Emek üzerine kapitalist manifestolar

GİRİŞ
Küreselleşme karşıtı hareketler uzun süredir gündemde. Seattle ve Cenova’dan sonra dikkati çeken bu hareketler Dünya Bankası, IMF ve WTO toplantılarının yapıldığı her yerde, kimi zaman büyük kitleselliğe ulaşan eylemler gerçekleştirdiler. Kendine özgü örgütlenme modelleri ve eylem biçimleri ile kuşkusuz incelenmeyi hak ediyorlar. Zira, neoliberal politikaların batılı toplumlardaki yıkıcı sonuçlarına dair tepkilerin dışavurumu olarak anlamak gerekiyor onları. Ne var ki, bu hareketlere yaklaşımda asıl sorun, küreselleşme karşıtı hareketlerin yeni bir kimlik, daha doğrusu yeni üretim tarzı kabul edilen küreselleşmenin “yeni özneleri” olarak görülmeleri.
Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, 1968’den beri batıda “yeni toplumsal hareketler” başlığı altında benzer tartışmalar daima gündemi işgal etti. İşçi hareketinin kadının kurtuluşu, çevre, militarizm, ırkçılık gibi sorunları dışladığı, bürokratik bir deneyimin hegemonyasında şekillendiği iddiaları, sol entelektüel çevrelerde 1968 ile sınıf hareketinin ayrışma noktası kabul ediliyordu.
Frankfurt Okulu’nun “eleştirel-geleneksel teori” ayrımından yola çıkarak “eleştirel bir toplum teorisi” oluşturma çabalarından yapısalcıların altyapı-üstyapı nosyonunu reddederek üstyapısal kurumların özerkliğine ve “yapısal karmaşıklığı”na ağırlık veren çalışmalarına dek bir dizi kaynak, bu tartışmaların referansıydı. Söz konusu okulların, Marksizmi determinist ve pozitivist yorumlardan kurtarma adına artı-değer teorilerini, proletarya diktatörlüğünü, komünist parti örgütlenmesini ve nihayetinde de sınıf teorisini hedefe koyan “eleştirel yaklaşımları”, uzun yıllar “yeni toplumsal hareketlerin” de kuramsal dayanakları oldu.
1990’ların değişen iktisadi ve siyasal konjonktürüyle birlikte ise, solda postmodernist kültür teorisyenlerinden üçüncü yolculara, radikal demokrasi kuramcılarına kadar geniş bir yelpaze karşımıza çıktı. Kapitalist birikim rejimine dair tüm gelişmeler, enformasyon teknolojilerini temel alan “tekno-determinist” bir disiplin çerçevesinde açıklanmaya başlandı.
İşte küreselleşme karşıtı hareketler böyle bir tarihsel arka planda anlamını buluyor. Çünkü küreselleşme sürecinin yarattığı tahribata karşı dünya çapında duyulan hoşnutsuzluk, bu hoşnutsuzluğun kendini otonom eylem ve örgüt biçimlerinde ifade etmeye başlaması, kökleri 1950’lerin sonlarına dayanan “yeni sol siyasetin” somut bir harekete dönüştüğünün kanıtı olarak ileri sürülüyor. Böylelikle solda yarım yüzyılı bulan toplumsal dönüşüm için yeni strateji arayışları ile küreselleşme karşıtı hareketler, aynı mevzide buluşmuş oluyorlar.
Küreselleşme karşıtları bugün, “yeni emekçi sınıflar” olarak iktidar mücadelesinin merkezine konuluyor. Üstelik bu, işçi sınıfını reddeden bir tutumdan öte, işçi sınıfında niteliksel bir dönüşümün yaşandığı savunusu üzerinden yapılıyor. Yani emek, küreselleşme sayesinde devletin ulusal tahakkümünden kurtuldukça, “aşağıdan bir küreselleşmenin” de temel aktörü olarak küresel çapta yeniden organize oluyor.

“EMEĞİN YENİ DÜNYASI” İDDİALARI
Liverpool Üniversitesi’ndeki Siyasi Sosyoloji Profesörü ve Küreselleşme ve Sosyal Dışlanma Birimi Başkanı Ronald Munck, “Emeğin Yeni Dünyası” adlı kitabında “Emeğin ulusal dönemi sona eriyor” diyor ve emek mücadelesinin yeni biçimlerini şöyle tarif ediyor:
“Neoliberal güçlerin küreselleşmesi dışında ‘aşağıdan gelen’ alternatif bir küreselleşme daha ortaya çıkıyor. Bu değişim, emek hareketine önemli bir rol sunuyor: Küresel iktisadi sistem üzerinde toplumsal bir denetim oluşturmak. 1999 sonunda Seattle’da yapılan Dünya Ticaret Örgütü zirvesi sırasındaki kitlesel protestolar bu yeni rolün habercisi oldu.”
Benzer iddialardan yola çıkan İtalyan Sosyolog Marco Revelli de “Öncelikle ‘fabrika mevzileri’ olarak özetlenebilecek 20. yüzyılın modelinin alternatifini inşa etmeliyiz. Kapitalist modelle kapsanamayacak alanları, bölgeleri saptamalıyız” görüşünde. Yani 1970’lerin başlarında Avrupa ülkelerinde yaygınlaşan ve otonom grupların merkezleri haline gelen “özgürleştirilmiş alanlar (kurtarılmış bölgeler)” fikrini küresel çağda bu kez de emek hareketi için öneriyor Revelli. Ve devam ediyor: “Modern zamanların problemi, sermayeden her türlü bağı koparmak, her fikri, kapitalist süreçlerin dışında ve karşısında inşa etmek.”
Küreselleşme karşıtlığı sayesinde geniş bir taraftar kitlesi bulan bu iddiaların hemen hepsinin dayanağı, emperyalizmin yapısal dönüşüme uğradığı ve sonuçta sınıf mücadelelerinin de artık yeni aktörlerle sürdürülmesi gerektiğidir.
Munck ve Revelli gibi pek çok batılı teorisyenin benzer düşüncelere sahip oldukları muhakkak. Bu konuda son yıllarda hayli geniş bir külliyat oluştu bile. Ancak içlerinde en dikkat çekenleri şüphesiz ki, İmparatorluk kitabının yazarları Michael Hardt ve Antonio Negri’dir.
Bizi, emperyalizmin değiştiğine ve yeni bir toplumsal/siyasal formasyona geçildiğine iknaya çalışan yazarlar, Türkçe’de yeni yayınlanan “Dionysos’un Emeği-Devlet Biçiminin Bir Eleştirisi” (*) kitaplarında ise, bu kez, “emeğin yeni biçimlerini” çıkartıyorlar karşımıza. Dionysos’un Emeği, 1960’lara kadar uzanan tartışmalara dayansa da, aslında, “İmparatorluk” kitabında ortaya atılan tezlere giriş niteliğinde. Dolayısıyla İmparatorluk ile Dionysos’un Emeği, birbirini tamamlıyor ve emek hareketinin önüne yeni bir manifesto koyma iddiası taşıyor. Nitekim Sloven siyaset felsefecisi Slavoj Zizek İmparatorluk’u “Çağımızın Komünist Manifestosu’nun yeniden yazılmasından başka bir şey değil” diyerek övgüye layık görmüş. Çoğu kimse de Negri ve Hardt’ın, küreselleşme karşıtlarının “büyük kuramcıları” oldukları kanısında.
İmparatorluk’un Fransızca baskısı nedeniyle Le Monde için kaleme aldığı bir makalede Negri, küreselleşme karşıtı hareketlerin kendi teorik öngörüleriyle çakıştığını anlatıyor: “Bizim imparatorluk’ dediğimiz topyekun piyasanın yasal düzeni, yalnızca örgütlediği alan üzerinde yeni bir iktidar kimliği oluşturmakla kalmayıp, yeni yaşama ve başkaldırma biçimleri, yeni üretim ve sınıf mücadelesi güçleri de ortaya çıkarttı.”
Negri ve Hardt, İmparatorluk’ta yeni bir iktidar formuyla karşı karşıya bulunduğumuzu iddia etmişlerdi; Dionysos’un Emeği’nde ise, sınıf mücadelesinin yeni öznelerini tarif etme çabasındalar. Ve bu öznenin varoluş koşullarını, emperyal iktidarın daha ortaya çıkmaya başladığı andan itibaren kazanmış olduğu “biyopolitik” özelliğine borçlu olduğunu savunuyorlar. Yeni iktidar formunun temel niteliğinin ise fordist emek örgütlenmesinden postfordist örgütlenmeye geçilmesinden, imalatçı bir üretim tazından ziyade daha yaygın sömürü tarzının hakim olmasından ileri geldiği görüşündeler.
Bütün bu iddialarını ise tıpkı öncülleri gibi küreselleşmenin yarattığı “değişim”le gerekçelendiriyorlar:
“Bize göre, bu, sınıf mücadelelerinin, Üçüncü Dünya ülkelerinin işçilerinin kavgasının ve kurtuluş hareketlerinin eski reel sosyalizm dünyasına girmiş olmasının sonucudur. Bu Marksist bir yaklaşımdır: Tarih sınıf mücadelelerinin ürünüdür. Bu süreçte, işçilerin taylorizme karşı mücadeleleri teknolojik devrimi hızlandırdı. Teknolojik devrim de üretimin toplumsallaşmasına ve bilgisayarlaşmasına yol açtı. Aynı şekilde sömürgecilik sonrası Afrika ve Asya ülkelerinde işgücünün karşı konulmaz bir güçle üretkenlik ve akışkanlık kazanması, emek piyasalarının ulusal katılığını aşındırdı. Son olarak da sosyalist denilen ülkelerde yeni teknik ve entelektüel işgücünün özgürleşme arzusu, çürümüş sosyalist disiplini dağıtarak dünya piyasasının Stalinci bir tarzda yapay bir biçimde çarpıtılmışlığına son verdi… Küresel piyasanın içindeyiz ve sömürülen sınıfların gün gelip Komünist Enternasyonal’de birleşecekleri düşünü dile getirmeyi umuyoruz. Dolayısıyla kitabımız bizim komünizme ulaşma isteğimizi ortaya koyuyor.”
“Biyopolitik”, “biyoiktidar”, “emperyal hak” gibi kavramlar, Negri ve Hardt’ın manifestosunda; emperyalizm, sınıf mücadeleleri gibi kavramların yerini almışlar. Ve kuramlarında ilk göze çarpan şey, bu kapitalist manifestonun içinde burjuva ideologlarının daha önce söylemedikleri hiçbir yeniliğin olmadığı, yıllar önce işçi hareketi içinde tartışılmış birtakım fikirlerin yeniden gündeme getirildiğidir. Hatta bazı durumlarda yazarlar, eski fikirlerin en kötü versiyonlarını dahi sunmayı başarabilmişler. Ancak niyetlerini açık dille ifade etmiş olsalardı eğer, ortaya attıkları tezlerin bulduğu her boşluktan işçi hareketine sızmaya çalışan oportünizm ve karşı-devrimciliğin yeni bir versiyonundan başka bir şey olmadığını söylemek daha kolay olurdu. Oysa burjuvazi, devrimci teoriyi itibarsızlaştırmanın ince yollarının, onu yücelterek yere çalmaktan, kavramlarını ve yöntemini tahrif etmekten geçtiğini, Bernstein ve Kautsky’den beri keşfetmiş bulunuyor. Negri ve Hardt’ın da atalarının izlerini takip etmek konusunda büyük çaba harcadıkları malum.

NEGRİ VE HARDT’IN NEOLİBERAL EMEK KAVRAYIŞI
Dionysos’un Emeği, “emek” üzerine bir dizi iddianın ardı ardına sıralanmasından ibaret ve kapitalist birikim rejimindeki kimi değişimlerin emeğin niteliksel dönüşümlerine de neden olduğunu ispat telaşında.
“Çokluk”, Negri’nin, işçi sınıfının yerine ikame ettiği, kitabın kilit argümanı. Yine de bu “çokluk” kavramının neyi içerdiğini anlamak oldukça zor. En iyimser tahminle, “dünyanın her yerine yayılmış, kapitalizmin kötülüklerinden bezmiş ve direnmeye çalışan halk yığınları” akla geliyor. Ama Negri bu açıklamayı daha başından reddediyor:
“İlk olarak, çokluk kavramı halk kavramıyla karıştırılmamalıdır. Halk birlik oluşturan bir nüfusu temsil ederken, çokluk indirgenemez ve çok boyutludur. İkinci olarak, çokluk kavramı güruh, kalabalık ve kitleyle de karıştırılmamalıdır. Güruh, kalabalık ve kitle gerçekten de çok boyutluluk özelliği taşır ama üçü de pasif öznedir; aslında, özellikle pasif oldukları ve bu yüzden kolaylıkla güdümlenebildikleri için tehlikeli oldukları düşünülür. Buna karşılık, çokluk aktif birçok boyutluluktur ve bu yüzden otonomiyi ve nihayet demokrasiyi başarma yeteneğine sahiptir.”
İmparatorluk kitabında geniş yer kaplayan “çokluk”un, Dionysos’un Emeği incelendiğinde, gerçekte emeğin karikatüründen başka bir şey olmadığı anlaşılıyor. Öyle ki, emek kavramını, bizzat Marx’ı referans yaparak çarpıtmaktan çekinmiyor yazarlar: “Marks’ın ‘soyut emek’ kavramı yalnızca bir soyutlamaydı. Gerçekte çok farklı olan emek biçimlerini karşılaştırılabilir ve değiştirilebilir olarak düşünmenin bir yoluydu. Şimdi ise, üretimin bilgisayarlaşması yoluyla gerçekte varolan emek soyut emeğin konumuna yaklaşma eğilimi gösteriyor.”
Oysa Marx, emek ve işçi sınıfını pek çok farklı metinde son derece açık biçimde tanımlamıştı. Ne var ki Negri ve Hardt, Marksizmin berraklığını bulandırmak adına akla hayale gelmedik yöntemler icat etmekte ustalaşmışlar bir kere; “çokluk” kavramıyla işçi sınıfını ilişkilendirmek adına, övgüler dizdikleri Marx’ın temel argümanlarını Dionysos’un sunağında kurban etmekten çekinmiyorlar. Çünkü toplumun devrimci dönüşüm olanağını üretim evresinden çekip çıkarma yönündeki arzuları, en katı liberallerin dahi kabul ettiği basit iktisadi olguları param parça etmelerine neden oluyor. Kapitalist sistemin yeniden üretim ve tüketim evresi gibi ikincil düzeylerini, birincil önemde bir düzeye dönüştürmenin yollarını arayıp duruyorlar. Çabaları tesadüfi değil elbette, özel bir siyasi amaca hizmet ediyor.
“Canlı emek sermayenin bağrında ikamet eder” diyor Negri ve Hardt, “Doğumhanesi olan kurumlara kapatılmıştır ama onların duvarlarını yıkmayı da hep başarır. Öyleyse antagonizma ve devrimci öznelliklerin değişen şekillerini yeniden ve yeniden tanımlamamız gerekir.” Bu satırların Negri ve Hardt’in niyetlerini ortaya çıkarttığına şüphe yok. Yalnızca tek bir sınıfın kapitalist üretim sürecine son verebileceği gerçeğini, gayet iyi biliyorlar zira. Bu yüzden proletaryayı yok saymak yerine, üretim sürecini önemsizleştirmeye, adeta proletaryanın “doğumhanesinin kapısına” kilit vurmaya uğraşıyorlar.
Yazarlar bununla da sınırlı kalmıyor, artık-değer üretimini kapitalist birikimin özü olmaktan çıkartıyorlar ve bunu da emeğin kendisinde olan bir nitelik biçiminde piyasaya sürüyorlar: “Canlı emek dur durak bilmeksizin kapitalist üretim tarzını alt üst ettiği gibi aynı ölçüde bir alternatif de inşa eden iç güçtür… Canlı emek, diğer bir deyişle, kendisini soyut emeğe çeviren kapitalist değerlenme ve artı-değer üretim sürecini reddetmekle kalmaz, aynı zamanda alternatif bir değerlenme modeli, emeğin kendi kendini değerlendirdiği bir model de önerir.”
Nihayetinde Negri ve Hardt, Marx’ın emek kavrayışını alt ettiklerini hesaplayarak istedikleri emek tanımını ortaya atmak için uygun teorik zemini buldukları kanısındalar:
“Emeğin çoğu kez kısıtlı bir tarzda, arzu ve zevkleri reddeden kapitalist çalışma ahlakı zemininde tanımlandığını görüyoruz. Öyleyse bizim yapacağımız analiz, Marx’ın iş olmayanın-ötesi diye adlandırdığı üretken dünya da dahil olmak üzere toplumsal üretim yelpazesini boydan boya kateden bir emek kavramını kullanıma açmalıdır. Bu açılışı, basitçe kavramın Marksist gelenekteki kullanım şekline başvurarak yapamayız. Gözümüzü toplumsal öznelliklerin, toplumsallığın ve bizzat toplumun üretildiği çağdaş süreçlere dikmek şarttır.”
Emeği üretim sürecinden kopartan yazarlar, yeniden üretim ve tüketim süreçlerini abartarak, sadece proletaryaya değil, ona tâbi hatta ona karşı olan sosyal sınıflara devrimci bir önem atfediyorlar. Böylece “çokluk”un içinde, küçük-burjuva kesimleri, proletaryanın katmanlarını ve büyük sermaye kesimlerini dahi uzlaştırabiliyorlar!

EMEK-DEĞER YASASINI BAŞ AŞAĞI ÇEVİRMEK
Emek üzerine yaratılan bu sis perdesinin arkasında Negri ve Hardt’ın niyetinin ne olduğunu öğrenmek hiç de zor değil aslında. Eğer emeği bu şekilde tanımlarsanız, emek-değer teorisini baş aşağı çevirmeniz de kolaylaşır. Ve bunu yaparsanız da bütün bir üretim sürecini, kapitalist ekonominin işleyişini değiştirebilirsiniz, tabii ki sadece kağıt üzerinde! Nitekim yazarlar baş aşağı dönmüş bir emek-değer teorisini izleyicilerinin karşısına çıkartmakta son derece aceleciler.
“Emek kavramı esas olarak değer sorunsalını akla getirir” diyor bay Negri ve Hardt. Analizlerini şöyle sürdürüyorlar: “Bizim kullanış biçimimizde emek ve değer kavramları karşılıklı birbirini ima eder: emek dediğimizde değer-yaratıcı bir pratiktir anladığımız. Bu anlamda emek, tüm bir toplumsal yelpazeyi, yani iktisadi ve kültürel alanları aynı ölçüde kuşatacak şekilde değer üretimini anlamlandıran bir toplumsal analitik olarak iş görür… Değerlenme süreçlerine odaklanmak, bize öyle geliyor ki, sadece bilgi ve kimliklerin üretiminde değil, aynı zamanda toplumun ve ona hayat veren öznelliklerin üretiminde, yani bizzat üretimin üretiminde olup bitenleri en net bir şekilde gösterebilecek bir mercekle çalışmak demektir.”
Negri ve Hardt’ın teorisinin “yumuşak karnı” tam da burası. Marksizm’de emek değer teorisi çarpıtılırsa, sınıf mücadelesi de çarpıtılır. Kitapta, Marx’ın emek-değer teorisi bu açıdan tam anlamıyla iğdiş edilmiş ve bu yapılırken Marx’ın eserleri keyfiyetle yorumlanmış: “Marx, emek değer teorisini birisi negatif, diğeri pozitif iki şekilde ortaya koymuştur. Birinci bakış açısı soyut emek teorisiyle başlar. Marx emeğin tüm metalarda mevcut ve her türlü üretim faaliyetinde ortak bir töz olduğunu fark eder. Soyut bir emektir bu. Marx sonra bu niteliksel yaklaşımdan niceliksel yaklaşıma geçerek, emeğin değerinin nasıl ölçüldüğü sorusunun cevabını arar. Belli bir metaın değeri, o meta ile onun üretilmesi için gerekli toplumsal emek süresi miktarı arasındaki canlı ilişkiyi ifade eder… Değer yasası, kapitalistlerin piyasada körlemesine yürüttüğü işlemlerin ardında yatan mantığı ifşa eder. Bu ilk emek değer teorisinde Marx esas olarak çağdaş kapitalist iktisatçıların analizlerini geliştirmiş ve zenginleştirmiştir.”
Bu safsataların neresinden tutulsa elde kalır! Negri ve Hardt’a göre Marx, çağdaş kapitalist iktisatçıların analizlerini geliştirerek böyle bir emek-değer teorisine ulaşmış. Marksizme yönelik karşı-devrimci saldırıların en tipik örneğini sergiliyorlar.
Engels, Marx’ın artık-değer kuramını burjuva iktisatçılardan aldığı yönündeki suçlamalara yerinde bir cevap verir. Bunu yaparken kimya tarihindeki oksijenin bulunmasında Lavoisier ile Priestley arasındaki ilişkiyi örnek gösterir. Her iki bilimci de benzer deneyler sonucunda, benzer sonuçlara ulaşmışlardır. Ama aralarında temel farklılıklar vardır. Priestley, elde ettiği sonuçları eski flojiston kuramına (ateşin de maddenin bir türü olduğunu savunan kuram) göre yorumlamış ve bu yüzden buluşuna “flojistonsuzlaştırılmış hava” adını vermiştir. Diğer taraftan Lavoisier, buluşunun mevcut flojiston kuramıyla açıklanamayacağını söyleyerek kimyanın kuramını tamamen yeni bir temel üzerine oturtmuştur. Bu yüzden Engels oksijeni bulanın Lavoisier olduğunu belirtir ve bu iki bilimci arasındaki ilişkiyi Marx’ın artık-değer kuramına yorumlar:
“Marx’ın artık-değer kuramı konusunda, kendinden öncekilere göre konumu, Lavoisier’nin Priestley’e göre konumu gibidir… Ürünün değerinin artık-değer olarak adlandırdığımız bu kısmı, Marx’tan çok önce saptanmıştı. Aşağı yukarı bir kesinlikle neden oluştuğu da belirtilmişti… Ama daha ileri gidilmedi… bütün iktisatçılar iktisadi kategorilerin onlara sunulan şekline esir oldular. Şimdi sahneye Marx çıktı. Ve kendinden evvelkilerin görüşlerinin tam tersini savundu. Onların çözüm olarak baktıklarını bir sorun olarak kabul etti. Flojistonsuzlaştırılmış hava ya da ateş-hava ile değil, oksijenle karşı karşıya olduğunu gördü. Ortada sadece bir iktisadi gerçeği belirtmek ya da bu gerçekle ebedi adalet ve ahlak arasındaki çekişmeye dikkat çekme meselesi değil, iktisatta devrim yapacak ve bunu kullanmasını bilen Marx’a, tüm kapitalist üretimi anlamanın anahtarını sunacak bir gerçeğin anlatılması meselesi vardı. Başlangıç noktasında bu gerçek olmak üzere, Lavoisier’nin oksijenden yola çıkarak flojistik kimyanın tüm kategorilerini incelemesi gibi, elinin altında bulduğu tüm iktisadi kategorileri inceledi.”  (Kapital 2. cilt, önsöz)
Marx, Negri ve Hardt’ın iyice silikleştirmeye çalıştığı artık-değer üzerinden geliştirdiği kapitalist toplumdaki kullanım değeri ve değişim değerinin anlamına büyük önem verdi. Kapitalist üretim ilişkilerinin, işçi sınıfının tarihsel özne konumunun, emeğin karakterinin bu ikilikler üzerinden anlaşılabileceğini vurguladı. Burjuva kapitalist toplumda her malın çift yönü bulunduğunu kabul ederek çözümlemesine başladı Marx. Ve Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabında şu noktalara dikkat çekti: “Bir kullanım değerinin, sadece kullanımda değeri vardır ve tüketim sürecinde gerçekleşir.” Dolayısıyla kullanım değerleri, doğrudan varoluş araçları olarak işlev görür. Ama bu tarzda kullanıldığında, kullanım değeri, ekonomi-politiğin inceleme alanının dışına çıkar. Marx, bundan sonra değişim değerini inceledi. Bunun, ilk bakışta “bir nicel ilişki, kullanım değerlerinin birbirleriyle değiştirildiği oran” olarak görüldüğünü söyledi. Sonra kendi tarzında, kapitalist toplumda değişim değerini oluşturan güçleri sorgulamaya koyuldu. Değişim değerinin yaratılışının, toplumsal açıdan gerekli emeğin doğanın nesnelerine uygulanması sürecinde yattığı sonucuna vardı: Bu toplumsal sürecin sonunda, insan tarafından tüketilmeye (kullanıma) uygun maddi nesneler (mallar) oluşmaktadır. Ardından Marx kullanım değeri ile değişim değerini birbiriyle ilişki içinde kavradı:
“… mal kullanım değeri ile değişim değerinin doğrudan birliğidir ve aynı zamanda da sadece başka mallarla ilişkili olarak bir maldır. Malların değişim süreci aralarındaki gerçek ilişkidir. Bu, bireylerin birbirlerinden bağımsız olarak sürdürdükleri bir toplumsal süreçtir, ama onlar burada sadece mal sahibi olarak rol alırlar… Mal bir kullanım değeridir ama aynı zamanda mal olarak bir kullanım değeri değildir. Eğer o, sahibi için bir kullanım değerinden ibaret olsaydı, yani sahibinin kendi ihtiyaçları için doğrudan bir araç olsaydı, o zaman mal olmazdı. Tersine, sahibi için bir kullanım-dışı değeridir, yani değişim değeri için bir fiziksel depodur ya da basitçe, bir değişim aracıdır. Etkin bir değişim değeri taşıyıcısı olarak kullanım değeri, bir değişim aracına dönüşür. Sahibi için mal, bir değişim değeri olduğu sürece bir kullanım değeridir. Bu yüzden malın yine de bir kullanım değerine dönüşmesi gerekmektedir… başkaları için kullanım değerine. Sahibi için kullanım değeri olmadığından, diğer mal sahipleri için kullanım değeri olmalıdır. Eğer durum bu değilse, ona harcanmış emek yararsız emektir ve sonucu da mal olmaz… Kullanım değeri olabilmesi için, malın tatmin edebileceği belirli bir ihtiyaçla karşılaşması gereklidir. Yani malların kullanım değerleri, ancak karşılıklı yer değişimiyle kullanım değerleri olurlar: Değişim aracı oldukları ellerden, tüketim malı oldukları ellere geçerler. Ancak malların evrensel yabancılaşması sonucu bunların içerdiği emek yararlı emek olur… Kullanım değeri olabilmeleri için malların tamamen yabancılaşması gerekir; değişim sürecine girmelidirler; ama değişim sadece onların değişim değeri olarak görünümleriyle ilgilenir. Bu nedenle, ancak değişim değerleri olarak gerçekleşebilirlerse kullanım değeri olarak gerçekleşebilirler.” 
Buradan Negri ve Hardt’ın ıskaladıkları en önemli meseleye ulaşırız, yani Marx’ın üzerinde titizlikle durduğu yabancılaşmaya. Yabancılaşmayı görmezden gelerek, emeğin niteliğinin değiştiğini ileri sürüyorlar. Oysa tam da yabancılaşma, Negri ve Hardt’ın yanılsamalarının merkezinde duruyor. Değişim değeri ile kullanım değerini Marx, malda edindikleri biçim yoluyla inceler. Mal aynı zamanda bir toplumsal ilişkiler kümesini ifade eder çünkü. Tarihte insanların, önce kendi emeğinin ürününe (nesneler dünyasına ve üzerinde emek uyguladıkları doğaya), ardından üretim faaliyetlerine (üretim araçları üzerindeki denetimin kaybolması) ve en sonunda da insanın insana yabancılaştığını söyler ve malda yabancılaşmanın tüm bu yönlerinin bulunduğunu belirtir. Basit bir nesne ya da “kendinde şey” olarak mal, Marx’ın analizinde yerini, basit bir el değiştirme sonucu kökten anlam değişikliğine uğrayabilen, sayısız toplumsal ilişkinin ifadesi olarak mala bırakır. Böylece mal, kendi içinde, üretildiği ve tüketildiği toplumsal durumda bulunan diğer her şeyi kapsar.
Emeği incelerken yabancılaşmayı, değişim ve kullanım değerini bir kenara bırakan yazarlar, üretken/üretken olmayan emek ayrımını da reddediyorlar. Ve üretken emeğin sabit bir nicelik değil, dinamik bir öğe ve tarihsel olarak, yani emeğin kendisini dönüştürme gayreti içindeki işçi sınıfının ücretli emeğe karşı verdiği mücadeleler tarafından belirlendiğini iddia ediyorlar. Bunun sonucunda da hem emek hem de değerin değişken unsurlar olduğu kanaatine varıyorlar. Bu konudaki tezlerini şöyle formüle etmişler:
“…emek ve değer arasındaki ilişki tek yönlü değildir. İktisadi yapıyı kültürel üst yapının kaynağı olarak koymak yeterli değildir, bu altyapı-üstyapı nosyonu terk edilmelidir. Eğer emek, değerin temeliyse, değer de eşit ölçüde emeğin temelidir. Neyin emek ya da değer-yaratıcı faaliyet sayılacağı her zaman yaşanan tarihsel, toplumsal bağlamdaki verili değerlere bağlıdır; bir başka deyişle emek, basitçe bir faaliyet, herhangi bir faaliyet olarak değil, toplumsal planda değer üretici kaynak olarak kabul edilmiş soyut bir faaliyet olarak tanımlanmalıdır.”
Emek-değer teorisinin eşit ölçüde değer-emek teorisi olarak da okunabileceğini ileri süren yazarlar, Marksizmi kalbinden vurmak niyetindeler. Çünkü emek-değer teorisi baş aşağı çevrildiğinde, emek ve değer arasındaki diyalektik ilişki ortadan kalkar; işçi sınıfının ise artık devrimci özne olduğunu söylemek kuramsal olarak anlamsızlaşır.
Negri ve Hardt da bunu yapıyor zaten. Bir çok emek pratiğinin olabileceğini savunurken, cinsel işbölümünden yola çıkan belli feminist araştırmaların geleneksel olarak kadın işi diye tanımlanan bir alanda, “hissi emek”, “esirgeyici emek” ve “akrabalık emeği” gibi farklı emek biçimlerinin çeşitli toplumsal ağları ve bizzat toplumu nasıl ürettiğini açık bir şekilde önümüze koyduklarını; bütün bunların “emek” olarak kabul edilebileceğini iddia ediyorlar.
Marksizme yönelik bir dizi saldırıdan ibaret bu paragrafı incelemeye, tarihsel bir klişeden başlayalım. “Marx alt yapının üst yapıyı mutlak olarak belirlediğini söylemiştir” gibi bir safsata, Marx’ın ölümünden hemen sonra ortalıkta dolanmaya başlamıştı. Engels yaşamının son yıllarını bu tür ipe sapa gelmez ithamlara cevap vermeye ayırdı. Bloch’a yazdığı bir mektubunda şöyle diyordu:
“…tarihte nihai belirleyici unsur, gerçek yaşamın üretilmesi ve yeniden üretilmesidir. Bundan daha fazlasını ne Marx, ne de ben ileri sürmedik. Bu nedenle, eğer birisi bu sözleri çarpıtıp, iktisadi unsurların yegane belirleyici olduğunu söylerse, önermeyi anlamsız, soyut, mantıksız bir cümleye dönüştürmüş olur. İktisadi durum temeldir, ama üstyapının çeşitli unsurları da -sınıf mücadelesinin siyasal biçimleri ve bunun sonuçları, yani başarılı bir savaştan sonra muzaffer sınıfın çıkardığı yasalar vb., hukuki biçimler ve hatta bütün bu mücadelelerin katılımcıların zihnindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi kurumlar ve dini düşünceler ve bunların dogmatik sistemler halinde gelişmeleri- tarihsel mücadelelerin rotasını etkiler ve bir çok durumda da biçimlerinin belirlenmesinde egemen olur…”  (Marx-Engel Mektuplaşmaları, Evrensel Basım Yayın)
Negri ve Hardt gibi daha niceleri aynı saldırı ile Marksizmin indirgemeci ve determinist olduğunu iddia ettiler. Ama bu iki yazarın kendilerinden öncekilerden şanslı oldukları muhakkak. Zira küreselleşme, üretim süreci ve yeniden üretim süreçlerini bir sis perdesinin ardına gizleyecek, ikincisinin birincisinden daha önemli hale geldiği yanılsamasını yaratacak gizemli bir perde gibi kapitalist ilişkilerin üzerini örtüyor. Böyle bir konjonktür haliyle Negri ve Hardt’ın emek üzerine sapkın fikirlerinin yeşermesi için gayet uygun bir zemin sunuyor. Burada sorun, küreselleşmenin yeni bir üretim biçimi mi yoksa yeniden üretim süreçlerini çeşitlendirmiş bir birikim rejimi mi olduğu konusunda düğümleniyor. Yazarların iddiası, kapitalizmin klasik üretim ve yeniden üretim süreçlerinin anlamını kaybettiği yönünde. Diyor ki bay Negri ve Hardt, “Emeğin dönüşüm sürecinde son yıllarda tanık olduğumuz en önemli ve genel olgu, fabrika-toplumu diye adlandırdığımız bir topluma geçiştir.” Fabrikayı emek ve üretimin mekanı ya da toplanma yeri olarak görmenin mümkün olmadığını ileri sürüyorlar. Onlara göre, emek süreçleri artık fabrikanın dışına taşmakta ve tüm toplumu kuşatmakta; dolayısıyla bir dizi Marksist ayrımın yeniden gözden geçirilmesi şart. Değiştiğini söyledikleri argümanlar ise; üretken-üretken olmayan emek, üretim ve yeniden üretim süreçleri. Postfordizm ve esnek üretim biçimini de bütün bu tezlerinin temel dayanağı yapıyorlar.
Peki neden bu ayrımların ortadan kalktığını ileri sürmekte bu kadar ısrar ediyor Negri ve Hardt? Neden kitaplarının önsözünde, emeğin bittiğini söyleyenlere ateş püskürür, çağdaş kapitalist ilişkilerin içinde emeğin her zamankinden daha büyük bir güçle büyüdüğünü vurgular, komünizm hayaliyle yanıp tutuştuklarını çekinmeden ilan ederken, dönüp dolaşıp, Marx’ın emek-değer teorisine, üretimin karakterine ve yeniden üretim süreçlerine inatla saldırıyorlar?
Dionysos’un Emeği’nde yer alan şu uzun alıntı, Negri ve Hardt’ın ulaşmaya çalıştıkları sonucu gayet net özetliyor:
“Kör bir nesnelcilik içinde bazıları kendinde canlı emeği, kendinde ve kendisi için işçi sınıfına dönüştürecek mucizevi bir güç beklemeye devam ediyorlar. Sanki bu dönüşüm gerçekliğin kendisi, bir süreç değil de mitolojik bir olaymış gibi… Kapitalist üretim fabrika duvarları arkasına hapsolmuş değildir… Bu bariz olguları farketmek, emek-değer teorisinden vazgeçmek anlamına gelmiyor; aksine, emek değer süreçlerindeki köklü dönüşümü kavrayacak bir analiz vasıtasıyla bu teorinin geçerliliğini yeniden test etmek anlamına geliyor… Yeni üretim tarzının temel özelliği, öyle anlaşılıyor ki asli üretici gücün, toplumsal emeğin genel, kapsayıcı ve niteliksel olarak üstün bir sentezi olması ölçüsünde, teknik-bilimsel emek olmasıdır… Bu bakış açısı içinde eski işçi sınıfı öznelliklerinin yerinde şimdi yeni kültürel modeller ve yeni toplumsal hareketler oluşmaktadır ve eski emek aracılığıyla özgürleşme, yerini, ücretli ve el emeğinden özgürleşmeye bırakmıştır…”

ÜRETKEN-ÜRETKEN OLMAYAN EMEK VE ÜRETİM-YENİDEN ÜRETİM SÜREÇERİ
Negri ve Hardt’ın ve daha nice burjuva ideologunun son yıllarda ortaya attıkları tezlerle çarpıttıkları kapitalist üretimin bazı gerçeklerini hatırlatmak, işçi sınıfının neden devrimci bir pozisyonu olduğunu kavramak bakımından önemlidir.
Kapitalist birikim rejimi teknolojinin yardımıyla büyük değişimler geçirdi; üretimin yeniden organizasyonu, fabrika, işyeri vb. bir çok algılayışı alt üst etti. Ama kapitalizmin genişletilmiş yeniden üretim sistemi, içerdiği çelişkileri ortadan kaldırmaksızın, yalnızca daha da derinleştirmek ve dünya ölçeğinde yaygınlaştırmak pahasına ilerleyen bir yapıya sahiptir. Kapitalist sanayi, belirli periyotlarla birbirini takip eden döngüler temelinde nefes alıp verir. Böylece, ekonomi kriz dönemini atlatarak yeni bir genişleme dönemine varabilir. Kapitalist sanayi döngüsünün kriz evresinden yeni bir yükseliş evresine geçiş, teknolojik yenilenme ve emeğin üretkenliğini arttıran yöntemlerin uygulamaya konması sayesinde mümkün olabilmekte ve sonra, bu ekonomik döngü yine aynı temelde işlemeye devam etmektedir. Bu, aynı zamanda, işçi sınıfının yapısında da değişimin yaşandığı bir süreçtir. Önemli olan, değişimin ne anlama geldiğinin doğru bir biçimde yorumlanabilmesidir.
Teknolojik gelişmelere bağlı olarak işçi sınıfının teknik bileşiminde, yani kafa ve kol emeğinin ağırlığında, sınıfın iç yapılanmasında, üretim dalları itibarıyla dağılımında, vasıf düzeyi ve çeşitlerinde değişim sürekli olarak vardır. Bu anlamda, işçi sınıfı, teknik gereklere ve değişime bağlı olarak, neredeyse üretim araçlarının yenilendiği-değiştiği gibi bir değişim geçirmektedir. Fakat öte yandan, işçi sınıfının kapitalist toplum içindeki temel konumu, yani toplumsal işbölümünde, kapitalist üretim ilişkileri içinde tuttuğu yer değişmemektedir. Zaten işçi sınıfının bizi asıl ilgilendiren yönü, taşıdığı devrimci potansiyel, sınıfın tarihsel anlamdaki devrimci misyonudur.
Eğer kapitalist üretim tarzından bağımsız olarak, genel anlamda üretken emekten söz edecek olsaydık, kullanım değerlerini, yani insanların çeşitli ihtiyaçlarını karşılayan mal ve hizmetleri üreten emeğin üretken olduğunu söylemek mümkün olabilirdi. Ne var ki, üretken emeği yalnızca genel anlamda kullanım değerlerinin üretimi açısından ele alan bu tür bir yaklaşım, hiçbir zaman kapitalist üretim sürecine doğrudan doğruya uygulanamaz. Çünkü, değişim değerleri üretimine dayanan ve genelleşmiş meta üretimi anlamına gelen kapitalist üretim tarzı, bu özelliği nedeniyle üretken emek ve üretken olmayan emek kavramlarını da değişikliğe uğratmıştır. Demek ki, kapitalist üretim tarzında üretken emekten söz ettiğimizde, soruna, genel olarak çeşitli kullanım değerlerinin üretildiği bir emek süreci olarak yaklaşmak doğru olmayacaktır. Üretken emeğin özel olarak kapitalist üretim sistemi açısından taşıdığı anlamı ortaya koymak gerekir.
Kapitalist üretim sürecinin amacı, sermaye için artı-değer yaratılması, paranın ve metanın sermayeye dönüştürülmesidir. Bilindiği gibi, kapitalist üretim sürecinde, satın alınandan daha fazla emek emilir. Bu süreçte kapitalistler, işçinin karşılığı ödenmemiş emeğini sahiplenirler. Sermayenin ihtiyacı, yalnızca üretim sürecine giren değeri korumak değil, onu arttırmak, artı-değer elde etmektir. Sermaye bunu, üretim sürecinde üretken emekle değişime girerek başarır. O nedenle, kapitalizmde yalnızca doğrudan sermayeye dönüştürülebilen emek üretkendir. Kapitalist üretim sistemi içinde üretken emek, yalnızca kendi işgücünün değerini değil, ayrıca buna ek olarak, kapitalist için bir artı-değer üreten ücretli emektir. Böylece, emeğin nesnel koşullarını sermayeye ve onların sahibini de kapitaliste dönüştüren emektir; yani kendi ürününü sermaye olarak üreten emektir.
Öyleyse, sorun, genel anlamda “bir şey üretmek” değil, kapitalist üretim sürecinin niteliği açısından yaklaşıldığında, kendisine ait üretim araçlarıyla kullanım değerleri üreten ve ancak ihtiyaç fazlası ürünü değişerek kendisi için metalaştıran üretici, kapitalist anlamda üretken emekçi kapsamının dışında kalacaktır.
Kapitalist üretim tarzının üretken emeğin kapsamında yarattığı bir başka değişiklik, kafa emeğinin rolüne ilişkindir. Kapitalizm öncesi dönemlerde, örneğin ilk çağ köleci toplumunda ve orta çağın feodal toplumlarında, kafa emeği üretim sürecinin dışında, bilim, sanat ve yönetim işlerinde yer alıyorken, kapitalist gelişme yalnızca kol emeğiyle değil kafa emeğiyle de üretim sürecine doğrudan katılan işçiyi yaratmıştır.
Öte yandan, kapitalizm bilimi de sermayenin üretici gücüne dönüştürmüştür. Bilim, işçinin karşısına sermaye olarak dikilmektedir. Aslında, gelişen teknoloji, üretim sürecinde kol emeğinin yoğunluğunu düşüren makineler, bilimsel buluşlar vb. hepsi toplumsal emeğin ürünüdürler. Ne var ki, kapitalist gelişme, işçilerin emeklerinin ürününü sermayeye dönüştürdüğü için, toplumsal emeğin güçleri işçilerin karşısına, onlara yabancı bir güç, sermayenin biçimleri olarak dikilmektedir. Marx’ın dediği gibi, makinede gerçekleşen bilim, işçiler için sermaye biçiminde ortaya çıkar.
Sermayenin hem üretim hem de dolaşım işlevini kapsayan kapitalist yeniden üretim süreci, ya dolaşım işlevinin de doğrudan sanayici kapitalist tarafından ya da onun yerine başka kapitalist girişimciler veya tuttuğu ücretli çalışanlar tarafından yerine getirilmesini şart koşar. Ancak Marx’ın uyardığı gibi, “Bu, hiçbir zaman dolaşımı yerine getiren kimselerle üretimi yerine getiren kimselerin birbirine karıştırılması için bir neden olamayacağı gibi, meta-sermaye ile para-sermayenin işlevlerinin, üretken sermayenin işlevleri ile karıştırılması için de bir neden değildir.”  Üretim işlevini yürütenlerin dolaşım işlevini yürütenlere bir ödemede bulunmak zorunda olduklarını belirten Marx, birbirlerine satan ve birbirlerinden satın alan kapitalistlerin, bu hareketleri ile ne değer ne de ürün yarattıklarına dikkat çeker. Bir sanayici kapitalist, dolaşım alanındaki işleri fiilen yürütmüş olsaydı yine kendisine kalacak olan kâr payından feragat ederek, işin ticari kısmını tüccara devredebilir.
Meta üretimi sisteminde, dolaşımın tıpkı üretimin kendisi kadar zorunlu olması nedeniyle, kapitalizmin, üretim ögelerine duyduğu kadar dolaşım ögelerine de ihtiyaç duyacağı açıktır.
Böylece depolama, ticaret, bankacılık, sigortacılık, reklâmcılık, muhasebe, para basımı, pazarlama, sekreterlik, vb. işinde yer alan emeğin üretken olmadığını söyleyebiliriz. Bu alanlarda istihdam edilen işgücü, işgücünün niteliği nedeniyle değil, o alanda artı-değer üretilmediği için sermaye açısından yalnızca bir maliyet unsurudur. Ancak bu kesimlerin üretken emek kapsamı içinde yer almaması, onların sömürülmediği anlamına gelmez. Fakat her iki kategori arasında temel bir fark vardır. Üretken emek kapsamına giren işçilerin, karşılığı ödenmemiş emek zamanına doğrudan doğruya artı-değer olarak el konulurken, üretken olmayan emek kapsamındakilerin karşılığı ödenmeyen emek zamanı ise, bu işgücünü satın alan kapitalistlerin, bu sayede, birinci kategorinin ürettiği artı-değerin bir kısmına el koymalarını sağlar.
Sonuç olarak sınıf olgusu, artık-değer üretiminde ve bu artık değere el konulması sürecinde oluşan bir kimliktir. Bu yüzden burjuva ideologlarının sürekli olarak üretim tarzının değiştiğine yönelik iddialarının temelinde, sınıfların, sınıf çatışmalarının bittiğini ispat çabası dışında başka bir niyet aramak saflık olur. “Emeğin yeni dünyasını” tarif etmek adına önümüze bir dizi kapitalist manifesto koyan küreselleşme ideologları, Marx’ın teorik yönteminde boşluk bulmak için büyük “emek” harcıyorlar. Çünkü Marx kavramları, kapitalist üretimi, üretim araçlarının denetimine sahip olmayanlar açısından anlamaya yarayacak bir silah olarak kullanmıştı. Ve bu silah kapitalist dünyanın iktidar yapısına muazzam bir tehdit oluşturuyor. Oysa Negri ve Hardt aynı kavramları emeğin değiştiğini ve sermayenin devrimci dinamizmini hala kaybetmediğini göstermek amacıyla kullanmak istiyorlar. Bu halleriyle klasik burjuva iktisatçılarının dahi gerisine düştüklerinin farkındalar mı bilinmez ama, gerek İmparatorluk’ta gerekse Dionysos’un Emeği’nde komünizme dizdikleri övgülerin gerçekte timsah gözyaşları olduğu çok açık…

* Negri ve Hardt’ın kitaplarına ismini verdikleri Dionysos, Eski Yunan mitolojisinde yaşayan, canlı emeğin tanrısı olarak bilinir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑