‘Demokratikleşme paketi’ AKP hükümeti’nin özgürlük anlayışının belgesidir

Haftalar boyunca büyük bir gizlilik içinde hazırlandı.”Herkesin şaşıracağı sürprizler”, “görülmemiş bir demokratikleşme hamlesi”, “sessiz devrim mahiyetinde bir paket”, “herkesin şaşıracağı sürprizler olacak” … gibi spekülasyona açık ve merak artırıcı nitelemelerle propaganda edildi.
Sermaye basınının “bağımsız” kesimleri de yandaş basını aratmayacak övgülerle karşıladılar bu adına “demokratikleşme paketi” denilen paketi; içindeki birkaç rüşvet maddesini abartıp öne çıkardılar; “kamu çalışanlarına türban serbestisi” gibi Hükümet’in muhafazakar toplum oluşturma planının bir parçası olan girişimi kadınlara tanınan bir özgürlük olarak çarpıtarak AKP Hükümeti’ne övgüler yapmanın vesilesi yaptılar.
“Yetmez ama evet”çiler, yine, eskisi kadar şevkle olmasa da, pakette bir keramet keşfetmek için kılı kırk yaran değerlendirmelerde bulundular. Hükümetin “kırt katır kırk satır seçeneğinden de beter”, “dar bölge” ve “daraltılmış bölge” seçeneklerini “seçim barajının yüzde 5’e düşürülmesi” ya da “sıfırlanması” olarak propaganda ettiler.
Ancak bu “paket”ten, ülkede demokrasi ve özgürlüklerin sınırlarının az çok genişletilmesini “samimi” olarak bekleyenler hayal kırıklığına uğradılar. Çünkü bu pakette önceki paketlerdeki kadar bile özgürlükler açısından “kazanım” sayılacak bir şey yoktu. Bu yüzden de ülkenin ihtiyacı olan özgürlüklerin ne olduğunu, demokratikleşmenin hangi yollardan geçerek ilerleyeceğini bilenler için pakette hiçbir sürpriz yoktu. Çünkü bu Hükümet’in ne geldiği siyasi geleneğin demokrasi kültürü, ne bugün arkasında birleşmiş olan güçler, ne de iç ve dış koşulların oluşturduğu iklim, ondan bir gerçek demokratikleşme, özgürlüklerin genişletilmesi doğrultusunda ciddi bir adım beklemeye olanak tanımıyordu. Dahası, böyle hükümetlerin az çok demokratik adımlar atması için demokrasi güçlerinin baskısı da yetersizdi. Onun için de Hükümet’ten “demokratikleşme adımı” beklentisi olanlar, bu paketle ilgili “dağ fare bile doğurmadı” içerikli değerlendirmeler yapmak zorunda kaldı.
Bunu fark ettiği için de, Başbakan Erdoğan, daha paketi açıklarken, bu paketin demokratikleşme adımlarında bir son değil “sürecin bu aşamasında ülkenin ihtiyacı” olanın bu olduğunu, zamanı gelince başka paketlerin de çıkarılacağını söyleyerek, “dağ fare bile doğurmadı!” eleştirilerinin önünü kesmeyi amaçladı.
Kısacası demokratikleşme paketi; Temmuz ayının ortalarından başlayarak 30 Eylül’e kadar “içinde ne olacak, ne olması gerekir?” gibi sorular etrafında tartışıldı. 30 Eylül’den beri de, paketin içinden çıkanların özgürlüklerle ilişkisi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi ihtiyacının özgürlüklerin nasıl ve hangi doğrultuda genişletilmesini gerektirdiği tartışması sürüyor. Ve öyle görünüyor ki, bu tartışma, bir yandan “tıkanma” alametleri ortaya çıkan “barış süreci” ve bu sürecin ilerlemesinin gereği “Türkiye’nin demokratikleşme mücadelesi tartışmaları”, öte yandan da yerel seçim sürecinde AKP Hükümeti tarafından seçimde halk yığınların kafasını karıştırmak için malzeme olarak kullanılacak olması bakımından gündemdeki yerini koruyacaktır.

‘PAKET’Çİ ZİHNİYET DEMOKRASİ FİKRİYLE TEMELDEN ÇELİŞİR!

“Paketin içinde ne olduğu” bir yanıyla önemlidir; ama bundan da önemlisi demokrasi anlayışıdır. Çünkü özgürlüklerin kazanılması mücadelesi anlayışı, kapalı kapılar arkasında, kimi bürokratlar ve siyasi bir partinin “bu işlerden anlayan adamları” tarafından oluşturulan “demokratikleşme paketleriyle” özgürlük getirileceği tutumuyla temelden çelişiktir. Bu gerçeği, bu süreçte bu paketin içindeki maddelerin kamuoyunda tartışılıyor olması ve Meclis’ten geçirilmesi de değiştirmez.
Çünkü demokrasi yasaların orasında burasında özgürlüklerin serpiştirildiği bir yönetim biçim değildir. Tersine demokrasi, vatandaşların ülke yönetimine bir biçimde katıldıkları, yasaların oluşturulmasında sorumluk ve rol üslendikleri bir yönetim biçimidir. Bu anlayış ve demokrasinin az çok “halk yönetimine yaklaşan” bu biçimi, burjuvazi iktidarını sağlamlaştırıp kendi yönetim biçimini kurumlaştırırken büyük ölçüde ortadan kaldırsa, demokrasiyi güdükleştirse de, halkın demokratik kazanımları diyebileceğimiz, grev hakkı, sendikalaşma ve sınıf olarak örgütlenme hakkı, gösteri hakkı, basın ve ifade özgürlüğü hakkı, inanç özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı, adil yargılanma hakkı, etnik ayrıcalıklar son verilmesi,… gibi kazanımlar yeni düzenin anayasasında, yasalarında fiili uygulamaları içinde sürmüştür. O gelişmiş ülkelerdeki demokrasiyi demokrasi yapan da, bu kazanımların az çok anlamlı biçimde yaşamaya devam etmesi olmuştur.
Evet, Batı demokrasilerinin kökleri burjuva devrimlerine dayanır; ama demokrasinin halk yığınları ve işçi sınıfının yararlanabileceği normlara ulaşması doğrudan işçi sınıfının ve halkların bütün 18-19 ve 20. yüzyıl boyunca süren demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin ürünü olmuştur. Öyle ki, Türkiye gibi ülkelerde 2. Dünya Savaşı sonrası çok partili rejimlere geçilmesi, sendikal örgütlenmenin kısmen de olsa serbestleşmesi ve sendikaların kurulmasına izin verilmesi, insan hakları ve çeşitli demokratik normların şeklen de olsa yasa ve anayasalara girmesi,… o dönemlerdeki hükümetlerin ve devlet adamlarının gönlü bolluğunun değil, kapitalizmin sosyalizm karşısında kendi mevzilerini sağlamlaştırmak, sosyalizmin baskısını azaltmak için uluslararası planda işçi sınıfı ve halklara vermek zorunda kaldığı tavizlerdendir. Yani Türkiye’de çok partili rejime geçiş, insan hakları ve demokrasi tartışmalarının kerameti, ne İnönü’nün bir gün kalkıp “artık demokrasiye geçelim” demesinde, ne de Menderes’in büyük bir demokrasi kahramanı olmasındadır. Tersine İnönü de Menderes de aynı siyasi kültürden gelmiş, aynı ölçüde demokrasi kültüründen yoksun ve aynı gerici sınıfların belki sadece farklı fraksiyonlarının sözcüleri olan politik figürlerdir. Onlar sosyalizm ve kapitalizm, işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki dünya ölçüsündeki büyük mücadelenin yol açtığı dönüşümde kendilerine rol bulmuşlardır. Hepsi o kadar!
Ama gerçekte en gelişmiş diye tanıdığımız ülkelerde bile demokratik haklar ancak mücadeleye elde edilmiş, kazanılan haklar çoğu zaman, büyük altüst oluşlar, büyük devrimlerin arkasından egemenler tarafından tanınmak, anayasalara geçirilmek zorunda kalınmıştır. Başka bir söyleyişle, demokrasinin gelişmesi ve demokratik hakların halk yığınları tarafından kullanılır olmasının en ileri durumları, yığınların mücadele içinde oldukları ve ülkeleriyle ve kendilerinin kaderlerinde söz sahibi olmak üzere ileri atıldıkları dönemlerde olmuştur. 1917 Şubat Devrimi’nden sonra yazdığı bir makalede Lenin, Şubat Devrimi’yle birlikte Avrupa’nın en gerici ülkesi olan Rusya’nın iki ay içinde dünyanın en demokratik ülkesi haline geldiğine işaret eder. Bunun ölçütü olarak da, Lenin, yasa ve anayasaları, seçimleri,… değil işçilerin, köylülerin ve askerlerin kendi talepleri etrafında serbestçe örgütleniyor olması, kendi matbaalarını kurup kendi basınlarını çıkarıyor olması, taleplerini dile getirmek için gösteri hakkını serbestçe kullanıyor olmalarını ve nihayet İşçi ve Köylü Sovyetleri’nin yasada ve anayasada hiç yeri olmamasına karşın fiilen “ikinci bir Meclis” gibi çalışıyor olmasını gösterir. Yani Rusya’nın otokratik döneminin yasalarında resmen değişim olmamıştır, işçilere, halka yeni haklar tanıyan bin anayasa da yoktur, ama gerici Rusya iki ay içinde dünyanın en demokratik ülkesi olmuştur!
Bunu, aslında, bütün devrim dönemleri için söyleyebiliriz. Ya da bırakalım devrim dönemlerini, halk yığınlarının kendi talepleri için mücadeleye atıldığı her dönemde yasalarda ne yazarsa yazsın, özgürlüklerin alanı genişler; anayasanın, yasaların, hükümetin, yetkili makamların ne dediğini kimse umursamaz olur.
Burada elbette hakların anayasaya, yasalara geçmesi önemsizdir denmiyor. Ama bu hakların elde edilmesi mücadelesinin, halk yığınları tarafından benimsenmiş olmasının, onların öneminin farkına varılmış olması için mücadelenin önemine dikkat çekilmek isteniyor.
Nitekim AKP Hükümeti ile özgürlüklerin genişletilmesi ve demokrasinin geliştirilmesin isteyen halk kesimleri arasındaki çatışma noktası da buradadır.

‘ ‘ÜSTTENCİLİK’ PAKETİN ÖZGÜRLÜK ANLAYIŞININ ANA KARAKTERİDİR
AKP Hükümeti ve onun ideologları, Kemalistleri ve devrimcileri “üsttenci”, “halkın isteklerini umursamayan”, halkın değerlerini ayak altına alanlar olarak gösterip, kendilerini de “gecekonduya girerken ayakkabısını çıkarıp girenler”, gelenek ve göreneğe saygılı, halkın isteklerine duyarlı, “üsttenciliğe”, “buyuruculuğa” karşı kişiler olarak göstermekten çok hoşlanırlar.
Ancak AKP Hükümeti, iktidara geldiği günden beri meydanlarda “halkın efendisi değil hizmetkarıyız” söylemine hiç ara vermediği halde, geçekte tamamen üsttenci bir tutumla, özgürlükler, yasaların düzenlenmesi, kentsel dönüşüm, çevrenin korunması,…  gibi konularda halkın ne dediğini, ne istediğini umursamayan, tamamen üsttenci, buyurucu, hatta kendi bakanlarını da çoğu zaman bir tarafa iten “Başbakanın ağzından çıkanı yasa kabul eden” bir politika tarzı benimsemiştir.
En son “demokratikleşme paketi” bu üstenci tutumun hem meyvesi, hem de zirvesidir. Çünkü AKP Hükümeti “görülmemiş bir demokratikleşme hamlesi” dediği bu paketi, halktan büyük bir itina ile saklayarak hazırlamıştır. Yıllardır özgürlükler için mücadele eden Kürtlerin, Alevilerin, bu ülkenin aydınlarının, demokratlarının, ilerici devrimci güçlerinin onlarca yıldır uğruna mücadele ettikleri özgürlükleri ve demokrasi taleplerini hiç umursamadan, kendi partisinin ihtiyaçlarını gözeten bir “düzenlemeler paketi” hazırlayarak adına da “demokratikleşme paketi” demiştir.
Kuşkusuz ki paket, bu hayliyle en iyimser nitelemeyle, demokrasiyi; halkın iradesini 4-5 yılda bir yapılan seçimlere, bu süre içinde de Meclis’te çoğunluğu ele geçiren Hükümet’in ülkeyi keyfince yönetmesine indirgeyen AKP ve hükümetinin demokrasi anlayışının ifadesi olmuştur.
Demokrasi kavramının tarihsellik içindeki oluşumu dikkate alınarak, demokrasi, en popüler biçimiyle, “halkın halk tarafından idare edildiği düzen” olarak tarif edilir. Burada da dayanak, köleler, yabancılar ve kadınlar dışındaki kentin bütün yetişkin nüfusunun oluşturduğu meclislerin kenti yönetmesi biçimindeki antik Yunan’ın “doğrudan demokrasisi”dir.
Nüfusun kalabalıklaşması, ülkelerin büyümesi, imparatorlukların oluşmasıyla “doğrudan demokrasi” fiilen gündemden kalkıp, doğrudan demokrasi anlayışı yerini temsil demokrasiye bırakırken, burada da ilke, bütün yöneticilerin, önemli devlet görevine gelenlerin halk tarafından seçilmesi ve yine halk tarafından görevden alınabilmesi esasının mümkün olduğunca korunması olmuştur. Daha doğrusu, demokratik normlar, şurada burada yazılı bir “norm olmayı” aşarak, bir yönetim tarzına dönüştüğü ölçüde temsili demokrasi de, her kademeden yöneticilerle milletvekillerinin halk tarafından seçilip halk tarafından görevden alınabildiği bir sitem olarak görülmüştür. Ancak şu da bir gerçek ki, burjuva dünyasında bu ilke ancak halk mücadelelerinin yükseldiği ve egemenlerin kendi iradelerini yeterince etkin göstermedikleri dönemlerde etkili olabilmiştir; bugün de bu ilke geçerlidir.
Erdoğan ve AKP’nin ideologları; zaten kendisi de demokratik normlar bakımından pek çok sorunla malul olan bu temsili demokrasi anlayışını, seçimden seçime halkın oy kullanmasına; barajlar, parti liderlerinin sultası, eşit olmayan seçim yarışı koşullarıyla,… halkın iradesinin Meclis’e yansımasının iyice daraltılmış olduğu “sandığa” indirgemektedir. Dolayısıyla seçildikleri süre içinde ülkeyi akıllarına geldiği gibi yönetme hakkını elde ettiklerini ve dört yıl dolmadan kendilerinin görevden çekilmesini istemenin bile “darbecilik”, “komploculuk” olduğunu (Gezi direnişçileri böyle suçlandı) iddia etmektedirler. Dahası, bunlara göre, yasaların, mahkeme kararlarının, hükümetin aldığı kararların denetlenmesi ve iptal edilmesi,… gibi gelişmiş her demokrasini olmazsa olmazı olan “kuvvetler ayrılığı” ilkesi bile halkın iradesini gölgelemektedir! Nitekim Başbakan Erdoğan, meydanlardan “o kuvvetler ayrılığı ilkesi var ya, o kuvvetler ayrılığı ilkesi, elimizi kolumuzu bağlıyor” diye yakınmaktadır.
Ve bu zihniyet, “demokrasi sandıktan ibaret değildir” diyenleri, (kuşkusuz ki darbeciler de böyle diyebilirler) de “Vay bunlar seçime karşı, sandığa karşı, demek ki darbe yoluyla iktidara gelmek istiyorlar” diye karalamaktadır.
Evet, elbette sandık olmadan, seçim olmadan demokrasi olmaz. Ama bir kere seçildi diye de, seçilmişlerin, bir dahaki seçime kadar mutlak bir sultan gibi ülkeyi kafasına göre idare etmesinin demokrasiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Çünkü, AKP ve Erdoğan’ın şikayet ettiği yargının “seçilmişler” ve hükümetler üstündeki denetimi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin gelişmesi, uzun halk mücadeleleri karşısında egemenlerin kendi iktidarlarının sınırlanmasını kabul etmek zorunda kalarak taviz vermelerinin bir ifadesidir. Ve bunlar, hem demokratik kazanımları egemenlerden koruyan, hem de demokrasinin geliştirilmesinde demokrasi güçleri için de dayanak teşkil eden kazanımlardır. Kuvvetler ayrılığı da bu açıdan önemlidir. Onun için de seçilen, “madem halk beni seçti, ben de istediğim gibi ülkeyi yönetirim” diyemez.
Demokrasilerin olmazsa olmazı seçilenin seçen tarafından görevden alınabilmesidir. Bunun için de süre vb. diye bir şey yoktur. Bir Meclis ve ona dayanan hükümet, yasal bakımdan dört yıllığına, beş yıllığına bile seçilse, halk indinde itibar kaybına uğramışsa, bu süre dolmadan da görevden alınabilir, bunu için halk yığınların çeşitli kesimleri gösteriler, mitingler, grevler vb. yoluyla görüşünü ifade edebilir, hükümeti istifaya çağırabilir. Nitekim en son Tunus’ta bu mekanizma işlemeye başlamış, AKP’nin “kardeş partisi” halkın çeşitli kesimleri ve sendikaların baskısıyla istifa etme kararı almıştır.
Burada demokratik olmayan bir şey yoktur. Tıpkı Gezi Direnişi’nde “hükümet istifa” talebini yükselmesinin hiçbir anti demokratik yanı olmadığı gibi.

‘GERÇEK BİR DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ’ NEYİ İÇERİRDİ!
Eğer bu “demokratikleşeme paketi”ni hazırlayanlar, Kürtlerin, Alevilerin, işçilerin, Gezi direnişçilerinin, çevrecilerin, kadın yığınlarının, gençlerin, Türkiye’nin demokrasi güçlerinin on yıllardır… çeşitli vesilelerle haykırdığı talepleri dikkate alsaydı, bu paket bir demokratikleşme adımı olabilirdi. Ama öyle olmadı. Tersine Hükümet ve iktidar partisi, bütün bu istekleri, bütün bu uğrunda canlar verilmiş, cezaevlerinde yatılmış, işkencelere katlanılmış talepleri yok sayarak, kendilerince ve bu taleplerin de üstünü örterek, bu mücadeleleri karalayıp itibarsızlaştırmayı da amaçlayan bir propaganda eşliğinde bir “paket” düzenledi.
Bugün Türkiye’de şöyle bir yasalar elden geçirilirse, özgürlükleri sınırlayan, gerçekte bir işlevi olan olmayan, pek çok madde bulunabilir. Ve “demokratikleşme” adı verilen 15-20 maddelik paketler yapılırsa, onlarca paket çıkarılabilir. Bu Türkiye’nin halklarının ne istediği ve ülkenin nasıl bir demokratikleşmeye ihtiyacı olduğu dikkate alınmazsa, bu paketlerden her biri “büyük bir demokratikleşme adımı” olarak da ilan edilebilir.
Ama bu türden paketlerin çıkarılması Türkiye’de demokrasiye ne katar denirse; bu soruya verilecek yanıt, ne yazık ki; “Hemen hemen hiçbir şey”dir!
Şimdi AKP’nin “demokratikleşme paketi”nde olduğu gibi!
Kısacası, elbette bir ülkede zaman zaman anayasa ve yasalar değiştirilerek, yeni düzenlemeler yapılarak özgürlüklerin genişletilmesi, demokratik normların iyileştirilmesi konusunda adımlar atılabilir. Ancak bu düzenlemeler ülkenin demokratikleşmesine ve toplumun ilerlemesinin ihtiyaçlarına yanıt veriyorsa, anlamlıdır.
Ancak, bugün Türkiye toplumun ihtiyacıyla “büyük bir demokratikleşme hamlesi” olarak propaganda edilen paketin içeriği karşılaştırıldığında, Başbakanın dayandığı “bu son paket değildir. İhtiyaç duyulduğunda yeniler yapılır” tezini de çökertmektedir. Çünkü bu paketin Türkiye toplumunun bugün geldiği aşama ve demokratikleşmenin ilerlemesi için yapılması istenen düzenlemelerle bir ilgisi yoktur.
Çünkü bugün, Türkiye’de son çeyrek yüzyıldır süren mücadeleyi izleyenler bilmektedir ki, Türkiye toplumun demokratikleşmesi için üç önemli alanda ciddi düzenlemelere ihtiyaç vardır.
1-) Kürt sorununun çözülmesi için yapılması gereken “yol temizliğine” ilişkin, anadilde eğitim hakkından KCK tutuklularının serbest bırakılması ve Terörle Mücadele Yasası’nın kaldırılmasından KCK üye ve yöneticilerinin legal siyasete dönüşlerinin sağlanmasının önünü açılmasına,… ilişkin düzenlemeler. Çünkü Kürt halkı, kadını ve erkeği ile yaşlısı ve genciyle, öncesi bir yana, 30 yıldan beri her yolla ulusal hakları ve özgürlüğü için mücadele ediyor. Talepleri de çok açık. Ve gelişmeler, Kürt halkının taleplerini Türkiye’nin demokratikleşmesinin anahtarı haline getirmiştir. Bu yüzden Kütlerin başlıca taleplerini içermeyen ve onların önünü açmayan bir “demokratikleşme paketi”, sadece boş değil, aynı zamanda oyalama ve mücadeleyi saptırma amaçlı pir paket olur.
2-) Bu paketin bir “demokratikleşme paketi” olması için, Alevilerin inanç özgürlüğünü de kapsayan, Cemevlerin ibadethane olarak kabul edilmesi ve devletin elini dinden dinin de devletten çekmesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması, zorunlu din derslerinin ve devletin din eğitimi vermesinin yasaklanması,… gerçek bir laisizm yoluna girilebilmesi için gerekli düzenlemeleri, en azından bu doğrultudaki kimi düzenlemeleri içermesi gerekirdi. Çünkü son çeyrek yüzyılın demokrasi ve özgürlükler mücadelesinin en önemli dinamiklerinden birisi olarak Aleviler, çeşitli adlar altında örgütlenen Alevi örgütleri, bu doğrultudaki talepler için mücadele ediyorlar. Pek çok Alevi örgütü ve her vesileyle (mitingler, gösteriler, paneller,…) bu görüşleri dile getiriyorlar. Ancak Hükümet’in hazırladığı “demokratikleşme paketi”nde bu taleplerin kenarından bile geçilmezken, yeni hazırlandığı iddia edilen “Alevilere özel” pakette de bu taleplerin olmadığı, tersine Alevilerin küçük bir bölümü tarafından dile getirilen “dedelere maaş” ve ”Diyanet’te temsil”,… gibi Alevilerin mücadelesini Sünniliğin himayesinde bir Aleviliğe indirgeyen düzenlemelerle (Cemevlerin ibadet yeri olmasının kabulü bile yoktur pakette) Alevilerin mücadelesi bölünüp etkisizleştirilmek istenmektedir.
3-) Basın ve halkın haber alma özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılmasından Terörle Mücadele Yasası’nın ve özel yetkili Mahkemelerin kaldırılmasına, Toplu Gösteri ve Yürüyüşler Yasası’nın yeniden düzenlemesinden seçim barajının kaldırılmasına, özel hayata müdahaleyi önleyecek düzenlemelerle azınlıkların haklarından emekçilerin örgütlenme ve mücadelelerinin (grev hakkının ve TİS hakkının kullanılmasını önündeki engellerin kaldırılması, sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması) önündeki engellerin kaldırılmasına,… bireysel kolektif özgürlükler alanının genişletilmesidir. Ki bu talepler için bu ülkede 150 yıldan beri, aydınlar, devrimciler, demokratlar, kültür insanları, ilerici demokrat güçler, kısmen de olsa sendika ve emek örgütleri, sınıf partisi,… bu ülkenin demokrasi güçleri ağır bedeller ödemişlerdir ve 12 Eylül’den beri de bu güçler, demokratik bir Türkiye için mücadele etmekte, taleplerin de her vesileyle dile getirmektedirler. Ancak söz konusu “paket”, bu alanda yürütülen özgürlükler ve “Demokratik bir Türkiye” mücadelesini de görmezden gelmiş; bu paketi hazırlayanlar, Türkiye’nin demokratikleşmesinin başlıca taleplerinin rastlantıyla bile pakete sızmaması için özel bir çaba harcamıştır.
Onun içindir ki, bugün demokrasi mücadelesinin üç başlıca bileşenini ve bu üç başlıca alanda kesintisiz biçimde süren mücadelenin taleplerini görmeyen bir “demokratikleşme paketi”nin hiçbir kıymeti olmaz. Olamıyor da.

DEMOKRATİKLEŞMENİN DEĞİL MUHAFAZAKARLAŞMANIN BELGESİ BİR PAKET
Demokratikleşme belgesi olarak propaganda edilen “paket”, gerek içeriği gerekse de ana zihniyeti bakımından demokratik bir Türkiye’ye doğru değil “muhafazakar” bir toplum oluşturmaya destek vermek amacıyla hazırlanmıştır.
İçerik olarak pakette; Kürtçe alfabenin harfleri olan X, Q ve W’nin alfabeye alınmasa da kullanılmasını serbest bırakma, özel okullarda bakanlık izniyle de olsa Kürtçe öğretimin serbest bırakılması (aslında serbest değil sınırlı biçimde), memurlara siyasi partilere üye olma hakkı, köylerin ve kentlerin, Türkçe olmadığı için değiştirilmiş isimlerinin kaymakam, valiler ve hükümet tarafından “uygun görülmesi halinde geri verilmesi” gibi dört madde, “bu pakette yer alması iyi olmuş” denecek maddelerdir. Ama bunlar ötesinde, “kamu çalışanlarının türban takmasının serbest bırakılması”, seçim sisteminde mevcut sisteme karşı sunulan “dar bölge” ve “daraltılmış bölge” seçenekleri, paketin asıl amacını göstermektedir. Yine Mor Gabriel Kilisesi’nin mallarının iadesinin de hiç ilgisinin olmadığı halde pakete konmasıyla, paketin “azınlıkları koruyan” bir amacı olduğu havası verilmek istenmiştir.
Çünkü paketteki on sekiz “başlığa” bakıldığında, Türkiye’nin demokratikleşmesi için değil, Hükümet’in “muhafazakarlaşma” amacına hizmet edecek biçimde, asıl olarak da AKP’nin seçmen tabanının duyguları ve isteklerine yanıt verecek biçimde düzenlediği anlaşılmaktadır. Ki, “nefret suçları”yla ilgili ilk bakışta olumlu denecek düzenlemenin de bu kadar detaylı ele alınmasıyla, aslında, dinin sosyal yaşama müdahalesinin, gelenek ve göreneğin, eleştirileri de kapsayacak biçimde, ifade özgürlüğünü tehdit eden bir Demokles Kılıcı olarak tasarlandığı görülmektedir.
AKP Hükümeti, paketin hazırlayıcıları ve iflah olmaz liberaller, buradaki amaçlarını gizlemek için bu paket sanki herkese özgürlük getiriyormuş gibi bir hava estirmektedirler. Öyle ki, mevcut sistemden daha kötü iki ayrı seçim sistemi önerilirken bile, en azından mevcudu korumayı esas almaktadır AKP Hükümeti. ”Bakın biz illa da yüzde 10 barajı olsun demiyoruz. Yüzde 10’u beğenmiyorsanız iki seçenek daha sunuyoruz. İsterseniz, yüzde 5 barajlı ‘daraltılmış bölge’, isterseniz yüzde sıfır barajlı ‘dar bölge’ seçim sitemini tercih edebilirsiniz” diyerek, “kırk katır mı kırk katır mı” seçeneğinden bile berbat “seçenekler” öne sürmektedir paket.

ÖZGÜRLÜK BAŞI BOŞLUK DEĞİLDİR VE GERİYE DOĞRU DA OLMAZ!
“Paket”e bakınca açıkça görülmektedir ki, AKP Hükümeti, her tür “serbestleşme”nin özgürlük olduğu yanılgısını kullanmaktadır.
Gerçekte ise her serbestilik özgürlük değildir.
“Serbestlik”, zamandan ve içinden geçilen koşullardan bağımsız olarak alındığında, “başıboşluk”tur. Ve “bu başıboşluk durumu” asılında özgürlük fikriyle de çelişir. Çünkü özgürlük, aynı zamanda toplumun ilerlemesinin önündeki engellerin kaldırılması ile oluşan ilerlemenin serbestleşmesi, bu serbestleşmenin bireyin hareket alanının da genişletmesi durumudur.
Şöyle ki;
Örneğin ulusların kaderlerin tayin hakkının anayasal bir hak haline gelmesiyle ülkedeki farklı etnik grupların özgürleşmesi, dolayısıyla etnik çatışmalara son verilmesiyle halkların kardeşleşmesinin önünün açılması, ezilen hakları ve milliyetleri baskı altında tutmanın gereği olarak uygulanan ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, gösteri yapma özgürlüğü, kültür ve sanat hayatındaki sınırlamaların kaldırılması,… toplumsal bakımdan özgürlüklerin böyle genişlemesinin aynı zamanda bireylerin özgürlük alanını genişletmesi gibi.
Yine örneğin inanç özgürlüğünün sağlanması, farklı din ve mezhepler üstündeki baskıların kalkması ve bu baskıların gereği olan ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, bilimin ilerlemesi ve din ve gelenek-göreneğin eleştirisinin imkanlarını genişleteceği için, sosyal yaşamda olduğu kadar bilim ve kültür hayatında da özgürlüklerin sınırlarının genişlemesini getirir. Bu da, kaçınılmaz olarak bireylerin de özgürlük alanını genişletir.
Ya da işçilerin sınıf olarak örgütlenme hakların olması, onların birleşerek ve sermayeye karşı mücadele ederek, kendi haklarını genişletme imkanı getirirken, aynı zamanda birleşip kendi basınlarını kurma, dolayısıyla sınıf olarak ifade ve basın özgürlüklerini kullanmalarını, özgürlük sınırlarını genişletmelerini getirir. Ki, bu, aynı zamanda, ülkenin demokrasi yaşamında, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğüne işçiler ve emekçiler için de pratik bir değer kazandırır; ülkedeki temel özgürlüklerin alanını da son derece genişletir.
Liberallerin özgürlükle ilgili tutumunu kendileri için çok elverişli bulan sermaye partileri; özgürlükleri, bu büyük etnik gruplar, inanç çevreleri ve sınıfsal ihtiyaçlardan koparıp bireyin özgürlüğüne indirgeyerek, özgürlük mücadelesinin içini boşaltmakta, bireyin özgürlüğünü savunma adı altında aslında özgürlük mücadelesine karşı mücadelenin merkezleri olmaktadırlar.
Yukarıdaki örnekler çerçevesinde bakıldığında; Kürdün Kürt olmasına ve birey olarak Kürt olmanın gereğini yapmasına bir engel yoktur. Ama örgütlenme ve Kürt ulusal kimliğine dair haklarla ulusun kendi kaderine sahip olması gibi kolektif hakları olamadıkça ve bunun için mücadelenin serbest olmaması durumunda Kürt bireyin “her hakka sahip olması”nın bir kıymeti yoktur. Onun için de Kürt vali, Kürt vekil, –tek bir tane bile yoktur, ama– Kürt general olması, Kürdün Kürtçe konuşması, Kürtçe müzik yapması Kürtlerin özgür oldukları anlamına gelmez. Tıpkı bir Alevinin Alevi inancını gereğini yapmasının Alevilerin inanç özgürlüğüne sahip olduğu anlamına gelmediği, bunu ancak Alevilerin öteki inanç gruplarıyla eşitlendiği laik bir toplumda olabildiği gibi! Ya da tıpkı bir işçinin grev hakkına sahip olmasının grevin sınıfın hakkı olarak kullanılmadığında işçi için hiç bir anlama sahip olmaması gibi.
Kısacası özgürlükle “serbest olma” (başıboşluk) aynı şey değildir ve çoğu zaman da karşıttırlar.
Yoksa geriye doğru, toplumun daha geriye doğru savrulmasını amaçlayan serbestleşme talepleri, örneğin devrimci kazanımların ortadan kaldırılmasını isteme, faşizm propagandasının serbest olması, savaşı, saldırganlığın övme, işkencenin serbestleştirilmesini savunma, sömürünün önündeki engellerin kaldırılmasını istemeyi serbestleştirme…özgürlüklerin genişletilmesi değildir.
“Türban takma” da, eğer kendi başına bir kadının başını örtüp örtmemesi olsaydı, elbette üstünde bir tartışma bile olmazdı. İsteyen başını açar isteyen de örtebilirdi. Ancak gerçek bu kadar basit değildir. Çünkü kadının başının örtmesi sorunu ve onun bugünkü siyasi biçimi olarak türban, İslam’da kadının ikinci cinsliğinin, kadını eve hapseden zihniyetin, (ekonomik koşullar kadını evden fiziki olarak çıkarmaya yönelik işlevsel olsa da manevi bakımdan evde tutmanın) bir sembolü, dini siyasete alet eden siyasi odaklar tarafından kadınlara için tarif edilmiş bir üniformadır.
Burada çelişki, elbette geniş bir kadın kesim için “türban”ın “özgürlük talebi” gibi sunulmasından da öte, kadınların azımsanmayacak bir kitlesinin bunun bir özgürlük talebi olduğuna inandırılmış olmasıdır.
Bu yüzden de, kamuda ya da başka bir alanda türban ya da kadına bir üniforma giydirme dayatmasının bir “özgürlük seçeneği” gibi sunulması kabul edilmezdir.
Bu yüzdendir ki, türban takılmasına karşı çıkmak, bu dini sembolün kadınların üstünde taşınmasını bir hak, bir özgürlük alameti olarak sunulmasını eleştirmek önemlidir. Ama bundan, kadınların türban takmasının yasaklanmasının savunulmasını, şu ya da bu görevi yaparken türbanlı ya da başı açık kadınlar arasında ayırım yapma ya da tercihte bulunulmasının savunulması da aynı ölçüde kabul edilemezdir.
Bu gerçekler ışığında bakıldığında, “türban özgürlüğü”, böyle durumlarda sıkça örnek verildiği gibi, karanlığa doğru giden bir gemi üstündekilerin geminin arkasında doğru koştuklarında aydınlığa doğru koştukları sanmaları gibi bir aldatmacadır.
Bu pakette, yanıltıcı bir “özgürlük” de seçimlerle ilgilidir.
AKP Hükümeti’nin yıllardır gölgesinde keyif çattığı yüzde 10 barajının artık savunulacak bir yanı kalmadığı bir dönemde, “daha kötüsünü” seçenek olarak sunarak, bu paketle halka, siyasi partilere görünüşte “seçenekler” sunmaktadır.
Bu “demokratikleşme paketi”yle, Hükümet, yüzde 10 barajını düşürelim ya da kaldıralım demiyor; “ya yüzde 10 barajlı sistem sürsün ya da şu iki sistemden birini kabul edin, yüzde 10 barajdan kurtulun!” diyor. Sanki dünyada başka sistem yokmuş, sanki Türkiye’nin demokratik kamuoyu barajsız, partilerin yarışma koşullarının az çok eşitleneceği ve mümkün olduğu kadar az oyun heder olacağı, “milli bakiye” gibi sistemlerin üstünde tartışmıyormuş gibi. Böylece AKP, bir yandan “bakın ben dayatmıyorum. Özgürlük taraftarıyım. Size de seçenekler sunuyorum. Bu üç seçenekten istediğinizi seçin!” diyor. Hem de aslında yüzde 10’u dayatmakta ısrar ediyor. Çünkü diğer iki seçenek AKP dışındaki partiler için çok daha kötü seçenekler. Bu da, AKP ve hükümetinin özgürlük kavramını ne kadar içi boş bir kavrama dönüştürdüğü ve onun özgürlük ipine sarılanları nasıl daha berbat bir seçeneğe zorladığını göstermektedir. Seçim sitemleri “tercihi” dayatması da onun bu anlayışının tipik bir ifadesi olmuştur.

AMAÇ DEMOKRATİK DEĞİL, MUHAFAKAR TÜRKİYE
Burada akla “peki, bu AKP neden kendine pek bir maliyet de getirmeyecek demokratikleşme taleplerini kabul etmemektedir” sorusu akla gelebilir.
Bunun yanıtı çok açıktır. Çünkü AKP Hükümeti, Türkiye’nin başlıca sorunlarının çözülerek demokratik bir ülke olarak ilerlemesi amaçlı bir stratejiye sahip değildir. Onların temel hedefi, “muhafazakar bir Türkiye toplumu oluşturmak”, bu amaçla “dindar nesiller yetiştirilmesi”dir!
Böyle bir toplum da, dini değerlerin, gelenek ve göreneğin referanslarının egemen olduğu toplumdur ve bu toplumun ana yönelimi özgürlükten yana değil, gelenek ve göreneklere bağlılık, dini akitlere sadakat ve dini referansların tüm toplum hayatına ve bireyin gündelik yaşamına nüfuz etmesi doğrultusundadır.
Bu, yani “muhafazakar bir toplum oluşturma” ideali, özgürlüklerin alanını genişletilmesi ve demokrasinin geliştirilmesiyle temelden çelişir. Bu yüzden de, AKP Hükümeti, demokrasi ve özgürlükten herkesten çok söz ederek liberal kesimleri yedekleyip, toplumun özgürlük talebini istismar etmekte, böylece de kendi amaçlarına adım adım varmak üzere, gerici manevralarını bu özgürlükçülük arkasına saklayabilmektedir. Bu durum, kendisine, görünüşte özgürlükçü, demokrasinin sınırlarının genişletmek için sürekli reformlar yapan bir hükümet görüntüsü sağlarken, gerçekte var olan özgürlüklerin sınırını bile daraltılması imkanını sağlamaktadır. Nitekim AKP Hükümeti, 11 yıllık iktidarı boyunca, görünüşte AB ve demokratik normlarına daha yaklaşıyor gibi görünürken (AB’nin son ilerleme raporunda bile Hükümet’in özgürlükleri genişletme çabası övülmekte), Türkiye’de cezaevleri siyasi tutuklularla doldurulmakta, basın davaları artmakta, azınlık inanç çevrelerinin, bilim, kültür yaşamı, medya ve gazetecilerini üstündeki baskı, yargıdaki partizanlık, sendikalaşma, TİS ve grev hakkının fiilen kullanılamaz hale getirilmesi,… doğrultusundaki kuşatma ve bireyin sosyal yaşamına yönelik baskılar görülmemiş biçimde artmaktadır.
Kısacası, AKP ve Hükümeti’nin “demokratikleşme” dediği adımlar, bir yandan toplumda bir hükmü kalmamış “yasakları” ortadan kaldırarak özgürlükçülük ve demokratlık taslamakken, öte yandan kendi amaçları doğrultusunda eğitimin organizasyonunun, üniversitelerin, bilim kültür ve sanat alanının kadrolaşma, din ve gelenek-göreneğin değerleriyle baskılanarak, muhafazakar toplum amacı için “dindar nesiller yetiştirme”nin aktif inşacıları haline getirilmeleri doğrultusunda hızlı adımlar atmak olarak şekillenmektedir. Onun içindir ki, toplumu gerçekten özgürleştirecek “anadilde eğitim”, Kürtlerin statüsünün tanınması”, gerçek bir laiklik ve inanç özgürlüğü, siyasetin, kültür, sanat ve bilim üstündeki baskı ve engellerin kaldırılması, emekçilerin örgütlenme ve mücadelesinin önündeki engellerin kaldırılması, basın ve ifade özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması,… gibi özgürlükleri genişletecek ve Türkiye’nin demokratik normlarını yükseltecek anayasa ve yasal düzenlemelere AKP ve Hükümeti yanaşamaz, yanaşmamaktadır.
Çünkü o zaman kendi “muhafazakar toplum inşa” planını baltalamış olur.
Çünkü AKP ve geleneği demokrasi ve özgürlüklerin geliştirilmesi gibi bir siyasi kültüre, bir siyasi geleneğe sahip olmadığı gibi, tersine her tür özgürlük fikriyle çelişen bir hamura sahiptir.
Çünkü “muhafazakar toplum”, en masum haliyle bile özgürlüklerin değil biat etmenin, özgür vatandaşın değil kulluğun geçerli olduğu toplumdur.

DEMOKRATİKLEŞMENİN YOLU HALKLARIN ÖZGÜRLÜKLER UĞRUNA MÜCADELESİNDEN GEÇER
Bunu aşaman yolu ise, Türkiye halklarının ve işçi sınıfının gerçek demokrasi talepleri uğruna vereceği çok boyutlu bir mücadeleden geçer. Ancak o zaman, AKP iktidardayken de gerçek özgürlükle ilgili talepler elde edilebilir. Aksi halde kapalı kapılar arkasında hazırlanan paketler sadece kamuoyunu aldatma ve bilincini karartma amaçlı düzenlemeler, özgürleşme ve demokratikleşme diye yutturulur. AKP Hükümeti de bu konuda çok ustalaşmıştır.
Bu yüzden de, AKP’ye ve Hükümeti’ne karşı mücadele sadece siyasi ve ekonomik taleplerle sınırlı değil, ideolojik alanı da kapsayan, onun muhafazakar toplum oluşturma girişimleri ve bu amacın felsefi-ideolojik dayanaklarına karşı da çok çetin bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır.
Türkiye’nin uzun yıllar içinde birikmiş mücadele deneyimi,  son yarım yüzyıl içindeki altüst oluşları da kapsayan büyük mücadeleler, Kürtlerin, Alevilerin, işçi sınıfı ve emekçilerin hak mücadeleleri ve nihayet Gezi’de ortaya çıkan büyük halk direnişi göstermektedir ki, Tükiye’nin demokratikleşme ve özgürlük mücadelesi birikimi büyük bir potansiyele sahiptir. Bunu görmek ve özgürlük ve demokrasi için buradan ilerlemek esastır. Bugün görev de, bu büyük potansiyeli bir demokrasi gücüne dönüştürmektir. Yerel seçimle başlayan önümüzdeki iki yıl, bu büyük gücün birleştirilmesi için son derece geniş olanaklar sunacak özellikler taşımaktadır. Tabii ki değerlendirebilirsek!

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑