AB tartışmaları ve anadil sorunu

Avrupa Birliği üyeliği ile bağlantılandırılmış demokrasi tartışmaları çerçevesinde idam cezasının kaldırılmasının yanında anadil sorunu önemli bir yer tutuyor.
Yıllar ve yıllar süren “kart-kurt” edebiyatının üzerinde, şimdi, bir yandan hâlâ “Berivan” gibi Kürtçe isimler, trajikomik bir biçimde, ismi yine Kürtçe “Şirvan” olan bir hâkimin önüne getirilerek yasaklanmak istenir ve “anadilde eğitim” talep eden dilekçeler veren gençler gözaltına alınır ve tutuklanırken, diğer yandan “Kopenhag kriterleri” ve “AB üyelik şartında azınlık hakları” çıkışlı olarak soruna “çözüm” aranıyor.
Sorunun kuşkusuz birkaç yönü var. En azından iki yönünden söz edilebilir. Birincisi, anadil hakkının, dillerin eşitliği talebinin tartışma götürmez demokratik içeriği ile ilgilidir. Demokratik içeriğinin ötesinde, dilini özgürce kullanabilme hakkı, insanı insan yapan en sıradan haklardandır. Sorunun ikinci yönünü ise, sorunun aslını, içeriğine ilişkin yönünü gölgelemekle de kalmayıp, görüntüyü ilgilendiren ve “laf ola beri gele” kabilinden dile getirilen bir demokratizm edebiyatı ardında hiçe sayan, AB üyeliği bağlamında ele alınması ve tartışılması oluşturuyor.
Kuşkusuz, sorunun kendisi, kendini ortaya koymaktadır. Hiçbir tartışma, olmayan bir sorun üzerinden sürdürülemez. Bütün yanılsama yaratma ve aldatma çaba ve girişimleri, gerçekte var olan bir sorun üzerinden, onun çekiştirilmesi, çarpıtılması, tepetakla edilmesi olarak yürütülmüştür, ancak böyle yürütülebilir. Tümünün oturduğu yer, belirli bir etki gücüne sahip olmalarının dayanağı; insanlar kendi emeklerinin ürünleri karşısında edilgen ve yabancı bir konuma sürüklenirken, başkalarının emekleri ve ürünlerine sahip olabildikleri ölçüde, onların emeklerini de planlayan zihinlerin, yabancılaşma halindeki sömürülenlerin zihinlerini de şekillendirmek üzere, insan faaliyetlerini, -faaliyetleri ve sonuçlarıyla birlikte zihinde yansıyan ve bilinçleşen- ihtiyaçlarıyla açıklamak yerine kendi özel faaliyeti olan düşünceyle açıklamayı alışkanlık haline getirişi; insanların, dünyaya ve kendilerine, kendi faaliyetleri ve sonuçlarına, -kendilerini egemenliği altına alan idealist dünya görüşünün bu egemenliğini de açıklamak üzere- yine ihtiyaçlarından yansıyan, ama gerçeğin bozulmuş bir yansıması olan, gerçeği, yani kendisini (üretken insanı), kendi üretkenliğini, özne olarak toplumsal emeğini ve emeğinin ürünlerini geriye atarak öne çıkarılmış, üretmeden sahip olanlara özgü düşüncelerle açıklama getirmeye ve böyle açıklamalara ikna olmaya yatkınlıklarıdır.
Bütün dinsel, hukuksal, siyasal biçimlenişleriyle düşüncenin önde gelişini, önceliğini ifade eden ideolojik alanın bu oluşumu ve etkisi; ilk biçimi olan animizmin doğuşundan bu yana insan faaliyetlerini ve insanın kendi faaliyetlerini algılayıp kavrayışını, insanal olandan, aynı anlama gelerek, gerçekten, az ya da çok uzaklaştırarak yönlendirmiştir. İnsanların emekleri ve ürünleri ile daha basit ama doğrudan yüz yüze oldukları ve idealizmin henüz yeni oluşmakta olduğu antik dünyanın çöküşünün ardından, koyu dinsel açıklamaları, sömürüyü ve sömürü ilişkilerini onaylayan köşeli hukuksal formları başta olmak üzere, yine, yaratılışı, geliştirilişi ve teslim alıcılığına yatkınlık bakımından insan faaliyetlerinin bozuşmuş ürünü olan, kuşkusuz idealist ve metafiziğe dayalı ideolojik ortam, en başta zihinlerin ve insani tüm etkinliğin üzerine bir karabasan gibi çöktü, insan, kendisini, kendi faaliyetlerini ve sonuçlarını, kendi ihtiyaç ve sorunlarını, “karşısına konulmuş bir ayna”da daima baş aşağı görür oldu. İnsana, sorunlarına, topluma ve devlete, dünyaya ilişkin tartışmalar; üretken insana, hep, kendisinin seyirci ya da nesne olarak yer aldığı, ama taraf ve en önemlisi özne olmadığı, kendi dışında tartışmalar, tartışmanın taraflarından birini seçmek, dolayısıyla yedeklenmek, kendi çıkarlarını başkalarının (sömürücülerin) çıkarlarına özdeşleştirmek ve böyle ifade etmek zorunda olduğu egemenler arasındaki çekişmeler olarak göründü.
Kendi Marksist materyalist dünya görüşüne sahip olduğunda ideoloji alanı dışına çıkma, kendisini, faaliyetlerini ve tarihsel işlevini kendi ihtiyaçlarıyla açıklama ve gereğini yapma şans ve olanağına kavuşan işçi sınıfına gelinceye kadar, tüm sömürülenler bakımından tam da böyle oldu. Egemenlik altındaki sınıflar, aynı zamanda bilgi tekeline de sahip olan egemenler tarafından düşünsel egemenliğin kıskacında da sıkıştırıldılar. Kendilerinin, emeklerinin ve yaratıcılıklarının, sorunlarının ve doğal ki ihtiyaçlarının farkına varmaları ve buradan hareketle kurtuluşlarına yönelmeleri engellendi. Genellikle kendileri olma ve öyle davranma şansı bulamadılar; sayıları hiç de küçümsenemeyecek köle ve köylü isyanlarıyla kendilerinin farkını ortaya koymaya ve kendileri olmaya girişenler ise, dayatılmış düşünsel zincirleri kıramadıkları gibi, kendilerine henüz kurtuluş olanağı tanımayan tarihin tokadını yediler. Ya yenildiler ya karşı çıktıklarına, egemenlere benzediler; ama her durumda, tüm saygıdeğer tersine çabalarına ve özlemleri doğrultusunda bazı dişlilerini zedeleyip kırmalarına karşın, egemen düşüncenin çarkını kırıp atmaya güç yetiremediler. Spartakus, Münzer, Bedrettin ilkel komünden kalma eşitlik vb. özlemlerini, “altın çağ”a özlemi kuşkusuz dile getirdiler; düşünsel alan da dâhil, her alanda esaret zincirlerini ciddi biçimlerde zorladılar. Ama çok “erken”di, henüz tarih onay vermiyordu; hem kendi bağımsız dünya görüşlerini kurma ve onun doğrultusunda yürüme olanağına kavuşmuş değillerdi ve hem de bunu da koşullamak üzere, sömürü ilişkilerinin ve sömürüye dayalı üretim biçimlerinin yıkılıp atılması bakımından toplumsal emek ve üretim yeterince gelişmiş ve yerine sömürüye dayalı olmayanı koyacak olgunluk düzeyine ulaşmış değildi.
Dolayısıyla insanlık, kendi dünya görüşüne sahip işçi sınıfına gelinceye kadar, çeşitli denemelerinde yakınlaşsa bile, hem kendisinin bilincine varacak hem de durumunu kökten değiştirecek, yalnızca yıkıcı değil ama -her anlamda- kurucu faaliyetini insana uygun biçimde örgütleme ve insani gelişmenin önünü açma olanağına sahip olmadı, bu düzeye ulaşamadı. Kendi dışındaki tartışmaların tamamen edilgen ya da -isyanları, karşı koyuşları durumlarında- “etken” bir parçası olmaktan kurtulamadı. En etken pozisyon alışlarında bile, ancak, yine kendi dışındaki ve kendini dışta tutan tartışmaları “kendisi” yürüttü; kendisinden az-çok bir şeyler kattığı kendisinin olmayan, kendi faaliyetlerine, genel olarak dünyaya ilişkin açıklamaları kendisi yapmaya, doğrusu bu açıklamaları, kendi renklerini vererek benimsemeye yöneldi. Başlangıçta, kendisi de bir sömürücü sınıf olan burjuvazi bile bu kuralın dışına çıkamaz göründü. Kendi ideolojisini dinsel, mezhepsel vb. zarflar içinde geliştirdi. Ama o, geçmişten sadece biçimi almıştı; öze ilişkin olarak, kendi dünya görüşüne sahipti. Süreç içinde eski biçimlerden de kurtuldu, kendi ideolojik biçimlerini yaratmaya yöneldi. Kendine ait olanı, eski biçimlerle de olsa, kurma olanağına sahipti. Ama ne köleler ne de serfler bu olanağa sahip olamamış ve bu nedenle defalarca denemelerine rağmen, hiçbir zaman kendileri olamamışlar; kendi sorun ve taleplerini de kapsamak üzere, kendi faaliyetleri (ve gelecekleri), dolayısıyla varlıkları karşısında ya tümden yabancı kalmış ya da taleplerini ve kendilerini sahiplenmeye giriştiklerinde bile, bu sahipleniş, çeşitli biçimleriyle egemen dünya görüşü ve düşünce sistemi içinde, egemen üretim biçimi ve politik yapılanma çerçevesinde bir konumlanışı yansıtmıştır. Ezilenler, egemenlerin dünya açıklamalarının, onların kendi aralarındaki tartışmaların ötesine geçememişler, kendi taleplerini bile, bu haliyle, egemen düşünce ve politikaya, tümünün kaynağı olarak egemen üretim biçimine bağlanmış biçimiyle seslendirmişlerdir.
Bu, kendi dünya görüşüne sahip olmadığı durumlarda işçi sınıfının da başlıca açmazını oluşturmuştur. Geleceği fethetmeyi ve bunun için iktidar değişikliğini öngörmediği, henüz sınıf bilinçli işçi sınıfını belirtmediği her durumda, işçilerin hak ve özgürlük talepleri; ekonomizm, anarko-sendikalizm benzeri rengini işçilerin verdiği bir dizi burjuva ideolojik biçimler altında şekillenmiş, burjuvazi ve hükümetlerinden hak talep etmenin ilerisine geçememiş, burjuvazinin aldatıcı açıklama ve tartışmalarının nesnesi olmaktan kurtulamamış, en iyi haliyle, burjuvaziyi, kendi düzenine çeki düzen vermeye zorlayan burjuva politikalara, ama mutlaka egemenler arasındaki çekişmelere, burjuva tartışmalara bağlanmıştır.
Toplam kalite yönetiminde “gruplar” ve “şirket kültürü”nün dayatılması gibi uç örneklerde ise, burjuva egemenliği ve düzenine, birkaç gün ya da birkaç ay sonra yerlerini başka işçilere bırakacak olsalar da, mümkün olabilir en doğrudan biçimlerle bağlanmış ve geri kalan işçilerin üzerine basarak yükselmeyi de kapsayarak egemen burjuva düşüncesi ve ahlakını en ileri ölçüde benimsemiş “grup üyeleri”, kendilerine yabancılaşmanın doruklarında, sınıf kardeşleriyle rekabete ve neredeyse düşmanlaşmaya sürüklenmişlerdir. Burada, ya da her ikisi de sınıf bilincine sahip olmadıkları durumda, devlet işletmelerinde hâlâ çalışmaya devam edebilen ve sınıfın geri kalanı karşısında imtiyazlara sahip gibi durmaya başlayan kamu işçileri ile aynı işletmelerde çalışan taşeron işçilerin ilişkisinin dayatılmış burjuva (kamu işçilerinin taşeronları aşağılaması, taşeronların ötekileri “karşı” taraftan görmesi) içeriğinde olduğu gibi, talepleriyle birlikte işçilerin, yine burjuva açıklama ve tartışmalara, ama bu kez, egemenler arasındaki çekişmeler üzerinden değil, toplam olarak burjuvazinin düşünsel, ahlaki vb. (ve kuşkusuz iktisadi) tutum ve görüşlerine bağlanmasına geçilmiştir.

** *
Dil sorunu açısından da durum böyledir. Sorun, kendisini, taraftar ya da karşıt, hiç kimse tarafından görmezden gelinemeyecek biçimde dayatmaktadır. “Kart-Kurt”çu hiçbir yaklaşım ve tutum, dil sorununun oluşturduğu yaraya merhem olmamış, onun kendisini dayatışını ve yol açtığı çatışmalı sorunları giderememiştir. Ancak çarpıtılışına yatkınlık, yabancılaşma çemberinin kırılmadığı tüm sorunların aldatıcı çıkışlara aracı kılınmasında olduğu gibi, küçümsenemez düzeydedir.
Günümüzde, anadil sorununu konu edinen tartışma, kuşkusuz, taraftar ve karşıt, tarafların sorunun varlığını açık ya da az-çok açık kabul edişleri üzerinden yürütülmektedir; ancak tamamen çarpıtılmış bir tartışma olarak yürütüldüğü de kuşkusuzdur.
Her şeyden önce, tartışmanın asıl tarafı, anadil sorunu gibi bir sorunu, anadilde yayın ve eğitim hakkını da kapsayan dillerin tam eşitliği talebi olanlardır. Bu sorun ve talebin kimin sorunu ve talebi olduğu ortadadır: Kürtlerin. Tartışmanın tüm katılımcı ya da taraflarının, sorunun varlığını kabul ya da reddetmeleri, talebi benimseyip sahiplenmeleri ya da karşısında yer almaları beklenir. İşçi sınıfı bakımından durum açıktır. Sınıf bilinçli işçi sorunun varlığını kabul etmekle kalmamakta, demokratik çözümünü öngörmekte ve bunun için, demokratik içeriğe sahip Kürtlerin ve dillerinin tam hak eşitliği talebini benimsemekte ve savunmaktadır.
Peki, burjuvazi, burjuvazinin çeşitli kesimleri ne yapmaktadır?
Onlara göre, sorun, Kürtlerin hak talepleri, dil konusunda tam hak eşitliği talebi değildir. Sorun, ilk olarak yasak savma, “vartayı atlatma”, tehlikeyi kazasız-belasız geçiştirme sorunudur. İkinci olarak da, Kürtler ve dil sorununu, bir başka soruna bağlayarak geçiştirme sorunudur. Bunun için, bir bakıma AB üyeliği sorunu fırsat olarak öne çıkmıştır! Kuşkusuz böyle değildir. Ama işte üçüncü olarak, Kürt ve anadil sorunu, AB üyeliği sorununa bağlanarak ve kendisi olmaktan, dolayısıyla Kürtlerin bir talebi, demokratik içeriğe sahip bir talep olmaktan çıkarılarak tartışılmaktadır. Tartışılan sorun, artık Kürt ya da anadil sorunu olmaktan çıkmıştır. Tartışılan AB üyeliği sorunudur. Kürt ve dil sorununa, Kürtlere düşen; Kürtler, gündem oldukları ve talepleri tartışılıp, şurasından burasından karşılanacağı beklentisiyle istedikleri kadar durumdan hoşnut olsunlar, aradan çıkarılmaktır, AB bohçasına yama olmak, AB’ye “jest” nesnesine indirgenmek, ama üç aşağı beş yukarı, kendisini var eden tüm talepleriyle birlikte Kürt sorunu, yakıcılığı ve çözüm ihtiyacının öneminden bir şey kaybetmemesidir.
Son aylarda, evet, idam cezasının kaldırılmasının yanında anadil sorunu tartışılmaktadır. Ancak, aklı başında hiç kimsenin doğrudan bu sorunların ve tartışılmayı hak ettikleri gibi tartışıldığını ileri süremeyeceği ortadadır. Ortada en azından iki tartışma vardır ve bir ölçüde anadil ve Öcalan’ın idamına indirgenmiş Kürt sorununun AB üyeliği tartışmasına bağlanmış, bu sorunu öne çıkarıyormuş gibi yapanların tutumlarında bile yansıyan örtülü bir tartışmasından söz edilebilir. Katiyen bir hak tartışması yapılmamakta; ama örneğin anadil hakkı, AB üyeliği tartışmaları içinde eritilmektedir.
Tartışmanın görünür tarafları da, asıl taraf olması gereken Kürtlerin (ve hakları sorununun) bertaraf edildiği bir AB üyeliği tartışması platformunda şekillenmekte ve bu “taraf” şekillenişinin kendisi, Kürt sorunu ya da özel olarak anadil sorunu olmadığını göstermektedir. Tarafların dilinde, Kürtler ve hakları; ne Kürtler ne de hakları gerçekte olduğu ve olması gerektiği gibi değil ama çarpıtmanın da ötesinde hatta yok sayılarak, tanımlanmaktan bile kaçınılarak, belirli bir yer tutmamakta, belirsiz içeriği ve adı bile konmamış biçimiyle, AB üyeliği tartışmasının aksesuarı kılınmaktadır. Taraflar, anlaşılması gerektiği gibi, Kürt sorunu ve özel olarak anadil sorununun tarafları değildir. Karşıtlıkları ve tartışmaları da, Kürt ve anadil sorunu üzerinde şekillenmemektedir. Bir tarafın Kürtleri ve anadil gibi bir dizi haklarını savunduğu, diğer tarafın ise karşı çıktığı yolundaki bir iddiayı, bırakalım tarafları, hiç kimse ileri sürmemekte, sürememektedir. Tarafların karşıtlık ve tartışmaları, bu sorunların gerçek içeriğinden koparılmış çarpıtılmışlığı ve yüzeyselliği ile kendilerine kıyısında bir yer bulabildiği, AB üyeliği sorunu üzerinde gerçekleşmektedir. Bu noktada, Kürt ve özel olarak anadil sorununun içeriği çarpıtılmış yüzeysel tartışmasına ya da bir başka tartışmaya (ve kuşkusuz onun başlıca dinamiğine) peşkeş çekilmesine bir üçüncü taraf daha dâhil olmaktadır. Bu, genel olarak ulus ve ulusal sorunlara ilgisi yağmalama ve egemenlik altına alma olagelmiş, bağımlı kılma ve sömürgeleştirmenin karakterine kazınmış olduğu üçüncü taraf, Kürt sorunu üzerinden oyunların da hesabını yapan AB, ya da daha çok başlıca Almanya, Fransa vb. gibi büyük Avrupa devletleridir. AB ya da Avrupa’nın büyük emperyalist devletleri; fraksiyonları, tartışmanın görünür tarafları olan Türkiye egemenleriyle kendi ilişkilerini yeniden düzenlemeyi ve taşeronluk ilişkisine nasıl bir -iktisadi, siyasi, giderek askeri vb.- biçim vereceklerini tartışırken, “ellerini güçlendiren bir koz” olarak Kürt sorunu ve onun kapsamında anadil vb. sorunlarını kullanmaktadır. Kürt sorununda indirgemecilik aracılığıyla yaratmaya yöneldikleri yanılsama ve sorunun gerçek içeriğini çarpıtan aldatıcılıkları bakımından tartışmanın görünür taraflarından üçüncüsü olsalar da; yağmalayıcı, egemenlik altına alıcı ve kullanıcı karakter, gerçek niyet ve tutumlarıyla, bu konumlan, AB’yi, emperyalist büyük Avrupa devletlerini, tıpkı tartışmanın görünür iç tarafları gibi, gerçek bir taraf yapmaktadır. Bu gerçek taraf oluş, burjuva tartışmaların tüm yanılsama yaratıcılığına rağmen, karşıt tarafı oluşturma durumudur. Anadil de içinde olmak üzere Kürt sorununu, kendi halklarından başlayarak, tüm dünya halklarının ve bu arada Kürtlerin de -ABD ve diğer emperyalist devletlerin yanı sıra- başlıca karşıtları ve hedeflerinden olan Avrupalı emperyalistler; kendilerini görünür taraf yapan yandaşlık pozu takınarak, sadece kullanmaktadırlar.
Kürt sorununun bu kullanımını da olanaklı kılan tartışmanın iç ya da yerli (“ulusal”) görünür taraflarına gelince; büyük sermayenin iki siyasal yönelimini, dolayısıyla iki fraksiyonunu oluşturan AB üyeliği sorunundaki bölünmüşlük, bugün tarafları belirleyen başlıca etkendir. AB yandaşlığı ya da karşıtlığı, gerçek tarafları tanımlamakta; Kopenhag Kriterleri’ne uyumlu ya da karşıt “Kürt sorunu”na ilişkin tutumlar ve buradan beliren görünür taraflık, tarafların gerçek tanımlanışının türevi olmaktadır.
(Aslında, büyük sermaye fraksiyonlarının AB yandaşı ve karşıtı halinde bölünüşleri ve buradan tanımlanan taraflığın da görünürde taraflık olduğu belirtilmelidir. Konumuz AB ve AB üyeliği sorunu olmadığından, sadece değinmek gerekirse, şunlar söylenmelidir: 1) AB karşıtı görüntü verenlerin hiçbiri AB’ye prensipte karşı değildir; “karşıtlık”larını böyle tanımlamamaktadır. AB’ye karşı olmamak ama şartlarına (Kopenhag vb. şartları) karşı olmak, hatta şartlarına da değil bazı şartlarına karşı olmak, hatta bazı şartlarına da değil, “orta vadede” yerine getirilme sözü verilen bazı şartların “kısa vade” sorunu haline getirilmesine karşı olmak gibi karşıt olunmayışı belirten yumuşakçalıklar, büyük sermayenin “AB karşıtı” fraksiyonlarının kendi açıklamalarıdır. “AB üyeliğine karşı değiliz, ama onurlu üyelikten yanayız” formülü de, bu “karşıt” diye belirtilenlerindir. 2) Şimdi AB yandaşı ve karşıtı olarak bölünmüş görüntü veren fraksiyonlar, arkasında, finansmanının, ABD ile birlikte yüzde 70’inden fazlasını sağlayan AB’nin bulunduğu, neoliberal ekonomi politikalarının denetleyici aracı IMF programı ve politikaları etrafında “çelikten” bir birlik oluşturanlardan başkaları değildir. Şimdi “karşıtlar”ın bir dizi dayatmalarından şikâyetçi oldukları AB’nin de politikalarının ifadesi olan, içinde “15 günde 15 yasa” gibi son derece aşağılayıcıları da bulunan, IMF’nin yanı sıra DB ve DTÖ kararlarında dile getirilen onca dayatmayı, dayatma saymayıp kurtuluş yolu olarak benimseyip imzaladıkları biliniyor. Kabul edilen bu dayatmalar arasında, ülke topraklarının önemli bölümlerini, örneğin Çukurova’dan başlayıp tüm GAP topraklarını da kapsayan çok büyük bir bölgeyi “yabancılar”a peşkeş çeken “Endüstri Bölgeleri Yasası”, “Nitelikli Sanayi Bölgesi Yasası” bulunmaktadır. 3) AB’nin de dayatmaları olan IMF dayatmaları hiç sorun olmaz ve karşıtlık konusu oluşturmazken, bunların gerçekleşmesi üzerinden yerine getirilmesi istenen “birkaç politik/kültürel” dayatmanın, -birinci maddede belirtildiği gibi aslında zamanlama vb. sorunu yapılarak- problem olarak öne çıkarılması; on yıllardır ırkçı milliyetçilik ve şovenizm üzerinden derlenen kadroların ve edinilen oy tabanının dayattığı ihtiyaçların giderilmeye çalışıldığını göstermektedir ki; bu, AB karşıtlığının görünüşte olduğunu ortaya koyan bir diğer veridir: “Karşıtlar”ın sorunu, AB ve politikaları ile AB ile bütünleşmekle değil, ama kendileri iledir; AB yandaşlığını kadro ve tabanlarına benimsetmekle ilgilidir. Dolayısıyla karşıtlık pozisyonunda politika yapıyor görünen burjuva fraksiyonları, AB’nin ilkesel karşıtı olmadıkları gibi, AB ve politikalarıyla, genel uyumun ötesinde, aynı zemine sahiptirler. Bu zemin, uluslararası tekeller ve küreselleşmeci neoliberal politikalarıdır, tekelci kapitalizmdir. Uluslararası burjuvazi, tekeller ve emperyalizm düşmanlığına dayalı net ve ilkesel AB karşıtlığının temsilcisi ise, sınıfın partisidir. Dolayısıyla, aslında, AB ve Türkiye’nin AB üyeliği sorununda yandaş ve “karşıt” gibi görünen “iki” taraf, gerçek karşıtı oluşturan sınıfın partisinin karşısında, aralarında, daha çok iç politikaya ilişkin çekişen tek bir taraf durumundadır: Fraksiyonları, AB ve AB ile bütünleşmenin -kendi argümanlarıyla- “onurlu” ya da onursuz yandaşlığını yapan emperyalizmin işbirlikçilerinin, büyük burjuvazinin “partisi”.)

***
Bugün Kürt sorununun görünür taraflarını da belirten taraflar kimlerdir?
Yerli tekelci burjuvazinin ve işbirlikçiliğin başlıca örgütü durumundaki rafine temsilci, sadece iktisadi bir örgüt ya da baskı grubu değil ama politik bir örgüt de olan TÜSlAD, kuşkusuz en başta anılmalıdır. Doğrudan siyasal alan, siyasal partiler söz konusu olduğunda, yandaşlığın başını M. Yılmaz ve ANAP’ı çekmektedir. DSP, Kıbrıs sorunu üzerinden karşıtlığa düşme potansiyeli taşımakla birlikte, daha çok yandaşlar cenahında yer almakta; Ecevit’in “büyük devlet adamlığı”nın nişanesi olarak, “karşıtları” ikna etmeye yönelik “arabuluculuk” misyonu da üstlenerek, AB karşısında, “ulusallık”ı görünüşte bile takmayan ANAP’ın “ne olursa olsun”culuğundan nüansta farklılaşan, “ulusal onur”un gözetileceği bir yandaşlık pozisyonu almaya çalışmaktadır. DYP, MHP ile şovenizme dayalı olarak oluşturulmuş oy tabanı üzerinde sürdürdüğü yarışmanın ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik manevraları bir yana bırakılırsa, AB yandaşlığının başını çekme konusunda ANAP’la yarış halindedir. Sürdürmeye çalıştığı, birbiriyle çelişen argümanları dayatan, birbiriyle bağlantılı bu iki yarış, iki ayrı kulvarda birden birinci gelme uğraşı, DYP’nin bugünkü pozisyonunu resmetmektedir. Eski “Batı taklitçiliği” ve “vahşi kapitalizm” eleştirmenleri, bölünmeye uğramış siyasal İslam’ın her iki kanadı, AKP ve SP, nihayetinde hidayete ererek yandaşlar kervanına katılmışlardır. CHP, partileşen ve bu çaba içinde olan eski CHP’liler, onlarla düşüp kalkmakta olan ÖDP ile birlikte, yandaşlar cephesini şişirmektedir. Son olarak, konumuzla doğrudan bağlantılı olarak ve yaratılmaya uğraşılan yanılsamayı benimseyerek, Kürt sorununda şu ya da bu ölçüde bir demokratikleşme beklentisi içindeki HADEP de, yandaşlar arasında yer almaktadır.
Karşıtların başını çekiyor görünen MHP’dir! Askeri çevreler, “karşı değiliz” açıklamalarıyla birlikte, MHP’nin yanı sıra bu kampın başlıca dayanağı durumundalar. Partileşme çabasındaki “Askeriye Kemalistleri” Yekta G. Özden, Vural Savaş gibi eski bürokratlarla epey bir süredir MHP’yi sağdan eleştirerek pirim yapmaya çalışan “Askeriye solcusu” İP, bu cenahtadır. Zekeriya Temizel ve Mümtaz Soysal gibilerinin solculuğa bulaşık milliyetçiliği, yine karşıt tutum almaktadır. Ancak, tutumlarının endazesi olmadığı gibi en küçük bir kıymeti de bulunmayan İP bir tarafa bırakılırsa, söylendiği gibi, MHP de dâhil hiçbiri, net ve ilkesel bir karşıtlık konumunda bulunmamaktadır.
Ama AB yandaşlarıyla “karşıtları” arasındaki itiş-kakış, her şeye rağmen Türkiye siyaset sahnesinin bugünkü başlıca tartışması durumundadır. Şimdilik tam bir krize dönüşmese bile hükümet sorununa kadar uzanan ve başka etkenlerle birlikte erken seçim tartışmalarını da tetikleyen sonuçlarıyla AB tartışması; AB’nin ve tartışan tarafların gerici ve aldatıcı niteliğinden gelen kapsayıcılığının, içeriğini çarpıttığı dil sorunu, daha genel olarak Kürt sorunu gibi başka sorunları da kendine bağlayıcılığının yanında, bir de bu güncelliği ve gündem belirleyiciliğiyle başka her tartışmayı kendine bağlama özelliği kazanmıştır.
(Sözü edilen bu güncellik ve gündeme oturuş, dayatılmışlığı bir yana, mutlak bir olumsuzluk sayılamaz. Bu durum, şöyle ya da böyle AB sorunuyla ilişkili her sorunun AB sorunuyla birleştirilerek tartışılmasını kuşkusuz koşullandırmaktadır ve sınıfın partisi, politikalarını yaşama geçirirken ve ajitasyonunu geliştirirken, çeşitli sorunları, onunla, uygun ve aldatıcı olmayan, tersine gerçek içeriklerini açığa çıkarıcı tarzda ilişkilendirerek ele almak durumundadır. Sorunlar ilişkiliyse ya da konumuza ilişkin olduğu gibi çarpıtılmış bir ilişki dayatılıyorsa, örneğin Kürt ya da dil sorununun AB sorunuyla birleştirilerek ele alınması, yanlış olmadığı gibi bir ihtiyaçtır da. Burada sorun, gerçek içeriğin doğru konması ya da çarpıtılması sorununa indirgenir. Kürt ve dil sorununun AB tartışmalarının eklentisi haline getirilmesi ve AB beklenticiliği ekseninde ele alınması, AB sorununun güncelliği ve gündeme oturuşunun, iç ve dış gericilik tarafından dayatılmış aldatıcı ürünüdür. Kürt sorununun AB sorunuyla ilişkisinin yedeklemeci/yedeklenmeci içeriğiyle olumsuz kuruluşudur. Ama tersi olanaklı olduğu kadar zorunludur: Dil sorununu da kapsayarak Kürt sorununun demokratik çözümü için mücadeleyi, AB’ne karşı anti-emperyalist mücadele ile birleştirmeyi hedefleyerek, dil ve Kürt sorununun demokratik içeriğine ve demokratikleşme ihtiyacına ilişkin ajitasyonu, AB’nin emperyalist ve baskıcı niteliğinin teşhiriyle birleştirmek. Aslına bakılırsa, AB sorununun bunca gündeme oturuşu, körüklenen beklenticiliğin zehirli etkisinin giderilmesinde elde edilecek başarıya bağlı olarak, dil eşitliğini de kapsayarak Kürt sorunun demokratik çözümü bakımından elverişli bir durum bile yaratmaktadır. Anti-emperyalist bir mücadeleye bağlanmadan ve emperyalist yağma ve zorbalıktan kurtuluşu hedeflemeden başarıya ulaşma şansı bulunmayan Kürt sorununun demokratik çözümü; kendisini gündem kılmış AB’nin gerici ve zorba emperyalist karakterinin olduğu kadar, ulusal talep ve hareketlerle ilişkisine dair aldatıcı/kullanıcı niteliğinin teşhiri üzerinden geliştirilme olanağının genişlemesi dayanak haline getirilerek somutluğuyla ele alınabilir.)
Evet, şimdi görüntü, dil ve Kürt sorununun; “tarafları”nın gerici ve aldatıcı/hayal yayarak peşine takıcı karakterleriyle, ülkede burjuva iktisadı ve siyasetinin tıkanmasının (ve işbirlikçilerin bunu itirafının) bir ürünü (ürünü olduğu kadar, aynı zamanda tıkanışın nedenlerindendir de) ve göstergesi olarak, kendisini, bunca ağırlığıyla gündeme dayatan AB ve AB üyeliği sorunu ekseninde ve ona bağlı olarak ele alınabileceği, taraflarının da bu ana tartışmanın tarafları olduğu şeklindedir. Ne yazık ki, bu görüntüye, dil ve Kürt sorununun asıl tarafı olarak örgütlenip mücadele ederek bedelini ödeye-gelmiş olanlar, örneğin HADEP de ses çıkarmamakta; en ileri yaklaşımla, çarpıtılıp içi boşaltılarak, düzene ve emperyalizme bağlanarak da olsa, her türlü gündeme girişin, ön açıcı olacağı düşüncesiyle ve “taktik” vb. nitelemesiyle, aslında benimsemektedir.
Peki, bu “taraflar”ın dil özgürlüğü ve anadil sorunundaki yaklaşım ve tutumları nedir? (Konumuz dil sorunu olduğu için, genel olarak Kürt sorununa ilişkin yaklaşım ve tutumlarını burada ele almayacağız.)
“Yandaşlardan TÜSİAD ve ANAP, anadil hakkını savunuyor görünmektedirler. Bunlara, kendileri için “demokrasi” ihtiyacındaki dinci partiler, SP ve AKP eklenebilir. CHP ve o kökenden gelenler de hakkın savunucusu gibi durmaktadırlar. En son anadil hakkı yandaşlarına DYP de katılmış bulunuyor.
Anadil hakkı yandaşlıklarının, bu hakkın demokratik bir hak olarak teslim edilip benimsenmesine, buradan ve ülkenin demokratikleşme ihtiyacının bir parçası ve önemli bir bileşeni olarak savunulmasına dayalı olmadığı ve sınırları ve sınırlılığı gözler önündedir. Gerçekte bu hakkı savunmadıkları biliniyor. Ne dillerin tam hak eşitliğini ne dil özgürlüğünü ve ne de somut olarak anadil hakkını savunuyorlar. Savunmak bir yana dile bile getirmiyorlar. Bu, hem anadil sorununa bugünkü yaklaşımlarında görülüyor hem de bugüne kadarki yaklaşımlarında.
Geçmişte bu partiler tek tek ya da birlikte hükümetler kurdular ülkeyi “yönettiler”. TÜSÎAD ise, yıllardır ülke yönetiminin odağında, ülkede egemenliğini çoktandır ilan etmiş büyük sermayenin, emperyalizmin işbirlikçisi tekellerin, mali sermayenin seçkin temsilcisi, örgütü. Sermaye egemenliğinin bu “güzide” kuruluşları, tekellerin rafine örgütü ve siyasal partileri (fraksiyonları), egemenlikleri ya da egemenliğe aracılık ettikleri (hükümet ettikleri) dönemde, hatta (siyasal partiler açısından) muhalefetlerinde -aldatıcı içeriğiyle- bile dillerin eşitliğini ya da dil özgürlüğünü savunmadılar, anadil hakkını gündeme hiç getirmediler, getirmeye tevessül de etmediler. Tersine tek tek ve birlikte Kürt sorununu yok saydıkları, hatta “kart-kurt” vb. edebiyatıyla Kürtlerin varlığını dahi reddettikleri gibi, Kürtçe kasetleri yasaklayarak ya da bunu benimseyerek, köylerin ve çocukların Kürtçe isimlerini değiştirmeyi dayatarak anadil hakkına sadece ve sadece saldırdılar. Kürtçe türkü söylediği için Ahmet Kaya’yı sürgüne ve ölüme yollayanlar ya da İbrahim Tatlıses’i canından bezdirenler, bugünün yandaşlarından başkaları değildi. AB tartışmalarına kadar, şimdi anadil hakkı yandaşı görüntüsünden yarar umanların tümünün, anadil hakkıyla ilişkisi savunma ve hiç değilse kabullenme değil ama temelden yok sayma ve saldırma oldu.
Yakın zamana kadar “kart-kurt” edebiyatı yapan ya da bu edebiyatının konuya ilişkin yön göstericiliğine en küçük bir itirazda bulunmayıp dil konusundaki uygulamalarla tutumları en azından örtüşen ve demokratikleşme için parmaklarını kımıldatmayan AB yandaşları, AB üyeliğinin yılmaz savunucuları, şimdi birden demokrasi hayranı kesilmişler, dil üzerindeki baskıların kaldırılmasını da içeren “azınlık hakları”nın savunuculuğu görüntüsü vermeye geçmişlerdir. Şimdi “Kopenhag Kriterleri” revaçtadır. AB ve AB üyeliği, bu demokrasi hayranı ve anadil hakkı savunucusu pozlarına bürünenlerin tümünün, kendi acizlikleri ve ülkeyi batağa batırdıklarının bir itirafı ve bugüne kadar izledikleri politikaların çıkmazının yüksek sesle ilanı olarak “kurtuluş reçetesi” durumundadır. Ülkenin “nurlu ufuklar”a yelken açmasının tek dayanağı, bütün umutlarını bağladıkları tek çare olarak sundukları AB’nin kriterleri, normları, şimdi bu sermaye fraksiyonları tarafından, çeşitli sorunlara ilişkin tutum ve yaklaşımlarını, politikalarını (bunların içeriğini değil ama biçimini) yenileyip düzenlemelerinin başlıca ölçütü sayılmaktadır.
Bugün anadil hakkı yandaşlığı pozundaki işbirlikçi sermaye parti ve kuruluşları, dünden bugüne kendileri değişmediler. Bu anadil hakkı konusunda bugün savunduklarından da bellidir. Değişen, kendileri değil; ama AB-Türkiye ilişkisinin güncelleşmesi, üyelik görüşmelerin takvime bağlanıp bağlanmayacağının yılsonunda kararlaştırılacak olmasının yarattığı hizaya sokucu baskı ve üyelik sürecinin ilerlemesi için Kopenhag Kriterleri’ne uyumun şart oluşudur.
Kendilerinde değil ama koşullardaki bu değişiklik; AB üyeliğini tek kurtuluş yolu sayan yandaşlarının “yeni” politikalarını koşullamıştır. Şimdi pek demokratlar! Çünkü özelleştirmeden, esnek çalışmaya, fazla mesai ve kıdem tazminatının gasp edilmesinden tarımda destekleme alımlarının kaldırılmasına ve ithalatın serbestleştirilmesine, ticaret ve hizmetlerin liberalizasyonundan finansal düzenlemelere IMF Programı’nın da konusu olan tüm dayatmalara yer veren “Kopenhag Kriterleri”nde bir tek cümleyle “azınlık hakları”, o da “kültürel haklar” çerçevesiyle yer almaktadır. Ülkeyi batıran, krizden krize sürükleyen dayatmaların tümünü, hükümette ve muhalefette olanlar elbirliği ile uyguladılar uyguluyorlar. Yandaşlara göre, hem de “sadece özel olarak bize şart koşulmayan”, Macaristan’dan Bulgaristan’a, Romanya’dan Polonya’ya, üye olan Fransa (Korsika sorunu) ve İspanya’yı (Bask sorunu) da kapsayarak, tüm üye ve aday üyeleri ilgilendiren “Kriterler”in bu maddesine uyum sağlanmazsa pek “ayıp olacaktır”! Bu durumda “demokrat” olmaktan başka çare kalmamaktadır!
Ama bu “demokratlık”, AB’nin dayattığı ya da öngördüğü “demokrasi”nin de ne menem bir demokrasi olduğunu göstermek üzere, biçimselliğin biçimi ile görünüşün görüntüsüyle ilgilidir. Yandaşların anadil hakkı savunuculukları, böyle bir içeriğe sahiptir. Bu hakkın ve demokratik içeriğinin savunulmasını değil, ama görüntünün kurtarılmasını kapsamaktadır.
Somut olarak, ortak bir uzlaşma henüz oluşturulamamış olmasına karşın, ortalıkta formüller uçuşmaktadır. Tıpkı idam cezasının “ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla değiştirilmesi önerisinin, hem de yenisinin “daha ağır”, daha eziyet verici”, yani daha intikamcı olduğu ileri sürülerek kabul ettirilmeye çalışılmasının “kırk katır mı kırk satır mı?” zihniyetinde olduğu gibi, anadil hakkı sorununda ortaya atılan “yaratıcı” formüller de, “aşırı” demokratiktir! Bu formüller, “bizim” işbirlikçilerin zaten varoluşlarının ayrılmaz bir parçası durumundaki demokrasi düşmanlıklarının bir ifadesidir, bunun, somut bir sorun üzerinden yeniden kanıtlanmasıdır; ama aslında, onların bu niteliklerinin yeni bir kanıta hiç ihtiyaçları yoktur. Bunu, geçmişte ve bugün, her gün her saat binlerce defa kanıtlamışlar, kanıtlayıp durmaktadırlar. Ama üretilen bu pek “demokratik” anadil hakçı (!) formüllerle, ülkemizin ezilenlerinin, işçi ve emekçilerin henüz yakından bilgili olmadıkları, ama öyle inandırıldıkları başkalarının demokratlığının sınırı ve düzeyi kanıtlanmakta, burada, kriterleriyle birlikte Avrupa demokrasisi sınavdan geçmektedir.
İşbirlikçi yandaşların anadil hakkının kabulünü Kopenhag Kriterleri’ne sığıştırmaya, uyumlandırmaya ilişkin “demokratik” formülleri, en ileri durumda; on dakikadan yarım saate uzanabilen devlet televizyonlarından Kürtçe yayını ve Bakanlığa bağlı kurslarla anadil öğrenimini öngörmekle sınırlıdır. Formüllerin tümü, dillerin tam hak eşitliğini ve dil özgürlüğünü, dilini serbestçe kullanma ve geliştirme özgürlüğünü, anadilde eğitim ve öğrenim hakkını dışlamakta; değişmez şeylermiş gibi, anayasa ve yasalar öne sürülerek, bu hak ve özgürlüklerin ve dolayısıyla dil sorununda demokratikleşmenin kabul edilemezliğinin savunulmasına dayanmaktadır. Anayasa ve yasalar yabancı dilde eğitime olanak tanımıyormuş! Peki, ODTÜ, Boğaziçi vb. üniversiteler nasıl İngilizce eğitim vermektedirler? Ya da Kur’an kursları nasıl Arapça (hem de eski Arapça) düzenlenmektedir? Fransız (örneğin St. Benois), Avusturya, Alman, Amerikan (örneğin Robert Collage) vb. liseleri, Fransızca eğitim veren Galatasaray Lisesi ve bir kısmının sahip olduğu ilköğretim bölümleri, sadece güçlü ve gücünü dayatma yeteneğindeki dünya ölçeğinde egemen ulusların kurumları ya da onların dilleriyle eğitim veren kurumlar oluşlarıyla yolları açılmış olmanın dışında, anayasanın neresinde duruyorlar? Burjuva hukukunun eşitlik ilkesi, anayasa bağlamında, örneğin İngilizce ile Kürtçe karşısında niçin geçersizleşmektedir ve geçersizliği hangi demokrasi ve eşitlik anlayışına sığdırılmaktadır?
ANAP ve benzerleri, Kürtçe kursları ve yayını, AB Kriterleri’nin “azınlık hakları” ya da “kültürel haklar” atfına dayandırıyorlar. “Bölücülük” paranoyasına tutulmuş MHP türünden “karşıtları”, “ne azınlık hakları, Kürtler azınlık mı?” diyerek ayağa kalktıklarında, “kültürel” savunmalara geçiyor ve anadil hakkının, dillerin tam hak eşitliği ve özgürlüğüne dayalı demokratik içeriğini tamamen yadsıyorlar. Bunu, zaten hiç savunmadıkları için, kolaylıkla ve kendileriyle çelişmeden yapmayı başarıyorlar. Dertleri Kürtlerin demokratik hakları ya da özel olarak anadil hakkı ve genel olarak demokrasi olmadığı, ama sadece AB Kriterleri’ne uyumun gereklerini karşılamayı dert edindikleri ve onlar için zaten “hak, değirmende” olduğu için formülleri anlaşılırdır. Ama Avrupa hani demokrattı, hani biz AB’ye demokrasi sorununu da çözebilmek için giriyorduk? Yayılan hayal ve üzerinden oyun oynanan beklenti bu değil miydi? ANAP, DYP ve benzerleri kendilerinin demokrasi düşmanlıkları üzerinden AB’nin demokrasi düşmanlığını açığa çıkardıkları için, bozuk saatin de günde iki kez de olsa doğruyu göstermesi gibi, hayırlı bir iş de yapmış oluyorlar.
Sadece anadil hakkı konulu bu formülleri ortaya atan ANAP ve benzerlerinin AB demokrasisi yorumu ve AB’nin bu formülleri kabul edeceği hesapları dolayısıyla değil; ama bu formüllere, onları “demokratik” içerikli bulanarak onay veren ve zaten kendi ülkelerindeki uygulamalarıyla da bu görüntünün görüntüsünü oynamaya, yani zevahiri kurtarmaya gerileyerek iyice güdükleşen, AB’nin, bizatihi kendisinin yaklaşımı da, “Avrupa demokratizmi” ve “demokrasisi”nin gerçek içeriğini ve sınırlarını ortaya koymaktadır. Örneğin Korsikalıların tam dil eşitliğini ve özgürlüğünü kabul etmeyip anadil hakkı sorununu, ANAP ve DYP benzeri formüllerle aşmaya uğraşan Fransa ya da Basklılara ilişkin aynı şeyi yapan ispanya ve onlarla birlik oluşturan Almanya ve diğer “demokrasi beşiklerinden, başkalarından anadil sorununu gerçek demokratik içeriğiyle çözmelerini istemeleri beklenemeyeceği gibi, demokrasi savunuculuklarına ve ülkemizi de demokratikleştireceklerine ilişkin masallara karınların tok olması gerektir.
Çiller örneğin, anadil hakkı üzerine çokbilmiş edayla söyledikleriyle, kendi pek “demokratik” yaklaşımını ortaya koyduğu kadar, “Avrupa demokrasisine ilişkin yorumunu ve aktardığı gözlemler ve aldığını söylediği mesajlara dayanarak bu “demokrasi”nin içler acısı halini yeterince ortaya koymaktadır:
“Brüksel’den sürekli haber alıyorum. Ayfer Yılmaz arkadaşımız yeni temaslarda bulunarak geldi. Verdiği bilgiler, Ankara’nın kolayca bazı konularda adım atmasının Türkiye-AB ilişkilerinde çok ilerleme sağlayacağı yönünde. İspanya’dan da aynı yönde bilgiler alıyorum… Brüksel’den ve İspanya’dan gelen mesaj ‘idamı bir kenara bırakın, zaten uygulamıyorsunuz’ yönünde. Buna karşılık anadilde yayın, öğrenim… özgürlüğünün genişletilmesi yönünde adımlar atmamızın yeterli olacağını belirtiyorlar. Ben de buna katılıyorum. Kürtçe dâhil anadillerde TRT-lnt’ten yayın yapılabileceğini, bu yönde destek vereceğimizi söylemiştim. Eğitim konusuna gelince. Eğitim dili Türkçedir. Başka dilde olmaz. Buna izin verirsek ülkeyi böleriz… Bu olmaz. Ama bireysel anlamda öğrenim için düzenleme yapılabilir. Kürtçe dâhil anadilde kurslar açılması yeterli. Bu kurslar açılır ve devlet denetimini yapar. AB, böyle bir kararı yeterli görüyor. Bence de bundan korkmaya gerek yok. Kurs açılmasında bir sakınca yok. TRT-lnt’ten yayın yapılması Türkiye’nin büyüklüğünü gösterir.” (Aktaran: Fikret Bila, Milliyet, 25 Haziran 2002, sf. 16)
Çiller’in bölücülük yaftasıyla Kürtleri ve eşit haklara sahip olmalarını, dil konusunda tam hak eşitliğini dışladığı zaten biliniyor. Bu, yıllardır izlediği tutum. Devamcısı olduklarının 80 yıllık tutumu. Örneğin, kendisi İngilizce eğitimden geçmiş “bölücülük” yapmamış ve “bölücülük”e kurban da gitmemişken ve ülkede İngilizce öğrenime itirazı aklından bile geçirmediği kesinken, başka dillere, tartışılan Kürtçe olduğu için, Kürtçeye eğitim dili olma hakkı, dolayısıyla hak eşitliği tanımayarak, “eğitim dili Türkçedir. Başka dilde olmaz.” eşitsizliğini vurgulamakta ve dil sorununda demokratizimle ilişkisiz ya da demokrasi düşmanı bir zeminde durmaktadır. Yayın konusunda, TRT-lnt’ten, o da on dakikalık, o da Türkçe alt yazılı bir Kürtçe yayının kabulüne kadar ilerleyebilmektedir. Kürtçe eğitim hakkına ilişkin, ancak devlet denetimli kurslarla ve ancak “bireysel anlamda öğrenim” için düzenleme yapma noktasına kadar gelmeyi kabullenebilmektedir. “Resmi dil” sorununu hiç tartışmamaktadır bile. Asıl önemlisi ise, içini dışa vuran “AB bu kararı yeterli görüyor”, filanca konuda ” … yönünde adım atmamızın yeterli olacağını belirtiyorlar.” şeklindeki derdinin kesinlikle anadil sorunu olmayıp AB olduğunu ortaya koyan yaklaşımıdır, içini boşaltmak ya da Kürtlerin aldatılmasına oynamak falan da değil, böyle tanımlanması da doğru olmaz, istemeye istemeye mecbur olduğu bir iş yapmak ve buna AB’ye uyum sağlamak adına katlanmak, Çiller’in anadil sorununa ilişkin gerici tutumunun özüdür. Anadil, Kürtçe ve Kürtler, anadil sorunu AB tartışmasına bağlanarak ancak bu denli aşağılanabilir ve sorun kendisi olmaktan ancak bu kadar çıkarılabilir!
Benzer yaklaşımı, idam cezasının “insani” gerekçeyle kaldırılması ve yerine pek “insani” ağırlaştırılmış müebbet konması önerisini öne süren Ecevit ve DSP’si sergilemektedir. Üstelik o, “karşıtlar”la yandaşları birleştirme gibi bir “büyük devlet adamlığı” misyonu da üstlenmiş ve AB üyeliği için “arabuluculuk”a soyunmuş görüntüdedir. Ecevit’in anadil sorununa ilişkin görüşleri şöyledir:
“Bazı çevreler, Kürt kökenli yurttaşlarımız anadillerini daha kolay öğrensinler diye istiyorlar. Ama bazıları da bunu bölücü akımlar yolunda bir araç olarak istiyorlar. Eğer o çevreler bu görüntüyü vermekten kendilerini kurtarırlarsa, bunun sadece kültür sorunu olarak ele alınması sağlanırsa, buna kimse karşı çıkmaz. Bazı çevreler aslında bir ayrı ulus bilinci yaratmak için kültür ve dil konusunu kullanıyorlar. Onların bu istismarı ve menfi bir takım formüller için de bu soruna çözüm bulmamız gerekir.” (Günlük Evrensel, 19
Haziran 2002, sf. 8)
Zaman zaman AB tartışmalarına açıktan bağlasa ve AB normlarını söz konusu etse de, bir dizi Kopenhag uyumu sorununun, bu arada anadil sorununun ele alınmasında “AB istedi diye yapıyoruz” görüntüsü vermekten en çok, belki de başlıca kaçınan, sorunları “insani” ve “demokratik” gerekçelerle ortaya koyuyor havası veren milliyetçi nedenlerle de olsa, DSP olmaktadır. MHP, bunu, “Avrupa istedi diye yapmayız”, hatta “AB bizi bölmek istiyor”, “biz kendi politikalarımızla onurlu girişten yanayız” vs. edebiyatıyla, “karşıtlık” cephesinden, ama yine AB bağlantısı kurarak yapmaktadır, ikisinin de vermeye çalıştıkları görüntü, “iç güç” olma ve milliyetçi-yerli görüntüdür. Farkları, MHP bunu şoven ve zorbalık politikasının temsilcisi olarak yaparken, DSP’nin aynı şeyi, hem “insani” ve “demokratik” hem de “ağır-oturaklı” havalarda “devletin yüce menfaatlerinin gereği” birleştirici/uzlaştırıcı bir tutumla yapmaya uğraşmasındadır. “Yoğurt yiyişler” farklıdır. “Bölücülük”ün paranoya düzeyine yükseltilmesi ve belirleyiciliği bakımından da bu fark dışında farkları pek yoktur. Ama, örneğin “insani ve demokratik” görüntü kaygısı, DSP’yi, MHP’nin tersine, anadil sorununun, “sadece kültür sorunu” olarak ele alınması sağlanırsa, onaylanmasına, olmasa bile bunun kabulüne götürmektedir. (Bu koşulla, MHP’nin de sorun çıkarmaz bir pozisyona gerileyeceği söylenmelidir.) Ama sorun buradadır. Anadil sadece bir “kültür sorunu” mudur? Sorun, Kürtlerin anadillerini “daha kolay öğrenmeleri” sorunu mudur? Örneğin dilin geliştirilmesi sorunu yok mudur? Ya da dillerin eşitliği, dil özgürlüğünün özgürlük sorununun temel bir bileşeni oluşu neden reddedilir? Böyle olunca “demokratik” gerekçeler ve görüntüden geriye ne kalır? Dil ve ulus ilişkisi nedir, bu ilişki koparıldığında, demokratizmin sıfırlanmasının ötesinde, dil sorunu anlamlı ve açıklanabilir bir sorun olur mu? Bu tür “menfi bir takım formüller”in gözetildiği “menfi” bir yaklaşımla, AB normları gerekçesiyle hüsnükabul gösterilse de, anadil sorununda herhangi bir şey yapılmış ve örneğin -doğrultusu bile önemli olmadan- herhangi yönde herhangi adım atılmış olabilir mi? Bu ve MHP’nin açıktan yok sayıcı yaklaşımından ve hele “AB Kriterlerine uyumu gerçekleştirmek üzere, bu yaklaşımlarla uzlaşma ve tutum ortaklaştırma arayışından, anadil sorununun AB tartışmalarına bağlanıp yedeklenerek ya da tümden inkâr edilerek aşağılanmasından ve gericiliğin güçlendirilmesinden başka ne üreyebilir? Bu ve benzeri sorular ve yanıtlarını “insan Diliyle insandır” başlıklı bir diğer yazımızda ele alacağız.
Ancak şu şimdiden ve netlikle söylenmelidir ki; anadil ve diğer tüm demokratik içerikli sorunlara ilişkin -kenarından-köşesinden bile olsa- her türlü demokratikleşme, bu olmasa bile -inkârcı, yok sayıcı tutumlarda yumuşama içerikli- her türlü normalleşme reddedilemez olmakla birlikte, sorunların AB tartışmalarına bağlanmış ele alınışlarından, bu noktadan hareketle yaratılmış beklentilerden hiçbir hayırlı sonuç çıkmaz. Anadil sorununa ilişkin böyle bir yaklaşım, kim tarafından ve nasıl savunulursa savunulsun, sadece ve yalnızca, Kürtlerin AB’ye (ve yandaşlarına) bağlanması amacı ya da bunun benimsenmesi üzerine oturabilir; ama Kürt sorununun demokratik çözümüne ve ülkenin demokratikleşmesine hizmet etmez.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑