İstanbul’un merkezindeki Gezi Parkı’ndaki ağaçların AVM ve Topçu Kışlası yapmak için sökülmesiyle başlayan ve bütün yaz boyunca süren kent eylemleri ile, bölgede Demokratik Özerklik talebinde bulunan Kürt Hareketinin geçen Newroz’da “resmen” başlattığı çözüm sürecinin damgasını vurduğu bir yerel seçim sürecine girmiş bulunuyor Türkiye. Yerellerde gösterilen adaylar için ittifak girişimleri ister istemez bu iki temel potansiyele bakış açısına göre şekilleniyor; öyle görünüyor ki, adaylar nezdinde bu iki toplumsal hareketin en geniş birliğinin temsil edilmesi gerektiğini düşünenler ile Gezi Direnişinin taleplerine evet ama Kürt sorununun demokratik çözümüne hayır diyenler veya ikisine de hayırhah tutum takınmayanlar arasında gerçekleşiyor saflaşma.
Haziran Direnişi yerel bir taleple başlayarak, İstanbul’da kısmi talepli her hareketin ulusal sınırlar içinde genelleştirilebilmeyi mümkün kılan bir simgesellik de taşıması bakımından, siyasi talepler üreterek de sürmüştü. Kürt sorununun çözümü de belirli bir bölgeye özelleştirilemeyen, genel bir demokratik iklimin tesisi için kilit önemde bir konu olduğundan yerel seçim sathındaki saflaşmaların bu iki talebin ister istemez bağlandığı iç ve dış politik tercihlerle ilgili olması doğal olarak kaçınılmaz. Tam da bu yüzden nasıl bir yerel yönetim istiyoruz sorusunun yanıtı, yerel yönetimler ile merkezi yönetim aygıtları arasında birincisinin ikincisine göre daha demokratik, daha şeffaf, daha katılımcı, özerkleştirici, dinamikleri harekete geçirmeyi daha mümkün kıldığının bolca iddia edildiği günümüzde bile, hükümetin “Her yerde metro her yere metro” gibi görünürde politik değil, teknik içerikli bir sloganla start verdiği kampanya sırasında, ister istemez AKP’nin iç ve dış politikasıyla hesaplaşma içinde dile getirilmek zorunda. Ne var ki, hem Haziran Direnişinde tamamen merkez siyasetin bir kurgusu olan kentsel dönüşüme karşı çıkıldığı hem de Kürt Hareketinin yerel yönetimlerle ilgili önerilerinin muhatabı devlet olduğu için, 12 yıldır iktidarda olan AKP Hükümeti tarafından, “yerel”in siyaseten ve hukuki olarak nasıl dönüştürülmüş olduğunun göz ardı edildiği; yerel sakinlerin yaşam alanlarında metronun kolaylaştırıcılığının değil, etkili bir siyasi müdahalenin belirleyici olduğu, metronun kendisinin bile ister istemez siyasal süreçlerle ilişkili olduğu deşifre edilmeden bir yerel seçim süreci yaşanamaz.
AKP hükümeti döneminde yerelleri ilgilendiren çok sayıda yasa paketi çıkarıldı. Kamu Yönetimi, Belediyeler, Büyükşehir, İl Özel İdaresi, Kalkınma Ajansları ile ilgili yasalar ve en son 2012’de çıkan Yerel Yönetim Yasası ile birlikte köyler, ilçeler ve iller tanımlandı ve hem yerel yöneticilerin fonksiyonları yeniden belirlendi hem de yerellerle merkez arasındaki ilişki yeniden düzenlendi. Esasen 12 Eylül Askeri Cuntası döneminde başlayan, ANAP Hükümeti döneminde derinleştirilen, AKP döneminde de 2003’ten bu yana etkinleştirilen yerel yeniden yapılandırma, neoliberalizmin 70’li yıllardan itibaren gündemine aldığı sermayenin genişletilmiş yeniden üretimi için yeni bir rejim tesis etmeyi, ama bunu yaparken de mevcut devlet-yerel yönetim ilişkisinin bu birikimin ve dolaşımın hızını yavaşlatan, engel teşkil eden kuruluş biçimini esnekleştirmeyi ve yerel siyasi sınırları sermaye sınıfının girişimleri için geçirgenleştirmeyi amaçlıyor; üretimin ve emek gücünün yeniden üretiminin de mekânı olan yerel coğrafyada emekçiler yararına düzenlemelerin de açıkça ortadan kaldırılmasını öngörüyordu. Mevcut hükümet, kendisinden IMF, DB ve AB gibi uluslararası siyasi ve finans odaklarının ve uluslararası tekellerin talep ettiği yerellerin, özellikle de kentlerin transformasyonunu gerçekleştirmek bakımından epey bir yol kat etmiş bulunuyor.
Burada kısaca bu dönüşümün belli başlı veçhelerini ele alacağız. Zira önümüzdeki yerel seçimlerde halktan oy talep edecek olan yerel yönetim adaylarının yöneticilik yapacağı kentler çoktan beri artık, eski kentler değil ve son yerel seçimlerden bu yana da çok şeyin değiştiği söylenebilir.
SINIF MÜCADELESİNİN KONUSU OLARAK KENT
Kent bir emekçi için, basitçe, sabahtan akşama kadar çalıştığı işyerinin, akşam dinlendiği evinin, çocuklarının okulunun, hastalandığında tedavi olduğu hastanenin, eğlenmek için gittiği sinemanın, parkların, gezintiye çıktığı sokakların, arkadaşlarıyla lafladığı kahvelerin-kafelerin, konu komşusuyla sosyalleşebildiği mekânların, alışveriş yaptığı dükkânların, bir yerden bir yere gitmek için kullandığı ulaşım sisteminin bulunduğu bir yaşam alanıdır. Kent, sakini için hayatını idame ettirmesi için gerekli ortamları ve olanakları ona sunan; artan ve yenilenen ihtiyaçlara göre kullanışlı mekanizmaların yaratılmasını beklediği, kullanım değerinin öncelikli olduğu bir coğrafi mekândır. Bu coğrafi mekân içinde emekçi hem üretir hem de emek gücünü yeniden üretir. Ancak kent hiçbir zaman bütün bunların burada sayılabildiği kadar basitçe yapılabildiği bir ortam olmamıştır. Kent aynı zamanda çıkar ve sınıf çatışmalarının, kentsel hareketlerin, hak talepli isyanların, kimlik mücadelelerinin vb. sürdüğü çelişkili bir bütünlüktür. Kentte nasıl yaşanacağını, farklı çıkarlara sahip kesimler arasında mekânın nasıl bir bölüşüm dizgesine göre paylaşılacağını, sonuçları hiç de kent sınırları içinde kalmayan, devletin merkezi politikalarının mahiyetini de etkileyip artı değerin mekâna aktarılmasındaki dönemsel eğilimleri kurallaştırarak devletin yerellere ilişkin siyasetini belirleyen bu çelişki ve çatışmalardır. Kentsel mekân bu bakımdan sadece nüfus artışına bağlı olarak büyüyen, geçmişten bu yana sabit, fazlaca değişken olmayan bir yaşam alanı, kent yönetimleri de evlere su sağlamak, ulaşımı düzenlemek, çöpleri toplamak gibi sıradan teknik hizmet sunumuyla uğraşan siyasal düzenekler değildir.
Kentler antik çağdan bu yana yönetici sınıflar ile alt sınıfların mücadelesiyle bağıntılı olarak form almışlar, egemen sınıflar planlamalarını kentsel mekânı alt sınıflarla hangi biçimde paylaşmak istiyorlarsa ona göre hayata geçirmişler; ayaklanan alt sınıfların yenilgiye uğradığı büyük devrimci kalkışmalardan sonra kentleri yeniden dizayn etmişler veya bu sınıfların artık bir tehlike arz etmediğini düşündükleri koşullarda kentin yeniden yapılanmasında kendi sınıflarının ihtiyacını temel almışlardır. Emekçilerin kentin merkezi alanlarında görünmemesini sağlamak ama kentin değişim değeri en yüksek bu bölgelerini kent burjuvazisine ayırmak gibi düzenlemelerden, merkezi eğlence ve finans alanı olarak bırakıp kent dışında korunaklı kale-sitelere taşınmaya kadar değişik tercihlere göre, kentler belirli dönemlerde yeniden yeniden düzenlendiler.
David Harvey İkinci Dünya Savaşı sonrası New York’unun dönüşüm sürecini şöyle not eder:
“Haussmann’ın Paris’te yaptıklarını 2. Dünya Savaşı’nın ertesinde bütün bir New York metropoliten alanında yapacak olan Moses(ti)…Moses kentsel süreçleri tahayyül ederken temel alınan ölçeği değiştirdi ve borçla finanse edilen karayolları ve alt yapı dönüşümleri aracılığıyla banliyöleşme yoluyla, salt şehrin değil bütün bir metropoliten alanın topyekûn yeniden inşası yoluyla artı ürünün ve dolayısıyla artı sermayenin nasıl massedileceği sorununa bir çözüm getirdi… Banliyöleşme alt yapının yenilenmesi meselesinden ibaret değildi; tıpkı ikinci imparatorluk dönemi Paris’inde olduğu gibi, yaşam tarzlarında köklü bir dönüşüm meydana getirdi. Banliyödeki müstakil evin girişine park edilen ikişer arabadan petrol tüketimindeki muazzam artışa kadar bütün ürünler artı sermayenin soğurulması için üzerine düşeni yapıyordu. Bu süreç şehir merkezinin içinin oyulması ve sürdürülebilir bir iktisadi temelden mahrum bırakılması pahasına gerçekleşti. Böylelikle 1960’larda şehrin merkez kesiminde yaşayan, dönüşümden olumsuz etkilenen ve müreffeh topluma erişimi engellenen siyah ve azınlık grupların ayaklanması ile şekillenen ‘kentsel kriz’ ortaya çıktı…” (Harvey, Asi Şehirler, s. 50)
Kapitalist kent, kentsel yaşamın örgütleniş biçiminden en fazla kârı elde etme önceliğinin gözetildiği bir mekândır. Ancak bu, kentler farklı sınıf ve katmanların da yaşam mekânı olduğu ve sermayenin önceliği bu kesimlerle sürekli çatıştığı için, kent yönetimleri, sermayenin genişletilmiş yeniden üretiminin koşulları ile emek gücünün yeniden üretiminin koşullarının genişletilmesi mücadelesinin sonuçlarının, sınıfların birbirine karşı mevzilenme biçimini belirlediği bir düzlemde yönetmek durumunda kalır. 1950’lerden 80’li yıllara kadar kapitalizmin en gelişkin kentlerinde yaşayan emekçi sınıfların, bir meta olan emek güçlerinin yeniden üretiminin şartlarını zenginleştirmek; daha iyi koşullarda çalışmak, daha sağlıklı ve eğitimli nesiller yetiştirmek, daha güvenceli ve güvenlikli bir yaşam sürmek için verdiği mücadeleler emek gücünün değişim değerini yükselttiği gibi kent yönetimlerini, emek gücünün yeniden üretiminin ihtiyaçlarına gözetmek, devletlerin de, sermaye birikiminin düzeyine de bağlı olarak, kentsel politikalarını kısmen bunu hesap ederek planlamasını gerektirmişti. Örgütlü ve mücadeleci emekçi sınıfın ücretin sosyal içeriğini genişletmek yoluyla elde ettiği konut, dinlenme ve kültür evleri, ücretsiz hukuki danışma servisleri, ucuz belediye hizmetleri vb. hakların kazanımı, hane halkının yaşam standardını yükseltmek suretiyle kentsel mekânın kullanım olanaklarını ve biçimini az çok belirledi.
Türkiye’de ise sürecin, sözü edilen zaman aralığında böyle geliştiği söylenemez. Hem emekçi sınıfların örgütlenme alışkanlığının gelişmiş kapitalist ülkelerdeki kadar gelişkin olmaması, hem de bununla doğrudan ilişkili olarak, uzunca bir süre tarımsal ürün ihracına dayalı iktisadi politika izleyen ama bir yandan da devlet eliyle sanayi sermayesi üretmeye çalışırken hasbelkader işçileşmiş sınıfın önemli bir bölümünün kırsal üretimden koparak gelen ve hâlâ köyle enformel bir dayanışma ağı içinde bulunan göç kitlesinden oluşması kente, şehirli bir işçi sınıfının damgasını vurmasının önüne geçti. 60lı, 70li yıllar boyunca kırdan koparak işçileşmek üzere büyük kentlere gelen nüfusun fabrika çevrelerinde kurduğu yaşamın finanse edilmesinden imtina eden devlet, emek gücünün yeniden üretiminin en ucuz biçimini; “kendin yap” biçimini teşvik etti.
Kendi konutunu gecekondu olarak kuran, su ve elektrik hizmetini, evinin tapusunu ancak siyasi partilerin kendilerinden oy desteği istediğinde pazarlık konusu yapabilen gecekondu kitlesinin zorunlu olarak sarıldığı hemşehri dayanışması, modern bir işçi sınıfının öncelikli talebi olan sosyal güvenlik politikasının da son derece esnek ve keyfi uygulanmasına bir kez daha zemin hazırlamıştı. Gecekondularda yaşayan emekçi sınıflar, kentin ücra bölgelerindeki bakımsız ve yoksul konutlarının yıkımı için gelen ekiplere karşı 80 öncesinde ısrarlı ve sebatlı direnişler de gösterdiler. Bu çabaları, devletin gecekonduları yıkmak değil “ıslah etmek” politikasıyla yer değiştirdiğinde; hem gecekondu sakinine sınıf atlama imkanı sağlayan hem de bu yoksul kitleyi devletin başına bela olmaktan çıkararak, yaşadıkları yeri “kendi kendine şehirleşen” mekanlar haline getiren müteahhit kitlesi, gecekondu arazisinin rantından yararlanan türedi bir sınıf olarak zuhur etti. Özal zamanında çıkan gecekondu imar affıyla gecekondulunun da kentsel arazi rantından yararlanan girişimciler haline getirilmesi, böylece gecekondu bölgelerindeki sosyal patlama riskinin en aza geriletilmesi bekleniyordu.
Özal zamanının türedi müteahhit sınıfının yerini 2000’lerde, eski gecekondu arazisinin yeni bir rant kaynağı olarak tayin edilmesiyle birlikte ya Ali Ağaoğlu gibi devlet destekli bireysel girişimciler ya da organize müteahhitlik şirketi olan TOKİ alacak ve yerinden etme politikaları yeniden tedavüle girecekti.
O zamana kadar ise köprülerin altından çok su aktı.
BİR KİT OLARAK KENT
80’lerden önceki merkezi idareye sıkı sıkıya bağlanmış kent yönetimleri; bir yandan merkezi politikaların yereldeki temsilcisi, kentin güvenliğinden ve asayişinden sorumlu vali ve valiye bağlı, merkezden aktarılan finansmanın kontrolünü yapan il özel idaresi tarafından diğer yandan da teknik hizmet sunumu ve imar planı yapmak veya iznini vermekle görevlendirilmiş belediyelerden oluşuyordu. Belediyelerin merkezi kaynakları kullanım olanakları çoğunlukla iktidar partisine yakınlıklarıyla doğrudan bağıntılı olduğundan yerel yönetimlerin finansmanının hep bıçak sırtında olduğu, belediyelerin özerk bir tasarrufunun olmadığı açıktır.
Yereller üzerindeki merkezi tasarruf, esasen o dönem burjuvazi tarafından devletin ülkenin en ücra bölgesinden en gelişkin kentine kadar belirli bir denge içinde kalkınmasını kontrol etme iddiasıyla tercih edilen bir politikaydı. Sanayileşmenin devlet kolaylaştırıcılığında gerçekleştiği, çok sayıda Kamu İktisadi Teşekkülünün süreç içinde kurulduğu bu dönemde, mamul maddenin iç pazara ulaşımının kolaylaştırılması için yollar (TKİ), depolar (TMO), demiryolu (TCDD), liman işletmeleri, köy hizmetleri vs. gibi hizmetler hep, kendisi de bir sermaye kuruluşu gibi çalışan, yatırımı ve bölüşümü düzenleyen devlet aracılığıyla veya bir kısım özel hizmetler için kurulmuş devlet kuruluşlarının yerel uzantıları aracılığıyla gerçekleştirildi. Devletin izlediği kalkınma politikaları ülkenin iç kısımlarını bir üretim, dolaşım, pazar alanı olarak konumluyordu, özel sermayenin birikim alanı ise daha çok büyük kentler, özellikle de İstanbul oldu.
Belediye yönetimlerinin bir devlet kuruluşu muamelesi görmesi ve sanayisi az gelişmiş bir ülkenin devlet eliyle kalkındırılması-denetlenmesi gereken “yatırım-pazar ve bölüşüm” süreçlerinin istikrarlı sürdürülebilmesini kollayan, sözde seçilmiş ama uygulamada atanmış bekçisi olarak tayin edilmesi de bu atmosfer içinde mümkün olabilmişti. Emek gücünün yeniden üretiminin koşullarını yaratma işini önemli ölçüde emekçilerin kendisine bırakan devlet ve hükümetler, sermaye birikiminin koşullarını uygun hale getirecek bir kalkınma modeli izler ve bu koşullara uygun bir bürokrasiyi beslerken merkez bütçenin büyük bir kısmını bu uğurda harcamışlar; sosyal harcamaların mümkün olduğunca küçük bir yük oluşturulmasına azami gayret göstermişlerdi. Dolayısıyla, ulusal kalkınma dönemindeki “bölgelerin dengeli bir biçimde gelişmesi” olarak tarif edilen eğilimin bilançosu, devletin yurttaşlar için böyle bir kaygıyı hiç gütmediği, ücra bölgelere ancak sermayenin ihtiyaçlarına göre ilgi gösterdiği, Kürt bölgelerine zaten hiç uğranılmadığı bir yüklü toplamla özetlenebilir.
Bu dönemde İstanbul dışındaki KİT’ler aracılığıyla yerel bir sermaye birikimi için çaba harcandığı, Anadolu kentlerinin kimilerinde özel-küçük sermaye girişimlerinin, bölge pazarlarına yönelik gıda, tekstil ve tuğla vs. gibi küçük sanayi üretiminin teşvik edildiği, olanakların, bürokratik muafiyetlerin sağlandığı ve bu yolda gelişen kentlerin ticarete uygun alt yapılarının öncelikle ele alındığı da gözlendi.
80’li yıllardan itibaren ise, 12 Eylül askeri cunta döneminde başlamak üzere belediyelere merkezden aktarılan kaynakların yatırıma dönüştürülmesinin ve “kentsel girişimciliğin yolu açıldı… Daha önce merkezi yönetim çerçevesinde çıkarlarını temsil eden birçok büyük sermaye grubu yerel düzeydeki ihalelerin ulaştığı boyut nedeniyle yerel düzeye de yöneldi. Kentler sermaye birikiminin merkezine yerleşip kentsel rantlar sermaye birikimi için önemli bir kaynak haline geldikten sonra, özel sermaye yapılı çevrede de doğrudan yaptığı yatırımlarla da yer almaya başlamıştır. Bu yatırımlar sadece ulusal ölçekli sermayeyle sınırlı değildi. Aynı zamanda bir dizi çok uluslu şirket de son dönemde başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde boy göstermeye başlamıştır.” (Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, s. 88) Özal döneminin kentler üzerindeki en önemli tahrifatı belediye yönetimlerine, yapacakları yatırımlara gerekli kaynak transferini sağlayabilmek için uluslararası para piyasalarına borçlanma yolunu tavsiye etmesiydi. Bu yol bir kez açıldıktan sonra birçok belediye, dış kaynaklı kredi kullanarak, yap-işlet-devret yöntemiyle uluslararası sermayeyi kentsel hizmetlerin ortağı haline getirdi.
Özal hükümetinin yerel yönetim politikası; yerellerde sermaye birikimi ve girişiminin teşvik edildiği, çokuluslu şirketlerin yerel yatırımlar için çağırılmasının yolunun açıldığı bir rejimin yavaş yavaş inşa edildiği ve bugün yaşanan kentsel yıkımın tarihsel kaynağını oluşturduğu için Cumhuriyet tarihinde bir dönüşüme işaret eder. Yine o dönemde yerel sermaye birikimini teşvik etmek amacıyla KOBİ’lerin, organize sanayi bölgelerinin; uluslararası sermayenin serbest dolaşımına imkân sağlayan serbest bölge pilot uygulamasının gündeme gelmesi de bu dönüşüm paketinin unsurları arasındadır. Türkiye neoliberal iktisadi ve siyasi sisteme ilk adımlarını kentsel sermaye birikiminin özelleştirilmiş kanallarını devlet teşvikiyle açarak, ulusal ve yerel girişimcileri destekleyerek, belediyelerin birer yatırımcı olarak dış kaynaklı sermayeyle iş yapabilmesinin yolunu açarak atmıştır.
Bu politikaların halkın kentsel yaşamındaki karşılığı ise daha 12 Eylül cuntası dönemindeki anlayışa göre, “kentsel hizmetlerin maliyetinin altında satışına izin vermemek” biçiminde özetlenebilir. Belediye hizmetlerinin, zihniyette, bir kentli hakkı olmaktan çıkarak kent sakininin giderek müşteri olarak kurgulanmasıyla birlikte belediyeler zaten bir iktisadi teşebbüs ya da hizmet veren değil hizmet alan statüsüne indirgenmeye başlamıştır.
Yerellerin iktisadi dönüşümünün başlangıcından itibaren, yerel halkın önceden birikmiş siyasi ve sosyal hoşnutsuzluğunun ve tepkisinin de sömürüldüğü yeniden yapılandırma sürecine bunların gerekçe gösterilerek meşruiyet sağlandığı görülür. Öteden beri, her yerel seçimde oyunu kullanarak bir belediye başkanı ve belediye meclis üyelerini seçen halk için, merkezi iktidarın yereller üzerindeki tasarrufu hep bir gerilim konusu olmuştur. Seçilen belediye başkanının, iktidardaki parti ya da partilerden biriyle ilişkisi yoksa, bir dönem boyunca, o kentin, merkezi kaynak transferinden nasiplenmeyeceğine ilişkin kaygı, yerel yönetimler üzerindeki devlet kontrolünün esnetilmesi-kaldırılması talebinin dile getirilmesinin başlıca nedeniydi. Kent emekçilerinin yönetiminde söz sahibi olabilecekleri, seçtikleri belediye başkanı aracılığıyla daha şeffaf, hesap verebilir, halkla içli dışlı bir yerel yönetim arzusu bir temenni olarak kalmışsa da, yerel yönetimlerle ilgili her seçim döneminde dile getirilen beklentinin, bir talep olarak dikkate alınması gerektiği, daha doğru bir deyimle, bu kavramlarla yerelleri ve yönetimlerini dünyanın mevcut sınıfsal dengelerine uygun olarak yeniden yapılandırmanın mümkün olduğu, ülkeyi yönetenlerin, hatta dünyayı yöneten tekelci burjuvazinin kayıtlarına geçti. Elbette, şeffaflık, katılımcılık, hesap sorulabilirlik, özerklik, devlete karşı mesafelilik, yerinden yönetimcilik gibi kavramlar burjuvazinin defteri kebirinde bozuşturulmuş, içi boşaltılmış ve kent emekçilerinin lügatinden devşirilerek artık bambaşka gerçeklikleri ifade etmek üzere yeniden işlevlendirilmişlerdi.
NEOLİBERALİZM ÇAĞINDA KENT YÖNETİMİ
Yönetimle, bürokrasi veya güvenlik konuları dışında başka hiçbir sosyal ilişkisi olmayan kapitalist devletin yurttaşları için “devletin küçültülmesi” gibi bir söylem sayısız iyimser çağrışımlar yaratır. En küçük işi için “bugün git yarın gel” muamelesine maruz kalan, her hareketi güvenlik kuvvetleri tarafından denetlenen, sık sık cezaevleri ve işkencehanelerle tanışan emekçinin algısında “devletin küçültülmesi”, onun sade yaşamının biraz daha soluk alınır bir hale gelmesi demektir. Ancak bu kavramı 90’lı yıllarda ortaya atan Dünya Bankası ve IMF için küçülme, sade emekçinin sandığının tersine devletin sosyal hizmetlerden elini çekmesi, kalkınma politikalarından vazgeçmesi, devlet eliyle sanayileşme döneminin sona erdirilerek devletin bir müteşebbis olmaktan çıkarak “sivil” müteşebbislere imkan sağlaması diğer yandan da spekülatif ve rantiye bir sermayenin hegemon hale gelmesidir.
Devletin küçültülmesi yerellerin güçlendirilmesi kavramıyla birlikte gündeme gelmişti. Tek tek ulus devletlerin hükümranlık alanına bölündüğü bir dünya resmini eleştirerek küresel bir devlet ve küresel bir anayasa tezini ortaya atan uluslararası sermayenin, ülkeleri borç boyunduruğuna sokarak onları, dikte ettiği iktisadi ve siyasi hattı izlemeye zorlayan finans kuruluşları, böylece dünyanın en “uçlar”ına kadar, şimdiye dek paylaşılmamış arazilerde ve mekânlarda da sermaye birikiminin koşullarının oluşturulması talebiyle, birbirinden farklı anayasal prosedürlere ve bürokratik kurumlaşmaya sahip ülkeleri yapısal bir reformdan geçmeye zorladılar. Devlete bu süreçte yüklenen rol, kendi eliyle kendi yeniden yapılandırmasını sağlamaktı. Küreselleşmenin ikiz kardeşi veya tamlaması olarak kullanılan yerelleşme kavramı da neredeyse devlete ait olmayan her şeyi ima eden, ama aslında yeniden yapılanmanın her etabını kontrol ederek güçlenen devletin, yerellerdeki düzenlemenin garantisi olduğunu gizleyen bir şifre olarak gündelik dile pelesenk edildi.
Küreselleşme-yerelleşme, uluslararası sermayenin bir ülkeye girerken ayak bağı olan ulus devlet bürokrasisinin ve yasal prosedürlerinin Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), NAFTA, AB, DB gibi emperyalistler tarafından koordine edilen sermaye ittifaklarında alınan kararlar uyarınca esnetilmesi, mevcut devlet kurum ve kadrolarının yeniden yapılandırılması ve böylece emperyalist sermayenin herhangi bir yere girişi için önündeki engellerin en aza indirilmesi anlamına gelir. Bu tamlamanın ima ettiği, yerel yönetimlerin güya, merkezi idarenin aleyhine güçlendirilmesi ise; ’70’lerden bu yana sınıf örgütlerinin giderek işlevsizleştirilmesi ve merkezi otorite veya işverenle sözleşme yapabilme koşullarını dağıtan esnek-taşeron çalışma sisteminin hayata geçirilmesiyle birlikte değişen sınıfsal konumlanışa bağlı olarak artık, emekçilerin yeniden üretim koşulları için devletin bir şey yapmak zorunda bırakılmayacağını ve onların yerel yönetimlerden beklentilerini ka’ale almak zorunda kalmadığını düşünen, ama yine de kendini onları bunu dikkate alıyormuş gibi davranmak zorunda hisseden uluslararası burjuvazinin kendi çıkarları doğrultusunda dünyayı düzenleme çabasının kentsel mekânda aldığı biçimin adıdır.
Bu aslında dünya burjuvazisi tarafından, dünya emekçilerine karşı, toplumsal yeniden üretimi onların sırtına yıkarken, beklentileri istismar ederek, sözcükleri çarpıtarak açılmış bir sınıf savaşıdır.
Harvey, ABD’de Clinton dönemine ilişkin şöyle yazar: “Cumhuriyetçi Parti ve muhafazakar demokratlar büyük sermayedarın ekmeğine yağ sürerek sermayenin asla yüklenmek istemediği çevresel kirlilik ve yeniden üretim maliyetlerini toplumun sırtına yüklemek konusunda olabildiğince ileri gitti. David Stockman’ın yakın dönemde belirttiği gibi bu apaçık bir sınıf savaşı durumunu tetikliyor. Warren Buffet ise bu durumu şöyle tarif ediyor: ‘Tabii ki sınıf savaşı var, savaşı açan benim sınıfım, yani zenginler, kazanan da biziz.’” (Harvey, Asi Şehirler, s. 101)
Dünya işçi sınıfının ve emekçilerinin atomizasyonu için 80’li yıllardan beri sendikaların içinin boşaltılması, örgütlenmenin zorlaştırılması, iş mekânı ve zamanının parçalanması gibi yöntemler uygulayan uluslararası sermayenin politikacıları, sermayenin ise olabildiğince örgütlü davranabilmesi için çok sayıda mekanizmayı harekete geçirdi.
Emperyalizm, birçok ülkenin yönetimini “paydaş” ettiği karar alma merkezlerinde, sermayenin güvenli dolaşımının koşullarını hukuki yaptırımlara da bağlayarak her ülkenin aynı süreci eşgüdümlü olarak izlemesini teminat altına alırken ülke halklarının yeniden yapılanma sürecine rızasını sağlayabilme koşullarını da belirledi. Buna göre, halkın yerel yönetimlere katılım talebi, eskiden katılımın ve konsensüsün koşullarını tarif eden metinlerde yer alan emek sözcüğü çıkarılarak ama yerine “hükümet dışı organizasyonlar” veya daha genel anlamda “sivil toplum” ibaresi geçirilerek güya karşılanmış ama aslında ötelenmiş olacaktı. İktisadi liberalleşmenin demokrasinin ön koşulu olduğu, yatırımın ihtiyaç duyduğu sosyal risksiz ve istikrarlı bir ortam yaratıldığı sürece demokrasinin en önemli şartının yerine getirileceği iddiası üzerine kurulu yerelleşme felsefesi, yerel karar alma süreçlerine halkın katılımını daha çok işveren örgütlerini (TÜSİAD, MÜSİAD, TURKONFED vb.) tanımlamak için kullanılan sivil toplum örgütlerine ikame edilecekti.
Habitat 2 ve Yerel Gündem 21 kapsamında şehirlerde çoktan beri oluşturulmuş bulunan Kent Konseyleri, geçiş aşamasında kent sakinlerini neoliberal demokrasinin işleyiş biçimine aşina kılmak üzere donatıldılar. DB’nın daha 90’larda dile getirdiği biçimiyle; kentlerin, yerel idare artı sivil toplum artı sermaye kuruluşu işbirliğiyle yönetilmesi anlamına gelen yönetişimde; kitle ve meslek örgütlerinin, sendikaların ve politik örgütlerin yerel temsilcilerine herhangi bir yer kaydedilmediği gibi, hangi sivil toplum kuruluşlarının yönetişim organlarında yer alacağı da kent sakinlerinin oyuyla değil adı geçen sacayağı tarafından belirleniyor. Yerel yönetimler için öngörülen katılımcılık, halkın söz sahibi olması ve denetleyebilmesi, şeffaflık gibi kerteler temsil edilebilirlik yetkisini-hakkını halka değil sermaye sınıfına devretmiş durumda.
Yerel yönetimlerin hizmet sunumunun siyasal değil de teknik bir iş olduğu algısını güçlendirmeye yarayan yerelleşme söyleminde siyasal bir dil kullanılmaktan özellikle kaçınılmaktadır. Dünyayı baştan aşağı siyasal bir perspektifle yeniden yapılandıran küreselleşme stratejisinin uygulayıcıları, burjuva dünyada devlet ve temsil ettiği her şeye içkin, birbirinden ayrışamayan partilerin etkinliği ve söyleminde bir hayli kirlenmiş alan olan burjuva siyasetten ellerini temiz tutmak ama aslında karşı sınıfların siyasallaşabilecek beklentilerini teknik bir dil içinde hem boğabilmek hem karşı koyabilmek hem de emekçi kent sakinlerini politikalarına yedekleyebilmek için yer yer bu dili eğip bükerler. Ekonomiyi, akla hemen adam kayırıcılığı, nepotizmi, yolsuzluğu getiren burjuva siyasetten ayırmak gerektiğini söylediklerinde bu, hemen kaynakların çar çur edildiği hantal ve kayırmacı devlet bürokrasisinin faaliyetinden yılmış kitleler için olumsuz bir resmin artık yırtılıp atılacağı anlamına gelir. Oysa kastedilen, sermayenin aracısız ve doğrudan yerel müdahalelerinin mümkün kılınabildiği koşulların ve bunun siyasal ortamının yaratılmasıdır.
Nitekim; 90lı yılların sonundan bu yana Türkiye’de oluşturulan çok sayıda “üst kurul”, piyasa düzenleme işlevinin yükünü büyük ölçüde devletin üstünden alarak doğrudan doğruya sermayenin kendisine vermiş, bunlar hiçbir bakanlığın, hiçbir bürokrasinin sınırlamasına maruz kalmadan küçük sermaye devletleri olarak çalışma imkanı bulmuştur. 2003 yılında gündeme gelen ve ancak Anayasaya uyumsuzluk gerekçesiyle geri çevrildikten sonra mevcut statükoyla sentezlenerek çıkarılan Kalkınma Ajansları Yasası sayesinde 2006’da İstanbul, İzmir ve Ankara tek tek ele alınarak, diğer illerin birkaçı bir araya getirilerek 23 ajans kuruldu. Kalkınma Ajansları hesapta Kalkınma Bakanlığı’na bağlı olsa da, mevzuata göre yatırımlarla ilgili prosedürleri imzalamakla yükümlü bakanlıkların tümünü baypas edebilen, Kalkınma Bakanlığı tarafından da başka hiçbir bakanlık tarafından da denetlenemeyen, uluslararası görüşmeler konusunda Dışişleri Bakanlığının iznine tabi olmayan bir yerel yönetim organı olarak çalışıyor. Özerkliklerine karşın, kalkınma ajanslarına toplanan vergiler sayesinde bütçenin belirli bir oranında kaynak transferi yapılıyor, ajanslar AB tarafından besleniyor ve proje karşılığı para alabiliyor.
Öyle ki, eğer o bölgede bir sermaye kuruluşu herhangi bir tasarrufta bulunacaksa bu tasarrufun biçimi ne olursa olsun gerekli fizibilite çalışmasını, araştırmayı yapmak ajansların görev tanımı içinde. Yatırımcı tekelin, imza için birkaç bakanlık dolaşarak izin almak yerine kalkınma ajansına başvurması yeterli görülüyor. Bu, uluslararası sermayenin devlet bürokrasisini istediği biçimde henüz yapılandıramadığı, 80’lerde kurulu statükoyla birlikte yaşamak zorunda kaldığı koşullarda kendi bürokrasisini kendisinin kurması anlamına geliyor. 2010 Anayasa Referandumu’nda, 80’de cunta döneminde oluşmuş hukuk kurumu DTÖ, GATS ve AB dayatmaları doğrultusunda kısmen yeniden yapılandırıldı. Türkiye altına imza attığı belgelere göre uluslararası sermayenin rekabet koşullarını engelleyecek herhangi bir idari ve bürokratik yapılanmaya gitmeyeceğinin, var olanların da tasfiye edileceğinin taahhüdünü zaten vermişti. Kalkınma Ajansları da bu kapsamda devletin kimi işlevlerini üstlenip, devleti sermaye lehine yerelleştirip kendisi için esnekleştirerek, daha doğrusu ve aslında, devleti yerelde büyüterek faaliyetlerini sürdürüyor. Devletin küçültülmesi, yerelin emekçiler lehine güçlendirilmesi değil sermayenin yerel iktidar alanlarına yerleşmesi, bunları örgütlemesi ve bu iktidar alanlarından emekçileri tamamen dışlaması anlamına geliyor. Kentler artık sermayenin birer site-devleti haline getirilmiştir.
Bu bakımdan, Kalkınma Ajanslarının hikâyesi, yerellerin merkezi iktidardan özerkliği, devletin küçültülmesi, ekonominin siyasetten kurtarılması retoriğiyle sürdürülen yerelleşme politikalarının aslında kimin için, hangi sınıfın yararına olduğunu gösteren bir metin niteliğindedir. AKP Hükümeti döneminde yerel yönetimlere merkezden aktarılan parasal kaynaklar giderek azaltılarak yereller hem sermayenin kapısını çalmaya mecbur bırakıldılar hem de sermayenin ilgi alanında olmayan hizmet sunumları için halkın bir de yerel yönetimler tarafından vergilendirilmesinin koşulu oluşturuldu.
Küreselleşme döneminin kentleri varlık koşullarını sermayenin onları tercih etmesine bağlı kılmaya mecbur bırakılmış kentlerdir. Kentlerin her birinin, sermaye için çekim merkezi olabilmek bakımından giderek birbirleriyle yarışır hale geldiği, bunun için de sınıf çatışmasız bir sosyal hayatın tekellere vaat olarak sunulduğu köle pazarında, her kent kendi özelliklerini bir marka olarak tescil ettirmek zorunda. Kimisi için bu tarihsel zenginlik, kimisi için kozmopolit nüfus, kimisi için kumarhaneler ve fuhuş, kimisi için de kentsel dönüşüme zengin malzeme sağlayacak kadar yeniden elden geçirilmesi gereken kentsel arazi. Piyasalaşan kent, içinde sadece metanın dolaşıma sunulduğu bir mekân değil aynı zamanda kendisi de meta olan, sermaye girişi için tercih edilme koşullarını en üst düzeyde karşılamak amacıyla kendi kendinin değişim değerini artıran bir “şey”, bir “nesne” olmuştur artık. Elbette modern sermaye ilişkilerinin kristalize olduğu büyük kentler için geçerlidir bu. Madalyonun arka yüzünde ise uluslararası sermaye tercih etmediği, yerel bir sermaye birikimi yaratamadığı sürece sakinleri sefalet içinde yaşamak zorunda olan kentler vardır. Küreselleşmenin yerel siyaseti marka kentlerle diğerleri arasında aşılamayacak kadar derin uçurumların açılması anlamına gelir. Bu aynı zamanda nüfusun ezici bir çoğunluğunun metropollere yığılmasının artışı, dış göç trafiğinin hızlanması da demektir. Merkezi sübvansiyonlardan yoksullaştırılmış yerellerde emekçiler ayrıca ister istemez bu derin eşitsizliğin etkisine maruz kalacaklardır. Ve bizzat bu hükümet döneminde uygulamaya sokulan bölgesel asgari ücret uygulaması vb. sayesinde de, kalkınma döneminin retoriğindeki “dengeli bölgesel gelişme kavramının” zaten itibar görmediği bir döneme girilerek bir kentten diğerine emekçi sınıfların tarih içindeki kazanımlarının genelleştirilebilmesi imkânsızlaştırılmış; iki yerel arasındaki sınıfsal rekabetin de koşulları açılmış olacaktır. DB bunu kentsel yatırımlar için sermayenin özendirilmesi sürecindeki rekabetin halka yayılması olarak açıklıyor. Demek ki neoliberal yerelleşmenin yükü, kentlerini markalaştırmakta başarısız kent sakinlerinin, emekçilerinin sırtına yükleniyor; kent yoksulluğunun faturası da onların yeterince rekabetçi davranamamalarına kesiliyor.
Özal bu markalaştırma işine İstanbul’da 80’li yıllarda başlamıştı. Özal’ın İstanbul’dan yaratmak istediği Mega Kent uğruna o dönem başlayan sonraki hükümetler tarafından da sürdürülen; Topkapı, Merter, Kazlıçeşme gibi alanlardaki işyerlerinin boşaltılması ve kimi kamu teşekküllerinin kapatılması veya özelleştirilmesi sürecini takiben, imalat sanayinin kentin kuzeydoğu ve güney batı aksına çekilmesi ama sermaye kuruluşlarının yönetim merkezlerinin Levent-Maslak hattında kurulan gökdelenlerde konuşlanmasından sonra büyük ölçekli üretim alanlarından temizlenen kentsel arazi, AKP hükümeti döneminde yeniden paylaşılması için ele alınan bir rant kaynağı haline dönüşmüştü. İstanbul’un kentsel dönüşüm planı emekçilerin tamamen kent merkezlerinden uzaklaştırılması, vaktiyle manzaralı arazide kurulan gecekondu bölgelerinin zorla boşaltılması, çöküntü bölgeleri addedilen merkezi mekânların sakinlerinden temizlenerek yeniden inşaya açılması, tarihi mekânların tasfiyesi; Galataport, Haydarpaşaport adı verilen dönüşüm projeleri kapsamında buraların sermayeye peşkeş çekilmesi, kentin her yerine AVM’lerin dikilmesi esasına dayanır.
Boğaza kurulacak üçüncü köprüye bağlanan yeni yollar boyunca arsalaşan araziler, daha köprü planı sızdırılır sızdırılmaz değerinin onlarca katına kapışıldı. Çıkarılan 2-B yasasıyla ormanlık araziler de paylaşıldı. Bunlar ve başkaları, örneğin, Erdoğan’ın 2011 seçimleri sırasında ortaya attığı çılgın proje, kentsel dönüşüm zihniyetinin bir kenti çok parçaya bölmek, mekânı fütursuzca altüst edebilmek uğruna nasıl şeytanca çalışabildiğinin örnekleri arasına girdi.
İstanbul uluslararası sermayenin en çok ilgi gösterdiği kentlerden biridir; o yüzden şimdi kentin sahip olduğu zenginlik, kaynak ve olanaklar sınırsızca yağmalanıyor. Ancak Ankara, İzmir, Bursa başta olmak üzere ülkenin pek çok kentinde de kentsel dönüşüm projeleri hayata geçirilmeye, kentler sermaye piyasasına sunulmaya başlandı. Rüyasında toprağın arsaya, rüzgârın ve suyun enerjiye, ormanın rezidansa, tarihi bir sarayın AVM’ye dönüştüğünü gören yerli ve yabancı sermaye, merkezi iktidarın sağladığı sınırsız olanaklar sayesinde inşaat üstüne inşaat yapıyor. Beton üstüne beton döküyor, her yeri TOKİ’lendirip her şey daha hızlı olsun, emekçiler de yeraltından işe gelip gitsin diye “anayurdu metrolarla örüyor dört baştan.”
Fransız Devrimi’nden sonra, Vali Baron Haussmann’ın Paris’i, emekçileri kent merkezinin dışına sürmek, müstakbel sınıf mücadelesinde Paris proletaryasını araçsız bırakmak amacıyla yıkıp yeniden inşa etmesinden bu yana görülen en büyük kentsel sınıf savaşımı ile karşı karşıyayız. Üstelik bu dünya çapında bir yıkım; Türkiye’nin büyük kentlerinde yaşanan talan dünyanın başka kentlerinde de büyük bir hızla sürüyor. Kimi zaman, Seul’da olduğu gibi, “inşaat şirketleri sumo güreşçisi gibi iri yarı tiplerden oluşan çeteler kurarak bunları mahalleleri işgal etmekle görevlendiriyor; bunlar sakinlerin konutlarını yıkıyor, eşyaları parçalıyor ve arsalarına yüksek kuleler kurulsun diye” (Harvey, Asi Şehirler, s. 61) emekçileri zorla yerinden yurdundan ediyor, kimi yerde de bütün bu yerinden etme işlemi daha “nazikçe” becerilmeye çalışılıyor.
Uluslararası sermayenin bıçağının boğazlarına dayandığı yoksullar kendilerine karşı açılmış bu büyük savaştan can havliyle kurtulmaya çalışırken sermaye kentlerde palazlandıkça palazlanıyor.
DEMOKRATİK KENT YÖNETİMİ VE KENTSEL YAŞAM HAKKI İÇİN
Başıbüyük, Dikmen, Sulukule, Haydarpaşa Garı dönüşümü ve okulların otel yapılmak istenmesine karşı halk, bu yerellerde evlerini ve mahallelerini korumak için mücadele etti, ediyor. Şu anda aynı süreç, güvenlik güçlerinin kriminalleştirip istikrarsızlaştırarak boşaltmaya çalıştığı Gülsuyu’da yaşanıyor. Emekçilerin evlerini kurdukları arsalar; sermaye, lüks konut, otel, rezidans veya AVM yapabilsin diye devlet marifetiyle ellerinden alındıkça sırası gelen kent sakini sokağa çıkıyor ve direniyor.
Kentlerden ve kent sakinlerinden parça parça koparılan ve rantiye sermayenin hammaddesi haline getirilen arazilerle birlikte bir kenti kent haline getiren, orada yaşayan, çalışan, eyleyen, eğlenen ortak bir yaşam alanı oluşturan kentli emekçilerin ortaklaşa ürettiği sosyal zenginlik de tasfiye ediliyor. Bunun yerine ise sermayenin soysuz, duygusuz ve şatafatlı dünyası inşa ediliyor.
Haziran Direnişi’nde halk yıllar içinde biriktirdiği öfkeyi açığa çıkararak, zaman içinde biçimlenmiş ortak yaşam anlayışının ve alanlarının korunması için kendiliğinden bir patlama gösterdi ve “kent hakkı”nı ellerinden almak isteyen hükümete karşı bir uyarıda bulundu.
Meydanda kesilmek istenen ağaçlar kentin nefes borularının tıkanmak istenmesini sembolize ediyordu. Fabrikalarda, imalathanelerde, AVM’lerde, okullarda, hastanelerde, üniversitelerde vs. çalışan emekçiler, kentin kullanım hakkına sahip çıkmak ve toplumsal yeniden üretimin bedelinin kendi üstlerine yıkılmasına dur diyebilmek için kıymetli ve tarihi bir mücadele verdiler ve bu bütün ülkede bir karşılık da buldu. Devletin süreç içinde, politik bir müdahaleyle darmadağın ettiği kolektif dayanışma ağlarının simgesel olarak kurulduğu, kimliklerini yok sayarak tektipleştirmeye zorladığı kesimlerin bir arada oluş koşullarını, yerel ve yurt sathındaki demokrasiyi tartıştığı bir süreçti bu aynı zamanda.
Kentteki emekçiyi bir kent sakini olarak değil de müşteri olarak, asgari yaşamsal ihtiyaçların karşılanmasını bir insan hakkı olarak değil de meta üretimi süreci olarak gören emperyalizmin küresel-yerel siyasetinin, kendi mezarının üç beş ağacın kökünde olduğunu görmeden kışkırttığı eylemin bıraktığı miras pek çok bakımdan önemlidir. Her şeyden önce, emek gücünün giderek ucuza mal edilebilmesi için kentsel mekânları emekçilerin yaşam alanı olmaktan çıkararak pazarlayan sermayenin zihniyetine karşı gösterilmiş bir tepkidir bu.
Diğer yandan; girişte de değinildiği üzere, yıllardır kültürel kimliklerinin ve statülerinin tanınması için mücadele eden Kürt nüfusun, nasıl yaşayacağına kendisinin karar verme isteğine ilişkin irade beyanının somut ifadesi olan Demokratik Özerklik talebi, devlet ve yerel yönetimler arasındaki ilişkinin şimdiye kadar kuruluş biçimine yönelik şiddetli bir eleştiridir. Yıllardır ülkenin bölüneceği fobisiyle hareket eden ama zaten uluslararası sermaye kuruluşlarının yerelleşme stratejileri kapsamında birçok bölgeyi ajanslara hibe ederek fiilen bölen ve bu bölgeleri birbiriyle devlet ve muhafazakâr hükümet marifetiyle yarışa sokan süreç, iki yüzlü siyasetin uzun süre prim yapamayacağı bir yol ayrımına gelmiş bulunuyor. Kürtlerden esirgenen özerkliğin değil, AB eliyle ve zoruyla uluslararası sermayeye takdim edilmesinin ülkeyi çoktan bölmüş olduğu; sermaye ve emek arasındaki uzlaşmaz çelişkinin yol açacağı çatışmayı sonraya öteleyebilecek hiçbir ideolojik referansın dikiş tutmayacağı bir zeminde yaşıyoruz.
Tam da bu yüzden, demokratik kent siyasetinin, sadece, liberal demokratlardan miras, şimdiye kadar da “sol”da epey iş görmüş, kent ekonomi politiğine kafa yormayı sonraya erteleyen “dışlanmış kimlikler ve kültürlerin tanınırlığı, kapsanması” üzerinden yürütülmesiyle yetinilemez. Dışlanmış kesimlerin kentsel yaşam haklarının sağlanması, kimliklerinin görünür kılınması, statülerinin belirlenmesi elbette önemlidir çünkü dışlayıcı politikalar örneğin Haliç kıyıları Romanlardan boşaltılırken toplumun geri kalan kısmının tepkisini nötrleştirmek amacıyla alttan alta harekete geçirilebiliyor veya transların olduğu bölge boşaltılırken, müdahalenin kentsel dönüşüm için olduğunu gizleyebilmek amacıyla sakinlerin cinsel yönelimi ahlaki parantezler içinde öne çıkarılabiliyor ya da Gülsuyu operasyonu radikal solcu bir grupla uyuşturucu çeteleri arasındaki kriminal bir olay olarak sunulabiliyor. Bu, yapılan zorbalığa karşı çıkarken doğal olarak kimliklere yönelik baskının öncelikli muhalefet-itiraz konusu olmasını dayatıyor da. Neoliberal siyaset şimdiye kadar emekçileri ayrıştırarak, kimlikleri birbirinden yalıtarak; bölüp parçalayarak işlerini yürüttü. Bu bakımdan demokratik bir kent mücadelesi aynı zamanda, bu parçalanmışlık haline son verecek, ortak yaşam alanlarını güçlendirecek, dışlama siyasetini geçersizleştirecek yeni bir kentsel politik ekonomi için verilecek mücadeledir. Bu, özetle, kentte yaşayan örgütlü emekçilerin kendi kentlerini ve kendilerini yönetebileceği mekanizmaların kurulmasını, seçilmişlerin geri çağırılabilmesini, belediye kaynaklarının sağlanması ve tasarrufunun kent sakinlerinin oyuna bağlı kılınmasını talep eden; kenti, parasal gücü yüksek kesimlerin ulaştığı bir meta olmaktan çıkararak toplumsal yeniden üretimin yerel alanı haline getirme mücadelesidir.
Önümüzdeki yerel seçim süreci demokratik bir kent anlayışına sahip bir aday etrafında kenetlenmek kadar, neoliberalizmin yerelleşme siyasetinin yaşanan kentler üzerindeki yansımalarının ve sonuçlarının tartışılacağı; yerel yönetimlerde şeffaflık, katılımcılık, demokratik işleyiş, denetlenebilirlik kavramlarının yeniden ayakları üstüne oturtulacağı; demokratik bir kentin koşulunun demokratik bir ülkede gerçekleşebileceği bilgisinin paylaşılacağı bir eleştiri ve eylem süreci olmayı hak ediyor.
Haziran Direnişi ve Kürtlerin Demokratik Özerklik için sürdürdüğü mücadele de bunun ne kadar elzem bir sorun olduğunu bir kez daha gösteriyor.
Sadece bu değil, dünyanın diğer halklarının; emek gücü, değişim değeri altınlarla ölçülen metalaşmış bir kent kendisini sermayeye daha çok beğendirsin diye bir “şey”, bir nesne ve dahası bir lokma bir hırkaya satılan ucuzun ucuzu bir meta haline gelmesin diye; kent insanca yaşamanın mekânı olsun diye neoliberalizmin “demokrasisi”ni daha doğru bir deyimle diktatörlüğünü, yeryüzünden silmek için verdiği mücadele de bunu anlatıyor.
KAYNAKLAR
David Harvey, Asi Şehirler, çev: Ayşe Deniz Temiz, Metis
David Harvey, Sosyal Adalet ve Şehir, çev: Mehmet Moralı, Metis
Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, Demokrasi Kitaplığı
Tarık Şengül, Yerel Devlet Sorunu ve Yerel Devletin Dönüşümünde Yeni Eğilimler, Praksis- sayı 9.
Mustafa Sönmez, Kent, Kapital ve Gezi Direnişi, NotaBene
Henri Lefebvre, Writings on Cities, Blackwell
Melih Ersoy, Sanayisizleşme Süreci ve Kentler, Praksis-sayı 11.
Faruk Ataay, Türkiye’de Yerel Yönetim ve Sivil Toplum Tartışmaları, MEMLEKET Siyaset Yönetim.
Faruk Ataay- Ergül Acar, Devletin Yeniden Yapılandırılması ve Yerelleşme, İktisat dergisi, sayı 500, Aralık 2008.
Filiz Çulha Zabcı, Dünya Bankası’nın Küresel Pazar İçin Yeni Stratejisi: Yönetişim, AÜ SBF Dergisi, 57-3
Cesurhan Taş, Kalkınma Ajansları Eyalet Sisteminin Altyapısını Oluşturabilir mi?, http://sahipkiran.org/2012/12/30/kalkinma-ajanslari-eyalet-sisteminin-altyapisini-olusturabilir-mi/
İbrahim Gündoğdu, Sermayenin Bölgesel Kalkınma Eğilim(ler)i: Kalkınma Ajansları Üzerine, Praksis-19