Recep Erdoğan’ın, Başbakan kimliğiyle son zamanlarda yaptığı konuşmaların en önemli vurgularından birinin “azınlık çoğunluğu yönetemez!”; “ayaklar baş olamaz!” şeklinde oluşu ve “yüzde elli” üzerinden yaptığı çoğunluk hesabıyla “sandık”ı “demokrasi”nin adresi göstermesi, hükümetin ve AKP’nin çizgisinde yayım yapan basın-yayın organlarında ve muhafazakarlığı etiket olarak kullanan yazarlar tarafından, “Sandık olmazsa demokrasinin bırakınız gelişmişi, başlangıcı bile olmaz. Onun içindir ki sandık demokrasinin her şeyidir” propagandasının yoğunlaştırılmasını sağladı. Azınlık, çoğunluk, demokrasi ve sandık kavramlarının “millet iradesi”ni temsil ve savunu adına böylesine yoğunlukta aktüel söylemin konusu olmasına neden ise, Haziran ayı boyunca süren ve milyonları bulan sayıda insanın katıldığı ülke düzeyindeki protesto eylemleri ve genel direniş oldu. Milyonların sokağa ve alanlara çıkarak, hükümet politikalarına reddiye çıkarmalarına, halkın bu fiili irade beyanına karşı, hükümet cephesinden ve AKP’nin propaganda aygıtları aracıyla verilen yanıt, polis şiddetine eşlik eden karalama ve “sandık”a kadar sessizliğe çağrıdır!
Bu çağrı, hakları için fiili olarak ayağa kalkmış olanların iradesine karşıtlığı ifade etmekle sınırlı kalmayan bir içeriğe sahiptir. Halk kitlelerinin demokratik taleplerine ve bu talepler için alanlara çıkmasına karşı sermayenin silahlı polis birliklerini ve tekelci medya başta olmak üzere devlet olanaklarını “çoğunluk” ve “millet iradesini temsil” gerekçesine sarılarak seferber eden ve halkın bir kısmına karşı diğer kısmını siper haline getirmeye çalışarak “azınlık-çoğunluk” hesabını ve “demokrasi-sandık” ilişkisini yürürlükte olan siyasal sistemi veri alarak yapanlar, halkın henüz “sessiz duran kesimi”nin iradesini de temsil etmemektedirler. “Ayaklar baş olamaz!” fetvası bu temsil etmezliğin yanı sıra halkın yönetilen ve sömürülen yığınlar halinde kalması isteminin de ifadesidir. “Ayaklar baş olamaz!” anlayışını Türkiyeli otoriter bir yöneticinin, antidemokratik politikalarını dikte tarzıyla sınırlı görmek, burjuva sınıf politikasının karakteristik özelliklerini “tebaacı biat kültürü”ne daraltmak olur. Bu anlayış ve politikanın, Türkiye gibi bir “Doğu ülkesi”nin hakim yönetme politikaları ve Ortaçağ tebaa anlayışının kapitalist baskı sistemiyle içiçe geçirilerek melezleştirilmiş muhafazakar yönetim tarzının emekçilere biçtiği yer ve değer ile bağı kurulabilir. Yönetmeyi ayrıcalıklı bir hak ve ‘temellük’ olarak gören Tayyip Erdoğan yönetimindeki AKP Hükümeti’nin, eşitlik karşıtı bu söylem ve anlayışı, baskı ve zor yoluyla tahakkümü içermekte ve “ortak sosyal yaşam” ile zor, şiddet ve bastırma üzerinden bağ kurmaktadır.
Ne var ki, “ayaklar” (toplumun kendi emek güçleriyle yaşamlarını sağlayan ya da sağlamaya çalışanları), “baş” (üretim araçlarının sahipleri kapitalist vurguncular ile onların çıkar bekçiliğini yapan beslemeler) arasındaki mevcut ilişkinin devamını tüm kapitalist ülkelerin egemenleri ve yönetenleri sadece talep etmemekte, zor yoluyla dayatmaktadırlar da. İstedikleri, sömürü ilişkileri ve sosyal ‘doku’sunun devamıdır. Buna göre, işçi ve emekçiler sömürü nesnesi olabilirler, ama özgür bireyler olamazlar. Devlet işleri gibi “yürütülmesi özel, profesyonel yetenek isteyen işler”i(!) yürütmeye kalkışmaları ise, ancak suç teşkil edebilir! Öyle ise, bu politika, otoriter ya da liberal bir burjuva politikacısının sertliği-yumuşaklığı türünden daha çok ahlaki-etik sınırlara çekilen kişilik özellikleriyle değil, ama hakim burjuvazinin devlet olma ve yönetme sorunu, politikasıyla ilişkili olarak ele alınmayı gerektirir. Biz de, burada, “baş olma”yı sağlayan etkenlere ve “baş olan”ın bu konumunun “ebedi bir mülk” olup olmadığına da bir yanıt oluşturmak üzere, burjuvazinin bu kurumsal silahına, onun tarih sahnesine çıkmasına ve işlevine yeniden bakacağız. Devlet ve demokrasi sorunlarını; azınlık-çoğunluk ilişkisi ve iradesini sınıflardan ve ilişkilerinden bağımsız gösteren bir söylemi esas alarak, azınlık-çoğunluk, demokrasi-sandık ilişkisini salt sayısal çokluklar-azlıklar üzerinden kurgulayan ve halk iradesine karşı politikalarını “yüzde elli oy aldım, her şeyi yapmaya hakkım ve yetkim var, otoriteyi ben temsil ediyorum, bana karşı çıkan millet iradesine karşı çıkıyor demektir” mantığıyla “aklama”ya çalışanların bu hileli taktiklerini de göstermek üzere, burada, burjuva devletinin ve sözde demokrasisinin işlevini, bu devlet sisteminde seçimlerin yeri ve halk iradesinin rolünü birbirleriyle bağı içinde irdelemeye çalışacağız.
DEVLETİ DOĞURAN İHTİYAÇ VE BURJUVA DEVLETİNİN İŞLEVİ
Toplumsal sınıf ve tabakaların ilişkilerine ve bunlar arasındaki mücadelelere kaynaklık eden üretim ilişkileri, sömürüye dayanan tüm toplumsal sistemlerde, devlet işlerinin yürütülmesi açısından da hareket alanını genel hatlarıyla belirleyici işlev görürler. Sömürü ve eşitsizliklerin varlığı, bu ilişkilerin yeniden üretimini zorunlu kılar ve bu da gücünü bürokratik–militer yapısından alan bir devletin varlığını gereksinir. Devlet yönetme işleri, bu ilişkiler sistemi üzerinde yükselen ikbal avcılığı ve yönetici ayrıcalığının kurumsal hale getirilmesini sağlar. Devlet bir sınıfın diğer(leri)ne üstünlük kurmasının ürünü olarak tarih sahnesine çıkarken, yukarıdan aşağıya hiyerarşik bir örgütlenme şeklinde gelişmiş ve esas işlevi sınıf ilişkilerini ve çatışmalarını denetim altında tutarak, toplumsal artıdeğere el koyan ve üretim araçlarını mülkiyetinde tutan sınıf(lar)ın, kaynağını bu ilişkilerden ve mülk sahipliğinden alan sınıf hakimiyetini sürdürmek olmuştur. İktisadi-siyasal gücü elinde tutan sınıf diğerlerini devlet aracıyla baskı altına almış, devlet aygıtını kendi çıkarlarını topluma dayatmanın aracı olarak kullanmıştır.
Tüm kapitalist ülkelerde devlet, üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan azınlık bir sınıfın diğer tüm toplumsal sınıf ve kesimleri kendi denetiminde tutmaya, toplumsal sistemi kendi sınıf çıkarlarına uygun şekilde örgütlemeye ve bu çıkarlar tarafından belirlenen “düzen”ini devam ettirmek için olası direniş ve başkaldırıları ezmeye ayarlanmış bir tür makine olarak çalışır. Bu durum, devletin tarih sahnesine geliş nedeni ve gördüğü işlevle uygunluk gösterir. Burjuva devletinin hiçbir biçiminde işçiler, kent ve kır yoksulları etkili konumda bulunmazlar. Maddi yaşamın üretim tarzının (kapitalist üretim) kaynaklık ettiği; üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki çelişkilerin sınıfsal alana yansıması olarak yaşanan, kapitalist sınıf ile işçi sınıfı –ve diğer ezilen emekçi sınıf ve kesimler dahil– arasındaki çelişki, burjuva güç kullanımını, polis-jandarma-asker baskısını, hukuksal-siyasal baskı ve yasakları doğurur. Bir devlet biçimi olarak burjuva demokrasisi, burjuvazi için evet demokrasidir ama, mali sermaye ve tekellerin hakimiyeti koşullarında onun sınırları azınlık bir mali-siyasal oligarşinin tahakkumüne kadar daralmış ve esas olarak antidemokratik niteliğiyle şekillenmiştir. Burjuvazinin bu devlet biçimini demokratik olarak niteleyen ve “tüm vatandaşların eşitliği sistemi” olarak gösteren propagandası, bu “herkes”in kapitalist boyunduruk altında tutulması amacına bağlanmıştır. Uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin bastırılması ihtiyacından doğup, üretim araçlarının mülkiyetine sahip bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki sınıf hakimiyetinin özel baskı aracı olarak örgütlenmiş olan devletin varlığı, tüm sınıflar için eşitlik ve özgürlük iddiasını bir aldatmacadan ibaret kılan göstergelerden biridir. Tekelci burjuvazi yönetimindeki günümüz burjuva devleti, kapitalist sınıfın (burjuvazinin) emekgücü sömürüsüne dayanan iktisadi toplumsal sistemin siyasal-askeri aygıtı olarak işlev görmekte, bu da, burjuva-kapitalist devleti herkesin çıkarlarını koruyan ve herkese ait olan bir toplumsal örgütlenme olarak gösteren her türden liberal burjuva düşüncesini geçersiz kılmaktadır. Ordu ve polis başta olmak üzere silahlı örgütlerin yönetimi, “sivil” üst bürokrasi, yargı, parlamento ve hükümet, kapitalist parti fraksiyonları esas olarak ya dolaysız şekilde büyük sermaye tarafından ya da onun çıkarlarına bağlanmış temsilciler takımı tarafından yönetilirler. Üretim araçlarını ellerinde tutanlar, politik-askeri yönetsel aygıtı ve yargı sistemini denetimlerinde bulundurur, kapitalistlerin çıkarlarını koruyan ve işlerini yürüten bir makine olarak devleti çekip-çevirirler. Bu da, halk kitlelerine karşı politikaların sınıf tutumuyla yürütülmesini sağlar. Burjuva devleti bu işlevi yerine getirmek üzere şekillenmiştir. İşçi ve emekçiler ile ilişkisi, onları burjuvazi adına sisteme uyumlu tutmak ve bunun gerekleri tarafından belirlenen baskı ve söylem ile yönetmektir. Burjuvazi, devlet aracıyla ve denetimi altındaki eğitim ve propaganda araçlarını kullanarak, kapitalist çıkarlarla uyumlu insan davranışı ve düşüncesini geliştirmeyi sınıf egemenliği için gerekli görür. Kapitalist üretim sistemini sürdürme amacı nedeniyle burjuvazi –ve siyasal askeri temsilcileri– sisteme karşı tepkileri denetim altında tutmaya yarayacak uygulamalara baş vurmuşlardır.
BURJUVA DEMOKRASİSİ VE GENEL VE EŞİT OY MÜCADELESİ
“Genel ve eşit oy ilkesi”ni, “demokrasinin temel taşı” gösteren burjuva propagandası, demokrasi, özgürlük ve eşitlik sorununu bir oy hakkı sorununa; onu da herhangi oy sahibinin diğerlerinden “daha fazla ağırlıklı oy” hakkı olup olmamasına indirgemektedir. Liberal yazar ve ideologlar, seçim ve genel oy hakkı ve parlamentonun varlığını bu devletin “demokratik olması”nın yeterli göstergeleri olarak sıralıyorlar. Buna, kapitalizm ve burjuva sınıf egemenliği koşullarında genel oy üzerinden ve seçimlerde sağlanacak destekle sömürü ve sınıf ayrılıkları sorunlarının üstesinden gelinebileceğine dair burjuva reformist görüş ile işçi sınıfı ve emekçileri mevcut sisteme bağlanmaya çağıran ve burjuvazinin ‘en saf çıkarları’na bağlanan liberalizm ekleniyor.
Köleci ve feodal despotizm ve aristokrasinin ayrıcalıklı yönetiminden farklı olarak, parlamenter sistem ve genel oy hakkı, evet, bir ilerlemeye denk düşer. Sadece monark, aristokrat, mülk sahibi, erkek ya da eğitimli-bilgili olanın değil, herkesin oy hakkı sahipliği, bir hakkın toplumsal kullanımı anlamında ve tarihsel olarak ilerleme sayılır. Bu, ama, herkesin yönetimde eşit derecede hak ve söz sahibi olduğu anlamına da gelmez. Bu hakkın elde edilmesi de dahil olmak üzere, siyasal alandaki her ileri adımı sağlayan, iktisadi-toplumsal alandaki gelişme ile de bağı içindeki ezilenlerin mücadelesi olmuştur; ama liberal politikacı ve yazarların övgüsüne bayıldıkları burjuva “temsili demokrasi” biçimsel olmaktan öteye geçmemiş ve “herkesin eşit şekilde oy kullanarak “memleket idaresine katıldığı” iddiası temelsiz kalmıştır.
İlk komünal topluluklardan sonraki tarihte eşitlikçi fikirlerin toplum önüne geldiği durumlarda bu fikirleri savunan ya da savunmaya çalışan çeşitli düşün insanları, filozof ve hünanist kişiler olmakla birlikte, 17. yüzyıl İngiliz Devrimi ve John Locke’un 1690′da “özgürlük insanın doğal hakkıdır, bir hükümet ancak halkla sözleşmeye dayanıyorsa meşrudur, yasama ve yürütme güçleri ayrılmalıdır” mealindeki demokrasi tanımından başlayarak, 1789 Fransız burjuva devrimi ile kıta Avrupası’na yayılan ve yine Amerikan İnsan Hakları Beyannamesi ile dünyadaki etkisi genişleyen demokratik haklar, demokrasi fikri, önemli oranda Aydınlanma ve Rönesans düşünürlerinin de katkılarıyla bir akıma dönüşmüştü. Ne var ki, burjuvazi, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” söylemiyle herkese eşit ve özgür yaşama ve kardeşçe ilişkiler içinde olmak için kendisiyle birlikte dövüşme çağrısı yapmasına rağmen, sınıfsal zaferi elde ettiği günden başlayarak, işçi sınıfı ve halkın öteki kesimlerine karşı sınıf baskısına, halk üzerinde kendi diktasını kurmaya yöneldi. Tekelci gericilik koşullarında bu baskı daha da yoğunlaştı. Lenin, tekellerin siyasal gericilik eğilimine, emperyalizm koşullarında siyasal gericiliğin yoğunlaşmasına işaret etmişti. Kapitalist ülkelerde bu eğilimin, halkların mücadelesine karşı ve mücadeleyi denetim altında tutmak için verilen kimi tavizlerle birlikte güçlenerek devam ettiğini biliyoruz. Bugün ne serbest rekabetçi kapitalizmin doğuş dönemindeyiz, ne de tekellerin ilk ortaya çıkış zamanlarında. Burjuvazi ile proletarya, sömürenlerle sömürülenler, egemenlerle egemenlik altında tutulanlar arasındaki mücadelenin çeşitli evrelerden geçerek sürdüğü, tekelci hakimiyetin tüm kapitalist dünyada gerçekleştiği, sosyalist Sovyetler Birliği’nin içten ve dıştan kapitalist kuşatma ve saldırı ile yenilgiye uğratılarak işçi hareketinin tüm dünyadaki kazanımlarına karşı gerici saldırıların yoğunlaştırıldığı ve kazanılmış hakların budanıp şekli hale getirildiği, “güvenlik toplumu” vaazlarıyla ezilen sınıf ve kesimlerin yoğunlaştırılmış baskı ile susturulmaya çalışıldıkları bir dönemde bulunuyoruz. ABD ve Avrupa ülkelerinden başlayarak dünyaya yayılan ve Türkiye gibi “Doğu toplumları”nın kapitalizm öncesi koşullardan devşirilen gerici anlayış ve biatçı kültürle takviye edilen otoriter, antidemokratik siyasal yönetim biçimlerinin halk kitlelerine karşı şiddet ve yasaklarla destekli politikalarını “ulusal çıkarlar”, “anti terörizm” vb. ile gerekçelendirip sürdürdürdükleri ve yoğunlaştırdıkları bir dönem. Böylesi bir dönemde ve egemen sınıfın otoriter-totaliter yöntemleri politika edinmiş temsilcileri eliyle, üstelik “demokrasi” adına gündeme getirilen “sandıkta görüşürüz!” tehdidi ve “azınlık çoğunluğa tahakküm edemez” çarpıtmasına –ki bu tamamen bir hileden ibarettir– bu tarihsel ön gelenlerle ön gelişmeleri akılda tutarak bakmak gerekiyor.
Kralların, beylerin yönetimleri ile kıyaslandığında, temsili kurumların (örnek parlamento) oluşması ileri bir adım olmasına olmuştur, ama bu ileri adım, ne devleti “bir azınlığın özel baskı aygıtı” olmaktan çıkarmıştır, ne de “genel ve eşit oy hakkı” ve parlamenter sistem devlet ve yönetim işlerini işçi sınıfı ve emekçiler açısından “nötr hale getirmiş”, “tarafsız kılmış”tır. Genel ve eşit oy hakkı, aynı nedenle, halk kitleleri açısından, esas olarak şekli bir irade beyanı olarak kalmıştır. Oy hakkı, örneğin, sadece büyük mülk sahiplerine, holding patronlarına, fabrika ve işletmelerin mülkiyetini elinde bulunduranlara ait değildir; ama seçimler ve seçilen parti ve hükümetlerin nasıl bir politika uygulayacakları üzerinde bir işçi ile bir holding patronunun “eşit derecede” etkide bulunup, söz hakkı ve irade eşitliğine sahip olduğunu söyleyebilmek için ya “çok günahkar bir yalancı” ya da sermaye için her silahı kullanmaktan kaçınmayacak bir sahtekar olmak gerekir.
İşçiler genel oy hakkına sahip olarak şu ya da bu partiye oy verirler. Ama greve gittiklerinde, kendilerinin ya da kendi sınıflarının bir bölümünün oyunu da alarak hükümet(ler)i oluşturan partilerin yönetimindeki devlet güçleri (polis, jandarma, yargıç, mahkeme, hapishane) tarafından zapt-u rapt altına alınmaktan, saldırılara hedef olmaktan kurtulamazlar. İradeleri ve istekleri ayaklar altına alınır. Ücret ve maaşlarının artırılmasını, sosyal haklara ve sosyal güvenceye sahip olmayı, eğitim ve sağlığın herkes için ve devletçe sağlanmasını istediklerinde aynı akıbetle karşı karşıya gelirler. Bütün kapitalist “demokrasiler”de durum aşağı yukarı böyledir. Siyasal gericiliğin daha aktif ve yoğun olduğu Türkiye gibi ülkelerde ise durum daha da çarpıcı olmaktadır. Halk kitlelerinin öfkesini yatıştırmak, tepkilerini etkisizleştirmek ve isteklerini reddetmek üzere “sandık”ı işaret eden ve oy kullanma dışında herhangi türden mücadelelerine kin besleyen Recep Erdoğan ve AKP Hükümeti, Taksim Gezi Parkı’ndan başlayarak Türkiye’ye yayılan protestoları “yabancı güçlerin komplosu”na bağlamış, TEKEL işçilerinin 78 günlük direnişini “Ergenekon işi” olarak göstermiş, direnenlere karşı silahlı-palalı, coplu, panzerli saldırıları gerçekleştirenleri korumaya almış, parasız ve demokratik eğitim hakkı, anadilde eğitim isteyen gençleri zindanlara doldurmaktan kaçınmamıştır. Cinayet teşvikçiliğinden içeri tıkılmaları gerekenlerin kral, devlet başkanı, başbakan, bakan olduğu bir sistemin demokratikliği iddiası, demokrasi ile tiranlığı özdeşleştirmekten öteye geçmiyor. Türkiye açısından, örneğin, genel ve eşit oy hakkı bağlantılı olarak “serbest ve adil bir seçim”den söz edilemez. Bütün öteki engeller bir yana, %10’luk seçim barajı başlı başına bu iddiayı yalanlar. Günümüzdeki tartışmada, “siz genel oy hakkına karşı mı çıkıyorsunuz, sandıktan daha iyisi var mı?” türü sorular ve tartışmalar zaman aşımına uğramış, saptırıcı soru ve tartışmalardır. Tartışılan, genel oy hakkı ve buna dayalı seçimlerin gerekli olup olmadıkları değil, bunların ülke idaresinde işlevli olup olmadıkları ya da nasıl bir işlev gördükleridir.
Bu etken ve nedenler büyük mülk sahibi zengin kapitalistler ile asgari ücretli emekçinin “eşit oy hakkına sahip olması”nı biçimsel hale getirir ve içeriği yönünden eşitsiz kılar. “Demokrasi açısından vazgeçilmez olan, herkesin temel hak ve hürriyetlerinin herkesin yönetime katılmasına engel oluşturmayacak şekilde tanınması” ise eğer, bütün bu engeller, ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan insan kitleleri (işçi ve emekçiler) için yönetime katılma engelidir ve bu da ancak antidemokratik bir duruma işaret eder. ‘Sandık’a atılan oyun eşit oy hakkı temsilini içeriksel olarak da yerine getirebilmesi için, herkesin iktisadi-sosyal ve diğer koşullarının “eşit olması” gerekir. Asgari ücretli, işsiz, yoksul ya da ortalama bir ücret veya maaşla çalışan biri ile büyük sermaye ve servet sahibi olanların eşitliği iddiası, ihtiyaçların karşılanması eşitsizliği tarafından geçersiz kılınır ve böylesi ilişkiler üzerinden tesis edilen bir sistemin demokratik olduğuna dair varsayım ve iddialar dayanaksız kalır. Herkes “seyahat özgürlüğü”ne sahip ilan edilebilir, ama bu hakkın kullanım olanağına sahip olmayanların seyahat özgürlüğü soyut bir hak olmaktan öteye geçmez. Herkese eğitim hakkından söz edilmesinin, eğitim için gerekli harcamaları yapma olanağı olmayan aileler açısından bir geçerliliği yoktur. Günde bir ya da iki dolar “geliri olan” milyonlarca emekçi ile günlük kazancı milyon dolarla ölçülen bir kapitalist için, iradelerinin eşit ölçüde işlevli oluşundan, refah ve mutlulukta “ortak”lıktan söz edilemez. “Herkesin insanca yaşam hakkı”na sahip olmasının anlamı da, bu iki kesimden insanlar açısından aynı değildir.
GENEL OY HAKKI VE HALKIN DEMOKRATİK YÖNETİMİ
“Sandık”tan söz edenler “genel oy hakkı” üzerine vaaz ile, demokratik bir hakkın savunusunu yapıyor görünüyorlar. Tarihsel açıdan bakıldığında, oy hakkı ayrıcalığının ortadan kalkmış ve herkesin oy verme hakkına sahip olmasının bir ilerleme sayılması gerektiğine yukarıda değinildi. Ancak, herkese oy verme hakkının tanınmış olması ve bu hakkın kullanılmasının, halkın kendi kendisini yönetmesi, yani demokrasi anlamına gelmediği tarihsel-sosyal ve siyasal bir gerçekliktir. Genel oy hakkı ile demokratik bir yönetim arasında dolaysız-doğrudan kurulmak istenen bağ, sermaye adına halkın iradesine el koyanların antidemokratik yönetimlerini “hak” ve meşru göstermek üzere baş vurulan bir riyakarlıktır. Genel oy hakkının halk kitleleri açısından temsili kurumların oluşmasının etkeni olması ve halkın halk tarafından yönetilebilmesi için, sermaye hakimiyeti ve burjuva sınıf zorbalığının olmaması gerekir. Günümüzde hiçbir kapitalist ülke açısından böyle bir iddia ileri sürülemez. Öyle ise, genel oy hakkı ve “sandık” ile “halk yönetimi”-“halk tarafından yönetim”-“demokrasi” arasında birebir bir eşitlik bağı yoktur. Sermaye-emek ilişkilerinin; burjuvazi ve işçi sınıfının, egemenler ile ezilenlerin olduğu toplumlarda, üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar ile olmayanların “sandığa oy atma eşitliği”, bu ilişkilerin kaynaklık ettiği asıl eşitsizliklerin üzerine örtme işlevine de sahiptir. Korunmak istenen, azınlık olmasına rağmen, burjuvazinin çoğunluk (işçiler, emekçiler, tüm ezilenler) üzerindeki sınıf diktatörlüğüdür. Genel oy hakkı, “her bireyin kendi hayatını etkileyecek kararların alınmasına katılma hakkı” olarak gösterilirken, bu kararların alınmasına işçilerin, kent-kır yoksullarının ve diğer ezilen kesimlerin katılması ne birey olarak ne de toplumsal kesimler, sınıf ve güçler olarak söz konusu değildir. Ekonomik-sosyal uygulamalar sermayenin çıkarlarınca belirlenmekte, siyasal kararlar bu çıkarlar gözetilerek alınmaktadır. Oy hakkına sahip bireylerin “sandıktaki iradesi” ise, bu ilişkilerin sürdürülmesinin ve pratikteki uygulamaların “onayı” olarak alınmakta ve gösterilmektedir. Demokrasi olarak gösterilen ve tanıtılan hak sahibi yurttaşın, yaşamını ilgilendiren konularda söz sahibi olmak üzere iradesini ortaya koyması ve bunun gereklerinin yerine getirilmesi değil, küçük bir azınlığın trilyonlarca lira ya da dolar servete dayanan hükümranlığını güvenceleyen(!) ilişkiler sistemi ve bunun sürdürülmesini görev edinen bürokratik kastın nöbet değişimi biçimidir. Oy hakkını ve parlamentoyu demokrasinin yeterli şartı gösteren anlayış tam bir ikiyüzlülük ifadesidir.
Halk iradesine işaret eden ve halk idaresi olarak gösterilen bir siyasal sistemin bu iddiaya uygunluğu için, en azından, halkın kendi iradesini ortaya koyacak kurumsal örgütlenmelerinin ve üzerinde herhangi baskı olmaksızın, yasalarla önü kesilmeksizin, özel silahlı insan müfrezelerinin tehdidi altında bulunmaksızın hareket etme serbestisinin olması gerekir. Hangi kapitalist ülkede bundan sözedilebilir? Söz, örgütlenme, basın-yayın özgürlüğünün kapitalist gericilik ve sermaye fraksiyonlarının tasallatunda bulunduğu Türkiye gibi ülkelerde, özel ayrıcalıklarla korunmaya alınan burjuva siyasal partilerin sermayeye hizmette nöbet değişimine “oyu ile destek olma” dışında, işçi sınıfı ve emekçi kitlelere tanınan, onların can bedeli mücadele ile koparıp almadıkları bir hak ve uygulama yoktur. Dolayısıyla da, kitleler kendi talepleri için sokağa yöneldiklerinde, kapitalizmin ve burjuvazinin ‘can damarları’na baskı yapmaya yöneldiklerinde, burjuvazinin en azılı temsilcileri zincirlerinden boşanmış olarak onları itaata çağırmakta ve “bir isteğiniz varsa sandıkta gösterirsiniz!” demektedirler. (‘Sandık’a bu denli vurgunun bir diğer nedeni, askeri cuntaların ve ordu müdahalelerinin yasal dayanakları da sağlanarak bolca yaşandığı bir ülke olması dolayısıyla, Türkiye’de, “askeri vesayet karşıtlığı”nın halk kitlelerinin çok büyük çoğunluğu tarafından kabul edilirliğidir. Vesayeti ‘askeri’ olanıyla sınırlı gösterme gibi bir özelliği de bulunan bu yaklaşım, azınlık diktasının askeri ve sivil biçimleri arasındaki ayrım üzerinden sivil olanına onay sağlama gibi bir hedefe de sahiptir.)
Genel oy hakkı ve parlamenter sistem emekçilerin haklarını savunan partilerin kurulması ve kapitalizme karşı işçi-emekçi mücadelesinin yasal zeminde de sürdürülmesinin olanaklarının genişlemesi açısından da bir ilerleme olurken, seçim yolu ile iktidarın alınabileceği yanılgısına düşen çeşitli sol-ilerici ve eski Marksist parti ve örgütlerin düzen içi adaptasyonuna da yol açmıştır. Bu türden partiler, “toplumun refahı ve herkes için fırsat eşitliği” üzerine söylemin kapitalizm koşullarında emekçileri aldatma dışında bir geçerliği olmadığını, “fırsat eşitliği” iddiasının kapitalist üretim ilişkileri tarafından geçersiz kılındığını; parlamenter koşullarda da sömüren ile sömürülenin fırsat eşitsizliğinin devam ettiğini ve uzlaşmaz sınıf çelişkisini içerdiğini “idrak etmeyi” unutabilmişlerdir. Diğer yandan ama, tüm emekçiler için genel sağlık sigortası uygulaması, işsizlik sigortası, eğitimin herkes için parasız ve bir hak olarak gerçekleştirilmesi, kadının sağlığına aykırı işlerde ve 16 yaşından küçük çocukların çalıştırılmasının yasaklanması gibi uygulamalarla emekçi yaşamında iyileşmeler mümkündür ve işçi sınıfı ve emekçilerin bu asgari taleplerinin gerçekleşmesi için mücadele araçlarının ve mevzilerinin zenginleşmesi söz konusudur.
Genel oy hakkının kullanılması yoluyla işçi ve emekçilerin burjuva politikası ve kapitalist parti fraksiyonları üzerinde belirli bir baskı oluşturmaları mümkün olmakla birlikte, örneğin bu yol ile bazı partilerin desteksiz bırakılarak bazı başkalarının desteklenmesi vb. nedeniyle bu partilerin programlarına halkın haklarından yana maddeler koymalarına rağmen, asıl değiştirici olan ve sömürülenler yararına bazı reformcu iyileştirmeleri ve yasalarda emekçilerin de yararlanabilecekleri esneklik ve soyut hakçılığı olanaklı kılan da son tahlilde doğrudan fiili mücadele ile emekçi baskısının oluşturulmasıdır. Sosyal hakların, sosyal güvenlik alanındaki iyileştirmelerin, sosyal sigorta yardımlarının, söz, basın-yayın ve örgütlenme alanındaki kimi (soyut ve pratik karşılığı bulunmayan) “özgürlükler”in varlığı bu mücadele sonucunda mümkün olabilmiştir. Burjuvazi, devleti ve hükümetleri buna rağmen fırsat buldukları ya da yaratabildikleri her durumda, işçi ve emekçilerin mücadele ile kazandıkları hakları budamak, geri almak için çaba göstermişler, eğitim, sağlık, konut alanındaki devlet sorumluluğu yerine, özelleştirmeler vb. yollarla yükü emekçilerin sırtına yıkmaya çalışmışlardır.
Kapitalizme ölümüne bağlı ve bağımlı politikacı ve yazarların “sandık demokrasisi”ne, genel oy hakkına ve burjuva parlamenter sisteme bu aşırı övgüsü ve bağlılık göstermelerinin başlıca nedenlerinden biri de, işçi sınıfı ve emekçileri kapitalist üretim ilişkileri içinde tutan mekanizmalara duyulan ihtiyaçtır. İşçi sınıfının siyasal mücadelesine karşı ve kapitalist üretim ilişkileri içinde kapitalist ihtiyaçlara yanıtlar üretmeyi esas alan burjuvazi –ve ideolagları–, “işçi sınıfının devrimci heyecanını reformcu bir çizgiye çekme”yi başarmak için ‘genel oy hakkı ve parlamenter sistem propagandasına sarılıyorlar. “Temsili demokrasi”nin kitleleri aldatıp-oyalamaya daha elverişli olduğunu düşünen burjuvazi, kitleleri, seçimler aracıyla ülkenin ve kendilerinin “kaderini değiştirebilecekleri”ne inandırmaya çalışır. İşçilerin işyeri ve fabrikaların “yönetimine katılması” üzerine kapitalist yalana benzer şekilde, seçimlerde oy kullanarak yönetim politikalarının bizzatihi oy kullananlar tarafından belirlendiği ididası da, sınıf ilişkilerinde ve devletin kurumlarıyla birlikte işleyiş tarzında temelli herhangi değişim olmadığı halde, böylesi bir değişim olacakmış yanılgısı yaratmaya yöneliktir. İçeriğinin ve kimler tarafından nasıl uygulanacağının halkın serbest iradesince belirlenmediği herhangi yasa, halkın iradesinin eseri/ürünü olamaz. Herhangi kapitalist ülkede burjuvazi halk kitlelerini şovenist saldırgan politikalara “angaje etme”dikçe, yönetici erk tarafından bir düşman yaratılıp ona karşı saldırının “ulusal çıkarlar” ve “millet esenliği için şart olduğu” propagandasıyla halkı aldatmadıkça, başka bir halka karşı savaştan yana olan bir halk görülmemiştir. Halkların barış talebine onca yandaş olmaları dahi bunu açıklayıcıdır. Savaşlar, çünkü, kapitalist pazar kavgalarının ve pazarların yeniden paylaşımı kapitalist ihtiyacının ürünü olarak gündeme gelmektedirler ve emperyalist kapitalizm koşullarında yaşandığı sürece de, –artık savaşlar olmayacak propagandası ne denli güçlü olursa olsun– işgal, tahrip ve yağma eylemleri olarak ve kitlesel katliamlara ve kitlesel sakat bırakmalara yol açarak ortaya çıkacaklardır. Irak, Afganistan, Libya, en yakın örneklerdir. Hiçbirini isteyen halklar olmamıştır. Kürtlere karış savaş politikalarını reddenler de en başta Kürt emekçileridir.
BİÇİMSEL DEMOKRASİ HALK İRADESİNİ TEMSİL ETMEZ
Bir ülkede parlamentonun bulunuyor, parlamenter seçimlerin yapılıyor olması; anayasal ve yasal hukuksal sistemin varlığı, “oy kullanma hakkına sahip herkes”in “ülkenin siyasal kaderini belirleme” iddiasıyla oy kullanıyor olması, yürürlükteki siyasal sistemi demokratik kılar mı? Bu soruya mutlak anlamda olumlu-olumsuz yanıt, toplumsal ilişkilerin ve siyasal sistemlerin karmaşık yapısını olduğu kadar, bu sistemlerin halk kitleleriyle ilişkisini de tek yanlı kesinlemelere hapsetmek olacaktır.
“Demokrasi”, kavramın kökeni anlamıyla halk egemenliği olarak alınacaksa, burjuva demokrasili ülkelerin en ileri olanları dahil hiçbirinde halk iradesine ve idaresine dayanan bir sistem bulunmuyor. Aksine, tüm bu ülkelerde tekelci burjuvazinin hegemonyası altında şekillenen ve kapitalist sömürü ilişkilerini siyasal-hukuksal kılıflarla güvenceye alan antidemokratik gerici diktatörlükler söz konusudur. Bu ülkelerde sermayenin çıkarlarının ifadesi olan yasal-anayasal bir “düzen” kurulmuştur ve sistemin “güvencesi” için özel silahlı birlikler, düzenli ordu ve polis kuvvetleriyle gizli-açık çeşitli kontra örgütlenmeler yaratılmıştır. İleri demokratik ülkeler olarak tanıtılan İngiliz ve Amerikan anayasaları, tekellerin çıkarlarını ve engelsiz faaliyetini güvenceye almışlardır. Bu ülkelerde ve diğer kapitalist ülkelerde işçinin sahip olduğu tek gerçek özgürlük, emekgücünü “serbestçe” satma; kapitalist için artıdeğer yaratma özgürlüğüdür. Bilimsel teknik gelişmeler ve makinelerin de ‘yardımı’ ile kapitalist “piyasa”da kendi sınıfından insanlarla rekabete sokularak, emek gücüne daha çok ve daha ucuz şekilde el koyma özgürlüğü olarak da alınabilir bu. Burjuvazi ve sağ-sol liberal ideologlarının söyleminde kutsanmış gibi duran “özgürlük ve eşitlik” şiarı, kapitalizm koşullarında, farklı çıkarlara sahip sınıfların birbirleriyle mücadelesinin kaçınılmazlığını da içermek üzere, artıdeğer sömürüsü ve kapitalist rekabet nedeniyle bir aldatmacadan ibaret kalır. Holding sahipleriyle ücretli-maaşlı emekçinin, fabrikatörler ile onların işletmelerinde belirli bir ücret karşılığı çalışan işçilerin, devleti çekip çevirenler ile ‘kendi halinde –sıradan– emekçilerin “eşitliği” üzerine vaaz, sadece bir vaaz olarak kalır. “Yasalar önündeki eşitlik” ve yasalarca var olduğu söylenen özgürlük kağıt üzerindeki sözcüklerden ibarettir. 60-80 bin dolarlık aylık geliri ile 400-500 dolarlık ücreti “eşit” saymak için matematik bilgisizliği yetmez, aptallık da gerekir. Ekonomik-sosyal yaşamda eşit olmayanın siyasal eşitliği üzerine söylenenler aldatmacadan ibarettir. Siyasal yasakların yasa güvencesinin yanı sıra yargıç ve polis teminatına alındığı, siyaset yapmanın işçi ve emekçiler için daha baştan bin türlü iktisadi-sosyal ve kültürel barikatla engellendiği, seçim barajı türünden ek engellerle muhalif güçlerin önünün kesilmeye çalışıldığı tekelci kapitalizm koşullarda, “eşit ve genel oy hakkı”, burjuvazi yönetiminde, esas olarak onun sınıfsal ayrıcalıklarının korunmasının ve sürdürülmesinin hangi kapitalist fraksiyon(lar) eliyle yürütütüleceğini belirlemek üzere emekçilerin de alet edildikleri bir hak işlevi görür. Hak eşitliği burjuva sınıfının çeşitli katmanları arasındaki ilişkiler açısından da geçerli değildir. Burjuvazinin bir dönemler bayrak edindiği “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” kapitalist şiar ve mantığı artık bir yalandan ibarettir. Holdingler ile küçük işletmenin rekabetinden çıkacak olan büyük balığın küçükleri çekip yutmasından başka bir şey olamaz.
DEMOKRATİK DEVLETİN BALICA KOŞULU: HALK KİTLELERİNİN DEVLET YÖNETİMİNE KATILMASI
Bir siyasal-toplumsal sistemin demokratik olmasının ilksel koşulu, sömürü kaynaklı ayrıcalıkların bulunmayışıdır. Sömürü ilişkileri her türden ayrıcalık, eşitsizlik ve baskının kaynağını oluştururlar. Sömürü ilişkilerine dayanan bir sistemi demokratik olarak göstermek demek, artıdeğere el koyarak başkalarının –diğer sınıf ve kesimlerin– başı üzerinde hakimiyet olanağı bulan sınıf yararına, ilişki tarzlarını, kurumsallaşma ve örgütlenmeyi, ayrıcalıkları hak görmek demektir. Siyasal özgürlüklerin, siyasal eşitliğin “herkes için eşitlik ve özgürlük” olmasına kapitalist sömürü ve eşitsizlikler sistemi olanak tanımaz. En demokratik sayılanları dahil, burjuva devletleri ve demokrasileri, bu bakımdan, geniş halk kitleleri açısından, onlar üzerindeki azınlık tahakkümü ve sınıf diktasının ifadesidirler. Diğer yandan, halk kitlelerinin devletin yönetimine ne ölçüde katıldıkları, devlet yönetiminde nasıl bir rol oynadıkları, sistemin demokratik olup olmamasında kıstas oluşturur. Geniş halk kitlelerinin devlet yönetimine katılmaları ve yönetimin nasıl olacağında belirleyici irade oluşturmaları için, bunun sosyal-iktisadi koşullarının oluşturulması gerekir. Bununla birlikte ve ülkenin politik, ekonomik ve kültürel koşullarının halk kitlelerinin inisiyatifini esas alan bir düzenlenmesine bağlı olarak, seçme-seçilme hakkının güvenceye alınmasıyla değil sadece, istisnasız tüm görevlere görevlilerin halkın oyu ile seçilmeleri ve gerekli gördüğünde halk tarafından görevden geri alınmaları gerekir. Halk cumhuriyeti ve proletarya devletlerinde halkın gerçekten kendi kendisini yönetmesi ve böylelikle yönetenlerle yönetilenler arasındaki farklılaşmanın sona erdirilmesini sağlayacak mekanizmalar vardır. Böylesi bir demokrasi, sömürülenlerin gerçekten ve tam temsili için olanakları yaratarak ayrıcalıklı özel kurum ve yönetimleri reddeder, temsil kurumlarında görevli olanların ücretlerini ortalama işçi ücreti düzeyinde belirleyerek, temsil kurumlar ve kurullarının ikbal avcılığı mevzileri olarak kullanılmasına olanak tanımaz. Demokratik cumhuriyet biçimi altındaki bir devlet, halka karşı despotik hükümetler eliyle yürütülmekte olan halk üzerindeki burjuva sınıf egemenliğinin silahlı ordu ve polis tarafından korunduğu diktatörlüklerden farklıdır. O, tam da burjuvazinin bu günkü otokratik-despotik sözcülerinin aşağılamak üzere “ayaklar” sözcüğü ile andıkları işçi sınıfı ve kent-kır yoksullarının (emekçilerinin) “baş” oldukları bir devlet biçimine denk gelir ve bugünkü demokrasi düşmanı zorba aygıttan tümüyle farklı, bir halk idaresini ifade eder. Böylesi bir devlet sisteminde özel ayrıcalıklarla garanti edilmiş, dokunulmazlık zırhına büründürülmüş ve silahlı özel ordu ve polis birlikleri tarafından korunan bürokratik yönetim ve yöneticiler değil, yurttaşların iradesiyle ve seçimle göreve getirilip onlar tarafından gerekli görüldüğünde ‘geri çağrılabilir olan’, ücretleri ortalama bir işçi ücretinden daha yüksek olmayan ve herkes için açık olan bir toplumsal sorumluluk söz konusudur.
Bir de, “demokratik” olduğu iddia edilen bugünkü burjuva devlet sistem(ler)ine bakalım: Türkiye gibi cunta yasalarını uygulamayı sürdüren, %10 barajıyla halkın iradesine –en azından bir kesimi açısından– set çeken, oy verme dışında halkın yasaların yapımına, uygulanmasına, görevlilerin iş başına getirilmesine, ücretlerine dair en küçük söz hakkının dahi bulunmadığı ülkeler bir yana, “demokrasinin beşiği” gösterilen İngiltere, ABD, AB’nin Almanya, Fransa gibi ülkelerinde de halkın doğrudan yönetime katılması, kendi kendini yönetmesi söz konusu değildir. Devlet yönetme kuralları, yasalar ve kurumlar hiçbir kapitalist ülkede halk tarafından oluşturulmamaktadır. En ileri burjuva demokrasilerinde dahi bürokratik-askeri makinenin tekeline sahip burjuvazi, yasama, yürütme ve yargı kurulları aracıyla halk iradesine ambargo koyma ve kendi iradesini “herekese ait” gösterme kurnazlığıyla iktidarını ve sınıf çıkarlarını sürdürme ayrıcalığını elinde tutuyor. Burjuva parlamentosu, sermaye diktatörlüğünün ve burjuva parti tiranlığının örtüsü olmakla kalmıyor, işçi ve emekçilere karşı siyasal-sosyal ve iktisadi kararların alınıp uygulanmasının yolunu açan bir grayder işlevi de görüyor. Burjuva devletinin işçi sınıfı ve emekçilerin temsili ya da aynı anlama gelmek üzere, emekçi iradesinin bu devletin işleyişinde belirleyici olduğu iddiası, “kaç işçi ve emekçi devletin başlıca yönetim kurumları, kurulları ve organlarında bulunuyor?” sorusu tarafından ayakları havada bırakılacağı için, bu soru dahi gereksiz kalıyor. Türkiye’de, genel oy hakkının şekli kalışı, yalnızca kapitalist üretim ilişkilerinden kaynaklanan sınıf farklılıkları, ayrıcalıkları tarafından değil, siyasal partiler yasası, seçilme koşulları, seçim barajı gibi burjuva engelleri tarafından da sağlanmıştır: sermaye partilerine hazineden trilyonlarca lira kaynak aktarılıyor; milletvekilleri ve yakınlarına ayrıcalıklı sosyal ve ekonomik konum sağlanıyor. Milletvekillerini, Bakanlar Kurulu’nu, Başbakan ve Cumhurbaşkanını, “vatana ihanet” durumunda dahi halkın geri çağırma yetkisi ve iradesi yoktur. Ordu ve polis, MİT ve Özel Kuvvetler Birliği gibi çok sayıdaki silahlı özel kurum ve güç üzerinde halk kitlelerinin en küçük bir denetimi, irade uygulaması bulunmamaktadır. Aksine bu güçler, burjuva devletinin halkın karşısında konumlanmış silahlı kuvvetleridirler. Haziran 2013 Direnişi son olmayan örneklerden biridir; yaşam alanlarına ve tarzlarına zorbaca karışılmasına karşı çıktılar ve sosyal-siyasal hakları için direndiler diye 6 kişi öldürülmüş, 11 bin kişi yaralanmış, 11 kişinin gözü kör edilmiş, binlercesi gözaltına alınmış, yüzlercesi tutuklanmıştır. İktidar ise, bu saldırılarda görevlendirip cinayetlere teşvik ettiği polis kuvvetlerini “24 maaş tutarında ikramiye” ile taltif edip, “kahramanca mücadele ettikleri için” kutlamıştır.
Gerçekten demokratik bir devlet sisteminde ise –bu, ancak halkın, işçi ve emekçilerin yönetimindeki bir devlet olabilir–, bu irade doğrudan halka aittir. Rus işçi sınıfı ve devriminin tarihin gündemine getirdiği ve çeşitli Avrupa ülkelerinde de farklı biçimlerde işçi sınıfı tarafından mücadele ve örgütlenme organları olarak değerlendirilen “Sovyetler”, örneğin temsili kurullardır. Temsili kurumlar proletarya diktatörlüğü altında da “vazgeçilmez”dir. Ama Sovyetler ile, burjuva temsil kurumu olarak burjuva parlamentosu hiçbir biçimde benzeşmez, aynı nitelikte olmayan, amaç ve işlevleri de birbirlerine zıt oluşumlardır.
İŞÇİ VE EMEKÇİLERİN ÖZGÜRLÜĞÜ, ANCAK KADERLERİNİ KENDİLERİNİN BELİRLEDİKLERİ KOŞULLARDA MÜMKÜNDÜR
İşçi ve emekçilerin modern tarihte 1871 Paris Komünü ile birlikte ve sadece üç aya yakın bir süre içinde oluşturma olanağı buldukları ölçüde yaşayabildikleri “özgürlük ve eşitlik”, bir kez daha ancak 1917 Ekim Sosyalist Devrimi ile kurulan Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm inşaası sürecinde gerçekleşti. Sermayenin ve Çarlık feodalizminin kalıntılarına son verme savaşı ve dışarıdan emperyalist kapitalist kuşatmanın aman tanımaz ambargo ve yok etme saldırısı altında, Sovyet işçileri ve kent ve kır yoksullarının büyük –ve acılarla dolu– fedakarlıkları sonucu, ülke ve kendilerinin kaderine hükmedecekleri koşulların oluşmasıyla, özgürce yaşama olanağı buldukları tarihsel bir olgudur. Kapitalist sömürü ve eşitsizliklere son verildiği koşullarda eşit ilişkilerin ve halkların özgürce yaşamının olanakları ancak oluşabilmektedir. İşçi sınıfı ve kent-kır yoksulları, halk kitleleri, ancak sömürülmedikleri durumda, sömürüye olanak tanımayan sosyalist bir sistemde gerçekten özgür olabiliyorlar. Sovyetler Birliği’nde 1918-56 dönemi bu koşulların yaratılması için can bedeli mücadelelere sahne oldu ve bu zorlu mücadeleler sonucunda işçi sınıfı ve emekçilerin kendi özgür yaşam koşullarını oluşturan kendi idareleri gerçekleşti.
Sosyalist ekonomide amaç halkın gerçekten refahı ve mutluluğu, insanın zihni ve fiziki sağlıklı gelişimi; ihtiyaçlarının temini idi ve üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetine son verilmesi, maddi hayatın üretiminin kolektif biçimi, toplam toplumsal üretim ve artının toplumun sosyal-kültürel gelişimi ve gereksinimlerinin temini için kullanılmasının ve toplumsal zenginlik birikiminin koşullarını da yaratmaktaydı. Sosyalizm koşullarında eğitim, öğretim, sağlık, konut, ulaşım ve iletişim toplumsallaştırılmış, kamusal hizmet kapsamında tüm topluma genelleştirilerek insani gelişmenin koşulları yaratılmıştı. Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verilmesi, fabrikaların, madenlerin, demiryollarının, traktör ve makina üretim ve işletme istasyonlarının toplumsal mülkiyete alınması, bunların işletilmesinden sağlanan toplam üretimin özel ayrıcalıklı kişi ve grupların değil halk kitlelerinin ihtiyaçlarına yönelik tasarrufu ve alt yapı tesislerinin yapımı ve modernizasyonu, enerji ve su kaynaklarının temin ve ıslahı, devlet hastaneleri, okullar, tedavi ve dinlenme yurtları, konutlar, sanatoryumlar ve bunlar gibi daha birçok başka kuruluş için harcanmasını olanaklı kılmıştı. Demokratik bir siyasal sistem, ancak bu tür bir “alt yapı” ve sosyal zemin üzerinde var olabilirdi. Kapitalist gericilik ile sosyalizmin farkı, kapitalist dünyanın sınıf bilinçli işçi ve emekçileri açısından da somuttu. Çalışabilir durumdaki herkese, sağlığını korumayı da gözeten iş sağlanarak, hiç kimsenin, bir başkasının sırtından geçinme olanağı bulamayacağı koşulları yaratma – bu, hiçbir kapitalist ülkede gerçekleştirilemez.
Kapitalist sistemde işgücü sömürüsüne duyulan ihtiyaç, bir yedek işgücü –işsizler– ordusunun bulunmasını da ihtiyaç haline getirir. Kapitalist rekabet ve kâr için daha az işçi ile daha fazla üretime duyulan burjuva ihtiyaç, bu kaynağı var etmektedir. İşçi ve emekçilerin “emeklerinin miktar ve niteliğine göre ücretlendirildikleri bir işe sahip olma hakkı”nın (1936 Sovyetler Birliği Anayasası bunu sağlamıştı) kapitalizm koşullarında geçerli olması olanağı bulunmamaktadır. Her ülkede milyonlarca işsiz bulunuyor. Milyonlarcası sakat ve sosyal haktan yoksun. Şimdilerde kapitalizmin her türden savunucusunun, sağcı-’solcu’ liberallerin saldırı hedefinde tutmaya devem ettikleri 1936 Sovyet Anayasası’nın 123. maddesi, “Yurttaşların haklarının bir ırka veya ulusa aidiyeti nedeniyle, her ne türden olursa olsun, doğrudan ya da dolaylı olarak kısıtlanması veya tersinden, doğrudan ya da dolaylı olarak iltimas konusu edilmesi, yine, ırksal ya da ulusal bir özellik veya bir ırka ya da ulusa yönelik nefret ve bir ırkın veya ulusun aşağı görülmesi yasalarca cezalandırılır” şeklinde idi. Sovyet anayasası, örneğin, “tüm halkların ve ırkların geçmişteki ve o anki durumundan bağımsız olarak, güçleri ve zayıflıklarından bağımsız olarak, toplumun ekonomik, sosyal, devletsel ve kültürel yaşamının her alanında aynı haklara sahip olması gereğinden..” hareket ediyordu. Bu, sadece kabul edilmiş bir hak değil, pratikte uygulanan bir durumdu. Nüfusu yüz bin civarında dahi olmayan her ulusal topluluk ve halk kesimine kendi dilinde eğitim olanağı sağlanmıştı. Kapitalist ülkelerde ise, ulusal ayrımcılık, şovenizm ve ırkçılık devam etti. Türkiye gericiliği ve Türk-İslam sentezci yeni Osmanlıcılar hala Kürtlerin ulusal kimliklerinin tanınması ve bunun gereği olarak anadilde eğitim, kültürel gelişmenin önünün tümüyle açılması, ulusların tam hak eşitliğinin anayasal ve yasal güvenceye alınması istemlerine karşı “tek millet, tek dil, tek devlet!” dayatmasına devam ediyorlar. Ulusal baskı ve ayrımcılık kapitalist pazar ilişkilerinin, rekabetin ve sömürünün ayrılamaz bir unsurudur. “En demokratik” burjuva ülkelerde dahi “azınlıklar”a karşı ayrımcılığın bin türlü inceltilmiş yöntemi vardır. Oysa olması gereken, ulusal tam hak eşitliği ve tam bir laisizmin engelsiz uygulanması ve yasal-anayasal güvenceye alınmasıdır.
Burjuvazinin anti sosyalist propagandasının günümüze dek ve günümüzde de sürüyor olması, bu gerçeğin sömürülen kitleler açısından açıklık kazanmasını önlemeye yöneliktir. Onun tarafından yürütülen ideolojik kültürel savaş, burjuva hakimiyet sistemini, burjuva devletin despotik-anti demokratik niteleğini örtmeye ve onu “herkese gerekir” göstermeye yöneliktir. Bunun için, sosyalizmin yenilgiye uğratılmış olmasını, alçakça çıkarlarını savunmanın argümanlarından biri olarak kullanmaktadır. Sıkı denetim altında tutulmadığında sınıfsal farklılıklara da götürebilir olan küçük üretimin henüz tümüyle ortadan kalkmadığı koşullarda büyük bir ilerlemeye denk gelen ve insani gelişimin tarihsel yeni evresine yol alışta büyük bir zafere denk düşen sosyalizmin sürdürülememiş olması –yenilgiye uğratılması– onu canavarcasına sevince boğarken, bizzatihi kendi sisteminin ürünü olarak doğan ve büyüyerek ölümünü hazırlamakta olan çelişkilerini görerek de korkuya kapılmaktadır. Sömürü ve baskının kapitalist karakteri, çünkü, günümüzde de giderek artan sayıdaki işçi ve emekçi tarafından, ve hemen tüm kapitalist ülkelerde görülmeye başlanmıştır. Avrupa ülkelerinde, Türkiye’de, Tunus, Mısır gibi Afrika-Ortadoğu ülkelerinde, Brezilya, Kore, Meksika gibi ülkelerde kapitalizm kaynaklı çelişkiler giderek keskin biçimler almaktadır. Anti kapitalist ve burjuva gericiliğine karşı demokratik özgürlükler için mücadele için koşullar giderek olgunlaşmaktadır. “Ayaklar”ın “baş olma” zaman(lar)ı yaklaşmaktadır!