‘Dünya çapında iç savaş’ siyaseti

11 Eylül 2001, emperyalist sistemin “koçbaşı” olan ABD’nin her alanda izlediği politikaların “radikal bir dönüşüme” uğradığı tarih olarak görülüyor. Her görüşten uluslararası ilişkiler uzmanları, diplomatlar, “radikal dönüşüm” ifadesinin altını farklı biçimlerde dolduruyorlar, ama ortada bir “değişiklik” olduğu kesin.
“Dönüşüm” ile kastedilen ABD’nin “daha saldırgan” bir dünya politikası izlemeye başlaması ise, 11 Eylül’ü bir “milat” olarak görmek, sadece simgesel bir anlam ifade eder. Çünkü Amerikan yönetiminin işgaller, savaşlar ve iç savaşlar içinde kıvranan bir dünyaya ihtiyaç duyduğu, 11 Eylül’den çok önce görülmekteydi.
Washington yönetiminin dünyayı “kendi suretinde yeniden şekillendirme” yönündeki bu en cüretkâr girişimi, 11 Eylül 2001 tarihinden çok önce başladı.
Bu yazıda; ABD’nin 11 Eylül’den bir süre önce başlayan “ısınma turları”nı, 11 Eylül saldırılarının ardından hızlanan hamlelerini değerlendirmeye çalışacağız.
11 Eylül’ün ardından rağbet gören “sol” akademisyen Immanuel Wallerstein, ABD emperyalizminin dünya egemenliğinin çoktan sona erdiği kanısındadır. Çöküşün onlarca yıl önce başladığını öne süren Wallerstein, bugünkü Amerikan yönetiminin, “elli yıldır gidişattan memnun olmayan bir ekip” olduğunu iddia eder:
“Onlar; Nixon’dan Clinton’a, George W. Bush’un ilk yılına dek, sorunu diplomatik olarak, çok taraflı yollarla ele alma politikasının, yani kadife eldivenin, tam bir fiyasko olduğunu düşünüyorlar. Bu politikanın, ABD’nin çöküşünü hızlandırdığı kanısındalar ve durumu değiştirmenin tek yolunun; açık emperyal eylem olduğunu düşünüyorlar: Savaş için savaş politikası.”  Kulağa hoş gelse de, Wallerstein’ın analizi, ABD’nin “bir avuç paranoyağın” eline esir düştüğünü iddia eden popüler ama içi boş değerlendirmeye su taşıyor. “Elli yıldır fırsat kollayan ekip” tezi, emperyalist devletlerin izlediği politikaları fazla hafife almak olacaktır; tıpkı Irak işgalinin “petrol kaynaklarına el koymak”tan ibaret olduğu tezi gibi.

‘ZAFER’İN GETİRDİĞİ BELALAR
Bugünkü ABD saldırganlığına dair ilk işaretleri, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra başlayan dönemde aramak yerinde olur. Şimdilik, Washington’un “Soğuk  Savaş ruh hali”nden çıkmakta oldukça geciktiğini, bu arada dünya egemenliğini zedeleyen ve rakiplerine bir dizi fırsatlar sunan ciddi “hata”lar yaptığını belirtmekle yetinelim.
Bu “hatalar”dan bazılarını sayabiliriz: Irak ve İran’a karşı uygulanan ekonomik ambargoların giderek ABD’yi vurması; daha doğrusu Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve kısmen İngiltere’nin bu iki kritik ülkeyLe ilişkilerini geliştirmesini sağlaması, Kyoto Protokolü ve Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi gibi “dönüp ABD’ye zarar veren” bumerang anlaşmalara onay verilmesi, Rusya’da Boris Yeltsin’in harcanmasına” ve yerine Putin’in gelmesine göz yumulması, Rusya’nın nükleer füzelerinin önemli bir bölümünü imha etmesi karşılığında ABD nükleer füzelerinin imhasının kabul edilmesi, Avrupa Birliği’nin “rakip güç” olma çabalarına itiraz edilmemesi, NATO’nun nereye gideceğine bir türlü karar verilememesi vs. vs…
Her biri, ileride ABD için ciddi sorunlar doğuracak olan bu “hata”ların nedenleri, bu yazının konusunu aşıyor. Ancak bunların, tek başına, şu ya da bu Amerikalı yöneticinin “yeterince uyanık olmaması”ndan veya rakiplerin “çok dişli” çıkmasından kaynaklandığı ileri sürülemez. Herkes biliyor ki, bu “hata”ların yapıldığı aynı dönemde, Amerikan emperyalist sermayesi, dünya kaynaklarının yağmalanması, “sorun çıkaran” ülke ve rejimlerin tasfiyesi, Dünya Ticaret Örgütü gibi araçlarla onlarca ülkenin emperyalist sisteme daha sıkı zincirlerle bağlanması gibi “başarılara” imza atmıştır. Bugün ABD’nin Avrasya politikalarında kilit bir yer tutan Bakü-Ceyhan enerji nakil hattı projesinin temelleri, o dönemde atıldı.
Körfez Savaşı, Somali işgali, Afganistan ve Sudan’ın bombalanması, Yugoslavya’nın parçalanması gibi birçok saldırganlık, söz konusu dönemin hiç de “sakin” geçmediğini gösteriyor.
Bahsettiğimiz “hata”ların bizatihi kendisi, kapitalizmin “sonu olmayan” ve “insanoğlunun  yaşayabileceği en iyi sistem” olduğu yönündeki propagandaya büyük hizmette bulundular. Hatırlanacaktır; Kyoto Protokolü ABD ve genel olarak kapitalistlerin “çevreye duyarlılığı” konusunda örnek gösterilirken, Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi gibi oluşumlar, “insan hakları dönemine girildiği” propagandasında, burjuva ideologlara değerli malzemeler sundu. Keza, Avrupa Birliği’nin “kendi yolundan” ilerlemesine fazla karışılmaması, ABD’nin “egemenlik peşinde koşmadığı” tezlerine dayanak yapılageldi. Bugün pek çok burjuva çevre tarafından dile getirilen “iyi niyetli emperyalizm” (!) veya “demokratik sömürgecilik” (!) tanımlarında, geride bırakılan bu dönemin propaganda bombardımanının katkısı büyüktür.
Ama bugünden bakıldığında, bir önceki dönemde Amerikan çıkarlarına pekala hizmet eden bu politikaların, onun “başının belaya girmesi”nin de tohumlarını attığını görüyoruz.

GİZLİ NATO RAPORU
Bahsettiğimiz şu “hata”ları trajikomik bir “gizli rapor” ile örnekleyelim. Tarih, Kasım 1996. Bir İspanya gazetesi, NATO şefleri tarafından hazırlanan gizli Rusya raporunu ele geçirmiş, tefrika halinde yayınlıyor.
Rapora göre NATO şefleri, dört olası senaryo üzerinde duruyorlar:
– Rusya’da merkezi kontrolü yeniden sağlayacak bir komünist ya da radikal milliyetçi hükümetin kurulması.
– Daha fazla Batı yanlısı bir hükümetin işbaşına gelmesi ve askeri bütçesinin azaltılması.
– Otoriter, ancak ekonomik reformların savunucusu bir kişinin, Rusya’nın kaybolan askeri iktidarını yeniden ele geçirme girişimi.
– Ekonomik açıdan yıkımın ve iç savaş tehlikesi ile siyasi kaosun eşiğine gelen bir ülkede düzeni sağlamak üzere ordu müdahalesi. 
Şu “komünist veya radikal milliyetçi” ifadesini bir kenara bırakırsak, Vladimir Putin liderliğindeki Rus hükümetini düşününce, bugün “birinci seçeneğin” gerçekleşmiş olduğunu görüyoruz.
Ama anlı şanlı NATO analistleri, “bu senaryonun gerçekleşmesine pek ihtimal vermemiş”ler. “Rakibi küçümsemek” diye buna diyorlar herhalde!
Bu ve benzeri “hata”ları alt alta sıraladığımızda, Amerikan yönetiminin kabaca 10 yılı (1991-2001) “iyi değerlendiremediği” görülecektir.
Bugün “Bush çetesi”ni oluşturan isimlerin söz konusu döneme yönelik eleştirileri, tek tek elde edilen birtakım “başarı”ların ötesinde, genel olarak “tutarlı bir dünya siyaseti izlenmediği” fikrinde düğümleniyor.
Bir bilanço çıkarıldığında, gerçekten bir “zafer sarhoşluğu” havası sezmemek güç. Dünyanın en büyük emperyalisti, öyle görünüyor ki, “komünizme karşı ortak mücadele” politikasına kendini fazla kaptırmış, “düşman” ortadan kalktıktan sonra dahi “müttefikçilik” oyununa devam etmiştir!
ABD “müttefikçilik” oynarken; Avrupalı emperyalistler askeri-siyasi-ekonomik entegrasyon yönünde adımlar atmaya başlamış, Rusya kendisini hızla toparlamış; Çin ise, dev adımlarla büyüyen ekonomik gücünü “nüfuz gücüne” dönüştürmeye girişmiştir.
Bugünkü Amerikan politikası, eğer bir “tepki” ise, “terörizm”e veya 11 Eylül saldırılarına karşı değil, rakiplerin bu cüretkâr adımlarına karşıdır.
“Ekip”, burada devreye girmekte ve Amerikan emperyalizminin dünyanın dizginlerini öyle kolay kolay bırakmayacağını açıkça ifade etmektedir.

‘KIZGIN AMERİKALILAR’IN RAPORLARI
İkinci Bush hükümeti denilince akla, “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” (PNAC) geliyor. PNAC, 1997’de kurulmuş bir “fikir kulübü”. Kurucuları; bugünlerde yıldızları parlayan William Kristol ve Robert Kagan adlı “köşe yazarları”.
Bugün Bush yönetiminde yer alan Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz ve Dışişleri’nden John Bolton gibi birçok şahsiyet, o sıralarda PNAC imzalı raporlar yazmakla, Amerikan hükümetini “yaklaşan felaket” hakkında “uyarmakla” meşguldü. Bu raporlardan en çok dikkat çekenine bir göz atalım:
Eylül 1997’de, PNAC ekibi, ‘Amerika’nın Savunmasını Yeniden İnşa Etmek’ başlıklı bir rapor hazırladı.
Hedef, ‘küresel Amerikan liderliğini geliştirmek’ olarak ifade edilmekteydi. Raporda, “ABD, yeni yüzyılı Amerikan ilke ve çıkarlarına uygun bir biçimde inşa etme iradesine sahip mi? Bize gereken, güçlü bir ordu, Amerikan çıkarlarını cesurca ve hedefli bir biçimde ilerleten bir dış politika ve ABD’nin küresel sorumluluğunu kabul eden bir ulusal liderlik” deniliyordu.
Raporun asıl dikkat çekici bölümü şöyle: “Şu anda ABD, hiçbir küresel rakibe sahip değildir. Amerika’nın büyük stratejisi, bu avantajlı konumu korumak ve olabildiğince sürdürmektir.”
“Yeniden İnşa” raporu başta olmak üzere bütün PNAC belgeleri; Irak’a bir an önce askeri saldırı düzenlenmesi gibi “tavsiyeler” iletirken, izlenen “yumuşak” politikaların “ABD’yi çok ciddi sonuçlarla karşı karşıya bırakacağı” yönünde uyarıları eksik etmiyordu.
İleride Bush ekibinin Afganistan ve Irak’ı işgal politikalarında belirleyici bir rol oynayacak olan Zalmay Halilzade, 22 Aralık 1997’de şöyle yazmaktaydı: “Türkiye ve ABD, Basra Körfezi ve Hazar bölgelerinin güvenliğini sağlamak için birlikte çalışmalıdır. Türk askeri tesisleri, iki bölgeye de güç projeksiyonu için mükemmel. Dünya enerji kaynaklarının çoğu, İncirlik Üssü’ne en fazla 1000 mil uzakta. Türk üslerine erişim, bazı Körfez ülkelerindeki askeri varlığımızı azaltmamızı sağlayabilir. Türkiye, aynı zamanda, Hazar petrol ve doğalgazını dünya piyasalarına nakletmek için elverişli bir rota sunuyor.”  Türkiye’nin Irak ve Afganistan  işgallerine dahil olmasına yönelik Amerikan baskısının ardında ne planların yattığına dair, faydalı bir makale!
Tartışmalı bir seçimin ardından, Ocak 2001’de iktidara gelen 2. Bush ve ekibi, bu anlamda ABD egemen sınıflarının “kendine gelmesi”ni ve “müttefikçilik” oyununu rafa kaldırmasını ifade eder. New York Times’ın “meşhur” yazarı William Safire, başka bir vesileyle bu yeni politikayı şöyle ifade ediyor.
“Üzerinde fiyat etiketi olan bir ittifak, ittifak sayılmaz!” 

11 EYLÜL ÖNCESİ ‘ISINMA’ ÇALIŞMALARI
Bush yönetiminin 11 Eylül öncesi icraatlarından birkaçını sıralayarak, ne demek istediğimizi açıklayalım:
1. ABD ile SSCB arasında 30 yıl önce imzalanan ve “nükleer denge”nin temeli olarak görülen Anti-Balistik Füze Anlaşması (ABM), feshedildi. Bush yönetimi, altı ay öncesinden ön bildirimini yaptı ve anlaşma, 13 Ocak 2002 itibarıyla “tarih” oldu. Avrupa, Rusya ve Çin’in “uluslararası silahlanma yarışı tekrar başlar” uyarılarına kulak asılmadı.
2. Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti (KDHC) ile Clinton döneminde başlayan müzakereler donduruldu. Bush, KDHC hükümetini “güvenilmez” olarak nitelendirdi ve uşak Güney Kore rejimini bu yönde “hizaya soktu”.
3. Çin’e karşı kullanılan Tayvan rejimine yönelik silah satışı hızlandırıldı. Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, “Clinton döneminin Çin’e karşı izlediği sıcak politikanın yerini, saygılı ama katı bir politika alacaktır” diyordu.
4. 23 Mart 2001’de, Washington’daki 50 Rus diplomat sınır dışı edildi. Bush’un danışmanı Condoleezza Rice, “Son birkaç yılda öğrendiğimiz bir şey varsa, o da  Rusya’yı gerçekçi değil romantik bir açıdan değerlendirmenin hiçbir işe  yaramadığıdır” diyordu.
5. Mart 2001’de, durup dururken, Irak toprakları bombalandı ve ilerleyen yıllarda, İncirlik Üssü, Kuveyt ve Basra Körfezi’nden havalanan ABD uçakları, Irak topraklarına neredeyse her gün bomba ve füze yağdırdı.
Beyaz Saray sözcüsü Ari Fleischer, gazetecilere, “Diğer ülkelerle ilişkilerimizde yeni bir gerçekçilik politikasına geçiyoruz” diyor, bu sözler kaygılı dünya basınına “Amerika Soğuk Savaş’a Geri Döndü” gibi başlıklarla yansıyordu. Oysa ABD, daha yeni başlıyordu!

KOZMİK ANAYASA
11 Eylül’de Pentagon ve İkiz Kuleler’e çarpan uçaklar, Amerikan hükümetine arayıp da bulamadığı fırsatı sunmuş oldu. Saldırıdan hemen sonra havalarda uçuşan “50 terörist devlet”, “şeytan ekseni”, “Ya bizden yanasınız, ya da teröristlerden”, “Haçlı seferi”, “sonsuz savaş” gibi ifadelerin ne anlama geldiğini en açık biçimiyle ortaya koyan belge, bugün “11 Eylül doktrininin temeli” olarak adlandırılan Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi oldu.
20 Eylül 2002’de, yani saldırılardan bir yıl sonra kamuoyuna ilan edilen belge,  ABD’nin uluslararası ilişkileri temelden sarsmaya ve “yeni bir dünya” yaratmaya soyunduğunun en açık ifadesidir.
33 sayfalık bu “kozmik anayasa”nın can alıcı bölümlerini aktaralım:
– Silahsızlanma dönemi sona ermiştir. Yeni doktrin, “karşı-silahsızlandırma”dır. Yani; ABD, afallatıcı bir hızda silahlanmaya devam edecektir (günde bir milyar dolarlık askeri harcamaya tekabül ediyor). Buna karşılık, diğer devletlerin silahlanması gerekirse zor yoluyla önlenecektir. Mevcut karşılıklı silahsızlanma anlaşmaları geçersizleşecektir. (Böylece, ABM’nin sadece bir başlangıç olduğu, nükleer silahsızlanmayı öngören START anlaşmalarının da zamanla mezara gömüleceği ifade edilmiş oluyordu.)
– 1940’lardan bu yana uygulanan “kuşatma” (containment) ve “caydırıcılık” (deterrence) stratejileri geçersizdir. Çünkü bugün “ABD’den nefret edenleri caydıracak hiçbir kuvvet yoktur”.
– ABD’ye yönelik esas tehdit, geçmiş Sovyetler Birliği gibi “fetihçi devletler”den değil, Afganistan gibi “başarısız devletler”den gelmektedir.
– ABD, “herhangi bir düşmanın (devlet olsun ya da olmasın); kendi iradesini ABD veya müttefiklerine dayatmasını püskürtecek kapasiteye sahip olacaktır… Kuvvetlerimiz; ABD’nin gücünü aşmayı veya ona eşit bir güce sahip olmayı umarak askeri gelişim stratejisi izleyen potansiyel rakipleri bu çabadan vazgeçirecek kadar güçlü olacaktır.”
Buna rağmen, “herhangi bir yabancı gücün, ABD’nin on yıldan bu yana diğer devletler karşısında açtığı büyük arayı kapatmasına izin verilmeyecektir.” Kısacası; Çin gibi yükselen rakiplerin başı, gerekirse şiddet yoluyla, ezilecektir.
– ABD, “gerektiğinde, kendisine yönelik bir saldırı gerçekleşmeden saldırıya geçerek, meşru müdafaa hakkını tek başına kullanabilecektir”. Kısacası, “müttefik takıntısı” sona ermiştir! Bu kapsamda; “diğer devletler, teröristlere yardım etmeme sorumluluğunu yerine getirmeye ikna edilecek veya zorlanacaktır.”
Terörizmin, “kölelik, korsanlık veya soykırım” ile eşdeğer olarak görülmesi için çaba sarfedilecektir. (Şu ya da bu ülkedeki devrimci halk hareketlerinin ‘terörizm’ olarak nitelenmesinin ne kadar kolay olduğu göz önüne alındığında, bu unsur, genel olarak “muhalefet”i “suç” ilan ederek, “burjuva demokrasisi”nde yeni bir dönemin de başlangıcını ifade etmektedir. Bolivya’da geçtiğimiz ay içinde yükselen halk isyanına karşı, Washington’un hükümete verdiği desteği anımsayalım.)
– Yeni dönem, “Amerikan enternasyonalizmi” dönemidir. Bu da, ABD’nin “hür ve açık toplumları teşvik etmek için askeri ve ekonomik gücünü kullanacağı” anlamına gelmektedir. “Önümüzdeki yıllarda; adil yöneten, insanlarına yatırım yapan ve ekonomik hürriyeti teşvik eden ülkelere yönelik Amerikan mali yardımı, yüzde 50 oranında artırılacaktır.” Ancak bu ülkelerin uyguladığı ekonomik programların sonuçlarının “ölçülebilir” olmasına dikkat edilecektir.
– “İslam dünyasının geleceği” gibi konularda karşıt değer ve fikirler arasında bir muharebe başlamıştır. Bu muharebe; diplomasi, ekonomik yardım, IMF ve Dünya Bankası gibi araçlar eliyle yürütülecektir. ABD; “din ve vicdan hürriyetini, baskıcı yönetimlere karşı koruyacaktır”. Diğer yandan, “İslam dünyası başta olmak üzere, terörizme olanak tanıyan koşul ve ideolojilerin hiçbir ülkede verimli toprak  bulmamasını sağlayacaktır”.
– Diğer ülkeler, Amerikan “ekonomik felsefesi”ni benimsemeye teşvik edilecektir. Bu “felsefe”nin asli unsuru, sermayenin üzerindeki vergi yükünün azaltılmasıdır…
– ABD, Birleşmiş Milletler tarafından kurulan Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne “asla  boyun eğmeyecektir”.
Bu mahkeme, ikili anlaşmalarla fiilen geçersiz kılınacaktır. Los Angeles Times yazarı William Pfaff, bu metni “1648 Vestfalya Anlaşması’ndan bu yana uluslararası ilişkileri belirleyen modern devlet düzeninin reddi” olarak nitelendiriyor.  Pfaff, dünyaya şu uyarıda bulunmaktadır:
“ABD artık, mutlak ulusal egemenlik ilkesine saygı duymayacağını ilan etmiştir. Bunu, Amerikan ulusal güvenliğini sağlamak adına yapmakta, diğer her ülkenin güvenliğini de, bu asli Güvenliğe tabi kılmaktadır.”  New York Times gazetesi, bir başyazısında, yeni doktrinin “Roma İmparatorluğu veya Napolyon’un elinden çıkmış gibi durduğunu” dile getirmekteydi.
Bush hükümetinin akıl hocalarından, Dış İlişkiler Konseyi mensubu Max Boot ise, “Küresel çapta bir Monroe Doktrini ile karşı karşıyayız” diyordu. Monroe Doktrini, 1823’te Avrupalı emperyalistlere karşı ilan edilmişti; Latin Amerika’ya ABD dışında bir gücün müdahalesinin, Amerika’nın “barış ve mutluluğunu rahatsız edeceğini” duyurarak örtülü bir tehdit savuruyordu.

ÖN SALDIRI DOKTRİNİ
Ulusal Güvenlik Strateji Belgesi’nin asli unsuru, bilindiği üzere, “ön saldırı doktrini”dir. Bu “doktrin”, ABD’nin “herhangi bir tehdit hissettiği anda, ilgili tehdidin gerçekleşmesinden önce harekete geçerek tehdidi geçersiz kılacağını” vurgular. Bu anlamıyla belge; Birleşmiş Milletler Şartı’nın “herhangi bir devletin toprak bütünlüğü veya siyasi bağımsızlığına karşı güç kullanmayı ve güç kullanma tehdidini yasaklayan” kurucu maddesine aykırıdır. Dahası, “ön saldırı”, Nazi rejiminin yargılandığı Nuremberg Duruşmaları’nda “savaş suçu” olarak nitelenmiştir (Hitler rejimi, pek çok ülkeye yönelik askeri saldırı ve işgalini, ‘O ülkenin kendisine tehdit oluşturduğu’ iddiasına dayandırmıştı).
Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in tartışmalı “Amerikan ordusunu dönüştürme” programının hedefi, bu belgenin gereklerini yerine getirebilecek bir vurucu güç yaratmaktır. Rumsfeld, subaylara yaptığı bir konuşmada “Ordumuz, dünyanın herhangi bir karanlık noktasını her an vurmaya hazır olmalıdır. Saldırganlık ve teröre karar veren her ülke, bedel ödeyecektir” diyordu. .
Bir başka konuşmasında, Amerikan ordusunun görevinin “kaosu şekillendirmek” olduğunu ilan etmekte, bir diğerinde “Yeni askeri hedefimiz; dünyanın dört kritik bölgesinde caydırıcılık, aynı anda iki saldırganı bozguna uğratabilme yeteneği, bu arada bir saldırganın başkentini işgal ederek rejimini değiştirme seçeneğini hazır tutmaktır” demekteydi! .
İngiliz uluslararası ilişkiler uzmanı Dan Plesch, yeni dönemi şu sözlerle tarif etmekteydi: “Terörizme karşı savaş, küresel çapta bir iç savaş demektir.”  Time dergisi yazarı Tony Karon, “100’den fazla ülkenin hizaya sokulması gerektiği” yönünde kendisine fısıldanan bilgiyi okuyucularına duyurunca, Plesch’in sözlerinin hiç de abartılı olmadığı anlaşılmış oldu.
Aynı dergide yazan neo-muhafazakâr Charles Krauthammer, “Amerika, artık uluslararası vatandaş değildir. O, dünyadaki egemen güçtür; Roma İmparatorluğu’ndan bu yana hiçbir ülke bu güce sahip olamamıştır. Dolayısıyla Amerika; normları yeniden biçimlendirmek, beklentileri değiştirmek ve yeni gerçeklikler yaratmak durumundadır. Nasıl? Açgözlü irade gösterileriyle” diyordu.

DÜNYAYI YENİDEN BÖLMEK
“Terörizme karşı savaş”ın nasıl yürütüleceği, Pentagon yetkilileri tarafından şöyle ifade ediliyor:
1. Savaş tek cephede yürütülmeyecek, geniş kapsamlı olacaktır.
2. Bu savaş, “uzun süreli”, hatta mümkünse “sonsuza dek sürecek” bir savaştır.
3. Savaşın yürütüleceği alan sadece askeri değildir; bu mücadele ayrıca ideolojik (propaganda), politik (Batılı devletlerin ‘kendi içlerine çeki düzen vermesi, azgelişmiş ülkeleri emperyalist sisteme bağlayan ilişkiler ağının sağlamlaştırılması) ve ekonomik (tekelci sermayenin dünya pazarlarına erişiminin hızlandırılması) alanlarda yürümektedir.
Amerikan politikalarının şu veya bu ülkeyi işgal etmenin çok ötesinde bir derinlik taşıdığını gösteren bir liste… Kavranması gereken nokta, yukarıda özetlenen temelde yükselen bir siyasetin, uluslararası ilişkilerin mevcut normlarını altüst edeceği, farklı “nüfuz alanları”na bölünmüş dünyayı yeni bir bölünmeye sevkedeceği, “ya Amerikancı, ya terörist” ikileminin yarattığı gerilimin bütün ülkelere, dahası bütün uluslararası kurumlara yansıyacağıdır.
Bu taktik, çeşitli isimlerin ağzından da dile getiriliyor. Örneğin, New York Times yazarı Thomas Friedman, “Batı, İslam ile askeri bir savaşı engelleyecekse, İslam içinde bir fikirler savaşı yaşanmalı” diyebilmektedir . Eski CIA şefi James Woolsey de, İslam dünyasını bölme politikasını şöyle ifade ediyor:
“Eğer terörist olmak istemeyen, diktatörlükler altında yaşamak istemeyen yüz milyonlarca mantıklı ve doğru düzgün Müslümanı, bizim onların tarafında  olduğumuza ikna edebilirsek, bu uzun savaştan başarıyla çıkacağız.”   Washington’daki en azgın kesimlerden gelen bu ve benzer ifadelerin, “medeniyetler savaşı” aldatmacasını güçlendirdiğini de eklemek gerekir. Irak’ın işgal edilmesinden hemen sonra bu ülkeye şeriatçı Hıristiyan misyonerlerinin akmaya başlaması, Bush’a yakın gerici “din adamları”nın İslam Peygamberi’ni “terörist”, İslam dinini ise “terör dini” olarak nitelemeleri, işgal ve saldırıların “Batı medeniyetini koruma savaşı” olarak adlandırılması, dahası Oriana Fallaci gibi “aydın”ların “Ortaçağ dinine karşı Avrupa uygarlığını savunmalı, Bush’un ardında saf tutmalıyız” yönlü sayıklamaları, Samuel Huntington imzalı malum “tez”in tozlu raflardan indirilmesini sağladı. (Son örnek, “terörle mücadele”de önemli bir rol üstlenen ABD’li bir komutanın, kilise kilise gezip “İslam tanrısı puttur” gibi demeçler vermesi oldu. Bu komutan hakkında soruşturma falan açılmadı; hatta Savunma Bakanı Donald Rumsfeld, adamını açıkça savunmakta beis görmedi.)
Bütün bu demeçlerin Müslüman kitleleri kışkırtmaya yönelik olduğu açıktır. ABD, dünya halklarına karşı açtığı savaşı “Batı medeniyetini savunma” kılıfına sokabilirse, Batı ülkelerindeki on milyonlarca emekçinin, aydınların desteğini alabileceğini, hiç değilse onları “seyirci” konumuna itebileceğini hesaplamaktadır.
Savaşın “halkla ilişkiler” boyutu budur: Terör ve saldırganlığın; emperyalistlerin, özellikle de Amerikalı tekellerin çıkarları için yürütüldüğü gerçeğinin gizlenmesi. ABD, bu propaganda için her yıl yüz milyonlarca dolar harcayacağını; Amerika’nın Sesi gibi propaganda servislerini genişleteceğini, Ortadoğu ülkelerinde yayın yapacak televizyon, radyo, dergiler vs. kuracağını açıklamış bulunuyor.

ASKERİ ÜSLER AĞI

Amerikan egemenliğinin kilit unsurlarından birinin, dünyanın dört bir köşesine dağılmış askeri üsler ve onlarca ülkede “hazır” bekleyen yüz binlerce asker olduğu biliniyor. 11 Eylül’ün ardından, “terörle savaş” bahanesiyle, ABD daha önce girmesi mümkün olmayan bölgelere girdi, gezegeni kuşatan askeri üsler ağını pekiştirdi. Bir askeri yetkili, ele geçirilen “altın fırsat”ı, “11 Eylül sabahı uyandık ve kendimizi Orta Asya’da bulduk. Daha önce hiç olmadığı kadar Doğu Avrupa’da, Orta Asya  kapılarında, Ortadoğu’daydık” sözleriyle anlatıyordu .
Askeri üsler, hiçbir zaman sadece “askeri” değildir. Amerikan askeri gücünün dünyanın çeşitli noktalarına dağıtılması, ABD emperyalizminin ekonomik/siyasi hedeflerinin gerçekleştirilmesi için etkili bir araç sunar.
Orta Asya’yı ele alalım. Amerikan tekelleri ve Beyaz Saray, uzun bir süredir, Hazar Denizi enerji kaynaklarını Batı piyasalarına ulaştırmanın kendisi için en elverişli rotasını dayatmaktadır. Bu rotanın nasıl bir seyir izleyeceği; İran, Çin ve Rusya gibi “potansiyel tehdit”lerin devre dışı bırakılmasına bağlıdır; bir “Doğu Koridoru” (Afganistan-Pakistan-Arap Denizi), bir “Batı Koridoru” (Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye) veya her ikisi birden, olabilir.
Afganistan’ın işgal altına alınması, dahası Afgan işgali gerekçe gösterilerek Rusya ve Çin’in “arka bahçesi” olan üç bölge ülkesinde askeri üsler kurulması, enerji alanında ABD’nin elindeki kozları güçlendirmiştir.
Kırgızistan’daki Manas Üssü, Çin’in batı sınırına sadece 400 kilometre uzaklıktadır. Bu üsse; doğuda Japonya’daki üsler, Kore Yarımadası’ndaki 40 bin ABD askeri ve Tayvan’a yönelik ABD desteği eklendiğinde, Çin’in “kuşatma altına alınmış olduğu” görülebilir.
Benzer bir durum; doğudan Afganistan, kuzeydoğudan Türkmenistan, batıdan Irak, Kuveyt ve güney/güneybatıdan Körfez emirlikleri, kuzeybatıdan Türkiye’deki Amerikan askeri varlığı ile kuşatılmış bulunan İran için geçerlidir. Bir başka “askeri varlık/üsler ağı”, Rusya’nın etrafını sarmıştır: NATO’nun doğuya doğru genişleyerek Rus sınırına dayanması, Gürcistan, Afganistan, Azerbaycan, Kırgızistan, Özbekistan, Tacikistan ve Türkiye’deki ABD askeri varlığı, doğuda ise Japonya ve ABD’nin kendisi…
Pentagon verilerine göre, ABD, şu anda tam 93 ülkeyle askeri üs kurulmasına ilişkin “resmi” anlaşmalara sahip bulunmaktadır. Yine aynı kaynağa göre; BM’nin 190 üyesinden 132’sinde, büyük veya küçük bir ABD askeri gücü bulunuyor. Bütün bu üslerdeki askeri personel sayısı 250 bine ulaşmaktadır. Irak işgali ile birlikte, bu rakamın en az 350 bine yükseldiğini hatırlatalım. Time dergisinin verdiği bilgiye göre; 11 Eylül öncesinde ABD ordusunun aktif görevdeki personelinin yüzde 20’si ABD toprakları dışındayken, bugün bu oran yüzde 50’ye yükselmiştir. Buna ek olarak, yedek askerlerin dörtte biri de ABD dışındadır.
En büyük mevzilenmeler ise; her birinde binlerce askerin, kiminde on binlerin bulunduğu Irak, Almanya, Japonya, Güney Kore, Afganistan, Kuveyt, Kosova-Makedonya olarak sıralanıyor.
ABD’nin 11 Eylül saldırılarından sonra asker gönderdiği bölge ve ülkeler şöyle: Afganistan (muharip), Irak (muharip), Pakistan (askeri üs), Özbekistan (askeri üs), Tacikistan (askeri üs), Kırgızistan (askeri üs), Gürcistan (askeri üs), Filipinler (askeri danışman), Kızıldeniz (sürekli devriye), Yemen (askeri danışman) ve Kuveyt (askeri üs).
ABD askeri güçlerinin, “terörle mücadele” gerekçesiyle ciddi bir “yeniden mevzilenme” içine girdiğini de vurgulamak gerekir. Japon adalarındaki askerler; Endonezya, Malezya, Singapur ve Tayland’da kurulması planlanan üslere aktarılacaktır; Güney Kore’deki birlikler, Kuzey Kore sınırından geriye çekilerek, “savaş pozisyonu” almış durumdadırlar. Suudi Arabistan’daki kuvvetler, Irak’ın işgal edilmesiyle birlikte Kuzey Afrika ülkelerine dağıtılmaktadır.
ABD güçleri; 10 yıllık bir aradan sonra, 16 Ocak 2002’den itibaren Filipinler’e girmiş, Filipinler ordusunu eğitmeye, hatta gerilla grupları ile çatışmaya başlamışlardır.
Eski Fransız sömürgesi Cibuti’de kurulan askeri üs, Somali ve Yemen’e gönderilen özel kuvvetler sayesinde; Sudan, Etiyopya, Yemen, Kenya, Tanzanya ve Somali her an denetlenebilmektedir.
4 Temmuz 2003’te; Mali, Moritanya, Cezayir, Fas ve Tunus’ta askeri üsler kurulması için anlaşmalar imzalanmıştır.
Yugoslavya’nın parçalanmasından sonra Kosova’ya, Balkanlar’ın en büyük askeri üssü kurulmuştur. Askeri yayılma; Bulgaristan ve Polonya gibi “uydu rejimler” üzerinden devam edecek gibi görünmektedir. ABD, Asya’daki bölgesel çatışmalara giderek daha fazla müdahil olmaktadır. Örneğin; Sri Lanka’da Tamil gerillalarını “uyarırken”, Nepal’deki gerici monarşinin gerillalara karşı yürüttüğü kirli savaşa mali-askeri desteğini artırmaktadır.
“Terörizmle savaş”ın denetimi; Florida’daki ABD Özel Operasyonlar Komutanlığı’na devredilmiştir. Uzmanlar, bu adımın, “savaşın giderek daha çok kontrgerilla tarzı bir seyir izleyeceğine” delalet ettiğini belirtmektedirler.
Nihayet; Irak’ın işgal edilmesinin ardından, bu ülke topraklarında 4 dev askeri üs kurmak için “uygun ortam” beklenmektedir. New York Times, bu üslerin “Ortadoğu ve Güneybatı Asya boyunca, Akdeniz’den Hint Okyanusu’na dek sahnelenmekte olan stratejik devrimin en önemli gelişmelerinden biri” olacağını yazdıktan sonra şöyle devam ediyordu: “Irak’ta böylesi bir askeri dayanak; kendisini Suriye’de hissettirecektir. Afganistan’da süren ABD varlığı ile birlikte, İran, yeni bir Amerikan nüfuzu ağıyla kuşatılmış olacaktır.”  Latin Amerika’yı da unutmamalı! “Plan Kolombiya” kapsamında Kolombiya ve Ekvador’a gönderilen birlikler, başka Venezüella olmak üzere bölgede Amerikan hakimiyetine “tehdit” arz eden halklara karşı bir gözdağı niteliğindedir. Bir süre öncesine kadar “merkez üs” olan Panama, bu konumunu Porto Riko’ya devretmiştir. El Salvador’da da yeni bir askeri üs kurulmaktadır.
Bu baş döndürücü sevkıyatı incelerken, yabancı ülkelerdeki askeri üslerin stratejik öneminin, o üsleri gerektiren savaş veya çatışmanın çok ötesine taştığını belirten askeri doktrini akılda tutmak gerekiyor. İnşa edilen her yeni üssün ardından, o üsleri  kullanarak “bir adım daha ileri gitme” planları yapılır. Kısacası ABD, dünyayı bir askeri üsler zinciriyle sarmaktadır:
“ABD… bu üsleri, emperyalist zincirden kopmayı isteyen veya ABD çıkarlarına tehdit olarak görülen bağımsız bir rota çizmeyi hedefleyen ülkeler üzerinde baskı  kurmak için kullanmıştır. ABD askeri gücünün bu yayılımı olmadan… periferin bağımlı ekonomik bölgelerini elde tutmak imkansız olacaktı.
“ABD’nin küresel siyasi, ekonomik ve mali gücü, askeri gücün periyodik olarak kullanılmasını gerektirir…
“Bu nedenle, ABD askeri güçlerinin konumlanışı, sadece askeri bir olgu olarak değil, ABD egemenliğindeki emperyal kürenin ve periferdeki mızrak uçlarının haritalanması olarak değerlendirilmelidir.” 

SAVAŞIN İLK KURBANLARI

ABD’nin dünyaya karşı açtığı savaşın bir diğer unsuru, uluslararası politika ve diplomaside “oyunun kuralları”nın Amerikan çıkarları uyarınca yeniden belirlenmesidir. “Eski kurallar” da, başta ABD olmak üzere, büyük emperyalist güçler tarafından hiçbir zaman dikkate alınmamıştı elbette. Bugünkü fark, uluslararası ilişkileri yönettiği varsayılan kuralların kağıt üzerinden de silinmesi ve yerine hiçbir şey konulmamasıdır. “Ön saldırı doktrini” gibi terör ve işgal “kuram”ları, kuralsızlığın kural olduğu bir “düzen”e işaret etmektedir. Ne diyordu Rumsfeld? “Kaosu şekillendirmek”. Öyleyse, önce şekillendirecek bir “kaos” yaratmak gerekir!
Genel kabul gördüğü üzere, Amerikan saldırganlığının temelden sarstığı kurumlardan biri, Birleşmiş Milletler’dir (BM). BM’nin bugüne dek oynadığı rolü savunacak değiliz. Güvenlik Konseyi, veto hakkı gibi en antidemokratik kurumlarıyla BM, kuruluşundan sonraki –sosyalizmin varlığı ve gücünün, kazançları olan dengelerin ürünü– birkaç yılı hesaba katmazsak, esasen büyük emperyalist güçler arasındaki çıkar çatışmalarına “meşruiyet” kılıfının giydirildiği bir arena oldu. ABD, İngiltere, SSCB, Çin gibi rakip güçler kendi aralarında itişip kakışırken, geriye kalan 190 küsur ülkeye onları seyretmek ve “büyük”ler arasındaki mücadelenin şu ya da bu cephesinde durarak “nemalanmak” düştü. BM’nin tarihi boyunca bu oyunu bozabilen çok az ülke vardır: Sosyalist Arnavutluk veya Küba gibi.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından yaşanan gelişmeler, BM’nin giderek “işlevsiz” kalmakta olduğunun göstergeleridir. “Rakipsiz” Amerikan egemenliği, bu kuruma sadece iki seçenek bırakıyordu: ABD politikalarına onay vermemek ve Bush’un deyimiyle “konu dışı” kalmak veya o politikaları meşrulaştıracak desteği sağlamak.
BM; Körfez Savaşı, Yugoslavya’nın parçalanması, Somali işgali gibi “geçmiş döneme ait” işgal ve saldırılarda bu iki seçenek arasında salındı durdu. 1991 Körfez Savaşı’nın ardından, Irak’a yönelik insanlık dışı ambargonun uygulayıcısı oldu. Filistin’de süregiden İsrail terörüne karşı ya karar alamadı, ya da aldığı kararları uygulatamadı. Böylece; dünyanın gözünde itibarı, ciddiyeti yitip gitti.
Emperyalist sisteme “uluslararası meşruiyet” kılıfı giydiren bir kurumun bir “şaka” haline dönüşmesi, elbette kabul edilemezdi. Amerikan yönetimi, askeri güce dayanan diplomatik ağırlığını kullanarak, bu durumu değiştirmeye niyetli görünüyor. Ama onun derdi; BM’nin “demokratikleştirilmesi” falan değil. Böyle olsaydı; BM’nin geri kalanını MGK karşısındaki TBMM’ye dönüştüren “Güvenlik Konseyi” kurumunun kaldırılmasına, en azından bu kurum içindeki antidemokratik veto hakkının sona erdirilmesine çabalardı.
Oysa ABD’nin niyeti, BM’nin antidemokratik niteliğini pekiştirmek, kendisine “aykırı giden” ülkelerin bu kuruluşa üye olmanın sağladığı kısıtlı avantajları tamamen ortadan kaldırmak ve “ABD’ye biat edecek bir BM” yaratabilmektir.
BM’nin ABD açısından “can sıkıcı bir yük” haline geldiğini, neo-muhafazakâr yazar Charles Krauthammer şöyle ilan ediyor: “Suriye’ye bakın. Hem BM Güvenlik Konseyi üyesi, hem de ABD Dışişleri’nin terörist devletler listesinde yer alıyor. Suriye, Amerika’nın yaptıklarının meşru olup olmadığına nasıl karar verir?
Çin de aynı durumda. Ya Fransa? Fransız Cumhurbaşkanı, Güvenlik Konseyi’nde [ABD’ye karşı] ortak bir strateji belirlemek için Suriye Devlet Başkanı’na çağrı yapmadı mı? BM, Balkan krizinde ve şimdi de Irak krizinde, iktidarsızlığını göstermiştir. Bir kez daha, geçersiz olmaya doğru batacaktır. Bu kez düzelmeyecektir. Ve dünya, BM’siz daha iyi olacaktır.”  Burada bir hatırlatma yapmakta fayda var. BM’nin önceli olan Milletler Cemiyeti (MC), 1. Dünya Savaşı’nın ardından, “yeni bir dünya savaşını önlemek” amacıyla kurulmuştu. Cemiyet; İtalya, Almanya, İngiltere ve Fransa gibileri tarafından giderek “geçersiz” hale getirildi ve nihayet, 2. Dünya Savaşı ufukta görünürken, dağılıp gitti. Kuşkusuz ki, tarih tekerrür etmez; ama BM’nin de MC’nin akıbetine uğraması, “meşruiyet arama/gözboyama” mecburiyetinden sıyrılan emperyalist güçlerin dünyayı yeni ve daha büyük karışıklıklara sürüklemesine yol açabilecektir.

ESKİ-YENİ AVRUPA
BM’nin tahrip edilmesine paralel olarak, “Eski Dünya” (Avrupa) ile “Yeni Dünya” (ABD) arasındaki ilişkiler de, örtülü rekabetten açık çatışmaya doğru ilerlemektedir. 11 Eylül süreciyle birlikte, Avrupalı emperyalist güçler ile ABD arasındaki ilişkilerin seyri, emperyalist güçlerin yaklaşan kutuplaşmasında da belirleyici olacaktır.
ABD’nin yürüttüğü uluslararası savaş, AB’nin, ağır aksak da olsa ilerleyen “entegrasyon” sürecine ciddi darbeler vurdu. Bu darbeler bugün, Donald Rumsfeld’in Avrupa’yı “eski Avrupa” ve “yeni Avrupa” olarak “ortadan ikiye” bölmesiyle simgeleniyor. Washington yönetimi; İngiltere, İtalya ve İspanya gibi, kendisiyle ilerlemek isteyen güçler ile, AB sürecinin motor gücü olan Almanya, Fransa ve Belçika’nın arasına bir “keski” gibi girdi ve bu ülkeleri birbirinden ayırdı. Bir yandan da, “Avrupa’nın merkezinin doğuya kaydığı” saptamasından hareketle; Bulgaristan, Macaristan, Polonya gibi Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine yeni roller biçti. Bu ülkelere “Irak masası”nda küçük ve onursuz birer sandalye açılırken, NATO’ya girişleri hızlandırıldı. 7 Orta ve Doğu Avrupa ülkesinin NATO’ya girişiyle birlikte, ittifakın üye sayısının 26’ya çıkması gündemdedir. Böylece İttifak üye sayısı 26’ya yükselecek, üye ülkelerin yüzde 40’ı, eski Varşova Paktı ülkelerinden oluşacaktır. Bunun hem Batı Avrupa, hem de “Amerikan uçak ve füzeleri burnunun dibine kadar giren” Rusya üzerinde büyük bir baskı oluşturacağı açıktır. (Rusya, “ön saldırı doktrini”ni kendisi de benimseyerek ve “nükleer silah kullanan ilk taraf olmama” ilkesini rafa kaldırarak, gelişmelerden nasıl bir ders aldığını gösteriyor.)
Her biri Avrupa Birliği üye veya aday üyesi olan bu devletlerle, Washington karşısında sesini iyice yükselten Alman-Fransız ekseninin bastırılması, hazırlık aşamasına giren “Avrupa ordusu”nun güçten düşürülmesi, Euro’da somutlaşan mali entegrasyonun sekteye uğratılması hesaplanmaktadır.
Ancak Avrupalı emperyalistlerin ABD’ye gösterdiği şiddetli tepki, Bush yönetimini yeniden düşünmeye zorluyor. Irak’ın işgal edilmesinden önce Washington’da hakim olan kanıyı aktarmak, ABD’nin bu süreçte “hata”larına bir yenisini eklemiş olduğunu çarpıcı bir biçimde gösteriyor: “Eğer Başkan Bush Irak’la savaşın tek seçenek olduğuna karar verecek olursa, müttefiklerin çoğu, muhtemelen Fransa dahil olmak üzere, ABD’yi takip edeceklerdir: Siyasi olarak ve belki de askeri güçleriyle. Bir BM kararı alınmasa dahi, pek çoğu hizaya girecektir.”  Irak işgal edildikten sonra, bu “pembe öngörüler”in gerçeğe dönüşmemesi ve müttefik desteğinden yoksun ABD’nin Irak topraklarında “sonu belirsiz” bir maceraya girdiğinin görülmesi, tavırları biraz değiştirdi elbette. Thomas Friedman, kaleminden “kan damlayarak” şöyle yazıyordu: “Biz Amerikalıların artık birşeyi anlaması gerekiyor: Fransa, sadece arada sırada sinir bozan bir müttefik değil. Fransa, sadece kıskanç rakibimiz de değil. Fransa, ABD’nin düşmanı oluyor.”  BM ve Avrupa aylarca yerden yere çalındıktan sonra, “müttefik” arayışı ile kapıları bir kez daha çalınınca, ABD’ye yönelik öfke, daha da beter bir alaycılığa dönüştü elbette: ABD, Irak işgaline “uluslararası” bir görüntü kazandıracak olan yeni bir BM kararı için geldiğinde, muhafazakâr Fransız gazetesi Le Figaro, “Er Bush’u Kurtarmak” manşetini atıyordu!
Bugün, ABD’nin BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu Irak tasarısı, üç kez revizyondan geçirildikten sonra, kabul edilmiş bulunuyor. Ama Fransa, Almanya, Belçika, Rusya ve Çin gibi kilit ülkelerin işgale asker desteği vermesi, yine de mümkün değil. Irak’a ilk bombaların düşmesinden bu yana 7 ayı aşkın bir süre geçti; ama ABD’nin Irak’ta kurduğu “büyük koalisyon”, hâlâ Hollanda, Ukrayna, Danimarka, Tayland, Filipinler, Macaristan, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Litvanya, Romanya, Bulgaristan, Arnavutluk, Honduras, El Salvador, Azerbaycan, Eritre, Estonya, Etiyopya, Makedonya, İzlanda, İspanya, İtalya, Güney Kore ve Dominik Cumhuriyeti gibi, çoğu “klasman dışı” ülkelerden oluşuyor.
ABD, bu süreçte, Belçika üzerinde kurduğu inanılmaz baskı ile, Ariel Şaron ve “Baba Bush” gibi insanlık suçlusu isimlerin yargılanmasına olanak tanıyan bir yasayı yürürlükten kaldırttı. Avrupalı rakipleri karşısındaki tek “gerçek” kazanımı da bundan ibaret oldu.

İNGİLİZLERİN TEDİRGİNLİĞİ
Dahası ABD; yürüttüğü politikayla İngiltere gibi “hakikatlı müttefiklerini” dahi rahatsız etmektedir. Güney Irak’taki Ümmü Kasr limanına, İngiliz askerlerine rağmen dikilen ABD bayrağını, ve, İngiliz petrol tekeli BP’nin başkanının “Amerikalılar bütün ihaleleri kendileri kapıyor” yakınmalarını hatırlatalım. Dahası, bu gerilim Irak’ın ötesine taşacak gibi görünmektedir. İran’a yönelik tehdit ve baskı politikası, geleneksel olarak bu ülkeyle “dostane ilişkilerden” yana olan İngiliz burjuvazisini epey tedirgin etmiş görünüyor:
“İngiltere’nin izlediği İran politikası, Temmuz ayında İsrail Başbakanı Ariel Şaron’a verilen özel yemekte belirlenmiş gibi görünüyor. İsrailli diplomatlar, yemeğin ardından Başbakan Tony Blair’in ‘fikrini değiştirdiğini’ ve İsrail’in İran hakkındaki kaygılarını paylaştığını ilan etmişlerdi… Bu, İngiltere’nin ulusal çıkarlarına uygun bir politika değildir. Ülkeyi, yeni bir tehlikeli yola sokmaktadır. Dikkatle hazırlanmış, uzun zaman harcanmış olan İran politikası, gözlerimizin önünde tuzla buz olmaktadır.”  Bush-Blair çizgisine karşı İngiltere’nin geleneksel İran politikasını savunan bu satırların ardından, Thomas Friedman’ın “Birini Alana Öteki Bedava” başlıklı küstah makalesinden birkaç satır aktarmak faydalı olacak:
“İran’daki olayları etkilemek için elimizde pek az araç bulunuyor…. Ama kontrolümüz altında olan büyük bir araç, İran üzerinde mutlaka etkili olacaktır. Bu aracın adı, Irak.”  En deneyimli emperyalist güçlerden biri olan İngiltere’nin, bu dizginsiz saldırganlığa ne kadar uyum sağlayabileceğini gelişmeler gösterecek. Ancak Londra’nın, Washington’u, içine girdiği geri dönülmez yolun bir noktasında “yalnız bırakması”, mümkündür. Bakın, İngiliz emperyalizminin “ihtişamlı” günlerine özlem duyduğunu gizlemeyen Max Hastings ABD’ye nasıl tavsiyelerde bulunuyor: “Amerikan dış politikasının en büyük hatalarından biri, ülkelere müdahale ettikten sonra kalıcı bir adanmışlık göstermeyerek, işleri bir şekilde yoluna sokacakları düşüncesi. Ama Somali, Afganistan ve Irak, bunun böyle olmadığını gösteriyor… İngilizler, 1898’de Omdurban’daki dervişlerin işini, en az Amerikalılar kadar acımasızca bitirmişti. Ama onlar, Sudan’ı yarım yüzyıl boyunca etkili bir biçimde yöneterek günahtan kurtuldular. Başarılı emperyalist sadece idare etmemeli, etkilemeyi istediği toplumun her noktasına nüfuz edebilmeli.”

TRANSATLANTİK GERİLİM
Avrupa deyince, NATO’da yaşanan büyük çatışmaya değinmemek olmaz. Bu çatışma; önce, Türkiye’nin Irak’a karşı “NATO tarafından korunmasını” isteyen ABD’nin talebiyle su yüzüne çıktı. ABD’nin hesabı, bir “koruma kararı” çıkartarak, Irak saldırısında Türkiye’yi kullanmayı garanti almaktı. Ama Belçika, Fransa ve Almanya, NATO karar mekanizmalarını adeta felç ettiler ve ABD pes edene dek, geri adım atmadılar.
Bu kritik andan itibaren, NATO’nun geleceği daha bir hararetle tartışılmaya başlandı.
Bugün Fransa, Almanya ve Belçika’nın başını çektiği bir grup AB ülkesi,  NATO’dan bağımsız bir askeri güç oluşturarak, bu alanda “ABD’ye bağımlılığa son vermek” hedefini açıkça ifade ediyor. Washirgton ise, böyle bir olasılığın, ABD’yi Avrupa’nın dışına atabileceğini görüyor ve elli yıllık “kutsal ittifak”ın mezarının kazılmakta olduğunu saptıyor. Dahası, bu çatışmada İngiltere, bir AB üyesi olarak “sallantılı” tutum almakta, her an Washington’un pozisyonunu terkedecek izlenimi vermektedir.
ABD’nin “bağımsız AB ordusu” planına verdiği yanıt, NATO’ya “küresel polis” rolü biçmek oldu.
Geçtiğimiz ay içinde, 21 bin kişilik “NATO Acil Mukabele Gücü” resmen kuruldu. Bu gücün “dünyanın her noktasında görev yapacağı” belirtiliyor. Zaten NATO, iki ay önce Afganistan işgaline katılarak, “hazırlık görevi”ne başladı bile.
Ama dahası var. NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı General James Jones, “Önümüzdeki dönemde, birkaç devletin itirazının, çoğunluğun kararını etkilemesinin doğru olup olmadığı sorgulanacaktır” diyor. Yani ABD, NATO karar mekanizmalarını değiştirerek, “oybirliği” değil “oyçokluğu” sistemini yürürlüğe sokma çabasında. Bu da, Fransa ve Belçika gibi ülkelerin iradesinin hiçe sayılması demek.
Bundan birkaç yıl önce bu tip bir gelişme olsaydı, Avrupa ülkelerinin ABD’nin arkasında “hizaya geçerek” selam çakması beklenirdi. Ama bugün neredeyse herkes, “Böyle bir adım, AB’nin NATO’dan uzaklaştırmasını daha da hızlandırır” diyor.  Bütün bu tablo, tek bir gerçeğe işaret ediyor: Şu veya bu “müttefik”, şu ya da bu ülkeye yönelik saldırganlığa destek olsun ya da olmasın, ABD-AB ilişkileri bir daha asla “eskisi gibi” olmayacaktır.
Önümüzdeki günlerdeki dünya siyasetinin, esas olarak bu “Transatlantik” gerilim üzerinden şekilleneceğini söylemek, kehanet olmaz.


KİRLİ ÇAMAŞIRLAR ORTALIĞA ÇIKTI

ABD’nin neredeyse “düşman” ilan ettiği Fransa’nın işi nerelere kadar götürdüğüne, ilginç bir örnekle değinmek yararlı olacak.
Mart ayında, yani “eski-yeni Avrupa” çatışmasının en ateşli günlerinde, Paris hükümeti, “Yeni Avrupa”dan ilan edilen Romanya’ya karşı umulmadık bir atak başlattı. Fransız medyası, Cumhurbaşkanı Chirac’ın işaretiyle, Romen hükümetinin “yumuşak karnına” vurdu ve 1989’da, Çavuşesku rejimini sona erdiren ayaklanmanın CIA tarafından örgütlendiğine dair belgeler yayınlamaya başladı. Salvoyu başlatan tarihçi Catherine Durandin, France-3 televizyon kanalında, Fransız istihbaratının da desteğiyle, 1989 ayaklanmasıyla sonuçlanan sürecin CIA tarafından planlandığını açıkladı. Durandin, ABD Başkanı Donald Reagan’ın talimatlarıyla, burjuva Macar muhalefetinin Amerikan istihbaratı tarafından yönlendirildiğini, Aralık 1989 Bükreş Ayaklanması’nın, “Moskova ile Washington arasında varılan gizli bir anlaşma” sonucu tertiplendiğini belirtiyordu. Programda, Bükreş’teki önde gelen bütün siyasetçilerin, halen CIA tarafından yönetilmekte olduğu da ilan edildi. Durandin ile program sunucusu arasındaki konuşma şöyle:
“Sunucu: CIA’nın en başarılı operasyonu sizce neydi?
Durandin: Washington’da gizli CIA materyallerini inceleme şansı yakaladım. Gördüğüm en olağanüstü şey, Doğu Avrupa ülkelerine ne kadar erken sızıldığıydı.
Sunucu: Hangisi? Bulgaristan mı?
Durandin: Hayır. Özellikle Romanya ve Polonya. Operasyon, Reagan döneminin başlangıcına dek uzanıyor ve Baba Bush’un başkanlığına dek sürüyor. CIA, anti-Çavuşesku muhalefetin liderlerini ele geçirmişti ve bu liderler, halen ülkede etki sahibi. Hedef alınan bu kişiler; Gorbaçov yanlısı muhalif parti üyeleriydi. Bu kişiler ABD’ye davet edildi, gezileri boyunca ‘ayarlandı’ ve Romanya’ya geri gönderildi.
Şimdi aynı kişiler hükümette bakan ve iyi birer NATO müşterisi.”
Bu açıklamalar, hem Fransa, hem Romanya medyasında günlerce tartışıldı. Fransız medyası Durandin’i destekleyen yeni bilgi ve belgeler ortaya koyarken, Romanya medyası, genel olarak hükümetten yana tutum alarak Fransız hükümeti ve medyasına ağır suçlamalar yöneltti.
Bu olaydan aylar sonra, 29 Eylül 2003’te, Romanya’nın intikamını almak, bir başka “yeni Avrupa” ülkesi Polonya’ya düştü. Polonya Savunma Bakanlığı, ABD’nin yönlendirmesiyle, Irak’ta “2003 imalatı, 4 adet Fransız yapımı Roland tipi füze” bulduğunu açıkladı. Kısacası Polonya, Fransa’nın Amerikan-İngiliz ittifakına karşı Saddam Hüseyin’i desteklediğini ileri sürüyordu.
Fransız hükümeti sert tepki gösterince, Savunma Bakanlığı geri adım attı ve açıklamayı yapan sözcü, görevden alındı.


NÜKLEER DEHŞET
ABD’nin, durdurulmadığı takdirde, dünyayı ne tür bir tehlikeye sürüklemekte olduğunun ipuçlarını, “yeni nükleer politika”sında bulabiliriz. Daha önce bahsettiğimiz gibi, bu politikanın tohumları, 11 Eylül saldırılarından epey önce, ABM anlaşmasının geçersiz ilan edilmesiyle atıldı.
ABM; esas olarak, Rusya ve ABD’nin, kendi topraklarını kıtalararası balistik füzelere karşı “korumama”sına ilişkin bir ilke anlaşmasıydı. Soğuk Savaş’ın “dehşet dengesi”ni oluşturan fikir şuydu: Kimse kendi toprağını korumazsa, karşısındaki güce saldırmaya cesaret edemeyecektir! 30 yıl boyunca, iki süper güç bu “denge” üzerinde hareket ettiler.
Ancak ABD, ABM’yi çöpe attı ve daha sonra, söz konusu füzelere karşı bir “ulusal savunma kalkanı” geliştirmeye başladı. Bununla da kalmayarak, Japonya gibi müttefiklerine “bölgesel savunma kalkanı kurma”yı önerdi. Böylelikle hem istediği ülkeye “korkmadan” saldırı düzenleme güvencesine sahip olacak, hem de kendisinden kopmaya başlayan müttefik/rakiplerini yeni bir “güvence” ile bağlayacaktı.
Bu hamle; rakip güçlerin önünde iki seçenek bırakıyordu: Ya kendileri de benzer bir “savunma kalkanı” geliştirecekler ya da ABD’nin kalkanını delebilecek nitelikte silahlar üreteceklerdi. Epey maliyetli olan ilk seçeneğin altından kalkacak tek güç ABD olduğu için, Rusya ve Çin gibi rakipler ikinci seçeneğe yöneldiler. ABM’nin feshedilmesinin “silahlanma yarışı”na yol açacağı yönündeki kaygılar, hızla gerçek oldu.
Bush yönetiminin attığı ikinci adım, “yeni tipte” nükleer silahlar geliştirilmesi oldu. İddiaya göre, bu silahlar “sınırlı bir bölge” üzerinde etki yapacak, Usame Bin Ladin ve Saddam Hüseyin gibi düşmanları, “güvenli yeraltı mağaralarında” vurup imha edebilecekti. Büyük bir medya propagandası eşliğinde, bu nükleer silahların sadece “hedef”e zarar vereceği yalanı yayıldı ve dünya, bu fikre alıştırılmaya çalışıldı.
ABD Senatosu, 20 Mayıs 2003’te, 10 yıldır yürürlükte olan “düşük güçte nükleer silah geliştirilmesi yasağı”nı kaldırdı.
6 Ağustos 2003’de, ABD Savunma Bakanlığı yetkilileri ve askeri bilimciler, gizli bir toplantı yaparak bu “yeni nesil” nükleer silahların nasıl geliştirileceğini, nasıl kullanılacağını ele aldılar. 6 Ağustos, Hiroşima’ya ilk atom bombasının atıldığı gündü. Japonya’da milyonlar o kıyamet gününde yitirdikleri için yas tutarken, ABD, dünyayla adeta alay ediyordu!
İki gün süren toplantıda, “yeni tehditlere karşı caydırıcılığın, ancak daha küçük ve etkili, özel nükleer silahlar geliştirilmesi ile korunabileceği” kararı alındı. Böylece 6 Ağustos, “ikinci nükleer silahlar çağı”nın başladığı gün oldu.
Toplantının ayrıntıları açıklanmış değil. Ancak merkezi Washington’da bulunan Silah Kontrol Derneği adlı kuruluşa göre, kurulan özel bir komite “düşük güçlü nükleer silahlar, toprağı delen silahlar, yüksek radyasyon içeren silahların sorunlarını” ele aldı ve söz konusu silahların geliştirilmesi için testler yapılmasını kararlaştırıldı. Böylece, nükleer denemeleri yasaklayan CTBT (Kapsamlı Test Yasağı Anlaşması) da, yırtılıp atılmış oluyordu. Silah Kontrol Derneği yönetimi, “Bu toplantı; nükleer savaş manyaklarını bir araya getirdi. ABD; gizlice, nükleer politikasında büyük ve ayrıntılı değişiklikler yapıyor” diyordu.
Aşağı yukarı aynı tarihlerde, Avustralya, ABD ile “nükleer silah edinilmesi”  konusunda ilke anlaşmasına vardı. Anlaşma ile Avustralya ordusuna, “kriz zamanlarında taktik nükleer silah temini” garanti altına alınıyordu. Avustralya’daki bir reaktörün, nükleer silah programı geliştirmek üzere faaliyete geçtiği ilan edildi. Irak’a “kitle imha silahları sahibi olduğu” gerekçesiyle savaş ilan eden Avustralya hükümetinden bir yetkili, utanmadan şöyle diyordu: “Bu, Avustralya’nın sigortası. Biz, nükleer teknoloji konusunda Saddam Hüseyin’den çok daha ilerideyiz.”
Eylül ayında, bir haber de Hindistan’dan geldi. Ocak 2003’te kurulan Nükleer Komite Otoritesi (NCA), ilk toplantısında, ordunun nükleer programını daha da geliştirme kararı almıştı. Bu kapsamda; bir nükleer denizaltı kiralanacak, uzun menzilli ağır bombardıman uçakları satın alınacak ve Agni orta menzilli füzeleri geliştirilecekti. Böylelikle, Hint “triad”ı (havadan, karadan ve denizden nükleer silah kullanma yeteneği) güçlendirilmiş oluyordu.
Moskova da boş durmuyordu elbette. Rus ordusu, önce nükleer politikasını değiştirdi ve “ilk nükleer silah kullanan taraf olmama” taahhüdünü iptal etti. Ardından, kendi “ön saldırı doktrini”ni duyurdu: Rus milli çıkarlarının tehdit edildiği hissedilirse, dünyanın herhangi bir köşesine askeri müdahalede bulunma hakkı “saklı tutulacaktı”!
Çin ordusunun her yıl on milyarlarca dolar akıttığı askeri modernizasyon projesini, dünyanın en büyük kitle imha silahı depolarından biri olan İsrail’in nükleer “triad” elde ettiğine ilişkin haberleri ve Pakistan’ın giderek artan bir sıklıkta gerçekleştirdiği füze denemelerini eklediğimizde, tablo tamamlanıyor. ABD hamleleri, karşı-hamlelerle yanıtlanıyor ve dünya, giderek daha korkunç savaşlara sürükleniyor…


DÜNYAYI SARAN ASKERİ GÜÇ
11 Eylül saldırılarından bugüne, ABD ordusu, dünyanın çeşitli bölgelerindeki askeri güçlerini pekiştirdi, daha önce giremediği ülkelere asker yolladı, üsler kurdu ve yeni bir mevzilenme içine girdi. Kimi ülkelerdeki Amerikan askeri varlığı şöyle  sıralanıyor:
Irak: 140 bin asker
Afganistan: 10 bine yakın asker
Basra Körfezi: Katar’da 3300 asker. Bahreyn’de donanma üssü, 4 bin asker
Filipinler: 1300 asker ve danışman, Filipin ordusuna “eğitim” veriyor
Özbekistan: Askeri üs (1000 asker)
Kırgızistan: “Terörle mücadele” birlikleri, Manas üssünde 1900 asker
Cibuti: 2000’e yakın asker
Doğu Afrika: ABD 5. Filosu bölgede sürekli devriye geziyor
Gürcistan: Gürcü ordusuna eğitim ve silah desteği, 50 askeri uzman
Almanya: 70 bin asker
Japonya: 40 bin asker
Güney Kore: 37 bin asker
Pakistan: 1100 asker
Kuveyt: 10 bin asker
Umman: Askeri üs
Yemen: 70 özel kuvvet askeri
Bosna: 3300 asker
Kosova: 5 bin asker
Makedonya: 500’e yakın asker
Mısır: 900 asker
Türkiye: Başta İncirlik olmak üzere çok sayıda üs ve sayısı bilinmeyen asker

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑