli sosyal politikalara kadar bütün alanlarda egemenlerin politikaları çökmüştür.
AKP, işte bütün bu alanlarda sistemi yenilemenin partisi olarak görev üstlenmiştir. Statükoyu ise, CHP savunmaktadır.
Dolayısıyla bu durum, AKP’yi sistemi değiştirmek isteyen, bu nedenle reformcu, değişim yanlısı, eski yapıdan ve onun sorunlarından sorumlu olmayan bir parti gibi göstermektedir. CHP ise, statükonun koruyucusu olarak, halkın şikayet ettiği her şeyden sorumlu olarak, eskinin savunucusu olarak görünmektedir. CHP de, aldığı tutumla bunu hak etmektedir ve asılında AKP’ye ve egemenlere bu yolla hizmet sunmaktadır.
İSRAF, RÜŞVET, BÜROKRASİ BURJUVA DEVLETİN HASTALIĞIDIR
Egemen sınıfların propagandacıları, en çok devletin israfçılığından, bütçe açıklarının getirdiği yükten söz etmekte, yapacakları reformların amacının da, devleti israftan, ekonomiyi yükten kurtarmak olduğunu iddia etmektedirler. Ama, kapitalist devlet bir israf devletidir ve bugüne kadar kapitalistlerin israfı önledikleri de görülmemiştir. Tam tersine, israfı ortadan kaldırmaktan söz ederken, öteki iddiaları gibi bununla da başka amaçlar gütmekte; bütçeden sosyal güvenliğe, eğitime, sağlığa ve öteki kamu hizmetlerine ayrılan payları “masraf kapısı” sayıp ortadan kaldırarak israfı önleyeceklerini söylemektedirler. Oysa asıl masrafları sağlayan bürokrasiye, askeriyeye, polise yapılan masraflar bütçenin en büyük bölümünü oluşturmaktadır. Bu da zorunludur. Çünkü burjuva devlet; kendisinden olmayan, çıkarı bu sistemle çelişen, üstelik de burjuva bir bilinçle, kendi çıkarını düşünmeyi her şeyin önüne koymayı öğütlediği “insanı” devlet hizmetine koşarken, ona bir maaş bağlamakta, ister istemez, kayıtlar, denetçiler, denetçinin denetçisi gibi bir bürokrasi oluşturmakta, bu düzenlemelerin boşluklarında, işlemez hale geldiği noktalarda ise, rüşvet, adam kayırma, devletin olanakların “etkili” ve yetkili kişiler tarafından yağmalanması devreye girmektedir. Toplam Kalite Yönetimi, sadece, bu bürokratik mekanizmayı daha da güçlendirmekten, kayıt-kuyut ve denetimi etkinleştirme adına bürokrasiyi artırmaktan, çalışanları birbirinin gardiyanı olarak görevlendirip baskıyı genelleştirme ve süreklileştirmekten başka bir yenilik de getirememiştir. Ve yine, bir zamane harikası olarak sunulan Toplam Kalite Yönetimi; devletin sivil hizmetlerinin, tıpkı askeriyedeki gibi, en basit işler de dahil, her işin bir prosedüre bağlanmasıyla, bürokrasi ve israfı sınırsız artıran, insana güvenmemeyi bir erdem düzeyine yükselten bir yönetim olmuştur.
Aslına bakılırsa, “israf” eleştirisi sosyalizmin kapitalizme karşı yönelttiği en temel suçlamalardan birisidir. Sosyalizm, kapitalizmi, hem profesyonel bir memurlar ordusu, hem de dev bir asker ve polis ordusu besleyerek toplumsal üretimin büyük bir bölümünü heder ederken, aynı zamanda, krizlerle üretim araçlarını da tahrip etmekle suçlar. Nitekim, Paris Komünü, israfı önlemek üzere, profesyonel devlet memurluğunu ortadan kaldırarak, devlet işlerini herkesin yapacağı kadar basitleştirip, üretimin örgütlenmesi içinde bu tür denetim ve yönetim işlerinin de herkes tarafından yapılan bir işe dönüştürülmesini amaçlayarak çözmeye yönelmiştir. SB’nde de bu tür “bürokratik” görevler, kolhozlar ve sovhozların örgütlenmesi içinde ve yönetim ve denetim ayrı bir memur işi olmaktan çıkarılarak çözülmüş; sosyalizmin kuruluşundaki ilerleme ve dünya ölçüsünde egemenliğine bağlı olarak, askerlik ve polislik gibi güvenlik işlerinin de profesyonel hizmetler olmaktan çıkarılmasının mümkün olacağı, SB deneyi içinde görülmüştür.
Bilgisayar teknolojisindeki gelişme ve bilgisayar kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte; daha Marx ve Engels’ten başlayarak, sosyalizmin kuramcılarının bürokrasiyi kaldırarak, sosyalizmin, israfın temeli olan masrafları ortadan kaldıracağı tezi az çok düşünen herkes için görülebilir bir şey haline gelmiştir. Çünkü bilgisayar, sosyalizmin temel bir sorunu olan sayısız daldaki üretimin kaydı ve toplumun ihtiyacına göre bölüşümün sağlanması sorununu basit işlemler sorununa dönüştürmektedir.
Ancak, kapitalizmde bilgisayarın bürokrasiyi kaldırmak için kullanılmasının hayal olduğunu, yaşananlar göstermiştir. Mevcut kapitalist sistemde bilgisayar ve elektronikteki gelişmeler, kamu hizmetlerinin ortadan kaldırılması ve devlet hizmetlerinde çalışan emekçilerin işsizliğe terk edilmesinde işe yaramış; ama, hizmet ve üretimde çalışan işçilerin yerine daha çok güvenlikçi, daha çok polis, daha çok denetçi alınmak zorunda kalınarak, aslında bürokrasi büyümüştür. Gelişmiş ülkelerde her bin vatandaşa düşen polis ve memur sayısının giderek artma eğilimi göstermesi, kapitalizmin bürokrasi ve israf gibi konularda bir labirentte olduğunu, bürokrasinin, bir taraftan azaltılmaya çalışılırken, öte yandan kaçınılmazlıkla büyümekte olduğunu kanıtlamaktadır.
Bürokrasi büyüdükçe rüşvet de büyümektedir. Çoğu zaman göz yumulan, kimi zaman da mücadele ediliyor görünülen rüşvet, kapitalist devletin asla iyi olmayan ve olamayacak olan bir hastalığıdır. En gelişmiş ülkelerin en önemli firmaları ve en üst yöneticilerinin de adlarının karıştığı rüşvet skandallarının hiç eksik olmaması, rüşvetin bir Türk icadı ya da geri kalmış ülkelere özgü bir şey olmadığının, tersine mülk sahibi sınıfların devletinin onmaz bir hastalığı olarak ortaya çıkıp günümüzde de sürdüğünün göstergesidir. Hiçbir “reform” ve “yeniden yapılanma” da burjuva devleti bürokrasiden, rüşvetten ve israftan kurtaramaz. Eğer bu belalardan kurtulmak isteniyorsa, bunu tek yolu, burjuva devletten kurtulmaktır. Bürokrasiden, rüşvetten, israftan şikayet edenler, bunda samimi iseler, gereğini, burjuva devletin güçlendirilmesi, etkinliğinin artırılması demek olan “yeniden yapılandırma” girişimlerinde değil, burjuva devletin ortadan kaldırılması mücadelesinde, sosyalizmin saflarına geçmekte aramak durumundadırlar. Aksi halde burjuvaziye hizmet etmiş, bürokrasinin, rüşvetin ve rüşvetçilerin, israfın ömrünün uzatılmasına, hatta yayılmasına hizmet etmiş olurlar.
* Sosyal devlet: Bu kavram, burjuva devleti uzlaşmacı göstererek şirinleştirmek, devletin bir şiddet aracı olmaktan çıktığını ifade etmek için burjuvazinin propagandacıları tarafından piyasaya sürülmüş, ama onlardan çok, sendika bürokrasisi, eski Marksistlerin, Kruşçevcilerin, euro-komünistlerin, sosyal demokratların kullandıkları bir kavramdır. Kullanımı bu kadar yaygınlaşınca, kavram ister istemez, gündelik dile de geçmekte; işçiler, emekçiler, ilerici ve demokrat çevreler tarafından devlet hakkında hayaller yayma “art niyeti” olmadan da kavram kullanılmaktadır. Özgürlük Dünyası’nda bugüne kadar ve elbette bu yazı boyunca da “sosyal devlet” kavramı “tırnak içinde” ve devlet hakkında hayaller yayma işlev ve amacı bilenerek, bu nedenle de olumsuz anlamda kullanılmıştır.
** “Burjuva devletin yeniden yapılanması” ifadesi, eski yapının istenmeyen yanlarının dışlanması ve emek mücadelesi tarafından tahrip edilen burjuva devlet mekanizmasının çeşitli bölümleri tamir edilip, bugünün imkanlarından da yararlanılarak, burjuva devletin “orijinal yapısına” mümkün olan en uygun biçimde yeniden kurulmasıdır; bir tür restorasyondur. Bu yüzden de “yeniden yapılanma”, aslında, “eski yapının daha eski bir biçimle yenilenmesi”dir. Bu yüzden, “yeniden yapılanma” için girişilen çabalar bir reform değil, bir karşı reform, bir restorasyondur.