Irak işgali, ABD’nin gerçeği çarpıtarak işgali haklı kılmaya yönelik içi boş propagandasının üzerinden gerçekleşti. Üzerinden sekiz ay geçen işgal, daha ilk günlerinden itibaren gösterdi ki, ne ABD’nin iddia ettiği gibi nükleer silahlara sahip bir ülke var karşısında, ne de kendisine özgürlük getirdiği için çiçeklerle, sevinç naraları atan Irak halkı. Bu sekiz aylık süreç, ABD’nin iddialarının tersine, her geçen gün işgalcilere karşı saldırıların arttığı ve bağımsızlık sloganlarının daha gür haykırıldığı bir süreç olarak yaşandı. Öte yandan, ABD’nin dünyayı kendi lehine yeniden yapılandırma adımlarının önemli parçası olarak başlattığı Irak işgali, zaman ilerledikçe görüldüğü gibi, sadece Irak’la sınırlı bir süreç değil. ABD’nin daha Irak’ın işgali sırasında başlattığı İran ve Suriye’ye yönelik tehditler, zamanla, İsrail’in Filistin’e karşı saldırılarını yoğunlaştırdığı ve “Filistinliler Suriye’den besleniyorlar” gerekçesiyle, Suriye’nin ABD desteğiyle İsrail tarafından bombalamasıyla devam etti, ediyor. Ortadoğu’da bu gelişmeler yaşanırken, Mart başlarında başlayan işgale ortak olma çabasıyla ilk tezkereyi meclise getiren AKP hükümeti, halkın mücadelesi sonucunda meclisten geçiremediği tezkerenin hemen ardından, “tezkere geçmediği için dolarlardan olduk, ekonomimiz bozulacak, ABD ile olan ilişkilerimiz bozulacak, bunun hesabını halk ödesin” içerikli bir propagandaya girişmişlerdi. Bu propagandalarını zamanla daha da genişleten egemen güçler, bir yandan kendi içlerindeki çatlakları onarırken, öte yandan “müslüman bir ülkenin askerleri olarak işgal güçlerinin yerine biz orada olursak, halka zulüm yapılmasının önüne geçeriz” propagandasını yaygınlaştırmaya başladılar. Bununla birlikte, “KADEK’in bölgeden tamamen temizlenmesinin fırsatını yakaladık, bu tarihi fırsatı kaçırırsak bölgede Kürt devleti kurulabilir” propagandasıyla da halkın ikna edilme çabası yoğunlaştırıldı. Egemen güçler, tüm çabalarına rağmen ikna edemedikleri halk yığınlarının, örgütsüzlüğünden ve 21 Mart sürecinde olduğu gibi kitlesel karşı duruşlar örgütleyemeyişinden yaralanarak, asker göndermeyle ilgili tezkereyi meclisten geçirdiler. Böylece ülkenin ABD ile birlikte bataklığa saplanmasının ilk adımları atılmış oldu. Şimdilik egemen güçler bir dönem önce geçiremedikleri birçok emek düşmanı programı yaşama geçirme ve bunun karşısında oluşacak tepkiyi, baskılarını arttırarak engelleme olanağını yakalamış durumdalar.
Bütçenin silahlanmaya ayrılması ve bunun emekçi halkın üzerine yıkılması, gelecek dönemde halkın daha da yoksullaşmasını beraberinde getirecektir. Bu durumu kullanmaktan geri durmayacaklarını kamu emekçilerine açıkladıkları zam oranıyla şimdiden göstermiş durumdalar. Bir dönem önce her türlü propagandaya rağmen halkın kitlesel ve birleşik mücadelesi sonucunda püskürtülen tezkere geçtiği andan itibaren, emekçi ve gençlik kitleleri içerisinde “artık tezkere geçti ve yapacak bir şey kalmadı” eğiliminin yaygınlaştırılmaya çalışıldığı ortadadır. Oysa ki, 1 Mart sürecinde olduğu gibi, halk yığınları tezkereye karşı mücadeleye sevk edilebildiği oranda, tezkerenin hükümetçe kullanılamaz hale getirileceği ya da kullanılsa bile bunun hükümetin sonu olacağı ortadadır.
TEZKERE, GENÇLİK HAREKETİ VE EĞİLİMLER
İlk tezkerenin gündeme geldiği dönem, aynı zamanda, Emek Gençliği’nin kendi konferanslarını topladığı ve hareketin ortaya çıkardığı çeşitli sonuçların derinlemesine tartışıldığı bir dönem olarak yaşandı. Dönemin özelliği, ‘sol’ kesimleri aşan ve geniş gençlik kesimlerinin mücadeleye çekildiği tarzın eylem ve etkinliklere hakim olmasıydı. Protestocu tarzı aşıp tezkereyi püskürtebilecek tarzda eylemliliklerin örgütlenebilmesiyle de, kendinden önceki dönemlerden ayrılabilmeyi başarabildi. Özellikle de 21 Mart süreci, Emek Gençliği açısından gerekse de çeşitli örgütlü gruplar açısından, kendini yenileme ve harekete müdahale biçimlerini, çeşitli akademik demokratik örgütlerdeki durumunu gözden geçirme olanağı sağladı. Bu süreç, çeşitli örgütlü gençlik gruplarına da, kendisini, çalışması ve tarzını sorgulama imkanı sundu. Bir kısmının bu sorgulamaya yöneldiği, diğer bazılarının ise bu imkanı da elinin tersiyle iterek eski pozisyon ve yaklaşımlarını sürdürmeye çalıştığı görülüyor.
Bugün içerisinden geçilen sürecin, geçmiş mücadelenin deneyimlerini önümüzdeki mücadelenin örgütlenmesi için rehber edinmemizi gerektirdiği ortadadır. 21 Mart sürecinin örgütlenmesi ve yüzde 90’lara varan ders boykotlarının başarılabilmesinin nedenlerini doğru kavramak, Meclis’te onaylanan tezkerenin hükümet tarafından uygulanamaz hale getirilmesine de olanak sağlayacaktır. 21 Martlar’ın başarıyla örgütlenebilmesinin temel nedeni, sürecin örgütlenişinde, o güne kadar kendi ilgi alanlarının dışında ülkede yaşanan siyasal gelişmelere tamamen yabancı duran kol, kulüp, topluluklar da dahil olmak üzere, üniversitenin tüm bileşenlerinin tezkere karşıtı çalışmanın parçası haline getirilebilmesinde gösterilen başarıdır. Özellikle başta ODTÜ olmak üzere, çeşitli üniversitelerde, bölümlerde oluşturulan savaş karşıtı komiteler, hareketin sınıflara kadar genişlemesine olanak sağlamış ve eylemlere katılımı arttırmıştır. Yine özellikle de dönemin koşullarının olgunluğu, mücadele fikrinin geniş gençlik kesimleri içerisinde daha hızlı bir şekilde hayat bulmasına olanak tanımıştı. Bugün tezkere geçmiş olmasına, halk yığınları içerisinde “artık bir şey yapılamaz” fikrinin yaygınlaştırılmaya çalışılmasına rağmen, geniş halk ve gençlik kesimlerinin mücadeleye katılım isteğinde olduğu ortadadır. Sorun ise, temel olarak, sınıflarda komiteleşmeyi de kapsamak üzere yaygın ve güçlü bir çalışmanın henüz gerçekleştirilememiş olmasının yanında, bir dönem önce mücadeleye seferber edilmiş kol, kulüp, topluluk ve ÖTK’ların çeşitli platformlar aracılığıyla harekete geçirilememesi, bu tip örgütlenmelerin etkisiz olduğu alanlarda sadece siyasal çevrelerin dahi bir araya gelmekte başarı gösterememesidir. Bugün çok daha hızlı bir şekilde yığınların aydınlatılması, yalana dayalı propagandanın boşa çıkartılıp yaşanan sürece uygun geniş birlikteliklerin yaratılması çabasına girmeliyiz. Bugün çalışmada hakim olan anlayış ise, daha çok medyatik işlerin dar çevrelerce örgütlenmesi anlayışıdır. Başarının ölçütü ise, hangi grubun televizyonlarda ne kadar göründüğü, hangi gazetenin hangi çevreden ne kadar bahsettiğiyle ölçülmektedir. Mücadeleci kesimlerin çözmesi gereken diğer bir zaaf ise, tezkereye karşı olanların bölünüp mücadelenin zayıflatılması anlayışıdır. Bu tutum, özellikle ÖDP çevresince dayatılan 27 Eylül’de iki farklı eylem katılımın zayıflamasına sebep olmasında, üniversitelerde ise, TKP çevresinin “gericilerle yan yana gelmeyiz” bahanesini öne sürerek , hareketin kitleselleşip birleşmesinin önünde engel teşkil etmesinde yansımaktadır. Aynı çevrenin uzun bir dönemdir kendi grupsal çıkarlarını öne çıkararak eylemlere katılmama ya da ayrı eylemler örgütleme bahanesiyle dışta durma anlayışı ise, mücadeleye karşı sorumsuzca yaklaşımlarını her geçen gün daha fazla açığa çıkartmaktadır. Bu durumun en somut örneği 1 Eylül’e katılmazken 26 Ekim’de kimseye çağrı yapmayarak Ankara’da miting düzenlemesinde görülmüştür. TKP bu mitingi örgütlerken “herkes Ankara’da” ve “TKP olarak savaşı durdurmaya karar verdik” diye ortaya çıkıyor. TKP kendi kurduğu dünyada kendi kendine oynamaya devam ediyor, birkaç bini geçmeyen “kitlesi”yle savaşı durdurmak için harekete geçiyor. Başkalarına, bu ülkede savaşa karşı olan milyonlara da, herhalde, TKP’ye teşekkür etmekten başka bir şey kalmıyor. Komünistlerin en başta gelen görevinin tüm ezilenleri, bütün bir halkı ve mücadelesini kendi talepleri etrafında –kuşkusuz iktidar hedefine bağlayarak– birleştirmeye çalışmak olduğu ortadayken, tüm bunları komünizm adına yaptığını açıklayan bu çevrenin komünizmle alakası olmadığını, tersine yığınların devrimci eylemi ve kitlesel karşı koyuşlarının önünde bu tutumların engel teşkil ettiğini ortaya koymalı ve gençlik yığınları içerisinde bu bölücü yaklaşımları teşhir etmeliyiz.. Önümüzdeki dönem, “şunun şu eksiği ya da fazlası var”, “şu dinci bu laik” demeden, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı daha fazla bir araya gelme çabasında ısrar etmenin gerektiği ortadadır. Tersi biçimde hareket eden kesimlerin ülkede yaşanacak olumsuzluklara sorumsuzca tutumlarıyla ortak olacakları aşikardır.
KIZIL ELMACILARLA MÜCADELE
Bu dönemi değerlendirirken egemen güçlerin halkın tezkere konusunda ikna edilmesi noktasında kullandığı propaganda malzemelerinden birinin Kürt sorunu ve işgal sonrası ortaya çıkan durumu da kendine dayanarak yaparak KADEK’e karşı başlatılacak operasyonlar ve milliyetçilik propagandası üzerinden halkın yedeklenmesi olduğunu daha önce vurgulamıştık. Yazımızın bu kısmında ise, daha çok hükümetin bu yönüyle yapmak istediklerinin yanında, bir dönem önce bir araya gelen ve çıktığı günden itibaren ABD karşıtı görünmesine rağmen açıklamalarının hemen hemen hepsinde Kürt düşmanlığı açıkça görülen “kızıl elmacılar”ın oynamaya soyundukların rolün boşa çıkartılması için yürütülmesi gereken çalışmaya değinmek istiyoruz. Bilindiği gibi, “kızıl elmacılar” diye anılan ülkücülerle Aydınlık çevresinin en temel ortak özelliği, ikisinin de gerici devlet yanlısı ve Kürt düşmanı olmasıdır. Zaten onların bir araya gelmesinde en önemli ortaklık da buradan gelmektedir. “Gerekirse Kürtlere karşı silahlanırız” gibi açıklamalarla, Perinçek’in yaptığı gibi, üniversite açılışlarında parasız bilimsel demokratik üniversite isteklerini açıklayan Emek Gençliği ve Özgür Gençlik’in hedefe koyulduğu açıklamaları yoğunlaştıran kızıl elmacılar, önümüzdeki döneme ilişkin yönelimlerini ortaya koymaktadırlar. Muhtemeldir ki, eğer asker sevkiyatı gerçekleşir ve tabutlar geriye dönmeye başlarsa, bu çevreler açıklamalarının dozajını arttıracak, şovenizmi geliştirmeye yönelik eylemler örgütleyecek ve geçmişte olduğu gibi, cenazeleri Kürt-Arap düşmanlığının körüklendiği eylemler haline çevirmeye çalışacaklardır. Bu çevrelerin işi daha da ileriye götürüp, kendileri gibi olan Türk-Solu gibi çevrelerle, üniversitelerdeki devrimci yurtsever gençlere saldırmaktan geri durmayacaklarını şimdiden görmemiz gerekir. Buradan hareketle, önümüzdeki dönemde, Irak’ın işgaline karşı bu çevrelerin propagandalarının boşa çıkartılmasının yolunun halkların kardeşliğinin daha geniş çevrelerce sahiplenilmesini sağlamaktan geçtiğini görmemiz gerekmektedir. Bu çevrelerin provokasyonlarının boşa çıkartılması için ideolojik bir mücadeleye ihtiyaç olduğu, şiddete yönelebilecek bu çevrenin geniş gençlik yığınlarınca yalnızlaştırılması ve sorunun yörüngesinden çıkartılmasına engel olmak için tüm ilerici çevrelerin uyanıklığının sağlanması ve buna uygun bir hat izlenmesi gerektiği iyi kavranmalıdır.
YÖK, YEK YASA TASARISI TARTIŞMALARI VE TEZKERE
Eğitim dönemi başlamadan AKP ile rektörler arasında kızışan tartışma, neredeyse Cumhurbaşkanı’ndan askerlere kadar herkesin bir yanından dahil olduğu şekilde genişleyerek devam ediyor. Bir yanda AKP tarafından eğitimin gericileştirilmesine yönelik girişimler, diğer yandan rektörler tarafından var olan YÖK düzeninin devam ettirilmesine yönelik çabalar, herkesin kendi cephesini güçlendirmek için yürüttüğü propagandayla, dar bir çerçeveyle sınırlandırılmış şekilde, bu çevreler arasında bir iktidar kavgası olarak sürüp giderken; üniversitelerin temel bileşenlerinden olan öğrenciler tartışmanın dışına itilerek, tartışmanın çerçevesinin genişlemesinin önüne geçilmiş oluyor. Hem AKP iktidarı hem de YÖK’çülerin çizdiği sınırlar içerisinde herkesin dahil olduğu tartışmalar, iki tarafın da üniversitelere ilişkin amaçları ve demokrasi anlayışlarını açıkça ortaya koyuyor. Tartışmanın esasa ve içeriğe yönelik yapılmamasının asıl nedeni ise, her iki kesim açısından da, üniversitelerin tamamen sermayenin ihtiyaçlarına uygun şekilde yapılandırılması ve yönetim anlayışının da buna uygun düzenlenmesinden kaynaklanmaktadır. Bugün üniversitelerin asıl temsilcilerinin yapması gereken ise, ortadadır. Bu, iki farklı tarafmış gibi görünen, özünde ise aynı temelde birleşenlerin niyetlerini açıkça ortaya koymak ve nasıl bir üniversite istediğimizi yaygın olarak açıklamak, üniversitenin diğer bileşenleri olan akademisyen ve çalışanlarla birlikte bunun mücadelesini yürütmektir. Burada dikkat edilmesi gereken temel noktalardan biri, tezkerenin geçmesiyle, eğitime ayrılan bütçenin önümüzdeki dönemde daha da düşmesi ve demokratik istemlerin daha fazla baskı altına alınması olasılığına karşı hazırlıklı olmak, en geniş kesimlerin saldırılara karşı seferber edilmesini sağlamaktır.
SONUÇ OLARAK
Tüm yazı boyunca görüldüğü gibi, farklı tutumlar ve saf tutmalara yol açıyor gibi sunulan ve birbirinden farklı sorunlarmış gibi gösterilen birçok sorunun, önümüzdeki dönem, birlikte ele alınması gerekecektir. Mücadelenin bir merkezde birleştirilmesi ihtiyacı, kendini daha yakıcı şekilde hissettirecektir. Tezkere sorunu ülkenin bütçesinde bir değişime, bütçedeki değişim de, eğitime ayrılan payda bir değişime vesile olacak. Yine tezkere koşulları olağanüstü bir dönemi beraberinde getirecek ve zaten hemen hiç olmayan demokratik hakların kullanımında daha sıkıntılı bir döneme girilecektir. Bu sorunlardan muzdarip olanlar geleceklerine sahip çıkıp, işyerleri ve okullarını sermayeye, geleceklerini ABD’ye teslim etmemek için dün olduğundan çok daha fazla çabayla mücadeleye girişmek durumundadır. Saldırıları püskürtecek tarzda, ufku geniş yaklaşım ve tutumlarla her türlü olanağı değerlendirmek, bunu yaparken de, her türlü geri eğilimle mücadele etmek gerekmektedir. Burada sorumluluk başta genç komünistlere düşmektedir.