Mısır’da olup bitenler, nedenleri çok iyi anlaşılabileceği gibi, ülkemizde de yakından takip ediliyor. Mısır’daki darbe üzerine yapılan tartışmalar ise, genellikle bu ülkede olup bitenin nesnel bir değerlendirmesinden çok, ülkemizdeki politik bölünmüşlük ve bu bölünmüşlükte saf tutmuş tarafların konumları üzerinden yürüyor. Oysa Mısır’daki gelişmelerin ne anlama geldiğini açıklamak ve kavramak, ancak bu ülkede olup bitenin gerçek boyutlarının ortaya konulması ile olanaklı. Gelişmelere Mısır’daki ideolojik, politik bölünmenin sınırlarına hapsolarak değil, darbenin Mısır iç ve dış politikasında taşıdığı anlam üzerinden bakıldığında söylenecek olanlar, oradaki durumu daha net bir biçimde ortaya koyacaktır.
Konuya kısa bir özetle girmek yararlı olacak. Tunus’ta başlayan ve “Arap Baharı” diye adlandırılan, aslında her birisinin kendi koşullarında değerlendirilmesi gereken hareketlerin en önemli durağı Mısır’dı. Halk hareketi Mübarek’in yaklaşık 30 yıllık diktatörlüğüne son verdi. Bu, hiç kuşkusuz politik bir devrimdi. Ancak bu devrimi gerçekleştiren halk güçleri merkezi ve birleşmiş bir örgütlenmeden ve net politik hedeflerden –Mübarek’in gitmesi dışında– yoksundu. Bu durum halk hareketinin temel bir zaafıydı ve ne politik devrimin iç gelişmesi, yani bu devrime etki eden güçlerin durumu, ne de sonrasında gelişen süreç halk hareketinin yukarıda belirtilen temel zaafından etkilenmezlik edemezdi.
Bu söylediklerimizi biraz açarsak, durum şöyle gözüküyordu: Halk kitleleri Mübarek diktatörlüğüne karşı alanları doldurmuş, başlangıçta harekete katılmayan Müslüman Kardeşler (MK) de bir süre sonra bu hareket içerisinde yerini almıştı. MK, sonradan katılmasına rağmen, muhalefetin en örgütlü kesimini oluşturuyordu. Halkın büyüyen öfkesi, artık Mısır’da Mübarek yönetiminin olanaklı olmadığını yeterince anlaşılır bir biçimde ortaya koyuyordu. Mübarek yönetimini destekleyen güçler, yani Mısır ordusu ve onunla çok sıkı ilişkiler geliştirmiş olan ABD emperyalizmi Mübarek’in ardından desteklerini çektiler ve halk hareketinin kazanımlarını bir “at değişikliği” ile sınırlamaya, yönetimin temel yönünü ve mekanizmalarını güvenceye almaya, halk hareketini bu yolla dizginlemeye çalıştılar.
ABD emperyalizmi ve işbirlikçilerinin Mübarek’in devrilmesinin ardından “Mübareksiz bir Mübarek rejimi” hesapları o dönem için tutmamış olsa da, bu durum, Mübarek’in gönderilmesinde rol almış olan ordunun, temel bir politik aktör olarak, halkın önemli bir kesimi tarafından kendi üzerindeki güç ve etkisinin benimsenmesine, ordu hakkında yanılsamalı düşüncelerin yayılmasına da kapıyı araladı. Ardından seçimler yapılmak zorunda kalındı ve muhalefetin en örgütlü gücü olan MK adayı Mursi, ilk turda ancak yüzde 26 civarında oy alabildi. Bu oran, MK’nın toplumsal destek ve dayanağı konusunda genel bir fikir vermektedir. İkinci turdaysa, Mursi, yaklaşık iki puan farkla, Mubarek’in eski Başbakanı olan muhalefetin diğer kesimin adayını geçmeyi başardı. Burada seçimlere katılımın da oldukça düşük olduğunu, seçmenlerin yaklaşık yarısının oy kullanmadığını, 22 milyonluk “defol” imzası toplanır ve 40 milyonluk “Mursi istifa” gösterileriyle meydan ve sokaklar doldurulurken “sandık” ve “sandığın meşruiyeti”ne, “yarıdan fazla oy aldığı”na ilişkin bütün çekiştirmeli iddialara karşın Mursi’nin ikinci turda aldığı toplam oyun da ancak 13,2 milyon olduğunu hatırlamak gerekir.
Mursi iktidarı hem ekonomik olarak halkın beklentilerini karşılayamaması nedeniyle, hem de attığı politik adımlarla halkın hoşnutsuzluğunu derinleştirdi. Anayasa sorunundaki dayatmacı tutum, ülke yönetiminde yeni bir otokratik diktatörlüğe doğru gidişin belirtileri, İslami kuralların toplumsal yaşamda görünür biçimde öne çıkarılarak uygulanmaya başlaması halk tepkisini büyüttü. Halk hareketi onurlu ve insanca bir yaşam, demokrasi yönünde bir gelişme için Mübarek’i götürmüştü. Ama şimdi bu idealleri elinden alınıyor, daha geri bir yaşam biçimine zorlanıyordu. Açıkçası, Mübarek’i götüren halk hareketinin kendi içindeki politik bölünmüşlüğü, şimdi karşıt cephelerde açıkça mevzilenme biçimine dönüşmüştü. Şimdi artık bölünme Mursi yanlıları ve karşıtları biçimde görünüyordu.
İçeride bunlar olurken, Mısır’ın dış politikasına da bir göz atmak gerekiyor. ABD emperyalizmi açısından Mısır, Ortadoğu’da mevcut gerici statükonun korunmasında en stratejik Arap ülkesiydi. Mısır’da halk hareketinin ilerlemesi ve gelişmesi, ABD çıkarlarına darbe vuran, İsrail’in güvenliğini tehlikeye atan bir gelişme olacaktı. Mursi yönetimi ABD ve İsrail ile yapılmış olan temel anlaşmalardan hiçbirine dokunmamasına ve bir uzlaşma ile işi götürme eğiliminde olmasına rağmen, özellikle halk kitlelerinin baskısıyla bu politikayı ne kadar süre devam ettirebileceği konusunda belirsizlikler taşıyordu. Kitleler doğal olarak Filistinlilere sempati duyuyor, onlarla dayanışma içinde olmayı istiyor, İsrail’e karşıt bir pozisyonda bulunuyorlardı. Bu durum, ABD ve İsrail açısından potansiyel bir tehdit oluşturuyordu. Mısır, bu haliyle, Ortadoğu’da ABD ve İsrail’in çıkarlarının savunulması açısından “bir zayıf halka” görünümündeydi. Müslüman Kardeşler’in halk üzerinde denetimi sağlayamadığı, üstelik on milyonlarca Mısırlının sokakları doldurarak eylemli olarak MK hükümetine karşı ayağa kalktığı durumda, ABD’nin öncelikli tercihinin perde gerisinde ordunun ipleri elinde tuttuğu bir yönetim biçiminden yana olacağı çok açıktı.
İşte bu iç ve dış koşullarda Mursi ve MK karşıtı gösteriler yaygınlaşmaya başladı ve ciddi bir kitleselliğe de ulaştı. Gelişmeler, halkın ilk atılımında eksik bıraktığı hedeflerin gerçekleştirilmesi yönünde ilerleme eğiliminde olduğunu gösteriyordu. Mursi yönetimi ya uzlaşma yönüne gidecek ya da halk hareketi tarafından süpürülecekti. Gelişmelerin bu yönde ilerleme ihtimali giderek güçleniyordu. Ama halkın bağımsız hareketinin ve inisiyatifinin gelişmesi, en başta ordu etrafında kenetlenmiş olan egemen sınıf kliklerini ve kuşkusuz emperyalistleri rahatsız ediyordu. Kitleler sokaktayken, ordu ilk devrimde açtığı ve yerleştiği gediği genişletmeye ve ön safa doğru ilerlemeye başladı. Önce göstermelik bir uzlaşma çağrısı yapıldı, ardından darbe geldi, ordu yönetime el koydu. Ama Mısır’ın politik koşulları artık eskisi gibi değildi ve ordu diktatörlüğün yönetimini elinde toplamasını maskeleyecek mekanizmalar –bazı muhalif kesimlerin yönetime katılması vb. gibi– kullanma ihtiyacı duydu.
Tam da burada, halk içindeki bölünmenin trajik sonuçları ortaya çıkmaya başladı. Mursi’ye ve MK’ya muhalefet eden kesimler tereddüte düştüler ve alanlardan çekildiler. Bu kitlelerden bir kesimi açıkça “dinci bir yönetimi engelleme kaygısı ile” darbeyi desteklerken, bazı kesimleri de yanılsama içinde sessizliğe büründü. Halk kitleleri açısından görünen tablo şuydu: Mübarek rejimine karşı birleşmiş gibi görünen halk yığınları farklı politik amaçlar güden taraflara bölünmüştü. Halk yığınları, bir yanda ezilen ve baskı altında tutulan alt sınıflar, diğer yanda ezen ve baskı altında tutan üst sınıflar olarak değil, politik, ideolojik konumlarına ve görüşlerine göre bölündüler. Bu durum askeri rejime kendisine karşı çıkan güçlere karşı açıktan saldırma cesareti verdi ve katliamlar gerçekleştirildi ve gerçekleştiriliyor.
DARBE HALKA KARŞIDIR
Halkın bölünmüşlüğü, Mursi yönetiminin atmak istediği adımlar vb. böylesi bir darbeye haklılık ve meşruluk kazandırır mı? Bu soruyu, tereddütsüz olarak “hayır” diye yanıtlamak gerekiyor. Bugün darbeciler sadece MK’ya karşı şiddet uyguluyorlarsa da, onların yeniden sağlamlaştırmak istedikleri yönetim biçimi, halk hareketinin cephesinde gedikler açtığı, yer yer felç ettiği Mübarek rejiminin yeni bir versiyonudur. Darbe yönetimi sokağa çıkma yasağı koyarak, göstericilerin üzerine pervasızca ateş açarak, grevleri yasaklayarak işçi ve emekçi halka karşı tutumunu açıkça ortaya koymuştur. Bu rejim tüm halka karşıdır ve Amerikancıdır. Mısır halkının kendi kaderini kendisinin tayin etmesi çizgisinin terkedilmemesi gerekiyor. Amerikancı askeri darbe ile de, MK’nın gerici amaçları ile de hesaplaşmak, hiç kuşku yok ki Mısır işçi ve emekçilerin görevidir ve onlara bu konuda güven duyulması gerekir.
Unutmamak gerekir ki, Mısır halkı, özellikle halk hareketi ve devrim günlerinde önemli politik tecrübeler edinmiştir. Bu durum, bağımsız gelişebilecek bir halk hareketinden korku duyulmasını da beraberinde getirmiştir. Halk hareketinden duyulan bu korku, sadece darbeciler için değil, halkı dinsel ideolojinin körlüğüne, dar kalıplarına hapsetmek isteyen MK için de geçerlidir.
MK’nın politik durumunu ve gerici hedeflerini ileri sürerek Amerikancı bir darbenin haklılığı ve meşruluğu üzerine güzellemeler yapmak, kuşkusuz devrimci ve sosyalist güçlerin işi olmamalıdır. Böylesi bir tutumun, Taliban yönetiminden dolayı Afganistan’ın işgali ve yıkılmasını desteklemekten, Saddam diktatörlüğü gerekçesiyle Irak’ın işgalinin desteklenmesinden, Esad rejimi nedeniyle Suriye’nin yıkımını desteklemekten özünde bir farkı bulunmamaktadır. Bir taraftan dış güçler doğrudan işin içinde ve darbenin arkasındadır. Diğer taraftan Mısır’da bunu onlar (ve işbirlikçi egemenler) adına yapacak bir “iç güç” olarak ordu bu yıkım görevini üstlenmiş, eski rejimi tamir etmeye soyunmuştur.
MK ile hesaplaşacak olan Mısır halkıdır ve onlar zaten bu hesaplaşmayı başlatma olgunluğuna erişmekte olduklarını eylemleriyle ortaya koymuşlardı. Mısır’da yapılan darbeye karşı çıkmak, MK’nın gerici yönelimini ve iktidarını desteklemekle özdeştirilebilmekte, darbeye karşı çıkanlar MK’yı desteklemekle suçlanabilmektedirler. Oysa karşı çıkılan darbenin kendisi ve onun tüm Mısır halkı üzerinde kurmak istediği otokratik diktatörlük yönetimidir. Savunulan ise, Mısır halkı ve onun kendi kaderini kendisinin ele almasıdır. Dahası, darbeye karşı çıkılmasının nedeni, iktidarın yeniden Mursi ve MK’ya verilmesini savunmak değil, Mısır halkının kendi politik olgunluğunun gelişebileceği bir yolun açılması, demokratik bir zeminin geliştirilmesini savunmaktır. Darbeye karşı çıkmak, şimdiden başlamış olan işçi ve emekçi halk üzerinde estirilecek terörü ve şiddeti engellemeye çalışmak anlamına gelmektedir. En önemlisi de, darbeye karşı çıkmanın işçi ve emekçi halkın kendisi için demokrasi ve özgürlük mücadelelesini yükseltmesi, kendisini savunması anlamına gelmesidir.
Mısır iç poltikasının ve siyasi geçmişinin durumu karmaşıklaştırdığı ve bazı sorunları bulandırdığı bir gerçektir. Bu sorunların başında ise, laiklik ve dincilik sorunları gelmektedir. Buradan bakıldığında, gerek Mısır’da, gerekse de ülkemizde “laikçi” diyebileceğimiz kesimlerin açıkça ya da üstü örtülü olarak darbeyi destekledikleri görülebilmektedir. Bu kesimler, sorunu, “gerici kalkışmanın bastırılması” olarak görmekte –İP, ulusalcılar vb.– ve öyle göstermek istemektedirler. Mısır gibi bir ülkede bu tür bir “laikçilik”in ABD uşaklığı anlamına geldiği, bölgedeki ABD stratejisine bağlanıp ona hizmet ettiği üstü örtülemez bir gerçektir. Burada “laikçilik” adına anti-emperyalizm çöpe atılmaktadır ve diğer taraftan Amerikancı “laikçi” kesimlerin ise zaten anti-emperyalizm diye bir sorunları bulunmamaktadır. Bu kesimler darbeci general Sisi’nin şahsında ilerici ve yurtsever bir Nasır portresi görmek istemekte, bu nedenle tarihsel ve sosyal gelişmeleri, onun ortaya çıkış koşullarını bilinçli olarak çarpıtmaktadırlar.
Öte yandan başta AKP olmak üzere neoliberal siyasal İslamcılar ise, Mısır darbesinin Mursi ve Mısır siyasal İslamcılarının iktidarını ve bu iktidarın “demokratik meşruiyeti”ni ortadan kaldırmayı hedeflediğini, dolayısıyla “darbe karşıtlığı” ve “demokrasi savunuculuğu”nun Müslüman Kardeşler ve iktidarını savunmakla eşanlamlı olduğunu ileri sürmekte, halkla MK’yı eşitlemekte, halkı ve demokrasiyi savunmanın MK’yı savunmayı gerektirdiğini öne sürerek darbe–demokrasi ve halk-MK ilişkisini isteyerek ve bilerek çarpıtmaktadırlar.
AKP, aslında, Mısır ve Sisi darbesi üzerinden iç politika yapmaktadır. Amaç, Haziran’da kendisine karşı ayağa kalkmış ve bastırılıp ezilememesi ama ancak geri çekilmesi nedeniyle sonbaharda yeniden ayağa kalkma ya da kaldığı yerden devam etme ihtimali olan, AKP tarafından bu ihtimal çoktan “Eylül sendromu” olarak ölümcül korku düzeyine yükseltilen halkın demokratik direnişini, Türkiye demokrasi güçlerini karalayıp köşeye sıkıştırmaktır. Bu amaçla, AKP, daha Haziran Direnişi günlerinde –TGB, İP türü ulusalcı Ergenekon savunucularının tutumlarını ileri sürerek– direnişe geçen halkı darbecilikle suçlamayı denemiş, ama halkın, direnişçilerin apaçık demokratik tutum ve yönelimleri dolayısıyla bu tutmamıştır. AKP, “sıcak” bir gelişme olarak Mısır darbesinin, yeniden “darbe” kozunu kullanarak, kendi otaritarizmine karşı ayağa kalkanları karalamak üzere bir bahane sağladığını düşünerek, Türkiye’de, “darbecilik” ve darbe karşıtlığı propagandasına hız vermeye, karşıtlarını darbecilikle suçlayarak, kendi saflarını buradan düzenlemeye yönelmiştir. Başbakan’a ve AKP’ye göre “Batı” “bölgede güçlü bir Türkiye istememektedir”. Başbakan Erdoğan, uluslararası medya, BM Güvenlik Konseyi ve Amerika, AB’siyle “Batı”ya yönelik yaptığı “darbeye darbe demiyorlar” eleştirisinde, “Bugün Mısır’da oynadıkları oyunu yarın çıkacaklar, başka bir İslam ülkesinde oynayacaklar. Bugün Mısır ama belki yarın Türkiye’yi karıştırmak isteyecekler.” tezini işleyerek, Mısır darbesiyle Türkiye ve Türkiye’deki AKP’ye yönelmiş toplumsal hareket arasında paralellik kurmakta, açıktan sıranın Türkiye’ye geldiğini söyleyerek, darbeciliğin Türkiye’de tekrarlanmak isteneceğini ileri sürmekte, en başta tabanını, “Eylül’de patlayacağından korktuğu halk hareketine karşı hazırlamaktadır. Ama sadece tabanını değil, şimdiden darbecilik korkuluğu sallayarak, eskiden darbeciliğe karşı yedeklediği bir takım liberal çevreler gibi ara güçlerin kafasını karıştırmaya ve darbeci yaftası asmakla ürkütmeye yönelmekteve kafalarını karıştırmanın ötesinde, bizzat direnişe geçeceğinden çekindiği halk ve demokrasi güçlerini bugünden suçlu ilan etmektedir. ve “Darbe karşıtı” ve yalnızca darbe karşıtlığına indirgenmiş “demokrasi yandaşı” olan Mursi ve Müslüman Kardeşlerdir, Erdoğan ve AKP’dir! Onlar “seçilmişler”dir; “sandık”tan çıkmışlardır, yarıdan fazla oy almışlardır, “meşru” olan onlardır! Tahrir’de, Kahire ve İskenderiye’de, Gezi’de, İstanbul ve Ankara’da, Hatay’da halka saldırmak, öldürmek yalnızca onların hakkıdır. Hem Mursi ve MK, hem de Erdoğan ve AKP bu haklarını kullanmışlardır ve bu haklarını kullandıkları için suçlanamazlar, çünkü “meşruiyet” onlardadır! Bu propaganda ve politikasıyla AKP, ne kadar saldırgan ve anti demokratik tutum alarsa alsın, “demokrasi”nin kendi “tapulu malı” olduğunu ve bunu kimsenin elinden alamayacağını, almaya çalışanın darbeci sayılacağını şimdiden ilen etmektedir. Tabii ki bu oyunun bozulması gerekmektedir. Mısır’da da Türkiye’de de darbeciler bugüne kadar asıl olarak halka ve halk güçlerine saldırmışlar, halkın inisiyatifini kırmak üzere hareket etmişler, halka karşı egemenlerin “borusu”nu çalmışlardır. Öyleyse Türkiye’de olduğu kadar Mısır’da da derbe ve darbecilere karşı çıkmanın siyasal İslamcıların eline terkedilmemesi gereği tartışılamaz. Türkiye’de eskiden –27 Nisan günlerinde– kullanıp kendisini ihya ettiğini kendi deneyiyle sınavdan geçirdiği “askeri vesayet ve darbe karşıtlığı” silahı AKP’nin elinden alınarak Erdoğan ve partisi silahsızlandırılmalı; bu aynı silahı Mısır ve Sisi darbesi üzerinden yeniden kullanarak, halkı bu kez sadece aldatmasına değil ama saldırıp ezmesine izin verilmemelidir. Bunun yolu, Aydınlık-İP gibilerinin açıktan, “meşru değil, ama haklı” diyen TKP gibilerinin az-çok üstü örtülü olarak Mısır darbesini onaylayan yakklaşım ve tutumlarını kesinlikle ve net biçimde reddetmek ve Sisi darbesine tartışmasız olarak karşı tutum almaktır. Bu tutumun tamamlayıcı bileşeni, Mısır’da halkı hedefine koyan anti demokratik ve halk karşıtı MK çizgisinin çıkar yol olmadığının açıklanması olabilir, öyle olmalıdır.
Mısır bugünlerde ateş ve kan içinden geçiyor. Bu sürecin Mısır halkı üzerinde kalıcı etkiler yapmaması beklenemez. Kuşkusuz bu etkiler çok yönlü olacaktır ve şimdiden belli olan bir şey varsa, o da, Mısır’ın yeniden eski Mısır olmayacağıdır. Halk hareketinin gelişme özellikleri ve talepleri dikkate alındığında, bu hareketin başlıca iki noktada ilerleme ve gelişme göstereceğini tahmin edebiliriz.
İlk olarak: Mısır’ın ilerici ve devrimci güçleri, özgürlük, demokrasi ve bağımsızlık isteyen halk kesimleri nasıl Mursi yönetimiyle hesaplaşma işine yönelmişlerse, mevcut darbe yönetimle de hesaplaşmak zorunda kalacaklardır. Onlar içinde yanılsamalar içinde olan kesimlerin ülkede olup bitenler konusunda ciddi deneyimler edinecekleri, bu tecrübeleri gelecek mücadeleleri için kullanacaklarını öngörebiliriz.
İkinci olarak: MK’yı destekleyen halk kesimleri, anti emperyalist, anti-Amerikan bir tutum alınmadan, halkın diğer kesimleri ile onların kaygılarını ortadan kaldıran uzlaşma ve anlaşma başarılmadan bağımsız ve demokratik bir ülke kurulamayacağını anlamak durumundadırlar. Emperyalizm ve ABD karşısındaki her tereddüt, uzlaşmayı içinde barındıran her tutum, bağımsız, onurlu bir ülke idealinden uzaklaşmak anlamına gelecektir. Bu gelişmenin MK’nın üst yönetiminde olmasa da, onları destekleyen halk kesimleri içinde ciddi gelişmelere ve kırılmalara yol açacağını öngörmek gerekiyor. Bugün MK’yı destekleyen halk kesimlerinin çoğunluğunun daha ileri bir tutuma sahip olmak gerektiğini anlayacakları bir süreç başlamaktadır. Politik ve ideolojik bölünmeler ne kadar keskin olursa olsun, darbenin kurbanları farklı taraflarda görünen işçi ve emekçi yoksul halktır. Darbecilerin tüm zorlamalarına karşın halk yığınlarının karşı karşıya gelmemeleri, Mısır’daki hareketin geleceği açısından olumlu bir işarettir. Eğer MK’nın peşinden giden halk kesimlerinin olup bitenden çıkaracakları tecrübeler olacaksa, bu tecrübelerin, öncelikle yukarıda kısaca özetlenmeye çalışılan tutumlar temelinde olacağı düşünülebilir.
DARBE KARŞISINDA ABD, AB VE TÜRKİYE
ABD ve AB’nin darbe karşısındaki tutumlarını iki yüzlülükle eleştirmek oldukça hafif bir eleştiri olacaktır. Onlar darbeyi açıkça destekleyemiyorlarsa, bunun nedeni, bu durumun kendilerini dünya halkları karşısında çok zor durumda bırakacak olmasıdır. Darbecilerin vahşeti ve katliamları, özgürlük ve demokrasi üzerine her fırsatta büyük laflar eden ve bağımlı ülkeleri bu konuda sınava çekenlerin açıktan savunabilecekleri bir durum değildir. Ama bu ülkelerin tutumları alttan alta darbeyi desteklemek, açıktan ise, suya sabuna dokunmayan eleştiriler yöneltmektir. ABD, Mısır Ordusu ile çok sıkı bir askeri işbirliği içindedir ve bazı tankların ve uçakların montajı Mısır’da yapılmakta, her yıl binlerce Mısır subayı ABD’de eğitim almaktadır.
Darbecilerin Mısır’ı kan gölüne çevirmeleri karşısında ABD’nin bütün yaptığı, bazı ortak işleri göstermelik olarak iptal etmek olmuştur. ABD, soruna, diğer sorunlarda olduğu gibi, bütünüyle stratejik emperyalist çıkarları açısından yaklaşmaktadır. Bu çıkarlar, ABD’nin bölgedeki etkinliğini, İsrail’in güvenliğini sağlamayı, Arap halklarının bağımsızlık yönündeki adımlarını kontrol altına almayı hedeflemektedir. Süveyş Kanalı, gerek petrolün, gerekse ticari malların geçişi için stratejik bir su yoludur, ve ABD, hem kendi çıkarları için, hem de bekçiliğini yaptığı dünya emperyalizmi için bu bölgenin denetimini elinde bulundurmayı hayati bir sorun saymaktadır. Ayrıca bugün Ortadoğu’nun statükosu açısından olduğu kadar, İsrail’in güvenliği açısından da Mısır’ın kontrol altında tutulması gerekmektedir. ABD’den “Mısır’a yapılan askeri yardımın askıya alındığı” yönünde haberler gfelmektedir; ancak en son Obama, Mısır’daki gelişmelerin değerlendirilmesine devam ediliğini ve darbeye “darbe” denmediği gibi, askeri yardımların akışında da şimdilik bir değişme olmadığını açıklamıştır. Ve üstelik Mısır’a askeri yardımın kesintiye uğramasından kaçınılamasa bile, pratik tecrübelerden biliniyor ki, askeri yardım yapmanın pek çok gizli ve örtülü yolu var ve ABD bu yolları kullanmakta da oldukça ustadır. Bu yöndeki haberlerin ve kaçınılamayıp askeri yardımlar kesilse bile bu yöndeki bir gelişmenin, ABD’nin Mısır darbecileri ile ilişkilerini etkileyeceği beklenmemelidir.
AB ise havanda su dövmektedir. AB askeri alan dışında Mısır’a en fazla finansal yardım yapan, borç veren kurumdur. Mısır için 5 milyar dolarlık yeni bir “yardım” ve borç paketi hazırlanmaktaydı. Bu yazı yazılırken, AB dışişleri bakanlarının bunun iptal edilmesi için toplanacakları açıklandı. AB içerisinde etkili pozisyonda olmayan birkaç ülke darbeyi kınamıştır. AB ise, bir kurum olarak, darbeye karşı açık bir tutum almamıştır. Darbecilerin katliamlara yönelmesinin ardından, Almanya’dan “durumu yeniden değerlendirmek” –Merkel– gerektiğini belirten açıklamalar yapılmaktadır. Kuşkusuz kınamalar ve karşı çıkmalar olacaktır. Çünkü olup bitenler savunulamayacak şeylerdir. Ancak bütün bunların sözde kalacağı, sadece kamuoyunu yatıştırmak için “diplomatik” bir görevin yerine getirilmesi olarak yapılacağı çok açıktır. Mısır’la ilişkiler kuşukusuz “alt düzeyde” devam edecek, ancak bu ilişkilerin nitelikleri değişmeyecektir.
Diğer büyük devletlerin tutumları da farklı değildir. Darbecilerin katliamlara yönelmeleri, BM Güvenlik Konseyi’nin göstermelik olarak toplanmasına yol açtı. Ama bu toplantıdan, bilindiği ve tahmin edildiği gibi, hiçbir sonuç çıkmadı. Zaten Rusya ve Çin de daha çok öncesinde darbeciler tarafında yer almışlardı. Büyük devletlerin dış politikalarını belirleyen ilkeler “ahlaki ve vicdani” ilkeler değil, stratejik çıkarlar ve güç ilişkileridir. Bu gerçek Mısır darbesi dolayısıyla bir kez daha görülmüş oldu.
ABD ve AB, özellikle AKP Hükümeti tarafından darbeye darbe diyememekle eleştirilmektedir. Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, AKP Hükümeti ve onu destekleyen kesimler, Mısır’da yaşananlarla Türkiye’de Haziran ayı boyunca yaşanan halk hareketi arasında paralellik kurmakta, demokrasi ve özgürlük isteyen güçleri darbecilikle, darbeye zemin hazırlamakla suçlamaktadırlar. Üzerinden iç politika yapmakta olduğu dış (Mısır) politikasındaysa, Hükümet, Müslüman Kardeşleri savunarak ve onu demokrasi ve darbe karşıtlığının temsilcisi sayarak, darbe karşıtlığıyla MK yandaşlığını özdeşleştirerek, darbeye karşı çıkmakta ve tüm dünyayı bu konuda aynı tutumu almaya çağırmaktadır. Hükümetin bu tutumu büyük bir iki yüzlülüktür ve demogojiye dayanmaktadır.
Olgular ortadadır: Otokratik diktatörlük eğilimleri taşıyan bu hükümetin kendisidir ve Haziran’daki halk hareketine gazlarla ve şiddetle saldıran, göstericilerin öldürülmesine yol açan yine kendisidir. Burada palalılar ve sopalılar göreve çağrılmış, Mısır’da ise bu işi doğrudan ordu ve “baltacılar” üstlenmişlerdir. Mısır Ordusunun halk hareketine müdahale konusunda AKP Hükümeti’nin taktiklerinden yararlandığı açıktır. İki ülke arasındaki fark, toplumsal ve politik gelişmişlik düzeyinin farklılığı, Mısır’daki tablonun daha ağır olmasına neden olmuştur. AKP Hükümeti ülkede demokrasi ve özgürlüğü savunmadığı gibi, Mısır’da darbeye karşı çıkmasının nedeni de orada demokrasi ve özgürlüğü savunması değildir. Mursi ve MK halk hareketinin kazanımları üzerinden değil, dinle harmanladıkları kendi gerici politik düşünceleri temelinde ilerlemeyi tercih ettiler. Bu tercihte demokrasi ve özgürlük yolunda ilerlemek bulunmuyordu. Bu yönelim ise, halk yığınlarının bölünmesine, Mursi ve MK’nın yapmak istediklerine karşı derin hoşnutsuzluğun ortaya çıkmasına neden oldu. Darbecilerin bu hoşnutsuzluğu ve öfkeyi kullandıkları, ama bunu yaparken, sadece Mursi ve MK’yı hedefe koymadıkları, bütün halkın özgürce ve onurlu bir yaşam isteğini hedefe koydukları son derece açıktır.
Mısır’daki gelişmelerin ülkeye yansımasının diğer bir yüzü de bir süredir devam etmekte olan “darbecilik”, “vesayet” vb. tartışmalarının güncellenmesidir. Artık ortalıkta sahte demokrasi kahramanlarından geçilmiyor. Bu cenah, Mısır’da darbeye karşıtlığı adına Müslüman Kardeşlerin savunulmasını doğrudan doğruya demokrasi ve özgürlüğü savunmak olarak ele alıyor. Oysa iktidara yürürken “ordu ile el ele” tutumunu sloganlaştıran MK’nın gerçek darbe karşıtlığı ve demokratlıkla bir ilişkisi olmadığı gibi, AKP ve yandaşı kesimlerin ülkedeki özgürlük ve demokrasi mücadelesinde çok kötü bir sicilleri bulunuyor. Halk karşıtı demokrasi düşmanı açık saldırgan tutumları, Gezi karşısında reddedilemez biçimde bu sicili kabartarak, bir kez daha kayda geçtiği gibi, kesindir ki, savundukları, özgürlük ve demokrasi değil, dinin politik amaçlarla kullanılmasından ibaret olan gerici neoliberal emperyalizm yanlısı ideolojilere yol açılmasıdır. Bu ideolojilerde ise özgürlük ve demokrasiye yer yoktur. AKP ve MK benzer ipliklerden dokundukları için demokrasi ve özgürlükler konusunda benzer gerici bir tutum içerisindedirler. Benzemezlikler ise, ülkelerin koşulları ve tarihsel deneyimleri ve birikimleridir. Ülkede tüm tartışılan yönlerine rağmen “temsili bir demokrasi geleneği”nin belirli bir yer tutması, bu “geleneği” savunanların küçümsenmeyecek bir güce sahip olması AKP’nin gerici hesaplarını frenlemektedir.
Diğer taraftan, demokrasi ve özgürlük mücadelesini bir halk demokrasisine ve sosyal kurtuluş mücadelesine doğru genişletmeye çalışan ilerici, devrimci, sosyalist güçler bulunmaktadır. Bunlar küçümsenmeyecek bir mücadele tecrübesine sahiptirler ve işçi ve emekçi halkla bütünleşebildikleri ölçüde ciddi bir gücü temsil edebilmektedirler. Bu güçler laiklik sorununu, emekçi halkı bölen ve düşmanlaştıran “laikçilik” anlayışından farklı biçimde ele almaktadırlar. Din ve vicdan özgürlüğüne dayanan bir laiklik anlayışı ve emekçi halkın kendi deneyimleri temelinde, pratik günlük mücadele içerisinde aydınlanması ve ilerlemesini sağlayacak bir çizgiyi savunmaları, işçi ve emekçi halkın birliğini sağlayacak bir güvencedir.
Bitirirken şunlar söylenebilir ki, Mursi ve MK, Mısır halkının devrimci hareketiyle elde ettiği kazanımları yok ederek Mübarek kalıntısı eski “Firavunluk” sistemini restore etme yolunda ilerlemekteydi. Bu durum öncelikle Mısır halkının tepkisini çekmiş, halk mücadele yolunu tutmuştu. Darbeciler Mursi yönetiminin başlattığı restorasyonu tamamlama niyetiyle hareket ediyorlar. Ama tabii ki, kendi istedikleri –Mübarek’in serbest bırakılacağı haberleri geliyor– yönde! Mısır halkının bütün bu olup bitenleri kabulleneceğini düşünmemek gerekiyor. Mısır daha çok gelişmelere gebedir. AKP Hükümeti ise, Mısır’da olup bitenlerden hareketle kendi gerici platformunu güçlendirmeye çalışmaktadır. AKP’nin “darbe karşıtlığı” gerici Mursi ve MK ideolojisinin ve pratiğinin desteklenmesi anlamına gelmektedir. Türkiye ve Mısır halkları gerici yönetimlere karşı mücadele etmektedirler ve ortada bu mücadelelerin önümüzdeki dönemde daha da yükselerek devam edeceğine ilişkin epeyce belirti bulunmaktadır.