“İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu”ndan

Lord Ashley’in, 15 Mart 1844’de Avam Kamarası’nda on saatlik çalışmaya ilişkin yasa tasarısını takdim ettiği konuşmasından bazı ifadeleri ele alalım. Lord Ashley burada, işçilerin cinsiyet ve yaş durumlarına ilişkin bazı bilgiler veriyor… 1839’da Britanya İmparatorluğu’ndaki fabrikalarda çalışan 419.590 işçinin 192.887’si ya da yaklaşık yarısı on sekiz yaşın altındaydı ve 242.296 kadın işçiden 112.192’si on sekizinden küçüktü. Böylece geriye on sekiz yaşın altında 80.695 erkek işçi ve 96.599 yetişkin erkek işçi kalıyor, yani toplam rakamın dörtte biri bile değil. Pamuk fabrikalarında çalışan tüm işçilerin yüzde 56.25’i; yün atölyelerindekilerin yüzde 69.5’i; ipek ve keten imalathanelerindekilerin yüzde 70.5’i kadındır. Bu rakamlar, yetişkin erkek işçilere yer kalmadığını doğruluyor. Bu gerçeği teyit etmek için sadece en yakın fabrikaya gitmeniz yeter. Onlara dayatılan tersine çevrilmiş toplumsal düzen sonucu ortaya çıkan zorunluluğun getirdikleri işçiler üzerinde oldukça yıkıcı etki yaptı. Kadınların çalışması aileyi parçalıyor; kadın her gün on iki ya da on üç saatini fabrikada geçirirken kocası da aynı süre içinde orada veya başka bir yerde çalıştığı zaman, çocukların hali ne olur? Yaban otları gibi büyüyorlar; haftada bir şilin ya da on sekiz peni karşılığında bakıcıya bırakılıyorlar ve nasıl muamele gördüklerini tahmin edebilirsiniz. Fabrika bölgelerinde küçük çocukların kurbanı olduğu kazalar, korkunç boyutlarda bir artış gösterdi. Sanayi şehri olmayan Liverpool’da on iki ay içinde ölümle sonuçlanmış 146 kaza meydana gelirken; Manchester’da sebebi bilinmeyen ölüm olaylarını inceleyen memurun kayıtlarına göre 9 ayın listesi şöyle: … toplam 215 ölümlü kaza vakası. (1842’de Manchester’da revire getirilen hastaların 189’u yanık vakasıydı. Ne kadarının ölümle sonuçlandığı belirtilmemiş). Her ikisinde de maden kazaları dahil edilmemiştir. … Manchester Guardian, hemen her sayısında, bir veya daha fazla yanarak ölüm haberi veriyor. Küçük çocukların ölüm oranının, annelerin çalışmasıyla arttığı apaçık ortadadır ve acı gerçekler bu konuda hiçbir şüpheye mahal vermiyor. Kadınlar çoğunlukla loğusalıklarının üç veya dördüncü gününde fabrikaya dönerler, tabii bebeklerini bırakarak. Akşam yemek saatinde eve dönüp çocuklarını yedirmek ve kendileri de alelacele bir şeyler yemek zorundalar ve bu koşullarda bebeklerini nasıl emzirdiklerini tahmin etmek hiç de zor değil. Lord Ashley, pek çok kadın işçinin sözlerini şöyle aktarıyor:
“Yirmi yaşındaki M.H.’nin iki çocuğu var; küçük bebeğe biraz daha büyük olan diğeri bakıyor. Anne sabah 5’i biraz geçe fabrikaya gidiyor ve akşam eve 8’de dönüyor; bütün gün göğüslerinden damlayan süt elbisesini ıslatıyor.” “H.W.’nin üç çocuğu var. İşe pazartesi sabah 5’de gidip cumartesi akşam dönüyor; çocuklar için yapılacak o kadar çok şey var ki sabah 3’den önce yatamıyor. Çoğunlukla iliklerine kadar ıslanmış oluyor ve bu durumda çalışmak zorunda kalıyor. Diyor ki:”Göğüslerim bana korkunç acı veriyor ve akan sütten sırılsıklam oluyorum.”
Bu rezil sistem, çocukların sakinleştirilmesi için uyuşturucu kullanımını teşvik ediyor ve bu durum fabrika bölgelerinde çok yaygın; Manchester’da baş müfettiş olan Dr. Johns’a göre, katılmalarla gelen ölüm olaylarının başlıca nedeni, bu alışkanlık. Kadının çalışması kaçınılmaz olarak aileyi çözüyor ve bu çözülme, aileye dayalı bugünkü toplumumuzda, çocuklar için olduğu kadar ana babalar için de moral bozucu sonuçlara yol açıyor. Çocuğuyla uğraşmaya, ona ilk yılında ihtiyacı olan şefkati göstermeye zamanı olmayan, çocuğunu çok az gören bir anne, onun için gerçek bir anne olamaz, kaçınılmaz bir biçimde çocuğuna karşı duygusuzlaşır, ona bir yabancı gibi sevgisiz davranır. Bu koşullarda büyüyen çocukların gelecekteki aile yaşamları da bozuk olur; hep yalnızlığa alıştıklarından kendi kurdukları ailede de bir yuva sıcaklığını hissedemez ve böylece genel olarak işçi ailesinde var olan çözülmeye katkıda bulunurlar. Benzer bir çözülme, çocukların çalışma yaşamına girmesi ile de ortaya çıkar. Çocuklar haftalık olarak, ailelerin kendileri için harcadığından daha fazlasını kazanmaya başladığında, ana babalarına barınma ve beslenme için bir miktar para vermeye ve kalanını kendileri için saklamaya başlarlar. Bu, genellikle on dört, on beş yaşlarından itibaren görülür. Sözün kısası, çocuklar kendilerini kurtarır ve baba ocağını ekseriya hoşlarına gitmediğinde değiştirdikleri bir pansiyon gibi kullanırlar.
Pek çok hadisede, kadının çalışması ile aile bütünüyle dağılmaz ama ilişkiler tersine döner. Kadın ailenin geçimini sağlar, koca ise evde oturur, çocuklara bakar, temizlik yapar ve yemek pişirir. Bu çok sık görülen bir durumdur: yalnız Manchester’da ev işlerine mahkum böyle yüzlerce erkekten söz edilebilir. Diğer toplumsal koşullar değişmeden kalırken, aile içindeki tüm ilişkilerin böyle tersine dönmesinin erkek işçiler arasında yarattığı öfkeyi tahmin etmek hiç de güç değil. Bir İngiliz erkek işçinin Oastler’a yazdığı mektup önümde duruyor: …
Bu işçi mektubunda, başka bir işçi arkadaşının avare avare dolaşırken, Lancashire’da St.Helens’e geldiğini ve orada eski bir arkadaşını aradığını anlatıyor. Onu sefil, nemli ve çok az eşyası olan bir bodrum katında buluyor:
“Zavallı arkadaşım içeri girdiğinde, zavallı Jack’i ateşin yanında otururken bulduğunda, Jack ne yapıyordu dersiniz? Oturmuş tığ ile karısının çoraplarını onarıyordu; eski arkadaşını kapıda görür görmez elindekileri gizlemeye çalıştı. Fakat Joe, bu benim arkadaşımın adı, onu görmüştü ve dedi ki: “Jack, sen ne yapıyorsun? Karın nerede? Bu senin işin mi?” Zavallı Jack utandı ve dedi ki:” Değil elbette. Bunun benim işim olmadığını biliyorum, fakat zavallı karım fabrikada; her sabah beşbuçukta evden çıkıyor ve akşam sekize kadar çalışıyor, eve geldiğinde öylesine bitkin oluyor ki bir şey yapacak hali kalmıyor; bu yüzden onun için elimden geleni yapmak zorundayım. Üç yılı aşkın bir zamandır işsizim ve yaşadığım sürece artık bir işim olmayacak.” Ve ardından göz yaşlarına boğuldu. Ardından şunları söyledi: “Buralarda kadınlar ve çocuklar için yeteri kadar iş var, fakat erkekler için yok. …”
Bu mektupta anlatılanlardan daha akıldışı bir durum hayal edilebilir mi? Erkeği cinsiyetsizleştiren ve kadını kadınlığından eden, ne kadını ne de erkeği karşı cinse gerçek bir kadınlık ve erkeklik sunamaz duruma getiren, her iki cinsi dolayısıyla da insanlığı en utanç verici biçimde alçaltan bu durum, o pek övgüye değer uygarlığımızın en son marifeti ve kendilerinin ve gelecek nesillerin durumunu düzeltmek için yüzlerce nesil tarafından verilen tüm çaba ve mücadelelerin en son başarısıdır. Ya tüm emeğimizin ve uğraşlarımızın böyle anlamsızca sonuçlandığına bakıp insanlıktan, onun amaç ve çabalarından ümidi keseceğiz; ya da insan toplumunun bugüne kadar kurtuluşu yanlış bir yönde aradığını kabul edeceğiz. Cinsiyetlerin konumlarının böyle tamamen tersine çevrilmesinin, cinsiyetlerin baştan yanlış konumlandırılmasından kaynaklandığın kabul etmemiz gerekir. Eğer fabrika sisteminin kaçınılmaz olarak ortaya çıkardığı erkek üzerindeki kadın hakimiyeti insanlık dışıysa, o zaman önceki durum, yani kocanın kadın üzerindeki hakimiyeti de bir o kadar insanlık dışıdır. Kadın şu andaki hakimiyetini, evin ortak geçiminin büyük bir kısmını, hatta tümünü sağladığı gerçeğine dayandırıyorsa, buradan çıkacak zorunlu sonuç şudur; aile üyelerinden biri daha çok katkı sağladığı için tiksindirici bir şekilde övünüyorsa bu mülkiyet birliği, gerçek ve rasyonel bir birlik değildir. Bugünkü toplumumuzda aile böyle çözülüyorsa, bu çözülme, ailenin temelini oluşturan bağın aile sevgisi değil, mülkiyet birliği görüntüsü altında gizli gizli hüküm süren özel çıkarlar olduğunu gösterir . Aynı ilişki, beslenme giderlerine doğrudan katkıda bulunamayan işsiz ebeveynlerine destek olan çocukların bir kısmında da görülüyor. Zaten Dr. Hawkins, Fabrika İnceleme Komisyonu Raporu’nda, bu ilişkinin başta Manchester olmak üzere çok yaygın olduğunu ortaya koydu. Bu durumdaki çocuklar daha önce belirttiğimiz kadınlar gibi evin reisi pozisyonundalar. Lord Ashley konuşmasında bunun da bir örneğini veriyor: Adamın biri iki kızını meyhaneye gittikleri için azarlamış. Onlar da ona artık emir almaktan bıktıklarını söyleyip “Allah seni kahretsin, sana bakmak zorundayız” demişler. Kazandıklarını kendileri için saklamaya kararı veren çocuklar, baba evini terk etmişler ve ebeveynlerini kaderleriyle baş başa bırakmışlar.
Fabrikalarda büyüyen evlenmemiş kadınların durumunun, evli olanlardan daha iyi olduğu söylenemez. Zaten kimse dokuz yaşından beri fabrikada çalışan bir kız çocuğunun ev işlerinden anlamasını da bekleyemez. Kaldı ki kadın işçilerin durumu, ev kadını olarak tümüyle deneyimsiz olduklarını ve bu işe uygun olmadıklarını doğruluyor. Onlar ne örgü, dikiş, yemek ve çamaşır yıkamayı ne de ev kadınının en sıradan görevlerini biliyorlar. Bakmaları gereken küçük çocukları olduğunda ise, en ufak bir fikirleri bile olmuyor bu konuda. …
Ancak bu daha buzdağının su üstündeki kısmı. Kadınların fabrikalarda çalıştırılmasının ahlaki sonuçları çok daha kötü. Hem akli hem de ahlaki yönden eğitimsiz olan her iki cinsten ve her yaştan insanları tek bir odaya toplamak, küçücük bir yere tıkıştırmak ve kaçınılmaz temaslar, kadın karakterinin uygun  bir şekilde gelişmesini hesaba katmaz. Fabrikatör, tabii eğer ilgilenirse, olaylar skandal boyutuna vardığı zaman müdahale eder sadece; kötü karakterli kişilerin daha ahlaklı ve özellikle daha genç olanları nasıl da belli etmeden ama derinden etkilediğini göremez ve sonuç olarak da engelleyemez. Oysa bu etki, en zararlı olanıdır. 1833 raporundaki tanıklıklarda, fabrikalarda kullanılan dil “ahlaksız”, “kötü”, “iğrenç” vb. olarak nitelendiriliyor. Küçük işyerlerindeki ilişkiler, büyük şehirlerdeki büyük işyerlerinde tanık olduklarımızla aynı. Nüfusun belli bir noktada yoğunlaşması, ister küçük bir fabrikada, isterse de büyük bir şehirde olsun, aynı insanlar üzerinde aynı etkiyi yapar. Fabrika ne kadar küçükse insanlar o kadar balık istifi çalışır ve temas da bir o kadar kaçınılmaz olur; ortaya istenmeyen sonuçlar çıkar. Leicester’daki bir tanık, kızının fabrikada çalışmasındansa dilenmesini tercih edeceğini söyledi çünkü, kentteki fahişelerin bu durumlarını cehenneme açılan kapı diye tanımladığı fabrikada çalışmalarına borçlu olduğunu düşünüyor. Manchester’daki bir başkası ise “tereddütsüz bir şekilde on dört ile yirmi yaş arasındaki genç fabrika işçilerinin dörtte üçünün iffetsiz olduklarını ileri sürdü.”…
Bunun yanı sıra, işçinin fabrikada gördüğü hizmetin, patrona tanınan ilk gece hakkını da içermesi gayet doğal bir şeydir. Bu bakımdan işveren, kişiler ve işçilerinin cazibeleri üzerinde de egemenlik sahibidir. Kovulma tehdidi, yüzde doksan dokuz değilse bile olayların onda dokuzunda, iffet duygusu güçlü olmayan kızların direnç göstermemesi için yeterli bir nedendir. Eğer patron alçak biri ise, ki resmi raporlar pek çok böyle örnek veriyor, fabrika aynı zamanda onun haremidir ve bütün fabrikatörlerin bu güçlerini kullanmamaları kızların durumunu hiçbir biçimde değiştirmez. İmalat sanayiinin başlangıcında; hiçbir eğitim almadan ya da toplumun ikiyüzlülüğüne itibar etmeden birden zenginleşen işverenlerin çoğu, kazanılmış haklarını kullanmada hiçbir engel tanımadılar.
Fabrikadaki işçi kadınların loğusalık dönemini diğer kadınlardan daha zor geçirdiği ve çocuk düşürmeye daha müsait oldukları, pek çok ebe tarafından da doğrulanıyor. Üstelik bütün işçilerin ortak sorunu olan takatsizliği de onlar da yaşıyor ve hamileyken bile son ana kadar fabrikada çalışmaya devam ediyorlar. Aksi takdirde ücretlerini alamazlar ve de işi bırakırlarsa yerlerine bir başkasını almakla korkutulurlar. Kadınların bir gece işte olup ertesi sabah doğum yapmasına çok sık rastlanır ve fabrikada makineler arasında doğurmaları hiç de az görülen vakalardan değildir. Eğer burjuva beyefendiler bu durumda utanç verici bir şey görmüyorlarsa, belki karıları, hamile bir kadını, doğum yapacağı güne kadar, ayakta ve sık sık eğilerek, günde on iki on üç saat (eskiden daha uzundu) çalışmaya zorlamanın barbarca bir davranış ve gaddarlık olduğunu teslim edecektir. Fakat hepsi bu kadar değil. Eğer bu kadınlar iki hafta sonra işe dönmek zorunda bırakılmazlarsa müteşekkir olmalı ve kendilerini şanslı saymalıdırlar. Pek çoğu, sekiz hatta üç dört gün sonra tam gün çalışmak üzere fabrikaya dönerler. Vaktiyle bir fabrikatör ile usta başı arasında şöyle bir konuşmaya tanık  olmuştum: “Falanca henüz geri dönmedi mi?” “Hayır.” “Doğum yapalı ne kadar oldu?” “Bir hafta.” “Çok daha önce dönmüş olmalıydı. Bak şuradaki kadın üç gün sonra döndü.” Doğal olarak, işten atılma ve aç kalma korkusu, tüm güçsüzlüğüne ve acılarına rağmen onu fabrikaya döndürür. Fabrikatörün çıkarı, işçinin hastalık nedeniyle evde kalmasına izin vermez: işçiler hastalanmamalıdır; uzun bir süre loğusa yatmaya cüret etmemelidir, aksi takdirde patron makineleri durdurmak zorunda kalacak ya da yeni bir düzenleme nedeniyle başı ağrıyacaktır ki bunları yaşamaktansa o, hastalanan işçilerini işten atar. Dinleyin:
“Bir kız, işini yapamayacak kadar hasta hissediyor kendini. ‘Niçin eve gidip dinlenmek için izin istemiyorsun?’ ‘Bilirsiniz bayım, patron bu konuda çok serttir; eğer çeyrek gün çalışmamışsak, kovulmayı göze almamız gerekir’.”
Ya da Dr. Barry’yi dinleyin:
İşçi Thomas McDurt’ın biraz ateşi vardır. “İşini kaybetme korkusuyla dört günden fazla işe gelmemeyi göze alamıyor.”
Bu durum hemen hemen bütün fabrikalarda böyle sürüp gider. Genç kızların çalıştırılması, gelişme çağında çeşitli  bozukluklara yol açar. Özellikle daha iyi beslenenlerde, fabrikaların sıcaklığı bu süreci hızlandırır, öyle ki, 13 ve 14 yaşlarındaki kızlar tamamen olgunlaşırlar. … Böyle durumlarda fabrikadaki sıcaklık, tropik iklimle aynı etkiyi yapıyor ve bu iklimlerde olduğu gibi, anormal erken gelişme ve aynı oranda da erken yaşlanma ve takatsizlik görülüyor. Öte yandan, kadının fiziksel gelişiminde gecikmelere de rastlanıyor, göğüsler ya geç gelişiyor veya hiç gelişmiyor. 17 ya da 18 yaşlarında adet görüyorlar, bazen de 20 yaşında ve bu genellikle düzensiz oluyor. Herkesçe kabul edilen resmi sağlık raporlarına göre düzensiz adet, ağrılı cinsel ilişki, sayısız hastalıklar ve özellikle kansızlık çok sık görülüyor.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑