emeğin üretkenliği ve ücretler

I.
emeğin üretkenliği ve ücretler
AHMET CENGİZ

Günlük yaşamda işçinin “emeğinin karşılığı”nı almasından, genellikle, geçimini sağlayabileceği bir ücreti alması anlaşılır. “İşçinin sömürülmesi” olayı da, yanlış olarak; işçinin “emeğinin karşılığı” olarak görülemeyeceği, geçimini sağlayamayacağı bir ücretin ödenmesi şeklinde algılanır. “Adil ücret”, “eşit ücret” vb. istem ve formülasyonlar, bu tür algılanmalardan kaynaklanan düşüncelerdir.
Oysa, “şeylerin yalnızca aldatıcı görünümlerini yakalayan günlük deneyime” dayanılarak oluşmuş bulunan bu tür gözlem ve düşünceler, bilimsel gerçek ile örtüşmemektedir. Karl Marx’ın artı-değer teorisi sayesinde biliyoruz ki, işçinin ücret olarak aldığı, emeğinin değil, emek-gücünün değeri ya da bunun parasal ifadesi olan fiyatıdır. Dolayısıyla, sömürü olayı da, ücretin, emek-gücünün gerçek değerinin altında ya da üstünde olmasına rağmen gerçekleşen bir olaydır. Sömürü; işçinin, emek-gücünün değeri karşılığında bir ücreti alması koşullarında, daha doğrusu, buna rağmen gerçekleşen ve esas olarak karşılığı ödenmeden kapitaliste çalışmasıyla (artı-emek) cereyan eden bir husustur.  Görüntüde ama, emeğin bütünü, ödenmiş emek gibi görünür. “İşte bu yanlış görünümdür ki” der Marx, “ücretli emeği emeğin öteki tarihsel biçimlerinden ayırt eder. Ücretlilik sistemi temeli üzerinde, ödenmemiş emek bile, ödenmiş emek gibi görünür. Kölelikte ise durum tam tersinedir: emeğinin ödenmiş bölümü bile ödenmemiş emek gibi görünür.”
Demek oluyor ki, işçiler, nispeten rahat geçinebilecekleri bir ücreti alsalar dahi, sömürülmekten kurtulmuş olmuyorlar. Fakat, sınıf bilincine erişmemiş işçi bunu böyle algılamamaktadır. Kapitalistler de, ideologları da, sömürü olayını reddettiklerinde, hep bu yanılsamayı kendilerine dayanak yapmaktadırlar. Derler ki, işçi çalışıyorsa, harcadığı emeğin karşılığı olarak da ücretini almaktadır! Vurgulamak gerekir ki, bu yanılsama ve ona dayanılarak geliştirilen demagojiler, özellikle işsizliğin yüksek olmadığı ve geçim koşullarının az çok rahat olduğu dönemlerde, işçi kitleleri üzerinde küçümsenemez bir etki yapmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda, özellikle sosyalizmin işçiler arasında yaygınlaşmasını kırmak amacıyla gündeme gelen “sosyal devlet” politikalarında, bu yanılsamayı pekiştirmek için hiç şüphesiz özel bir çaba sarf edilmiştir.
Fakat bizi burada asıl olarak ilgilendiren, ücret konusunun başka bir yönüdür: İş süresiyle ilgili yazımızda da  ortaya koymaya çalıştığımız gibi, başta emeğin üretkenliği olmak üzere, toplumsal üretken güçlerde devasa boyutlarda bir gelişmeyle karşı karşıyayız. Gördük ki, bu gelişme; işsizlik gibi toplumu kemiren bir sorunla mücadelenin yanı sıra, işçilerin entelektüel ve sosyal-toplumsal gereksinmelerini karşılamak için, genel olarak iş sürelerinin ve işgününün kısaltılmasını dayatmaktadır.
Peki, üretici güçlerdeki gelişme, iş süresiyle ilgili belirtilen adımları zorunlu kılarken, işçilerin ücretleri açısından ne gibi sonuçları doğurmaktadır?
Bilindiği gibi, emek-gücünün değeri, “biri salt fiziksel, ötekisi ise tarihsel ya da toplumsal olan iki öğeden” oluşmaktadır. Fiziksel öğe, emek-gücünün değerinin “en uç sınırını” belirler. Geleneksel yaşam düzeyi olarak da ifade edilen tarihsel ya da toplumsal öğe ise, “artabilir ya da azalabilir, büsbütün ortadan kalkabilir, öyle ki geriye fiziksel sınırdan başka bir şey kalmaz”. Başka bir deyişle, emek-gücünün değerini, sabit değil, “değişken bir büyüklük” olarak kavramamız gerekmektedir. Bu yönüyle; işgününün süresi olduğu gibi, emek-gücünün değeri ve fiyatı sorunu da, “sermaye ile emek arasındaki kesintisiz mücadele tarafından”, bunların “karşılıklı güçler dengesi” tarafından belirlenmektedir.
Öncesi bir yana, yalnızca İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme baktığımızda, bu tespitin doğrulandığını görürüz. Nitekim, 1940’lı yılların ortalarından 70’li yılların sonlarına kadarki dönemi (bazı ülkelerde bu 80’li yılların ilk çeyreğine kadar uzanır), kapitalistlerin “durmadan ücretleri fiziksel asgariye düşürme” çabalarına büyük darbeler indirildiği bir dönem olarak değerlendirebiliriz. Sermaye ile emek arasındaki güçler dengesinde işçi sınıfı ve emekçi halklar lehine önemli değişikliklerin olduğu bu süreçte, yalnızca işgününde kısalmalar yaşanmadı, aynı zamanda, başta ücret artışları olmak üzere, işçi ve emekçi sınıfların genel olarak yaşam düzeylerinde gözle görülür bir iyileşme ve gelişme kaydedildi.
Bilindiği gibi, kapitalist üretim tarzı; kendisinden önceki üretim tarzlarından farklı olarak, “üretim araçlarının toplanmasını”, “her ayrı üretim süreci içindeki elbirliğini, işbölümünü, toplum tarafından doğa güçlerinin denetim altına alınmasını ve üretken biçimde kullanılmasını ve toplumsal üretken güçlerin gelişmesini” bir zorunluluk haline getirmektedir. Bu genel zorunluluk, yani üretici güçleri geliştirmek, sosyalizme karşı mücadele eden bir burjuvazi için bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti. Fakat, üretici güçler genel olarak gelişiyorsa, onun en önemli unsuru ve öznesi olarak işçi sınıfı da gelişiyor demektir. Gereksinmelerdeki çeşitlilik ve genişleme de, başta üretici güçlerdeki gelişme olmak üzere, genel olarak kapitalizmin gelişmesinin bir sonucudur, ve aynı zamanda, üretim kâr amacıyla yapılıyor olsa da, bir nedenidir. 
O halde, İkinci Dünya Savaşı sonrası süreci, farklı bir yönünü vurgulamak üzere, şu şekilde de ifade edebiliriz: İnsanların gereksinmeleri, “içinde yaşadıkları ve içinde yetiştirilmiş oldukları toplumsal koşullardan” doğduğundan, bu süreç, aynı zamanda, işçi ve emekçilerin “toplumsal gereksinmeleri”nin öncesine göre daha çok büyüdüğü, çeşitlenip genişlediği bir süreç olmuştur.
Burjuva ideologları, işçi sınıfının tarihsel misyonunu reddetmek için, ‘proletaryanın zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri vardır’ diyerek, işçilerin artık özel otomobil sahibi oldukları, öncesine göre lüks sayılabilecek tüketim maddelerini, dayanıklı beyaz eşyaları kullandıkları vb. göstergeleri ileri sürerler. İlginçtir ki, burjuva propagandasında prim yapan bu argümanlar; işçinin ücretinin, genişleyen gereksinmelerini de kapsayan bir düzeyde olması gerektiği sorununa geldiğinde, pek çabuk unutulabilmektedir! Kaldı ki; insanların gereksinim ve zevkleri toplumdan kaynaklandığından, bunların ölçütü de, ancak, “toplumsal gelişmenin düzeyi” olabilir; dolayısıyla, bu gereksinim ve zevkler, “tatmin edildikleri nesnelerle ölçülemez”.
Öte yandan ama vurgulamak gerekir ki, burjuva kafasının işçi sınıfına karşı kullandığı bu tür argümanlar, aslında kendisini zora sokan olgular üzerinden yükselmektedir. 19. yüzyıl proleterleri ile bugünkü işçileri bir kıyaslayalım bakalım.
19. yüzyıl işçi sınıfı, hemen hemen bütünüyle basit fiziki emek harcayan işçilerden meydana gelmekteydi. İşçiler arasında okuma yazma oranı çok düşüktü, vasıflı işçi sayısı çok azdı… Sözü uzatmadan söyleyecek olursak; işçilerin emeklerinin niteliği ile genel eğitim düzeyleri arasında belirgin bir orantısızlık görülmüyordu.
Peki, bu bakımdan bugünkü durum nedir? Günümüz ileri kapitalist ülkelerindeki modern işçi sınıfı; entelektüel bakımdan gelişmiş, teknik eğitimi olduğu gibi, genel eğitim ve kültür düzeyi kıyaslanamayacak boyutlarda yükselmiş, sosyal bakımdan ufku genişlemiş, çağdaş bilimsel ve teknik bilgilerle tanışmış işçilerden meydana gelmektedir. Ama yalnızca eğitim ve bilgi düzeyi bakımdan değil, aynı zamanda işçinin yaşantısının kendisinde ve ögelerinde bir zenginleşme, yani yaşam düzeyi ve koşullarında (oturduğu konuttan giyim kuşamına kadar) bir iyileşme gerçekleşmiştir. Bunlar, işçilerin tüketim alışkanlıkları ve nesnelerini değiştirdiği gibi, zevklerini ve estetik duyularını da geliştirmiştir. 
Buna karşılık; işçinin genel-teknik eğitim ve kültür düzeyi ile, emek-sürecinde üstlendiği somut rol ve pratikte icra ettiği iş arasında (“grup çalışması” ekseninde geliştirilen “birlikte belirleme ve yönetme” demagojilerini bir tarafa bıraktığımızda ) gözardı edilemez ve giderek büyüyen bir orantısızlık meydana gelmiş bulunmaktadır. Buradaki orantısızlığı, belki de en bariz şekilde hareketli bant üretiminde (seri üretim) çalışan işçinin konumu yansıtmaktadır: İşçinin genel eğitim ve kültür düzeyi ile (ki artan oranda da mesleki eğitim sahibi işçiler bantta çalışmaktadır), bantta harcadığı emeğin niteliği arasında derin bir çelişki bulunmaktadır.
Burada karşımıza çıkan çelişki; emek-gücünün sahibi olan işçinin gelişkin bir toplumsal varlık olma niteliğiyle, onun emek-gücünün meta olması arasındaki çelişkidir. Kapitalist, bir yandan bir meta olarak emek-gücünün değerini düşürmek (yani işçinin kendisini olabildiğince ucuzlatmak) üzere emeğin üretkenliğini  artırır, ama bunu bu yoldan yaptığı ve başardığı oranda da, ister istemez bu metayı satan işçinin doğrudan ve dolaylı yoldan vasıflarını, entelektüel dünyasını ve toplumsal gereksinmelerini genişletir. Bu gelişme ise, emek-sürecinde bu sefer; tek düze, monoton, muhtevasız ve parçalı-bütünlüksüz işin, işçinin giderek artan kültür ve eğitim düzeyi ile çelişmesine neden olur. Hiç şüphesiz, bu çelişki; açık dayatma ve emire, iş aşamalarının parçalanması ve işçinin yalıtılmasına dayanan “Fordist” ve “Taylorist” yöntemlerinin artık hiç kimse tarafından inkar edilmeyen iflasına yol açan temel nedenlerden birisidir.
Fakat açıktır ki, işçi sınıfının eğitim ve kültürel düzey bakımdan gelişmesinin beraberinde getirdiği çelişkiler, emek-sürecinde sözü edilen “sorunlar”la sınırlı değil. Emek-sürecindeki bu orantısızlığa, işçinin toplumsal yaşamındaki orantısızlık tekabül eder. Başka bir deyişle, genel olarak toplumsal gereksinmelerdeki artış ile, işçi kitlelerin somut yaşam düzeyi arasında bir orantısızlık belirir.
Örneğin, bugün işçilerin aldıkları ücret, genişleyen gereksinmelerini karşılamak şöyle dursun, birçok gereksinmelerini sınırlamak koşuluyla, aybaşını getirmeye zar zor yetmektedir (Almanya’da işçilerin %30’u aybaşını getirememektedir, öte yandan bir kısmı da çalışmasına rağmen giderek borçlanmaktadır.) Nitekim, ileri kapitalist ülkelerde 70’li yılların sonları ile 80’li yılları başından itibaren, işçilerin reel ücretlerinde giderek belirginleşen bir düşüş yaşanmaktadır.  Giderek kuvvetlenen bu düşüş eğrisi, bugün hızlanarak sürmektedir. Başka bir deyişle, sermaye ile emek arasındaki uluslararası güç dengesinin sermayenin lehine değişmesiyle birlikte, belirtilen tarihlerde başlayan ve bugün artık olumsuz sonuçlarıyla kendisini açıktan gösteren genel bir süreçle; ücretlerin yeniden fiziksel asgariye  doğru düşürülmesi süreciyle yüz yüzeyiz. (Bugün böyle bir süreçten söz etmekle, öncesinde sermayenin böyle bir çaba içinde olmadığını söylemiş olmuyoruz. Bu çabalar var olmasına rağmen; ileri kapitalist ülkeler işçi sınıfının, mücadelesiyle bunları geri püskürtmüş olup, genel bir süreç haline gelmesini engelleyebilmiş olmasını belirtmiş oluyoruz.)
Bugün sermayenin ve devletinin ekonomik ve sosyal saldırıları, işçilerin genişlemiş bulunan gereksinmelerinin yeniden daraltılmasından ve bu özelliğiyle, aslında işçilerin emek-gücünün verili değerinin altına düşürülmesinden başka bir anlama gelmiyor. Toplumsal açıdan bakıldığında da, bu kuşkusuz, “uygarlık düzeyi”nin ilerletilmesine değil, daha geri bir noktaya çekilmesine tekabül etmektedir. Sermaye ve hükümetleri, işçilerin fiziksel gereksinmeleri ötesindeki “ikinci bir doğa haline gelen, tarihsel olarak gelişmiş toplumsal gereksinmeler”ini  daraltarak, genel olarak emek-gücünün yeniden üretim giderlerini sınırlamak, böylelikle de emeği olabildiğince ucuzlatmakla; bir yandan düşme eğilimindeki kâr oranlarını artırmayı, diğer yandan uluslararası rekabetteki mevzilerini daha da güçlendirmeyi hedefliyor.
Neticede, sorun gelip şu noktada düğümleniyor: Modern işçi sınıfı; sermayenin; işçinin, emek-gücünün yeniden üretiminde asgarisiyle yetinmesi; sağlıksız ve ihtiyaçlarının gerisindeki konutlarda oturması, daha kötü beslenmesi, daha sağlıksız yaşaması ve sağlığını korumak için daha az hizmet alması, çocuklarının eğitiminin düzeyinin düşürülmesi, sosyal-kültürel yaşantısının daraltılması vb. dayatmalarını sineye çekecek mi; yoksa gereksinmeleri gelişen, çeşitlenen ve genişleyen insanlar olarak işçilerin, başta emeğin üretkenliğinin artması olmak üzere, üretici güçlerin gelişmesinin bu gereksinmeleri karşılamak için sunduğu muazzam olanakları, işçi ve emekçi kitlelerin yararına kullanılmasının mücadelesini verecek mi? Besbelli ki, ücret sorunun bu çerçevede ele alınışı, işçinin mevcut alım gücünün korunması veya enflasyon artışı oranında zam talep etmesi ve/veya bir önceki yıla göre olan üretkenlik artışının esas alınması ötesinde duran bir perspektifi gerekli kılmaktadır. “Gerekli geçim araçları”, bir bütün olarak gelişmiş ve genişlemiştir; dolayısıyla bu olgu esas alınmak ve ücret mücadelelerinde vazgeçilmez bir kriter olarak değerlendirilmek durumundadır.  Aksi durumda, işçi sınıfı emek-gücünün değerini koruyamayacak, giderek daha geri ve sefil bir yaşama itilecektir.
Demek oluyor ki, işçinin yalnızca daha çok serbest zamana ihtiyacı yok, aynı şekilde bu zamanı, insani gelişiminin mekanı olarak değerlendirebilmesi için, gerekli maddi araç ve olanaklara kavuşması gerekmektedir. Bilimsel-teknik devrimin, emeğin üretkenliğinin, kısacası üretici güçlerin gelişmesinin ulaştığı düzey ve bunun beraberinde getirdiği olanak ve potansiyeller, bu maddi araç ve imkanlar için yeterli, hatta fazladan bir kaynak sunmaktadır.
II.
Ücretlerin tarihsel gelişimi
Nasıl ki, emeğin toplumsal üretkenliğindeki artış, kapitalizmde, otomatikman işgününün kısalmasını beraberinde getirmiyorsa, aynı şekilde, toplumsal bakımdan gerekli emek-zamanın artan üretkenlik nedeniyle kısalmış olması da, tekelci kapitalizm koşullarında, emek-gücünün yeniden üretimi için gereksinim duyduğu ürünlerin fiyatlarının doğrudan ucuzlamasına yol açmamaktadır. Gerekli emek-zamanının -genelde üretici güçlerin gelişmesi, özelde emeğin toplumsal üretkenliğinin katlanarak artması sonucunda- oldukça kısalmış olması gerçeğiyle; tekel fiyatı olgusu  arasındaki ters orantılı ilişki, yalnızca gerekli emek-zamanının azalmasından kazanılan zamanın artı-emek zamanına çevrilmesiyle işçinin emek-gücü ve yaşamının heder edilmesinin boyutunu göstermekle kalmıyor; bu ters orantılı ilişki, aynı zamanda, bir avuç tekelin, işçi kitleleriyle emekçi halkları insanlığın toplumsal üretkenliğinin nimetlerinden nasıl mahrum bıraktığını ; tekelci küçük bir zümrenin tüm toplumu (alt ve orta sınıfları) ne kadar yoğun sömürdüğü ve çarptığını, dünya halklarını nasıl pervasızca yağmaladığını gözler önüne seriyor. Bu yönüyle tekel fiyatları, aynı zamanda, emeğin bugünkü üretkenlik derecesini gizleyen bir örtüdür hiç şüphesiz.

Bir kıyaslama
Fiyatlar ile ücretlerin gelişim doğrultusuna bir göz atalım. İngiliz Marksist iktisatçısı Maurice Dobb “Ücret” adlı kitabında, İngiltere’de meta fiyatlarının 1800 ile 1900 yılları arasında (yani kapitalizmin serbest rekabetçi döneminde) genel olarak yarı yarıya düştüğüne dikkat çekiyor: Fiyatlar, “1848’e kadar düştü, 1860’a kadar ise yüzde 14 arttıktan sonra, 1870’den 1890’lı yılların ortalarına kadar yeniden yaklaşık yüzde 25 geriledi.”  Dobb, bu kıyaslamayı, Dr. Bowley’in 19. yüzyıldaki nominal ücretlerin (“para ücreti”) gelişimiyle ilgili oluşturduğu endeks rakamlarının reel ücretler açısından taşıdığı anlamı ortaya koymak için yapmaktadır. Dr. Bowley’in İngiltere için hesapladığı nominal ücret endeksi ise şöyledir:

1800-1810            55-65
1820-1830            65
1840-1850            60
1860-1870            75
1870-1880            95
1880-1890            90
1890-1899                 100

Nominal ücret artışlarıyla meta fiyatlarını kıyasladıktan sonra Dobb şu sonuca ulaşıyor: “Reel ücretler yüzyıl boyunca üçe hatta dörde katlanmış gibi gözüküyor. Reel ücretlerin bu artışı, yüzyıl dönemecinde noktalanıyor ve 1900’lardan sonra, fiyatlar 1896 ile 1914 yılları arasında yeniden yükseldiğinden, düşme eğilimine giriyor. Nominal ücretler, gerçi Birinci Dünya Savaşı’na kadarki 17-18 yıllık sürede bir artış gösteriyor, ancak bu, fiyatların gerisinde kalıyor.” 
Bilindiği gibi, ileri kapitalist ülkelerde işçi sınıfı; Ekim Devrimi, emek-sermaye arasındaki güç dengesindeki değişiklikler vb. etkenler sonucunda, reel ücretlerdeki kaybını, Birinci Dünya Savaşı sonrasında belirli ölçülerde yeniden telafi edebildi. Ancak, bu “kazanımlar” fazla sürmedi: 20’li yılların rasyonalleşme dalgası, emeğin üretkenliğindeki artışlar, onunla beraber ve onu izleyen emek yoğunluğundaki büyüme, ardından; Almanya’daki bir matbaa işçisinin 1920 yılında 244,60 Rayş Markı olan nominal ücretini, üç yıl sonra, yani 1923’de, 14 milyon 958 bin Rayş Markına “sıçratan” büyük enflasyon dalgası, 1929 buhranı, işsizler ordusunun büyümesi, faşizm, dünya savaşı… İki dünya savaşı arası dönem için genel olarak şu söylenebilir ki, işçi sınıfı, verdiği mücadelelerle ekonomik alandaki kayıplarını, kısmi kazanımlara rağmen, esasta telafi edememiştir. Örneğin 1938 yılında, ABD’de, “dört kişilik bir işçi ailesinin asgari geçim indirimi” yılda 2177 dolar olarak hesaplanırken, aynı yılda bir sanayi işçisinin yıllık ortalama ücreti 1176 doları ancak bulmaktaydı. İngiltere’de ise, 1937 yılında, “ortalama bir işçi ailesi için haftada, son derece düşük olan 55 şilinlik bir asgari geçim indirimi” hesaplanırken, “kömür işçilerinin % 80’i, ekstraktif sanayi (kömür madenleri hariç) işçilerinin % 75’i ve belediye işçilerinin % 57’si bu asgari geçim indiriminin altında kazanıyordu.”
İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme geçmeden önce belki şu olguyu eklemek gerekir ki, inişler ve çıkışlar içerse de, geçim masrafları, tekelci kapitalizmde söz konusu döneme kadar genel olarak bir yükseliş eğrisi çizmiştir. (Ücretler ise, genel olarak bu yükseliş karşısında zorlanmıştır.) Rayş Almanyası’ndaki geçim masraflarını yansıtan aşağıdaki endeks  bunu çarpıcı bir biçimde göstermektedir:

1900 = 100
Yıl            Endeks
1870 – 1879          97
1880 – 1889          94
1890 – 1899          97
1900 – 1909        107
1910 – 1914*        127
1924 – 1932        172
1932 **        157
1933 – 1939*        162
___________________________
* 1. Yarım yıl
** Krizin dibe vurduğu nokta

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem
Hiç şüphesiz, 1950-1980 arası dönem, ileri kapitalist ülke işçileri ve emekçileri açısından düz bir eğri çizerek, sürekli iyileşme ve refah artışı olarak yaşanmadı. Bu dönemde işçi sınıfının karşı karşıya kaldığı pek çok ağır saldırı olduğu gibi, bir çok çetin mücadeleler de yaşandı.  Başka bir deyişle, bu dönemde ileri kapitalist ülke işçilerinin ücretleri ve yaşam düzeylerinde genel olarak bir artış ve iyileşmenin yaşandığı göz ardı edilemez bir gerçekse, bu, tam da bu mücadelelerin ve emek ile sermaye (kapitalizm ile sosyalizm) arasındaki uluslararası güç dengesinin bir sonucuydu. Aşağıda aktardığımız reel ücretlerle ilgili endeks, bu gelişmeyi somut bir şekilde göstermektedir:
“Reel ücretlerin gelişimi
(1950-1960; 1960-1970 ve 1970-1980* arası dönemler endeksi)

Yıl             ABD            Japonya            Almanya            Fransa           İngiltere           İtalya                

I. Dönem
1950          100,0        100,0              100,0               100,0               100,0              100,0
1955          115,0        134,1              129,0               132,6               112,1              103,9
1960          123,3        168,3              161,7               147,8               130,1              118,8

II. Dönem
1960          100,0        100,0              100,0              100,0                100,0              100,0
1965          112,4        119,1              135,9              125,2                111,9              130,9
1970          115,9        180,3              171,4              157,4                124,9              177,6

III. Dönem
1970          100,0        100,0              100,0              100,0                100,0              100,0
1971          101,8        108,3              104,6              105,1                100,8              106,8
1972          106,0        119,8              107,1              111,2                109,0              110,3
1973          106,0        130,6              110,9              123,7                114,0              122,5
1974          101,6        132,9              112,1              129,3                116,8              123,4
1975            98,5        135,8              111,4              135,7                115,2               135,1
1976            99,9        140,4              116,1              142,3                110,7               139,7
1977          101,0        142,5              120,1              147,2                104,4               150,4
1978          101,3        147,2              123,3              151,8                104,3               156,2
1979            98,3        151,8              128,4              157,5                 107,0              181,6
1980**         97,1        208,5              129,4              168,9                 113,0              215,9
___________________________________________________________________________
* Hesaplamalar şuna dayanıyor: ABD ve F. Almanya için haftalık ücretler, İtalya ve Fransa için saat ücretleri, Japonya için aylık ücretler, İngiltere için erkek işçilerin haftalık ücretleri.
** Veriler yılın IV. çeyreği için.” 

Açıktır ki, reel ücretlerdeki bu genel artış, salt nominal ücretlerin artışından kaynaklanmadı. İşçilerin alım gücünü artıran ve emek-gücünün yeniden üretim giderlerini kısmen ucuzlatan, kısmen de “sosyal devlet” tarafınca üstlenilmesinden kaynaklanan bir dizi sosyal hak ve hizmeti, bu artışı etkileyen faktörler arasında saymak gerekir. Öte yandan; sermayenin emek-gücünün fiyatını düşürmesinde önemli bir etken olan işsizliğin bugüne göre oldukça düşük olması (F. Almanya’da örneğin işsizlik oranı 1970’de yüzde 0,7; Japonya’da yüzde 1,2 veya Fransa’da yüzde 1,3 idi); ekonomik gelişme temposunun yüksek olması (1949-1973 yılları arasında kapitalist ülkelerdeki sınai üretimin yıllık artış ortalaması yüzde 5,8 oranındaydı – bazı ülkelerde daha da yüksekti: Japonya % 15,2; F. Almanya % 9,1 ve İtalya’da % 7,8 idi. Bu oran, 1920-1937 yılları arasında kapitalist ülkelerde % 3,9’du ancak ) ya da ulusal gelirdeki bütçe payını artıran devletin, ulusal gelirin dağılımında “sosyal barışı” gözeten ve şüphesiz emek cephesinin örgütlülüğü ve gücünü de dikkate almak zorunda olan bir ekonomi ve sosyal politikayı izlemesi; dahası, sosyal yardımdan sağlık hizmetine, eğitimden sosyal konut yapımına kadar, nispeten ileri bir “sosyal altyapı”nın oluşturulması vb. vb. gelişmeleri, reel ücretlerin gelişim seyrinden ayrı düşünmemek gerekir kuşkusuz…    
“Kapitalist üretimin genel eğilimi”, der Marx, “ücretlerin ortalama standardını yükseltmek değil, düşürmek yolundadır.”  Bu eğilime dikkat çeken Marx, aynı zamanda, işçilerin “sürekli olarak karşıt yönde” baskı yapmak durumunda olduklarını, dolayısıyla bütün sorunun gelip “mücadele eden tarafların karşılıklı güçler dengesine” dayandığını vurgular.
Aslında, bu ilişki, kapitalizmin bütün eğilimleri için şu veya bu ölçüde geçerlidir. İkinci Dünya Savaşı sonrası tekelci devlet kapitalizminin koşullarında, ücret konusu da dahil ekonomik, sosyal ve politik bakımdan, genel olarak işçi ve emekçilerin lehine yaşanan değişiklikler (bu süreç yaklaşık olarak 1980’ne kadar uzanır), yukarda sözü edilen ilişkiden bağımsız ve soyutlanarak ele alınamaz. Yani; 1950-1970’li yılların kapitalizmi, genel görünümünde; “sosyal refahın” büyüdüğü, “ekonominin serpilip geliştiği”, “demokratik hak ve özgürlüklerin genişlediği”  bir kapitalizm profili çiziyorsa; bu olgunun; kapitalizmin kendi doğasından kaynaklanmadığını, aksine, -faşizm üzerinde kazanılan zafer, sosyalist kampın teşekkülü ve artan prestiji, uluslararası işçi ve komünist hareketinin muazzam boyutlarda güçlenmesi gibi bilinen tarihsel olgular karşısında- devrim ile karşı-devrim arasındaki uluslararası güç dengesinin değişmiş olmasının bir sonucu olduğunu özellikle ve üstüne basa basa vurgulamak gerekir.
Bugün bu vurgu neden bu kadar önemlidir? Esas olarak iki açıdan önemlidir: 1. Söz konusu edilen kapitalizm, sosyalizme karşı ölüm-kalım savaşı vermiş bir kapitalizmdir (bu durum, onun doğasındaki yasa ve eğilimleri ortadan kaldırmamışsa da, doğrudan etkilemiş, yer yer sınırlamıştır). Bu olguyla da bağlantılı olarak; ileri kapitalist ülkelerdeki sınıflar arasında (esasta işçi sınıfı ile burjuvazi) “olağan” tarihsel koşullarda bu şekliyle gerçekleşme olanağı bulamayan ve “olağanüstü” bir döneme tekabül eden “olağanüstü bir güç dengesi” oluşmuştur. Kuşkusuz, kapitalizm açısından, bu “olağanüstü” dönemin ürünü ekonomik-sosyal-politik olgular; içinde bulunduğumuz ve önümüzdeki süreçte, onun temel çelişkilerini daha da ağırlaştıran olgular olarak rol oynayacak ve bir avuçluk burjuva zümre ve temsilcisinin tarihin çarkını geriye çevirmeye çalıştıklarını geniş kitleler açısından daha görünür kılacaktır. (Örneğin eğitim-kültür ve yaşam düzeyi yükselmiş işçi sınıfına, geri ve ilkel yaşam koşullarının dayatılması gibi.) 2. Yukardaki vurguyu önemli kılan ikinci nokta ise; gerçekte belirtilen tarihsel koşulların ve mücadelenin ürünü ekonomik-sosyal-politik olguları, kapitalizmin mutlak ve olağan olguları olarak gören ve propaganda eden burjuva reformist anlayış ve akımların teşhiri sorunudur. Bu akımlar; burjuvazinin kapitalist üretim tarzının tarihsel niteliğini reddetmesi gibi, tekelci kapitalizmin “sosyal devletçi” döneminin de özel tarihsel koşulların ürünü olduğunu inkar etmekte; sosyalizmin ve uluslararası işçi sınıfının vurduğu zincirleri kırmayı başaran kapitalizmin pervasız saldırganlığı karşısında, “sosyal devlet”in muhafaza edilebileceği hayallerini yaymakta ve böylelikle bütün sorunun kapitalist üretim tarzının kendisinden değil, “neo-liberalizm” ve ona özgü politikalardan kaynaklandığını telkin etmektedirler. Neticede, mücadeleye atılan işçi, emekçi ve gençliğin ufkunu daraltmaktadırlar.

Son on yıllar
Genel olarak şu saptanabilir: ABD ve İngiltere’de nispeten daha erken başlamakla birlikte, 1980’li yılların ilk çeyreğinden beri, tüm ileri kapitalist ülkelerde reel ücretlerin; kısmi olarak birkaç yıl yerinde seyretmelerine rağmen, esasta giderek düştüğü bir süreç yaşanmaktadır. Bir yandan işsizliğin yükselişe geçtiği, diğer yandan kapitalist ekonominin büyüme oranlarında küçülmelerin görüldüğü bu dönem; “sosyal devlet”in de, “kollektif kapitalist” olarak, bir önceki dönemin güçler dengesine göre oynadığı “dengeleyici” rolünü giderek terk ettiği ve kapitalist üretim tarzının doğasındaki “vahşilikleri” sınırlama doğrultusundaki “düzenleyici” görevinin içeriğini yenileyip, açıktan sermayenin kârını ve rekabet gücünü artırmak için elinden geleni ardına koymadığı bir dönem özelliğini kazanmaya başladı. Birçok faktörle ilintili bu dönüşümün, konumuz açısından belki de en çarpıcı göstergesi, ücretlerin milli gelirlerdeki payında yaşanan belirgin düşüşlerdir. 
Avrupa Birliği’ndeki ücretlilerin (“bağımlı çalışanlar”ın) Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’daki payları; 1960’ta yüzde 72,5’lerden 1981’de yüzde 76’ya kadar yükseldikten sonra, hemen hemen kesintisiz bir düşüş eğrisi çizerek 2000 yılında yüzde 68’e kadar gerilemiştir.  Hemen hemen tüm ileri kapitalist ülkelerde gözlemlenen bu eğriyle ilgili Almanya’dan da şu veri aktarılabilir: Net ücret ve maaşların milli gelirdeki payı 1980 yılında yüzde 52,7 iken, bu oran 1997’de ancak yüzde 41,9’u bulmaktaydı (bu sürede işçi ve emekçilerin sayısının da arttığını hatırlatmakta fayda var); aynı sürede “net kazanç”ların oranı yüzde 17,9’dan yüzde 26,3’e çıkmıştır.  İşçi ve emekçilerin gelirlerindeki bu düşüş eğrisinin son 5 yılda da devam ettiğini belirtmek gerekir.
ABD’de ise, enflasyondan arındırılmış kişi başına reel GSMH, 1973’ten 1995 ortasına kadar %36 artmasına karşın, “vasıfsız işçilerin reel saat ücretleri %14 azaldı. 1980’li yıllarda, bütün kazanç artışları, işgücünün ilk %20’sine gitti ve inanılmaz bir %64 ise ilk %1’in cebine girdi.”  “Bütün yıl tam gün çalışan erkeklerin ortalama kazançları 1973 ve 1993 yılları arasında %11 düştü (34.048 dolardan 1993’de 30.047 dolara); oysa aynı dönem boyunca reel olarak kişi başına GSYİH %29 artış gösterdi. (…) Verilerin toplanmaya başlamasından bu yana, Amerikan ortalama erkek ücretlerinin hiçbir zaman yirmi sene boyunca sürekli olarak düşüş gösterdiği görülmemişti. Amerikalı işçilerin çoğunluğu kişi başına düşen reel GSYİH artarken reel ücretlerde düşüşle daha önce hiç karşılaşmamıştı.”
Tabii bu arada; ücret vergisi ve sosyal kesintilerdeki artýþ (Almanya’da ücret vergisi ve sosyal kesintilerin brüt ücret ve maaþlardaki payý 1980’de yüzde 29 iken, 1995 yýlýnda yüzde 36’ya çýkmýþtýr); genel geçim giderlerindeki (kiralar, saðlýk hizmetleri, ulaþým, gýda vb.) pahalýlýðýn artarak devam etmesi gibi faktörleri de unutmamak gerekir. Kýsacasý; çok yönlü bir saldýrý sonucunda, bugün iþçi ve emekçilerin reel ücretleri, son 20 yýlýn en geri düzeyine çekilmiþ bulunmaktadýr. Öte yandan, iþçilerin ücret kategorileri arasýndaki farklýlýklar da büyümüþ; baþta ABD olmak üzere tüm ileri kapitalist ülkelerde, çeþitli “iþ piyasalarý” (birinci, ikinci ve hatta üçüncü “iþ piyasalarý”) türemiþtir. Bu süreç; TÝS’lerin kapsamýný daraltma, iþ sürelerini yeniden uzatma, toplu çýkýþlar vb. saldýrýlarla paralel ilerlemektedir.
İleri kapitalist ülkelerdeki işçilerin ücretleriyle ilgili son on yılların genel manzarası yaklaşık olarak budur. Sermaye ve hükümetleri 80’li yıllardan başlamak üzere (89/90 dönemecinden sonra ayrı bir yoğunluk ve pervasızlık kazanarak), genel bir taarruzu başlatmış ve ücretlerin itildiği noktaya bakılırsa, emek-gücünün değerini düşürmek için bütün olanak ve imkanlarını seferber etme çabalarında gözle görülür başarılar kaydetmiştir.
ABD’li ekonomist Lester C. Thurow “garip” bir durumu tespit etmekteydi: “Tam kapitalizmin düşmanları yok olurken, kapitalizmin temel gerçeklikleri olan büyüme, sıfır işsizlik, mali stabilite, artan reel ücretler de yok oluyor.”  Fakat, ücretlerin tarihsel gelişimiyle ilgili buraya kadar yazılanlardan da anlaşılacağı üzere, bu durum kapitalist üretim tarzı açısından oldukça “doğal”dır. Dolayısıyla, asıl şaşkınlık, işçilerin; “büyüme, sıfır işsizlik, mali stabilite, artan reel ücretler”i, kapitalizmin “temel gerçeklikleri” sanmalarında başlayacaktır. Ve haliyle, kendi gücünü ve rolünü görmeyecektir.
II. Dünya Savaşı sonrasından bugüne kadar uzanan süreç (gerek işçi sınıfının mevziler kazanması ve gerekse mevziler yitirmesi yönüyle), işçi sınıfının, bugünü için, yakın tarihinden yeniden çıkarması gereken iki “eski”, ama hâlâ önemli dersi içermesi bakımından da önemlidir: Birincisi; örgütlenen (hem mesleki ve hem de politik örgütte); dünya görüşüyle kendisini donatan, ve kararlılık ve ustalıkla mücadele eden bir sınıf ancak muzaffer olabilir. İkincisi; “salt ekonomik eylem”de güçlü olan sermayedir, işçi sınıfı, sermayeyi ciddi anlamda ancak “genel siyasal eylem”iyle geri püskürtebilir.  Bu perspektif; mevcut kapitalist devletin, işçilerin ücretini etkileyen faktörler üzerindeki artan rolü nedeniyle daha özel bir önem kazanmıştır şüphesiz.
İleri kapitalist ülke işçi sınıfı, yakın tarihinden vurgulanan yönleriyle dersler çıkarmadığında; bu süreci tersine döndürmek şöyle dursun, sermayenin ücretleri mutlak asgariye çekme eğilimini sınırlamak dahi mümkün olmayacaktır.
III.

İşçi sınıfının eğitim ve kültürel düzeyi
İkinci Dünya Savaşı sonrası süreç, aynı zamanda, ileri kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının genel eðitim ve kültürel düzeyinde bir sıçramaya sahne oldu. Japonya’da örneðin sınai işçileri arasında, mezun olsun olmasın, 9 ila 12 yıllık eðitimden geçenlerin oranı 1950’de % 15,3 iken 1971’de %34,9’a çıkıp iki mislinden fazla bir artış kaydetti. 1977 yılında da, sınai işçilerinin % 36,49’u lise diplomasını elde etmişti; % 4,69’u ise kolej ya da üniversite mezunuydu.
F. Almanya’da 1977 yılında, sınai işçilerinin % 90’dan fazlası orta okul mezunu (9 yıllık eğitim) veya meslek okulu mezunu (9 yıllık eğitim artı 2-3 yıllık çıraklık eğitimi) idi. Bu oran, 1960’lı yılların başına göre, yaklaşık iki misli bir artışı ifade ediyordu. ABD işçilerinin eğitim düzeyinde ise, daha çarpıcı bir gelişme kaydedildi. 1962 yılında kentlerde 12 yıllık eğitim görmeyen işçilerin oranı % 75,4 iken, 1970’de % 60,6’a ve 1979’da da % 38,9’a düşmüştür. Bir ya da birkaç yıl koleje giden işçilerin oranı 70’li yıllarda ikiye katlanarak % 15,7’i bulmuştu. 
Eğitim düzeyi açısından, bugün her ne kadar tersi bir süreç işliyor ve dayatılıyorsa da, işçileri olduğu gibi, genel olarak toplumun diğer katmanlarını da kapsayan bir gelişmenin yaşanmış olduğu ortadadır. Örneğin, Avrupa İstatistik Dairesi Eurostat’ın yaptığı bir araştırmaya göre, Avrupa Birliği (AB) ülkelerindeki nüfusun eğitim düzeyi, son 30 yılda da artmaya devam etmiştir: Gelinen yerde; AB’ne üye ülkelerde 25-29 yaş grubundakilerin % 71’nin lise diploması veya ona eşdeğer bir diploması bulunmaktadır (Danimarka’da % 89; İsveç’te % 87; Finlandiya ve Avusturya’da % 85 ve Almanya’da % 83). 50-64 yaş grubu içinde ise bu oran % 48’e varmaktadır.  
Vasıflı işçilerin sayısı, ABD’de 1950 yılında 7,7 milyon iken, 1978 yılında 12 milyon 390 bine çıkmıştı. Genel olarak şu söylenebilir ki, işçi sınıfının çekirdeğini oluşturan sınai işçileri arasında, bilimsel-teknik devrim ve onun işkolları ve emek-sürecindeki etkileri neticesinde yeni mesleklerin ortaya çıkmasıyla, yüksek nitelikli emek harcayan işçilerin sayısında da göze görülür bir artış yaşandı: ABD’de örneğin teknisyen işçilerin sayısı 1960’da 815 bini bulurken, 1970 yılında 1,25 milyona yükselmiştir. Fransa’da bu sayı, 334 binden (1962) 759 bine (1975) çıkmıştır. İngiltere’de 365 bin (1961) olan “sınai teknisyen”lerin sayısı, 10 yıl sonra üçte iki artmıştır (Teknik çizimci ve laborant sayısındaki artış 1971’de, 1921’e göre, yedi misli olmuştur).
Dikkat çekildiği gibi, işçinin entelektüel ve toplumsal gereksinmelerin büyüklüğü ile sayısını, “toplumsal ilerlemenin genel durumu” belirlemektedir. Kapitalizmin “altın yılları” olarak da tanımlanan 1950-70 arası sürecin, toplumsal ilerlemenin ivme kazandığı bir dönem olarak, yalnızca işçinin eğitim ve mesleki düzeyinde bir etkide bulunmakla sınırlı kalmadığı açık olsa gerek. Denilebilir ki, bazıları, eskiden yalnızca üst sınıflara mahsus olan şeyler, günümüz modern işçisinin yaşamının parçası ve en önemlisi ihtiyaç duyduğu etkinlikler haline gelmiştir: Klasik müzik dinlemek; sinema, tiyatro ve konserlere gitmek; doğa ve tarihi yerleri ve müzeleri gezmek; gazete ve kitap okumak; başta spor olmak üzere çeşitli kulüplere üye olup etkinlik ve faaliyetlerine düzenli katılmak vb… Her şey bir yana, ileri kapitalist ülkelerdeki işçilerin önemli bir çoğunluğunun bir “hobi” (yararlı kültür alanları anlamında kullanıyoruz bu kavramı) sahibi olabilmesi ve olması bile, işçi yaşamındaki ilerleme ve zenginleşmenin bir göstergesidir. İşçilerin yaşama süresinin uzaması, sağlık hizmetinin gelişmiş olması, daha sağlıklı konutlarda oturması; işçinin dinlenmesi ve fiziksel-ruhsal bakımdan kendisini “yeniden üretmesi”, ailesiyle ilgilenmesi ve sosyal ilişkilerini canlı tutabilmesi için ihtiyaç duyduğu serbest zamanı öncesine göre artırabilmiş olması; yılda yaklaşık bir ay düzenli tatil yapabilmesi vb.; bütün bunlar, hiç şüphesiz, işçinin fiziki, manevi, entelektüel ve sosyal bakımdan gelişmişliğinin somut göstergeleridir.
*
10 yıllık eğitimin zorunlu olduğu Almanya’da, bugün, çalışanların % 25’nin meslek eğitimi yoktur (bunlar, “düşük nitelikli emek-gücü” grubunu oluşturuyorlar); % 63’ü ise meslek eğitimi görmüştür (bunlar, “normal nitelikli emek-gücü” grubunu oluşturup vasıflı emekçi kategorisine giriyorlar);  % 12’si ise yüksek okul mezunudur (“yüksek nitelikli emek-gücü”nü temsil ediyorlar).  Yukarda özetlenenlerle bu veriler kıyaslandığında, bir süredir kendisini hissettiren bir eğilimin belirtilerini görebilmekteyiz. Sermayenin, değişen güçler dengesiyle birlikte zincirlerinden boşanarak gerçekleştirdiği temelli ve çok yönlü saldırıların kaynaklık ettiği bu eğilimi, şöyle özetleyebiliriz: İleri bir noktadan geriye gidişi ifade etse de, önümüzdeki dönemde işçi sınıfı içersinde gerek meslek eğitimi görenlerin ve gerekse lise mezunu olanların sayısı giderek düşecektir. Mevcut durumla ilgili bir çok sosyolog şu olguyu saptamaktadır: Toplumun genel eğitim düzeyi yükselmiş olmasına karşın, “sosyal tabakaların arasındaki farklar sabit kalmıştır”.  Görünen o ki, tarihsel bakımdan göreceli olarak daha ileri bir noktada kendisini ortaya koyan bu farklar, sabit de kalmayıp daha da büyüyecektir.
Bu eğilimin yansımaları, kuşkusuz alanlarına göre değişmektedir. Ancak, eğitim alanında, kendisini, üstelik Almanya gibi bir ülkede, çoktan açıktan belli etmiştir. Daha geçtiğimiz ay, Eğitim Bakanı; “eğitim makası”nın giderek açıldığını, işçi kökenli ailelerden gelen çocukların yüksek öğrenim görenlerin arasındaki oranın gerilediğini itiraf etmek durumundaydı. Nitekim, 1982-1997 yılları arasında “alt tabakalar”dan gelme öğrencilerin yüksek öğrenim görenler içindeki oranı, yüzde 23’den yüzde 14’e düşmüştür. Bugün işçi ailelerinden gelme çocukların üniversiteye gidenlerin arasındaki oranı, 1960’lı yılların başlarındaki seviyeye gerilemiş bulunmaktadır. Bu gelişmenin lise öğrenimine de (gymnasium) yansıdığını ekleyelim.
Eğitim alanındaki bu gelişmenin çalışma alanındaki başka bir gelişmeyle paralel ilerlediği görülmektedir. Bu gelişme şöyle tarif edilebilir: Nispeten yüksek ücret alan vasıflı bir işçi çekirdeğinin etrafında; düşük ücretli, iş güvencesi olmayan, süreli sözleşmeli ve bu nedenle kolaylıkla ağır işlere koşturulan, “preker iş ilişkisi”  içinde tutulan bir işçiler ordusu.
İleri kapitalist ülkelerde bu tarz bir iş ilişkisi içersinde çalışan işçilerin sayısı hızla artmaktadır. Mevcut oranı, sınai ülkelerde yüzde 35’i bulmuş bile (Almanya’da yıllık yeni işe alınların üçte ikisinden fazlası belirtilen türde bir iş ilişkisine sahiptir ). Elbette; bu gelişme işçilerin genel eğitim düzeyini etkilediği gibi, sendikal örgütlülüğünü zayıflatmakta, ücretlerini bariz bir şekilde aşağıya çekmekte ve bununla birlikte yaşam düzeyini düşürmekte, yoksulluğu çalışan işçilerin de yaşamına sokmaktadır.
Bu eğilimin kültürel cephesi de vardır kuşkusuz. Bir yönü, ekonomik koşullardaki kötüleşmeyle birlikte, işçinin yaşamının boyutlarındaki maddi daralmadır. Diğer yönü ise, bununla da atbaşı ilerleyen ve egemen sınıfın da özel olarak geliştirdiği “kültürel köleliğin” artmasıdır. “Kültürel kölelik”, çok geniş bir alanda cereyan eden bir husustur. İşçinin; özgüvenini yitirmesi, dayanışma ruhunun zayıflaması, kendi kabuğuna çekilmesi -yani bir yandan sosyal ufkunun daralması, diğer yandan sosyal ilişki alanlarının sınırlanması-; bunlar sorunun bir boyutu iken, bununla da bağlantılı diğer boyutu ise; entelektüel dünyasının sığlaşması, estetik duyusunun körelmesi, zevklerinin basitleşmesi; başka bir deyişle, içgüdülerine seslenen yoz kültür karşısında toplumsal birey olarak çözülmesidir.  
Açıktır ki, politik faydaları bir yana, böyle bir noktaya getirilmiş olan bir işçi sınıfı, sermaye açısından “ekonomik kılınmış” bir sınıf olacaktır. Bu sınıfın “gerekli geçim araçları” ile, diyelim ki, bir-iki kuşak öncesi sınıfın “gerekli geçim araçları”nın aynı olamayacağı ortadadır. Sermayenin, kuyruğuna basılmışcasına “emek faktörü pahalılanmıştır” diye feryat etmesi bundandır. Ve bunun için tüm gücüyle, emek-gücünün değerinde tarihsel olarak gelişmiş ve oluşmuş bulunan gereksinim ve alışkanlıkları azami ölçüde sınırlamaya çalışmaktadır.
Sermayenin eğilimi ve amacı ortadadır; sorun, uluslararası işçi sınıfının bugünkü kuşaklarının ne yapacağı ve neyi başaracağıdır. Genel bilgi, kültür düzeyi ve birikmiş tarihi deneyim bakımından kaygılanması için hiçbir neden yoktur; bu açıdan önceki kuşaklardan çok daha şanslı sayılabilir! 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑