Türkiye’de son 15 yıldır tartışılan konuların en önemlilerinden biri, kalite yönetimi ve kalite kavramları oldu. Bu tartışmalarda dikkat çeken; konularına göre kullanılan çeşitli argümanların anlamlarının, her işlev ve yapısal uyumda içselleştirilmesi yönünde gayret edilen fikirlerin, bir terminolojik ögeler bütünü içinde harmanlanarak sunuluyor olmasıdır. Yani her tanımlama ve açılımın, bütünsel bir taktik ve stratejinin parçalarını oluşturmaya yönelik, birbirini tamamlayan ifadelerle kullanıldığı dikkat çeker. Her ifadeyi veya kavramı yeniden tanımlama ve amaç-tanım maddeleriyle prosedürlere geçirme, kalite yönetiminin ilk kuralı olarak uygulanır ve kalite terminolojisi içinde buna “vizyon politikası” denmektedir.
Kalite yönetimine ilişkin terimlerin, terminolojik kavramlarla ifade edilen ve sistematik olarak tüm reform ve yapısal uyum projelerinin içeriğinde kullanılış biçiminin, her bir parçasının birbiriyle bağlantısı kurularak, belli bir düşünsel yapı oluşturduğu görülür. Her biri ayrı yasal ve hukuksal düzenlemelere konu olan projelerde, yaptırımlarda, bunları ortak bir zeminde birleştiren ideolojik temelin örgüsü için kullanılan bu kavramların arasında da bir bütünlük göze çarpar. Bu durumun, ayrı “puzzle”ların farklı rezonanslarla ortak kurgulanması olanağı yaratacak bir düşünsel zemin hazırlığı içinde olduğu, fark edilebilir.
***
Kalite kavramlarının, toplumun tüm kesimlerini ikna etmek amacıyla kullandığı terminolojik ve sosyolojik ifadelerin içeriği, amacı, toplam kalite yönetimiyle yaratılmaya çalışılan esnekleştirme politikasıdır. Esnekleşme, ya da esnekleştirme, her alanda yayılsın ve genel bir ilişkiler ağı olarak topluma nüfuz etsin istenir. Piyasaların, ticaretin, üretimin, devlet ve kamu kurumlarının, denetimin, istihdamın, çalışma koşullarının, ücretlerin, sosyal hakların ve sosyal kurumların, bilginin, kaynakların, vb., her şeyin esnekleşmesi istenir. Ayrıca, toplumun tüm kesimlerinin, bu esnekleşme sürecine yardımcı olması için de, ikna edilmesi öngörülür. İşte, esnek politikaların hızla hayata geçirilmesinde kullanılan yöntem, Toplam Kalite Yönetimi (TKY) olarak, bu “toplumsal uzlaşma” ve ikna sürecinin metodolojisi olarak piyasaya sürülür.
TKY’nin vizyon politikalarına altyapı oluşturacak ideolojik kavramlar, bu amaçla her alanda yaygın kullanıma sokulmuştur. Bu kavramların nasıl yaratıldığı ve hangi anlamda kullanıldığına dair yapacağımız bir çalışma için, ilk önce TKY’nin nasıl bir yönetim şekli olduğuna ilişkin kısa bir açıklama yapmak, kullanılan kavramların anlamları hakkında bir ön fikir oluşturmaya yardımcı olur.
Toplam Kalite Yönetimi (TKY), tüm dünya ülkelerinde, tekelci kapitalizmin, daha etkin ve denetimci bir yayılma politikasına uygun hegemonya ilişkilerini yenileyen yönetim tarzı olarak karşımıza çıkar. Yani günümüz emperyalizminin, döneme uygun politikalarını belirlemede projeksiyon görevi görür. Türkiye’de 1990 yılı itibariyle, gündeme daha etkin olarak girmiştir. Çeşitli alanlarda eşzamanlı ve eşgüdümlü başlatılan çalışmalarla, bugüne kadarki sosyo-ekonomik ve siyasal literatürünün kanıksanmasını önemli ölçüde sağlayan TKY, 1945 yılı, ABD-Pentagon menşelidir. Yani Amerikan savunma veya saldırı taktiğidir.
Yöntemlerinin gelişimi, 1950’lerden bu yana, Japonya ve Hollanda-Almanya-İngiltere’deki denemeler üstüne oturur. ’90 yılından sonra da, metodolojisi tüm dünya ülkelerinde yaygınlaştırılmaya başlanır. Hatırlanırsa, 1989 yılında Berlin duvarının yıkılması sonrası, “sosyalizm bitti, işçi sınıfı, tarihsel olarak sınıfsal rolünü tüketti” gibi bir propagandayla, işçi sınıfına karşı bir cihat çağrısıyla birlikte gündeme girmişti. TKY’nin politikası olarak bilinen “Kalite Politikası”, dünyanın her alanında yeniden yapılandırılması gereken bir biçimsel modelin teknolojisini yaymak üzere hareket eder. Dolayısıyla, kalite eğitimi, kalite felsefesi, kalite denetimi, kaliteli üretim, kaliteli yönetim vb.; “kaliteye inanmak gerek” gibi bir kalite vizyonu ile, tüm dünya ülkelerinin gündemini işgal etmeye başlar . Devletler, kurumlar, işletmeler, sendikalar ve ordular, uluslararası kuruluşlar vb.’de olduğu gibi, hukuk, bilim, sanatta da, aynı metodolojinin ve ideolojik kavramların üzerinde şekillenen yeni bir yönelişe girilir. Bir tekele ait marka politikası ile, bir ülkenin edebiyatından sanatına, eğitiminden sağlığına, devletin idari kurumlarından mahalli yönetimlerine kadar, toplumun her alanına nüfuz eden politikalar arasındaki benzerlik, bir rastlantı değildir. Çünkü, hangi alana bakarsak, alanlara ilişkin çalışmaların hedef ve kapsamını belirleyen ve denetleyen bir standart uygulama olarak, eşgüdümlü bir kavramlar bütünü ve ortak bir metodoloji ile karşılaşırız.
Doğal yaşamı, toplumları ve üretim ilişkileri içinde tüm insansal faaliyetleri, yani toplumsal yaşamın bütününü etkileyen ve belirleyen sanal bir düşün üstünde faaliyet alanı yaratılmaya çalışılır. Bu anlamıyla kalite yönetimi ve felsefesi içeriğinde kullanılan kavramların, gerçek amaçlarıyla, gerçek-dışı yorumları arasındaki farkı tartışmak, anlayabilmek, güncel olayların gidişatını bu açıdan değiştirebilmek, güncel politikalara müdahale edebilmenin de bir zorunluluğu olarak ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, “Küreselleşen dünya” kavramı, TKY ile bağı kurulmadan bir anlam ifade etmez. Ama güncel söylemde, iki farklı algılama yaratılır. “Özgürlüklerin sonsuz gelişimi”, “demokrasinin ve eşitlik-adalet kavramlarının, küreselleşen bir dünya kurgusu içinde gelişebileceği”, “dünya insanı”nın yenilenen tanımı ve amacı vb. gibi sanal bir vizyon yaratan fikirlerin realitesi, TKY olmadan havada asılı kalır. “Küreselleşme” vizyonu, gerçek yaşamda, emperyalizmin yalın bir görüntüsünü açığa vurur. Teorik açımlamalarıyla pratik uygulamaları arasındaki farkın açığa çıkması uzun sürmez. Ama, TKY’nin standart örgütlemesi içinde öne sürülen kavramların ve ideolojik kurguların, teknoloji ile birlikte uygulanıyor olması, esnekleşme politikalarının ve serbestleşmenin önünü açan etkisiyle daha inandırıcı olmaktadır.
***
TKY ile, tüm üretim ve üretim ilişkilerini etkilemek üzere, üretimi ve sosyal yaşamı esnekleştiren bir standart metodoloji inşa edilmiş olduğu, ISO (uluslararası standart organizasyon) örgütlenme modeli açıklanırken daha net görülecektir. “Kaliteli Yönetim” ve “Yönetişim” standardı oluşturarak, ISO örgütlemesi yapan TKY, tüm ekonomi-politik ve sosyal alanların kapsamını, amaç ve hedefini yeniden belirleyen ve denetleyen bir metodoloji olarak ortaya çıkmış ve geliştirilmektedir. Ama aynı zamanda, “topluma yararlı bir teknoloji” olduğu ve “geliştirilerek sosyal bir düzene ulaşılabileceği” düşüncesini de içinde barındırır (tabii ki, sanal bir vizyon olarak). Bu nedenle, “bilimsel teknolojik devrim” propagandasıyla başlayan kalite öğretisinin ikna edici gücü, daha geniş kesimlerce, “teknolojinin gücü” olarak, veya öyleymiş gibi, tartışmasız kabul edilmiş ve uygulamada sorunsuz ilerlemekte oluşuyla da, kendini gösterir. Kalite öğretisiyle, bu örgütlenmenin önünü açacak, bu emperyalist-ekonominin olumsuz sonuçlarını halklara mal edecek bir sisteme ait bu teknoloji, böylece, genelde kabul edilebilir ve kanıksanabilir.
Bu nedenle, kaliteye ilişkin metodolojinin ideolojisine ait kavramlar, her açıdan tartışılması gereken ve her birinin kalite politikası içindeki yerinin önemi üzerinde ayrıca durulması zorunlu olan terimlerden oluşur. Bu zorunluluk, toplumların gelişimini her açıdan dinamitleyen ve toplumların –doğal gelişim seyrine etki edecek– potansiyel gücünü yok etmeye çalışan çok geniş kapsamlı bir saldırı politikası olarak üretilmiş kalite politikasının, deşifresi gereğinden doğar.
Kalite politikasının yayılma hızının arttığı ’90 sonrası ile ’90 öncesi emperyalist ekonomilerin örgütlenme modelleri arasındaki fark yeterince görülemezse, kalite kavramlarının insanları bağlayıcı ve şaşırtıcı etkisinden kurtulmanın olanağı da azalır. Ki, bugüne kadar, bu politikanın yayıldığı süreçte, sağ ya da sol tüm kesimlerde ideolojik kuşatma görevini, hemen hiçbir önemli muhalefetle karşılaşmadan sürdürebilmiştir. Bu açıdan, sol muhalefetin kullandığı sloganlara sahip çıkan ve onları, içini boşaltarak, yeniden tanımlayarak, kendi kapsamına alan bir ustalıkla işlendiği görülmektedir. Örneğin, “katılımcılık”, “paylaşımcılık”, “endüstriyel demokrasi”, “eşit işe eşit ücret”, “üreten biz, yöneten de biz olacağız”, “çalışmayan yiyemez” gibi sloganlar, sola ait sloganlar olmakla birlikte, kalite politikasının ana kavramları olarak, yeniden ele alınır ve bu politikanın içeriğinde, tek ve aynı vizyonun parçaları haline getirilir. Hatta, bu nedenle, kalite politikasının ideolojisini yayanlar, ona ilk inananlar, genellikle eski solcular olmaktadır, çünkü onlar bu işe inandırıldığında, vizyona ilişkin ideolojiyi daha rahat propaganda edebilmekte ve yayabilmektedirler. Bu nedenle, TKY, sosyal demokratların ve bazı sol kesimlerin (özellikle sendika ve meslek odaları yöneticilerinin) önemli gayretleri ile üretime sokulmuştur.
Metodoloji olarak TKY, ISO standart örgütlenme ve bu standart içinde ayrıntıda incelenerek açılımı yapılabilen kurallar, prosedürler ve ideolojik politika biçiminde, tek merkezli bir örgütlenme ağını oluşturur. Her proje, prosedür, üretim, yönetim, dağıtım ve denetime ilişkin metotların biçimini, kurallarını yani standartlarını ayrıntıda oluşturur ve her parçanın bütüne ilişkin veya merkeze bağlı birer stratejini çizer. Merkez ya da merkezileşme ile, en küçük üretim biriminden başlayarak, kısımlar, işletmeler, ulusal ve uluslararası organizasyon bağlantıları içinde bütünlük oluşturacak bir iletişim ağının, tek bir metot ya da kalite yönetimi içinde yer alan belli kurallarla, “birbiri ile bağlantılı sürdürülmesi ve her aşamada denetiminin kolayca sağlanır olması” anlamında, örgütlü bir yapıdan söz edilmektedir. Hatta, insandan başlayan, “birey-aile-şirket-devlet-uluslararası tekeller” zinciri içinde bağın kurulması, sosyal ilişkiler ağının da bu kapsamda oluşmasının kuralları belirlenir. Böyle bir yapının gerçekleşir olup olmadığı daha sonra tartışılacaktır, ama özetle, kalite ideolojisinin olanaklı kılmaya çalıştığı “uyum programları”na ait terminoloji, yöntemler veya “uzlaşma teorileri” içinde, ortaya çıkacak sorunların çözülme şansının “nihai!” olmayacağı kesindir. Oysa, kalite yöneticileri, toplumda varolan çelişkileri çözeceklerini ve meydana gelecek sorunlara çare bulacaklarını, “sorun giderme stratejileri” ile ortaya koydukları yöntemleriyle ileri sürerler. Örneğin, her muhalif kişi ve kurumun, “terörist” kapsamında değerlendirilmeye alınmasının ve bunun, çok geniş kapsamlı bir “nüfus kayıtlarının otomasyon politikaları” içinde yürütülüyor olmasının altındaki gerçek de buradadır. Ki, hiçbir ülkede nüfus idareleri, özelleştirme kapsamına girmez. Ama, kalite yönetiminin otomasyon tekniğinin ilk ve en iyi uygulandığı devlet kurumu olarak kalır. İstatistik bölgelerine bölünmüş ve bölge kalkınma ajanslarınca denetlenen nüfus, “sorun” yaratmayacak kapsamda tutulur. “Kapitalizmin sonu olmadığı, sürdürülebilir olduğu” tezi, kalite teorisyeni Fukuyama’ya ait olup, “sürdürülebilir kalkınma” politikalarının da ana temasını oluşturur.
Dolayısıyla, kalite politikasının yapısal metot olarak, toplumları kontrol altına almaya çalıştığı (esnek üretim=kalite) teknolojisi, tekelci yeniden yapılanmanın genel siyasi stratejisi olarak şekillenmektedir. En alttan en üste kadar, idari ve yönetsel mekanizmalarda, varolan yapıları parçalayarak(desantralizasyon), üretim veya üretim-dışı ilişkiler arasına rekabeti ve ticari çıkarları sokarak, uluslararası merkezileşmenin, yani tekelci santralizasyonun önünü açan çalışmalar yapılır.
Kamu yönetimi ile oluşan KİT ve KİK-Belediyeler, sosyal güvenlik kuruluşları gibi eski yapıların yenileneceği bir teknoloji söylemi ile, özelleştirme ve esnetme politikalarının, aynı tekelci yönetimin eliyle yürütüleceği yapısal dönüşüm amaçlanır. Özellikle son günlerde, kamu yönetimi ve kamu personel politikalarıyla, hizmet sektörlerinde, ticarette, maliyede ve denetimde “teknolojik yenilik”lere ilişkin yerel ve bölgesel örgütlenmelerin politikasını da oluşturan bir örgütlenme modeli gelişmektedir. Kalite teknolojisine uygun, tekelci kapitalizmin yeni bir versiyonu olarak piyasaya sokulan model, kendine özgü deyim ve kavramlarla, projeci metotlarıyla, çeşitli kesimlerce yürütülen bir çalışmanın ürünü olarak “sürdürülsün ve yenilensin” istenir. Bu metodolojinin geliştirilmesine katılımın sağlanması, “katılımcı demokrasi” kavramıyla bütünleştirilir. Her devlet memuru, her işçi, kendi geleceğini karartan bu metotların bizzat “yöneticisi” ve uygulayıcısı olarak, gece-gündüz çalıştırılır, fazla mesaiye bırakılır. Çünkü teknolojiye ilişkin terminoloji, herkeste olumlanan bir etki yaratmaya çalışır. Veya, bu politik dayatmaya karşı bir mücadele, tutum, örgütlenme, kaliteye inandırılmış kitlelerce, bölünmeye uğrar. Örneğin, “az çalışanın az, çok çalışanın çok para kazanabilir”olması yönlü bir yönlendirme ve sürekli yürütülen kışkırtıcılıkla, “çalışmayan memur, benim sırtımda kambur” düşüncesi pekiştirilerek, kamu çalışanlarının arası açılır. Oysa, işyerinde kalabilmek için gece-gündüz çalışarak ve çok para alarak, diğer arkadaşlarının atılmasını sağlayan işçi veya memur, bir süre sonra kendini de sokakta bulur. Buna karşın, ortak mücadele etmesi gereken birliğin parçalandığını fark edemez. Rekabetçi-esnek iş ilişkileri, ücretler, çalışma saatleri, çalışma yerleri ve arkadaşlık bağları dahil her alanda deformasyon yayar.
Esnekleşmeyi yaymak için, kamusal kurum ve devlet aygıtının kamu yararına olan işlevlerinin ticarileştirilerek pazara açılması, “dikta rejimleri” yerine “demokratikleşme” getireceği savıyla işlenen bir ideolojik kuşatmaya gereksinim duyar. Tarihsel birikimin (özellikle sosyalist birikimin) getirdiği toplum yararına olan kurum ve faaliyetler, kalite kuralları içeriğinde değişime uğratılırken, bu kurumlara ilişkin yönetim şeklinin “çağdışı” kaldığı söylemi, yeni bir yönetim şekline ihtiyaç duyulduğu propagandası altında, TKY’nin “yönetişim” kavramı ile yenilenir. Halkların “yeniye ve yönetişime ihtiyaçları olduğu” şeklinde bir “yenilikçilik projesi” geliştirilir. Oysa, “yenilikçilik” (inovasyon) fikriyle, kurumsal işlevler parçalanarak, özelleştirilir ve piyasalaştırılır. Devlete ait, kamu mülkiyetindeki malların (her çeşit mal), özele, hatta uluslararası sermayenin talanına açılır olması, devlet yatırımlarının belediyelere, oradan da özel sektöre ihale edilerek, mal ve hizmetlerin üretimini ulusal-uluslararası sermayeye devredecek teşvikler, ’84 yılı kalkınma programlarından itibaren başlatılır. “Dünyanın değiştiği”, “insanların toplumsal ihtiyaçlarının da değiştiği” fikri, özelleştirme kapsamındaki veya dışındaki, tüm faaliyet alanlarına yayılır. “Teknolojik yenilik alma” ve “yeni teknolojilere ayak uydurma” politikası, “toplumsal fayda”ya dönüştürme gibi bir imajla birlikte ele alınır. Yenilenemeyen ya da bu “teknolojinin nimetlerinden yararlanmak” istemeyenlerin “hayat hakkı olamayacağı” bir dünya tanımlanır. Toplum yararına olan kurumları, “tekellerin yararına kâr merkezleri toplulukları”na dönüştürme politikasının, “toplumsal faydaya dönüştürülmesi” söylemiyle (fikriyle) sunulması, olayları ters-yüz etmede sınır tanımaz bir sahtekarlığı ortaya koyar.
Kalite felsefesi, ideolojik yanılsamalar bütünü olarak, toplumların, kitlelerin, insanların duygu ve düşüncelerinde geçmişten gelen birikim ve düşünce tarzlarını yeniden tarif ederek, değiştirerek, ona yeni bir şekil vermeye çalışır; “dünyaya açılma ve dünya vatandaşı olarak hür ve özgür bireyler olma, yüksek teknolojinin nimetlerinden yararlanma, bireysel mutluluğa ulaşma, mükemmeli yaratma ve yakalama, ihtiyaçlarını daha kısa zamanda ve daha kaliteli olarak temin etme, işyerlerinde daha sistemli bir üretimi yapabilir olma, daha kaliteli bir üretim yapabilme, ulusal ve uluslararası piyasalardan daha çok pay alabilme, daha verimli ve kaliteli bir işletmecilik modeli” vb. gibi pek çok kavram, geniş kapsamlı üretilen ve piyasalara sürülen, ideolojik temelli sanal bir dünya kurgusu ile karşılaşırız. Bu kurgu, toplumsal yapılarda yeniden şekillenme yaratmayı hedefler. Önce fikri olarak toplumu kazanma, ardı sıra kurallarıyla sımsıkı bağlama, tekelci örgütlenmenin yeni açılımı olarak işlevini yürütür.
Kalite politikasının dayanağı olan metodolojinin felsefesine dair açılımların, ilk kalite felsefesinin kurucu ve lideri Deming’ten ve ardıllarından (Fukuyama, İshikava, vb…) “Deming Öğretisi” olarak alınarak geliştirildiğini görürüz (14 temel kural). Oradan gelen fikri oluşumun içindeki bu kavramların ne anlama geldikleri ve neyi amaçladıkları üzerinde biraz daha ayrıntılı durmak üzere, bu yazımızda ve bundan sonraki sayılarda da devam edecek bir terminoloji sözlüğü oluşturmayı amaçlıyoruz. Bu kavramların bazılarını teker teker ele alarak, aralarındaki bağı kurmaya çalışacağız. Gerçi, her bir açılımın, daha geniş bir kapsamda ve özgüle ilişkin tartışma yaratabilir olduğu göz önüne alınarak, bu yazıların da, özet bir başlangıç olacağını söylememiz gerekir.
KALİTE FİKİRLERİ= KALİTE BOMBALARI
TKY, siyasal bir örgütlenme olarak, toplumların, önce ideolojik olarak kazanılmasını sağlamaya çalışır. Bunu kalite felsefesi ile yürütür.
Kalite felsefesi, TKY uygulamalarının önceli olarak yaygın bir propaganda ile başlar. Sonra metodolojisi, eşzamanlı olarak kurum veya işletmeye uyumlu adımlarıyla birlikte yaygınlaştırılır. Eğer kurum veya işyeri çalışanları kaliteye ikna edilemezse, uygulanma şansını baştan kaybeder. İkna olmayan hiçbir kişi veya kurum, TKY’nin uygulanmasına izin vermez. Bunu bilinçsizce bile yapsa, kalite sistemini tıkar, gelişimini engeller. Ama bu felsefe, insanların her şeye ikna edilebilir olduğunu, her gün geliştiren bir teknoloji olarak üretildiğini iddia eder.
“İnsanlar, güzel şeylere layıktır” cümlesi ile başlayan her düşüncenin arkasında, “bu güzelliklere karşı çıkılmaz” dayatması vardır. “Bu teknoloji, çok güzel bir teknolojidir”e herkes inanmalıdır. Ardından, “insanlar, kaliteli ürünlere layıktır” gelir.
Kalite felsefesi, insanoğlunun bugüne dek tarihsel gelişim süreci içinde birikmiş tüm düşünce, duygu, özlem, ütopya, bilimsel ve teknolojik birikiminin, dünya tekellerinin yararına kullanmak üzere, perdelenmesi, görünmez kılınması ve yönlendirilmesi amacıyla üretilmiş kavramlardan oluşur. Toplumda bir “kalite” fikrinin ortaya atılması ve ardı sıra kalite etrafında bir fikir örgüsünün sıralanması biçiminde geliştirilen bu ideoloji, “küresel kültürlerin sentezi” biçiminde ifade edilen bir platformda, bir tekelci egemenlik aygıtına dönüşür. Aynı zamanda bu etkisiyle, toplumda geniş bir kültür erozyonu oluşturur. Gerçek dünyanın algılanmasını zorlaştırmaya yarayan bir kurgu dünyası yaratır. Bu anlamıyla yıkıcı ve dağıtıcı etkisinin yayılması, toplumsal olaylara ve gidişata etkisi, tahminlerin de üzerinde olacaktır, diye bakılır. Dolayısıyla dünya halklarına ve ilerici toplumsal dinamiklere tehlikeli ve tahrip gücü yüksek bir bomba etkisi yapacaktır. Ki, kalite felsefesi içinde kullanılan kavram ve deyimlere, kendi ideologları, “kalite bombaları” adını vermektedir. Güncele ilişkin yeni türevleriyle birlikte bu fikir bombaları, sürekli yenilenerek üretilir.
Kalite felsefesinin ve politikalarının yayılmasında, kalite eğitimlerinin önemi büyüktür. Bu nedenle, her üretim veya faaliyet alanında kalite eğitimlerine özel bir önem verilir. Hatta sisteme ilişkin “yeniden yapılandırma”nın temelinde “eğitim politikaları” öncelik kazanır. “Kalite eğitimi” kavramı, bizim algıladığımız eğitimi değil, sanal bir dünyanın algılanması üzerinde şekillenen bir eğitimi anlatır. Her alanda yeniden yapılandırma, bu eğitimlerle verilen kalite ideolojisinin üstüne oturtulur. Kuşkusuz son derece insani olan, ancak kalite felsefesinin hareket noktalarından bir fikre dönüştürülen “insana önem verme” üzerinden; insanı eğitme, insanları kalite fikrine ikna etme ve uygun davranış göstermesini sağlama vb. gibi etkileriyle, toplumun, dayatılan, ama kabul göstereceği bir yönelişe boyun eğmesi hedeflenir. “Etkili iletişim” ve “etkili yönetişim” dersleri veya kursları, bu ihtiyacın ürünü olarak yaygınlaştırılır. Kalite eğitimlerinin sürdürücüleri, önce kendini ikna etmede, sonra da girdiği toplumda veya işyerinde insanları ikna etmede ustalaşmış uzmanlar ordusu yetiştirmeyi amaçlar. Ama toplumda, mühendisler, işletmeciler, yöneticileriyle vb., özellikle parçalara bölünmüş, küçültülmüş, her gün artan sayıda çoğalan işletmelerdeki idareciler ordusunun eğitimi çok kolayca yürütülemeyecek kapsamdadır. Üniversitelerde, kalite dersleri ve kısımları açılarak, yeni bir kuşak bu alanda yetiştirilmeye çalışılmaktadır.
Kalite eğitimlerine başlarken eğiticinin amentüsü; “değişen dünyada…” diye başlayan sözleriyle ifade edilen fikirsel kuşatma kavramıdır. Bu nedenle, ilk kavram açılımına, “değişim” veya “değişen dünya” terminolojisi ile ne amaçlandığını tartışmaya açmakla başlayalım.
“DEĞİŞİM” NEDİR? NASIL SUNULUR?
Antikçağ Yunan düşünürlerinin en eski ve en parlak zekası olarak bilinen Herakleitos; “Aynı ırmağa iki kez girilmez” demiştir. “Her şeyin, her an değişebilir” olduğunu, değişimin, yaşamın sürekliliğinin ayrılmaz bir parçası olduğunu ilk ortaya atan Herakleitos felsefesi, “sürekli akış öğretisi” olarak bilinir. MÖ. 500’lü yıllarda yaşayan bu düşünür, Aristo, Platon, Dekart, Hegel, Nitsche, Marks, Engels gibi ardıllarının düşüncelerine önemli katkılarda bulunmuştur. Tarihsel materyalizmin temellerinin de, değişim-çatışma ve evrensel uyum üzerine söyledikleriyle ilk adımlarını atan düşünür olarak, “özdeğin kendiliğinden devimselliği, devim ve değişmenin çatışmalarla gelişerek sürekli bir oluş halinde bulunduğunu…” söylerken, “varlık, bu sürekli devimden ayrılamaz, ne var ki, bu öz’ü ve gerçek’i ancak bilgeler görebilir, bilge olmayanlarsa biçim ve görünüşe aldanırlar”der. Marks ise; “Nesnelerin görünüşleriyle özleri aynı olsaydı, bilim olmazdı” der. Ve şu örneği verir: “Suya daldırılan bir çubuk, kırık görünür, ama gene de bir çubuktur ve bağlı olduğu nesnel gerçeklikten ayrılamaz. Bilimin görevi, nesnel gerçekliğin nasıl belirdiğini açıklamaktır.”
Kalite felsefesi içinde değişimin oynadığı rol, değişim adına ortaya konulan 2.500 yıllık bilimsel gerçeğin çarpıtılmasıdır.
Dünya, elbette ki, sürekli bir devingenlik durumu taşır. Değişen şeyler, kalite kavramı içeriğinde, süreklilik veya sürdürülebilir olarak, “kapitalizmin nihai olarak varolacağı” tezine dayanak yapılır. Dünya değişir, ama kapitalizm değişmez.
Değişim rüzgarları olarak, yeniden dünya düzeni kurduğunu iddia eden tekelci kapitalizmin karşımıza çıkardığı felsefe ile, eski Yunan ve kapitalizm çağının diyalektik maddeci düşünürlerinin açımladıkları tezler arasında, hiçbir biçimsel veya öze ilişkin ortak yaklaşım ya da benzerlik aramak mümkün değildir. Çünkü, sermaye ve kâra dayalı bir sistemin her koşulda süreceği iddiası ile, nesnel çıkarları sosyalist sistemde olan halkların toplumsal değişim potansiyeli, bugünkü değişim formülasyonu kapsamından çıkarılmış, tekleştirilmiş bir ideye dönüşmüştür. “Kapitalist sistem nihaidir!” Ama toplam kalite yönetimi mucitlerinin her sözlerinde ve işyerlerinde yürüttükleri her kalite eğitiminde, üstüne basa basa “değişim”den söz etmeleri, “dünyanın değiştiğini” söylemeleri, değişim kavramının içeriğini boşaltarak, ona kapitalistçe anlamlar yüklemeleri, “ücretli emek”in düşüncesini ve davranışını etkilemek üzere bir baskı oluşturmayı amaçlar. Evet dünya değişmiştir, ama zaten dünya her gün, her saat, hatta her saniye değişir, bu değişimden kastedilen nedir?
“Dünyanın değiştiği” fikrinin kapitalistçe kullanımı, toplumsal mücadele alanında, ücretli emek ile sermaye arasındaki çelişkinin uzlaşması üzerinde ilerleyen yönü temel almak, ya da “değişim”i, bu alana ilişkin tarihin saptırılması amacına hizmet eden bir kavram olarak öne çıkarmaktır. Diğer yanı ise, yok saymak ve engellemek. “Değişim” kavramını kapitalistlerce bu denli önemli kılan, onları korkutan; tarihin durdurulamaz ilerleyişini ve bu ilerlemede, toplumların iç yapısında var olan ve gelişen çelişkilerin, zorunlu bir değiştirme potansiyeli oluşturacağı gerçeğinin yaratacağı gerçek değişimdir. Bu gerçeği saptırarak, kapitalizmin çelişkilerinin artışına karşı, önlenebilir olan “durmak bilmeyen etkileri olacak” bir metodoloji ile, “sürdürülebilir” ve “denetlenebilir, “yeniden düzenlemeci” bir kapitalist sistem kurma iddiası, halkları kandırma arzusundan öte bir anlam ifade etmez. Ki, Toplam Kalite Yönetimi, dünyanın her alanında yeniden paylaşımı ve kapitalist kârların önünde engel olacak tüm işlevsel kurum ve ahlakı, düşünceyi, temelinden ortadan kaldırmayı hedefler. Yani bir anlamda, toplumsal gelişime, düzensizlik ve denetimsizlik olarak dönecek bir kaosu kışkırtarak, müdahale eder. Bu açıdan da, toplumsal değişimi daha çok zorunlu kılar. Ama kalite felsefesi ve kalite eğitimlerinde ileri sürülen iddialar, “eski sistemin bozuk olduğu, yeniden düzenlenmesi (değiştirilmesi) gerektiği” fikridir. Bu düzenlemenin de, esnekleştirmeden geçeceği iddiasıdır. Ve aynı zamanda, bu süreçte, esnekleştirme içinde daha fazla artacak olan iç çelişkilerin artan yoğunluğu nedeniyle ortaya çıkacak “krizleri önleyeceği” tezidir. Ki, bu anlamıyla kalite yönetimi, aynı zamanda kriz önleme yönetimidir. Çünkü, esneklik, emek-sermaye çelişkisini, esnek bir süreçte, emeğin daha fazla sömürüsü üstüne inşa ederken, alabildiğine artırır. Bununla da kalmaz; desantralizasyona uğrattığı kurum ve işletmelerde ortaya çıkan küçük-orta-büyük sermaye arasındaki çelişkileri de devasa artırıcı etki yapar. Ve buna bağlı olarak, gelişen toplumsal mücadelenin şiddetinin de katlanarak artma eğilimini kışkırtır. Bu gidişatın önüne dikmek üzere, perdeleme görevi görecek supaplar ve fikri birliği bölecek yöntemler geliştirmeye çalışır ki, kalite felsefesi ile, bunu başaracağına inanmak ister. Düşünce ve davranışlarda değişim yaratacak bir fikir etrafında eğitim ile, sürekli artıracağı toplumsal çelişkiyi hafifletmeye yönelik bir felsefe ile, kavramları çarpıtarak, güncel olaylara daha etkin müdahale edebilir duruma gelmeye çalışır. İddia budur, ama bu, asıl gerçeği değiştirmez. Yenidenciler, “etkili iletişim” ve “etkili yönetişim” kavramlarıyla bu amacına ulaşacağını iddia eder. “Etkili yönetişim”, demokratikleşme kavramının vizyonu içinde de kullanılır. “Kaliteli yönetim, katılımcıdır” tezi ile ifade ettiği bir başka iddianın da temelini, kontrol etme ve denetleme, hakimiyet kurmada “etkin bir iletişim ve yönetişim”! fikri oluşturur. Oysa, iletişimin ve yönetişimin kullanılma biçiminde, uygulamada ortaya çıkan tezatlar ve çarpıklıklar, herkes tarafından, en kısa sürede kolayca görülür; ve, bu propaganda, gücünü kanıtlamaya çalışan büyük sermayenin çok yönlü saldırıları olmadan çözülemeyecek kadar derin çelişkileri bağrında taşır. Bu yüzden, kalite yönetiminin yumuşak karnı savaşların vahşetinde saklanmıştır.
Lenin; “Tımarhaneden veya idealistlerin okullarından çıkmamışların, ‘gerçek’ dediklerine, idealistlerin gerçek-dışı demeleri kadar olağan bir şey yoktur” (Proletarya Kültürü) der. Bu doğru tanımlama, en çok da kalite felsefecilerinin çok iyi değerlendirdikleri ve kendi çıkarlarına kullandıkları bir tanımlamadır. Ve her fırsatta ve her alanda, işyerlerinde, okullarda, belediyelerde, hastanelerde, TV programlarında, kalite panellerinde, çeşitli kongrelerde, afiş ve panolarda, gazetelerde vb. vb. her mekanda, “kaliteli bir değişim”den, bunun ilk adımı olarak da, “kaliteli bir eğitim” anlayışından söz ederler. Kalite idealistleri, halkı, kendi okullarında eğiterek, gerçek-dışı bir felsefeye ikna etmeye çalışırlar. Her gün ve her saat, hatta her işin yapılışında “kaliteli bir değişim”in önemi üstüne vaaz verirler. Dolayısıyla, her konuşmalarında ve işletmelerde yürüttükleri kalite eğitimlerinde, güncel politik propagandalarında, gerçek-dışı bilgileri ve kavramları, işçi ve emekçilere “bilimsel değişim ve gelişim” olarak dikte etmek, sadece bir eğitim olarak değil, aynı zamanda, algılamaları ve öğrenmeleri gereken, hatta işsiz kalmamaları için zorunluluk olarak dayatılan bir baskı unsurudur. Hatta küçük ve orta ölçekli işyerlerinin işletme sahiplerine, “ayakta kalmanın tek yolu”nun “kalite teknolojisi ve eğitimi almak” olduğu konusunda (ISO standardı alma zorunluluğu, bu baskının bir unsurudur) kıstırma operasyonları sürdürülmektedir. ISO veya CE alma zorunluluğu, ki, “Uygun Ürün Yasası”, “AB’ye uyum”, “Kamunun Yeniden Yapılandırılması”, “Devlette Kalite”, “Kamu Reformu” vb. gibi politik adımların kavramları olarak, kurumların ve şirketlerin piyasalara açılması, bu eğitimlerle sağlanmaya çalışılır. ISO ve ona bağlı olarak yenilenen tüm standartlar, bu arada TSE standardı da, tekellerin yasaları olarak üretilen bu metodolojinin kuramlarını, yani felsefesini yürürlüğe sokar.
Dünya üretiminde tek bir standart yaratmak üzere geliştirilen bir teknoloji, aslında ilerici ve teknolojik bir yenilik olabilir, ama, bu teknolojinin yaratmaya çalıştığı esneklik uygulamaları ve aşırı sömürüyü perdelemek üzere yürütülen politikanın gericiliği, bu teknolojinin de gerici rolünü öne çıkarır. Örneğin, “yerelleşme” kavramıyla birlikte daha geniş ele alınacak bir söylem olan, “yerelleşmeye önem vermek”le, yerelleşme öngörüsünün, daha çok politik ve toplumsal devrim dönemlerine (ve hemen sonrasına) ilişkin ortaya çıkan halk örgütlenmelerine benzediği iddia edilir. Ama toplumsal ve siyasal içeriğinden koparılıp, ayrı, bağımsız, sadece teknik bir örgütleme metodu olarak görüntülenir. Ancak işçi ve emekçilerin, kapitalistlere karşı ayaklanma dönemlerinde ortaya çıkan sınıflar arası dengede, yerel yönetimlerin sağlayacağı demokratik yapının, tam liberasyona uğrayan bir kapitalizmin sorunlarını da çözebileceği iddiası, sadece bir yanılgı yaratma amaçlıdır. Halka hizmet ve halkın taleplerine uygun üretime, belediye hizmetleri olarak ortaya çıktığı 350 yıl öncesine ait yapıların (yol, su, elektrik, kanalizasyon, park-bahçe, çevre vb.), eşit-ucuz-genel üretimine darbe vuran bir özelleştirme, “yerelleşmenin demokrasisinde” savunulur ve yeniden yapılandırılır.
Böylece, tekellere kayıtsız-şartsız boyun eğme ile birlikte, tüm alanlara yayılımı için zorbalıkla yürütülen bir teknolojinin, yararından çok zararı ortaya çıkar ve herkes bundan zarar görür. Piyasa kurallarının acımasız rekabeti içinde oradan oraya savrulan kitleler, toplu işçi ve kamu emekçileri kıyımları ile birlikte, bu teknolojinin üstünlüğüne inanmaya zorlanır.
“Tekellere ve tekellerin yasalarına uyum” olarak değerlendirilmesi gereken bir süreç, “uzlaşma içinde kapitalist sürdürülebilirliğe ve şeffaflığa, bilgiye ulaşma” gibi kavramsal çarpıtmaya tabi tutulur. Bu, aynı zamanda, “AB’ye uyum” süreci olarak lanse edilmektedir. Çünkü AB demokrasisi, halen eski kazanımların sürdürüldüğü bir sosyal güvenceler sistemine sahipmiş gibi gösterilir. Oysa, 15 yıldır dünyada yayılan kalite politikasına maruz kalan AB ülkelerindeki emekçiler, çok daha derin izler bırakan bir vahşi sömürü sürecine, diğer ülkelerle birlikte girmiştir. Bizde, AB demokrasisi üzerine söylenenlere bakılırsa, ona olağanüstü bir demokrasi atfında bulunanlar, gerçekleri görmek isteyenlerin önüne çeşitli bahaneler sürerek, yanıltma taktiği uygularlar. AB’ye uyumla ABD’ye uyum arasında fark varmış gibi algılanma yaratılır. AB’nin, emekçiler cephesinde, ABD emperyalizmine karşı bir barikat görevi göreceği beklentisi yaratılır. Bu beklentiyle, emek mücadelesi bölünmeye uğratılır. Kalite felsefesinin mantığında yatan, toplumu, sınıfsal çıkarlarına veya bağlı bulundukları tarihsel geçmişine ilişkin ekonomik ve sosyal yapılar içindeki aidiyetine göre bölünmüşlükten “kurtarmak”, yeniden yapılanan bir üretim sürecinde geçmişle bağlantısını koparmak, bununla birlikte sınıfsal birlikteliğini de, geçmişteki birikimiyle birlikte dağıtmak olan bir sürece itmektir.
Dolayısıyla, kültürel ve ideolojik olarak suni bölünmelerle başlayan süreç, ekonomik ve kurumsal desantralizasyon’la sürdürülürken, aidiyetsiz ve ulusal-sınıfsal, veya kurumsal çıkar ve bağımlılık kültürünü ve ahlakını değişime uğratır, dejenere eder. Böylece, önce “eğitici” bir kültürel değişime uğratma ve birlikte ekonomik süreçlerde esnek üretim ilişkilerini geliştirme, ardından dünyayı algılama, yani felsefesini değişime uğratma faaliyetlerinin bütünü içinde, sürekli-( devingen) bir eğitim, “ yaşam boyu eğitim” politikası olarak yürütülür.
SOSYALİST TEKNOLOJİ VE KALİTE TEKNOLOJİSİ ARASINDAKİ FARK
Yeni bir düzen ve sistem kurduğunu iddia eden tekelci kapitalizmin “değişim”e olan ihtiyacı, ideolojisi ve politikası ile, sosyalizmin yaşandığı döneme ait bilgi ve teknoloji kullanımını, emek örgütlenme yöntemlerini çalarak, ve çarpıtarak, “varlığını sürdürebilir” olmaktan gelir. Kalite ideologlarından Deming’in öğrencisi Fukuyama, ’90’ların başlarında, bu yönelişe, “biz sosyalizmi kapitalizme eklemleyerek, mükemmel bir toplum modeli yaratacağız” diyerek start vermeye çalışmıştı. “Eklektizmin mükemmeliyeti”, postfordist kültüre de yansır. Dolayısıyla, “sürdürülebilir kalkınma modeli” olarak piyasaya sürülen politikalarda, temel alınan ekonomi-politik dayanak, Sovyet yönetiminin revize edilmesiydi. Ve “mükemmeliyet”, sosyalist üretim modeli içinde kullanılan bir argümandan çalınmıştır. Ama, Sovyet yapısını çalarak ve çarpıtarak kopya ettiklerini söyledikleri metotlarında, sosyalist devrim çerçevesinde geliştirilen emeğin örgütlenme yöntemleri ve teknik temelinin –teknolojinin üretime uygulanmasının– bir kısmını oradan kopya eder ve benzerini, “değişim” veya “yeni bir dünya düzeni yaratacağız” iddiasıyla ortaya çıkarırken, “teknolojik devrim” yaptıklarını söylüyorlardı. Bu anlamıyla “teknolojik devrim”, sosyalist devrimin uygulamalarının ucube bir kopyasından başka bir şey değildir.
Bu “devrim”, “önce, teknolojide devrim” olarak, geniş bir propaganda ile piyasaya sürüldü. Bu propaganda, devlet erkanının her TV konuşmasında ve reklamlarda –örneğin Arçelik reklamlarında– ve diğer pek çok yayın ve eğitim programlarıyla devasa boyutlarda yürütüldü. Oysa, Türkiye’de ilk kalite politikası uygulayıcılarından (Mersin Şişecam fabrikasında) Prof. İbrahim Kavrakoğlu’nun deyimi ile; “Toplumlar, küçük kâr merkezleri toplulukları haline gelecektir” biçiminde formüle edilen bir toplumsal model, Sovyet yapısından yola çıkarak oluşturulmuş bir Deming Öğretisi”nin temeliydi. Ama Sovyet yapısı ile, kalite yönetimi altında merkezileşmesi beklenen küçük ölçekli sayısız işletmeler haline dönüşüm sürecindeki “demokratikleşme” yapısı, birbiriyle uzaktan yakından ilgisi olmayan iki farklı yönetim tarzıydı. Ana firmalar etrafında örgütlenen KOBİ’lerin örgütlenme biçimi ile Sovyetik örgütlenme biçimi arasındaki fark, iki sisteme ilişkin tüm farklılıkların, apaçık çelişkileriyle birlikte ortaya çıkmasını koşulluyordu. En genel ve keskin ayrım noktaları ihmal edildiğinde bile, yerel Sovyetler şeması, tekel merkezli üretimin dünya ölçeğinde hegemonya kurmasının yerel modelini oluşturmaktan çok uzaktır. Çünkü, öngörülen modelin vizyonuna uygun olarak uygulanabilir olmasını, hayal etmek bile olanaksızdır.
İki sistem arasındaki temel ayrım ise, diyalektik yöntemler ile idealist yöntemler arasındaki fark gibi, iki farklı dünya arasındaki felsefeydi. Örneğin; Kalite yönetiminin demokratik katılımcılığı ile, Sovyet yönetiminin demokrasisi içindeki katılımcılık arasındaki sınıf ve dünya farkı, kalite eğitimleriyle giderilebilecek sayılıyor; ikna kabiliyeti yüksek, yetenekli uzmanlarca yürütülecek geniş kapsamlı bir fikri kazanımla, bu fark kapatılsın isteniyordu. Sosyalizm ile kapitalizm arasındaki farkın ayrıntısına girmek, burada gereksiz; ama ana hatlarıyla, çizilen kalite fikrinin taşıdığı terminolojinin içeriğini (sosyalist terminolojiden çalıntı olanlarını) algılamada yardımı olacak, esasa ilişkin birkaç noktasını hatırlatmak gerekirse;
1- Sovyetlerin, halkın ihtiyaçlarına ve merkezi plana göre oluşturduğu toplumsal üretim ve diğer politikalarının içeriğinde kâr gütmek gibi bir amaç yoktu. Dolayısıyla sömürüyü ortadan kaldırma ve hakça paylaşım hedefi ile, tüm Sovyet politikaları ve toplumsal üretim tek bir birlik (SSCB) içinde toplanırken, denetim de halk tarafından yapılırdı.
2- SSCB’nin, kendi halkının ihtiyaç ve çıkarlarını esas alarak uyguladığı sosyalist politikaların, dünya halklarının yararına da uygulanma olanağı yaratması gibi bir hedefi de vardı. SSCB, sömürünün ortadan kalkması ve hakça paylaşımın yaratılması için, sadece kendi halkına değil, tüm dünya halklarına da yardım eli uzatıyordu. Ve tüm dünya ülkelerine de hem teorik hem da maddi destek veriyordu.
Buna benzer bir yardımın, Birleşmiş Milletler (BM) eliyle yapılan “dünya yoksullarına yardım kampanyaları”nda benzer yanını aramak boşuna bir çaba olmalı. Yine Dünya Bankası (DB)’nın “yoksullara yardım” fonlarıyla yürüttüğü politik manevralarla da arasında herhangi bir benzerlik aramak gerekmez.
Dolayısıyla, TKY politikalarının sağladığı olanaklarla, tekeller, dünya halklarını daha çok sömürmek ve ülkelerin doğal kaynaklarına daha çok el atmak üzere, sahte ve gerçek olduğu kadarıyla da yıkıcı bir “yardım eli” uzatıyor. Ve, tüm dünya ülkelerindeki üretimi, tekellerinde denetime alma üzere örgütlüyorlar. Sadece bu basit iki ayrıntı ele alındığında bile, sosyalist ve emperyalist politikalar arasındaki temel farka ilişkin pek çok şey görülebilir. Bir yanda tekellerin kâr güdüsü, diğer yanda halkların çıkarları. Bir yanda belirsiz bir piyasa, diğer yanda planlı halk ekonomileri. Bir yanda marka kültürü (bireycilik), diğer yanda proletarya kültürü (kolektivizm), vb. vb.
TKY, esnekleşmiş bir piyasa ekonomisinin, “daha fazla kâr” güdüsüyle hareket eden, dizginlerinden boşanmış bir kapitalizmin yeniden örgütlenmesini tarif eder. Buradaki sosyal politikaların, Sovyet benzeri bir kalite politikasına uydurulmaya çalışılması ve bazı kavramların oradan alınmasının, “vahşi kapitalizm”den başka bir şey olmayan bugünkü emperyalist kapitalizme ilişkin düzensizliğin üstünü örtmeye yönelik olduğu görülür.
SOSYALİZASYON POLİTİKALARI İLE KALİTE POLİTİKASI ARASINDAKİ FARK
Sosyalizmden etkilenen ve SSCB’nin gücü karşısında halkına tavizler vermek zorunda kalan Avrupa ülkelerinde, ’90’lara kadar uygulanan sosyalizasyon politikaları ile TKY çerçevesinde yürütülen politikalar arasında da önemli farklılıklar vardır.
Değişimden ve dünyanın değiştiğinden söz eden kalite felsefesi, geçtiğimiz yüzyıla damgasını basan bir sosyal devrimin izlerini, diğer ülkelerdeki etkilerini, hatta –biçimsel olarak kopyaladığı– üretim yöntemlerini “tedavülden kaldırmak” üzere, üretimden başlayarak, tüketimin, sosyal yaşamın, devletin, hatta aile ilişkilerinin dahi değişime uğrayacağı bir yönetim modelini tanımlar. Buna karşın, sosyalist devrime ilişkin kavramları kullanır.
Örneğin, “sosyalist devrim, enternasyonalisttir”. Yani tüm dünya ülkelerindeki halkların kardeşliği ve emekçilerin dayanışması sloganı etrafında örgütlenir. Kalite yönetimi, bu sloganı, fikri bir argüman olarak kendi felsefe ve politikasına katar. Kendine uygun bir entegrasyon fikri yaratır. Tüm dünyadaki üretimin tekelleşeceği bir üretime adapte eder. Ülke vatandaşlığından dünya vatandaşlığına geçileceği söylemini, sınırların olmadığı veya herkese açık pazarların oluşacağı bir dünya vatandaşlığı kimliğiyle hareket eden vizyon fikrini yayar. Ve bu tek dünyada birleşmenin demokratikliği üstüne ikna edici bir söylem geliştirir.
Kalite yönetiminin yaratmaya çalıştığı bu tekelci yapılanma, “Sovyet yapısından nasıl çalınır; bu yapıya nasıl benzetilmeye çalışılır?” diye bakarsak; SSCB’de sosyal kurumlar ve üretim sistemi, Sovyetler tarafından demokratik olarak yönetilir. Bu demokratik yapılarda belirlenen ihtiyaçların üretim planları, sosyalist devletin ortak-genel kalkınma planını oluşturur. TKY’nin iddiası da, üretimde planlamanın ve yönetimin, halka, yani çalışana açık ve katılımcı olarak yapılacağı bir yönetim biçiminde olacağıdır. Bu yönetimin, her kesimin katılımı sağlanarak yürütüleceği ve uluslararası planda da uygulama şansı olacağı iddiasıdır. Bu nedenle kalite politikası, çalışanların da katılacağı bir politika olarak düşünülmesi ve ikna edilerek kanıksanması gereken bir ideolojiyle, Sovyetlerdekine benzetilmeye çalışılmıştır. Bu benzetme, kamu yönetimini benimseyen Keynezyen politikalarda da öne çıkan bir iddia ve yönetim şekli olarak, feyz alınan modeline (Sovyet) uygunluk taşır. Hatta, devletçilik politikalarını benimseyen ülke yönetimlerinde uygulanan sosyal kurumlar, bu kurumların yönetimi olan sosyalizasyon politikaları; bu yapıyı örnek alan kamu yönetimi olarak şekillenmişti. Devlet kurumu olarak, devlet merkezli tekelleşmeye bağlı örgütlenen sektörel yapılaşma modeli, kuşkusuz burjuvazinin egemen olduğu, ama halkı bütünüyle dışlamayan/dışlayamayan bir nitelik taşımaktaydı. Böyle bir yapı, ülke çıkarlarının diğer ülkeler karşısında korunmasını da içeren ulusal ekonomisiyle, halkçılık, ulusçuluk, bağımsızlık gibi kavramları kullanarak, öyleyse halka belirli tavizleri de içererek devlet politikalarına yön vermekteydi. Örneğin devletçilik, Türkiye’de Anayasa’ya geçen bir ilke olarak benimsenmekteydi. Böyle bir yapı, halkın ihtiyaçları bütünüyle dışlanmadan ülke üretiminin planlanmasının da olanaklarını yaratıyordu. Kapalı ekonomiler olarak, TKY tarafından yadsınan bu yapıyı dünyaya açmak, emperyalist sermayenin yeni yönelişi açısından gerekli olmuştur. MGK toplantısında Cumhurbaşkanı’nın fırlattığı Anayasa kitabı, bu değişimin en pratik göstergesi olarak örnek verilebilir.
Ulusal ekonomi politikaların nisbi bağımsızlığı ve planlı bir kalkınma ya da üretim politikası sağlayabilir olması, tekelci kârların ve sermayenin rahat dolaşımının engeli olarak görülmekteydi. Uluslararası sermaye, tekeller, devletler eliyle merkezileşmiş üretim ve kamu kurumlarının tekelinde oluşan sermaye birikimine ulaşmada, bir takım zorluklarla karşılaşıyordu. Mal ve para ticareti, gümrük anlaşmalarıyla, ancak ikili görüşmeler üstünden, devletten devlete yapılabiliyordu. Hizmet, genelde kamusaldı vb. Ve tekeller, böyle sosyalizasyon politikalarının, “kârın artışına, sermayenin serbest dolaşımına engel olduğunu”, “halkçı politikaların demodeliği” sözlerinin ardına sığınarak propagandaya başladılar. Hatta, devletçilik-ulusçuluk kavramlarını “çağ dışılık” olarak lanse ederek, bunun yerine, “modernizasyon” politikalarını hayata geçirecekleri “modern ve çağdaş bir dünyanın herkese refah sunacağı” propagandasına başladılar. Buna göre, devlet kapitalizminin olduğu ülkelerde, sosyalizasyon politikalarının etkisindeki yönetim ve üretim modeli, diktatörlüklerle yönetiliyordu ve yeniden gözden geçirilmeliydi. Sermayeye “özgürlük” gerekliydi. “Tek tipleştirilmiş ürün ve sosyal ihtiyaçlar”, bunlara ilişkin “tek çeşitli üretim”, üretim modeli, kültür vb. ile birlikte, dünyayı algılama değişmeliydi. Üründe, kültürde, imarda, eğitimde vb. “çok çeşitlilik” olmalıydı.
TV’de “Supersonik şeker” reklamında olduğu gibi, üretimin de, bu “çok seslilik”e, “çok çeşitliliğe” uygun üretim, “talebe göre üretim içinde” şekillenmesi propaganda edilir. Bu reklamın amacı, diğer ürün çeşitliliğine de örnek alınacak, çok kültürlülüğün sesi olarak görülebilir; bir şeker reklamında “senin sütünü, benim portakalımla kaynaştırıverince, supersonik bir ürün elde edeceğiz” ifadelerinde, bu çok sesliliğin, “mükemmel bir uyum sağlayacağı” dile getirilir.
Ya da, Irak’a asker gönderecek ülkelerin ordularından karma oluşturulacak “çok uluslu tümen” hazırlama girişimi de, “çok çeşitlilik” kültürü altında yürütülen bir kalite politikasıdır.
Veya, Hitit Rallisi için “Hitit, Kralını arıyor” başlığı ile verilen Milliyet gazetesinin haberinde, otomotiv markaları arasında yapılacak yarışta, en şanslı adayı, Ford Hazırkart Rally Team olarak gösteren haber sunumu; “Hitit ülkesinin kralının da Ford (ABD) olacağı ve bunun hazırkartla, yani çip teknolojisinin de kralı olan bir teknolojik üstünlükle elde edileceği” yorumuna açık, ama üstünlüğün özellikle otomotivde ABD’de olacağına ilişkin psikolojik bir motivasyon politikası yürütüyor. Buradaki Hitit ülkesinin Türkiye olduğuna dikkat çekmek gerekir. (19 Eylül 2003 Milliyet gazetesi)
Yeni Dünyacılar, düzeni bu kavramlarla ve metotlarla değiştirirken, sosyalist devrimle ilgili tüm sosyalist kültürü, eğitimi, ahlakı, davranış ve düşünüş biçimlerini de, formatlarını değiştirerek, kapitalistçe yeniden yapılandırmaya, değiştirmeye, yani çarpıtmaya tabi tutmak ihtiyacında kalmışlardır. Bu amaçla, kalite felsefesinin içine, “poli-teknik kültür”ü alarak çarpıtmaya başladılar. Poli-teknik kültür, sosyalist kültürün geliştiği ve eğitiminin poli-teknik okullarda yürütüldüğü çok geniş kapsamlı, sosyalist bir eğitim politikası olmasına karşın, ülkemizde pek bilinmediği için onunla günümüz kavramlarını karşılaştırma şansımız yok. Ama kısaca değinirsek, poli-teknik kültür, politikanın, teknolojinin ve bunlara ilişkin kültürün ortak ve aynı zamanda, tüm Sovyet birimlerinde geliştirilmesine olanak tanıyan bir eğitim teknolojisiydi. Bu eğitim teknolojisi, politik bir versiyonla, kalite eğitimi için de kullanılabilir oldu. Kalite eğitimiyle, hem teknolojik hem de ideolojik-politik bir kültür yaymasıyla, buradan feyz alındığını ama çarpıtıldığını söyleyebiliriz. Her işletmede, hem eğitimine hem de üretim metoduna ilişkin verilen kalite eğitimleri için odalar ya da mekanlar ayrılır, ve her iki eğitim de aynı süreçte verilir.
Kalite misyonerleri, TKY’nin, sadece geçtiğimiz yüzyıla ilişkin toplumsal mücadeleleri değil, daha öncekileri de içine alan bir “çok kültürlülüğü taşıdığı” iddiasındadır. Bu iddiaları bir anlamda doğrudur, çünkü tüm tarihsel devrimlere ilişkin sosyal politikaların, kapitalizme olası etkisi ile ilgili çözümlemelerle, kültürlerinin bir bileşenini ürettiklerini söylemektedirler. Örneğin, 14 Temmuz 1789 Fransız Devriminin hemen 3-4 hafta sonrasında, yönetim yapısının yeniden düzenlenmesi, Kurucu Meclis’in tüm yerel yönetim ve ayrıcalıkları “sonsuza kadar” kaldırarak, “ulusal yapı ve kamusal özgürlüğün, iller için, şimdiye kadar sahip oldukları ayrıcalıklardan daha avantajlı” ve “ulusal birliğin sağlanması açısından daha yararlı olduğu” ilan edilmişti. “Geleneksel kurumlarda yuvalanmış yerleşik çıkarların gücünü kırmak ve ulusal burjuva birliğini sağlamak, geleneksel yerel yönetim sınırlarını değiştirmeyi ve yeni bir kurumlaşmayı zorunlu kılıyordu” yaklaşımıyla, devlet gücünü sınırlayan her türlü “ara yapı”nın varlığına son verilmişti. TKY teknolojisi içinde yürütülen politika, uluslararası tekellerin çıkarları ve mali birliklerine yararlı olacak biçimiyle bu değerlendirmenin tam tersini savunurken; “ulusal kurumların işlevlerini daha çok yerellere devrederek”, ulusal birliği ortadan kaldırmaya, “ara kurumları, yani KOBİ’leri çoğaltmaya” teşvik eder ve kışkırtırken, bireysel veya bölgesel mülkiyetçiliği artıran ve rekabete açan bir yapılanmayla, tüm üretimi dünya ticaretine açmaya yöneliyor.
Değişim, bu anlamıyla, ekonomik ve sosyal alanlarda yürütülen kalite eğitimlerinin içeriğinde, siyasal ve sosyal devrimler kültürüne karşı mücadele ile şekillenmektedir. “Değişim”i söylem edinen, “sosyal bir devrim gerekirse, bunu da en iyi biz yaparız” diyen kapitalistler, “teknolojik bir devrim” ve teknolojik gelişimin getirdiği retorikte sağlanan olanaklarla mümkün olabilecek bir “küresel refah” vaadi vermektedir. Ama sosyal alanlar, (hatta üniversitelerde sosyoloji bölümleri kapatılarak) ihmal edilmesi, görünmemesi, düşünülmemesi gereken bir alandır. Bilgisayarın yaygın kullanımı, çip teknolojisindeki gelişme, inşaat ve ulaşım (hava-deniz-kara) teknolojisinin küçük üretim modeline uygun yapılanması (ve ’80li yıllardan itibaren hızlı bir tempoda yapılaşması), otomotiv sektöründeki hızlı teknolojik gelişimle birlikte, “çağ atlıyoruz” yaygarası altında halk kitleleri düşünsel dumura uğratılmaya çalışılır. Vizyon; ”devrimi teknoloji yapar” şeklinde oluşturulur.
Böylece, “kalite devrimi” süreci, geçtiğimiz yüzyılın sosyalist devrimler çağı olduğunu unutturacak, devasa bir kampanya ile başlatıldı. Örneğin ünlü pop şarkıcılarından Çelik, uzun bir aradan sonra ekranlara tekrar çıktığında, “Dünya değişti, tabi bu arada Çelik de değişti” şarkısıyla her gün ve her saat, değişimin şarkısını söylemeye başladı. Dolayısıyla yeniden yapılandırma politikası, ideolojik ağırlıklı bir kültürel faaliyet alanıyla vizyona girdi. Burada kültürü, yaşamın her alanında ve tüm yaşam biçimleri çeşitliliği olarak ele almak gerekir. Devletin, ailenin, işyerlerinin veya toplumsal örgütlenmelerin tümünü kapsayan anlamda, “kültürlerin çeşitliliğinin tanınması, kültürlerin kaynaşması veya kültür buluşması” terminolojileri, dünyanın çeşitli kültürlerini tekellerine almanın ve yeni bir biçim vermenin tekelci politikası olarak karşımıza çıktı. Bu anlamda, halkların sosyalist (hatta sosyal demokrasiden etkilenen) kültürel şekillenmeleri ve aynı zamanda kendi doğal kültürlerinin unutturulması, çarpıtılması ve kapitalistçe tekleştirilmesi adına yürütülen eğitim faaliyetlerinin amacı, tüm kültürel birikimleri, kalite kültürü etrafında birleştirmektir. Böyle bir “tekleştirme” ve tekelleştirmenin adını ise, “çok çeşitlilik” olarak takmak, algılamada yanılsama yaratmaya yöneliktir.
Değişim kavramları, sadece sözde ve propaganda alanında ele alındığında, emekçilerin ikna edilmesi olanaksızlaşır. Ve kapitalist sistemde yapılması planlanan yeni düzenlemeler açısından da bir yararı olmaz. Bu nedenle, iş ilişkilerinin temelinde de bir değişime gitmek üzere, mülkiyet ilişkilerinde yaratılmaya çalışılan değişimle, bu propagandaları daha inanılır kılmaya imkanlar sunmak üzere, emekçilerin önüne, “yeni alternatifler” kondu. Piyasa serbestleşirse, herkesin kolay zengin olabileceği, dar ve küçük dünyalarından kopup dünyaya açılacakları, “yeni şans kapıları”na ihtiyaçları olduğu propagandası yapıldı. Ve örneğin hisse senetlerine önceleri bol faizler uygulanarak, biriktirilmiş yastık altı paranın bankalara akıtılması amaçlı, onlarca yeni banka ve borsa kuruldu. Böylece, serbest piyasaya geçişin, kamu alanlarında yaratacağı olumsuz etkileri azaltma amaçlı bir zenginleşme kültürü oluşturmak, hisse senetlerinin herkese daha fazla ve kolay kazanç kapısı açacağı fikri yayılmak istendi; özellikle, özelleştirme kapsamına alınan işletmelerin işçi ve emekçilerine yönelik olarak, günlük çıkarlarını depreştiren bir para özgürlüğü, göz kamaştırıcı cazibesiyle, sergilendi. (Zaman zaman piyasalara dolar pompalanarak, sahte kazanç kapıları açıldı.)
Bu açıdan, yenidencilerin ve yeniden yapılanmacıların estirmeye çalıştıkları değişim rüzgarları, ilk andan itibaren, işlevsel bir sosyalizasyon politikasını deregule ederek, yani parçalayarak ve kuralsızlaştırarak, uluslararası piyasaların dengesiz ve sonsuz eşitsiz dalgalanmalarına açmak olarak tezahür etti. Ardı sıra, tekeller arasında da rekabetin artmasıyla, dünya halklarının başına tehdit unsurları oluşturan savaş kışkırtıcılığı, terör ve komplo filmleriyle bolca gösterime girdi. Savaşlar, hastalıklar, doğal afetler, ekonomik ve sosyal hayatta depresif dalgalanmalar, derinleşen krizler, vahşi sömürü, vb., TKY ile “değişen” kapitalist dünyada hızla yayılmaktadır.